Gönderi tarihi: 11 Temmuz , 2007 18 yıl NAAT. Naat Seccaden kumlardı.. ................................ ................................ Devirlerden, diyarlardan Gelip, göklerde buluşan Ezanların vardı! . Mescit mümin, minber mümin... Taşardı kubbelerden tekbir, Dolardı kubbelere “amin”.. Ve mübarek geceler dualarımız; Geri gelmeyen dualardı... Geceler ki pırıl pırıl Kandillerin yanardı.. Kapına gelenler ya Muhammed, - uzaktan, yakından – Mümin döndüler kapından... Besmele, ekmeğimizin bereketiydi; İki dünyada aziz ümmet, Muhammed ümmetiydi... Konsun – yine - pervazlara Güvercinler, “hu hu” lara karışsın Aminler, Mübarek akşamdır; Gelin ey fatihalar, yasinler... Arif Nihat Asya. (Naat'tan bir bölüm.)
Gönderi tarihi: 11 Temmuz , 2007 18 yıl Yazar DAĞLARA DENİZ EKTİM Uykuları yatağıma bağladım Geceleri delip çıktım dağlara.. Ormanların kâkülünü taradım Bulutlardan gömlek diktim dağlara.. Ağaran şafakta gördüm yarını Tuttum nakış nakış ördüm yarını Yağmur damlasına sardım yarını Dalga dalga deniz ektim dağlara.. Kartal kanadıyla biçtim gökleri Duru pınarlardan içtim gökleri Ya Allah! . diyerek açtım gökleri Demet demet ışık döktüm dağlara.. Hayal var ki hakikatten evlâdır Çile var ki çok nimetten evlâdır Sabır, şükür her ziynetten evlâdır Üçüncü gözümle baktım dağlara.. ABDURRAHİM KARAKOÇ.
Gönderi tarihi: 31 Temmuz , 2007 18 yıl Yazar Meded pîrim benim ol dest-i girim Eğer pîrim bana eylerse himmet Zuhura getirem birkaç meâni O'dur aslım benim fer'i mukayyed O'dur dil şehrinin nuru imanı Görünür cebhesinde nur-u Ahmed Olardır vâris-i peygamberani Olar kaimmakam-ı Mustafa'dır Olardır şehr-i ilmin pasubanı Olar can ilinin bülbülleridir Bütün olmuş oların aşiyanı Oların ruhlarının yok kararı Dolaşırlar zemin ü asumanı Olar bu alemi devran ederler Ararlar derde düşen natuvanı Bular bu alemin hem berzahında Esir etmiş durur çok pehlivanı Kişiye derd büyük sermayedir bil Düşürür yola ahir karubanı Heva-yı nefsine tabi olanlar Bular kande bulur dârü'l-emanı Alamazlar özün nefsin elinden Beşerdir daim ol eyler ziyanı Ömür bir cevherdir kadri bilinmez Sakın gafletle geçirme zamanı Cihanda şimdi kâl ehli çoğaldı Söz ile kandırırlar çok civanı Sürüyü büsbütün kendileri yer Ederler maskara her dem çobanı Bular benzer koyun başlı kilaba Buların dünyadır dini imanı Sefinen yok ise kalma karada Ara bul sen dahi bir keştibanı Hudâ hazır diye ikrar edersin Kimin yanında söylersin yalanı Ya dersin birdurur Hallak-ı alem Beğenmezsin filan oğlu filanı Benim gözümde görürsün hilali Senin gözünde görmezsin giranı Helak etmek dilersin mar-ı nefsin Ya sen beslersin ol ejder yılanı Eğer derdin olaydı ey birader Bulurdun sen de bir Hızr-ı zamanı Hakikat güllerin görmek dilersen Arayıp sen de bul bir bağçevanı O kim âma-durur çeşm-i basiri Göremez Pîr-i Sami gibi canı Cihanda mürşid-i Rabbani Ol'dur Der'i asilerin darü'l-emanı Kamu derdlilerin dermanı Ol'dur Bu asrın hem O'dur kutb-u zamanı Füyuzatı erişir şarka garba Sarıbdır nisbeti cümle cihanı Meded pîrim benim ol dest-i girim Ziyalandır kulub-u aşıkanı Derunum pak edip hubb-u sivadan Münevver eylemek şanındır anı Bu ten-i Yakub'un ref et hicabın Görünsün Yusuf'un vuslat nişanı Seni Hak bilmeyen ol geçreviler Buluğa ermez anların imanı Kelam-ı Hakk'a güş olmayanlar Alamaz feyzi himmet-i pîranı Senin sayende salihdir bu Salih Ki senden gayrı yoktur mihribanı Şair: Erzincanlı Tufekcizade Salih Baba Divanı (Rabıta-i Nakşi Hayali) Yazan: salihbaba.
Gönderi tarihi: 13 Ağustos , 2007 17 yıl Yazar Canım İstanbul Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim; O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale, Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. İstanbul benim canim; Vatanim da vatanim... İstanbul, İstanbul... Tarihin gözleri var, surlarda delik; Servi, endamlı servi, ahirete perdelik... Bulutta saha kalkmış Fatih'ten kalma kir at; Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat... Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; Her nakısta o mana: Öleceğiz ne çare? Hayattan canlı olum, günahtan baskın rahmet; Beyoğlu tepinirken ağlar Karaca Ahmet... O manayı bul da bul! İlle İstanbul’da bul! İstanbul, İstanbul... Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği. Oynak sular yalının alt katına misafir; Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir. Her aksam camlarında yangın çıkan Üsküdar, Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar... Bir ses, bilemem tambur gibi mi, uda gibi mi? Cumbalı odalarda inletir katibi mi... Kadını keskin bıçak, Taze kan gibi sıcak. İstanbul, İstanbul... Yedi tepe üstünde zaman bir gergef isler! Yedi renk, yedi sesten şayisiz belirişler... Eyüp oksuz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, Adada rüzgar, ucan eteklerden sorumlu. Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından. Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; Güleni söyle dursun, ağlayanı bahtiyar... Gecesi sümbül kokan Türkçe’si bülbül kokan, İstanbul, İstanbul... Necip Fazıl Kısakürek
Gönderi tarihi: 15 Ağustos , 2007 17 yıl Yazar GÜLDESTE/ SONSUZLUK Gül zindanı yapsalar vardığım her durağı Bana bir gül delisi deseler de her akşam Seninle ışık oldum, yakın ettim ırağı Benimdir gözlerinden aldığım bu ihtişam Şimdi bütün çiçekler nakkaşımdır bu yerde Yapraklarından sızan gözyaşımdır bu yerde Turuncuydu yüreğim, benekleri kırmızı Yeşildi bir Hüma-yı Ata'nın şakağında Ateşin bir baharı taşıyan ince sızı Cemşide rakib oldu güllerin yaprağında 'Hu' çekiyor içimde Mevlana bir semazen Lalede imreniyor dertli Hallac'a bazen Tutundum bir zamanlar Gencine-i Cemal'e Meğer dibacesiymiş sonsuzluk ülkesinin Gördüysem yapayalnız nerede bir ters lale Yandı titreşimleri uğuldayan sesinin Şafağında büyüyen zambak soldu aniden Tanyeri 'gül gül' diye güneş oldu yeniden Levni'yi kollarına alır taze bir bahar Bir Tac-ı Kayser gibi sokulur sinesine Onuruna Çırağan kurduğumuz aynalar Düşer yüzyıllar boyu en karanlık ye'sine Her hassa, bir merili bahçesine vurulur Her sultanın tahtına bir prenses kurulur Bana, ne Dürr-i Yekta, ne Semen Sima gerek Senden kalan her harfin içinde binlerce bağ Bağına girmek için küçük bir ima gerek Seninle güle döner derin vadi, yüce dağ Bu sevda ılgıt ılgıt çoğaldıkça bedende Çiçekçiler Başbuğu olurum belki ben de Dikendi, serfiraza döndü kapında ruhum Büyüdükçe çiçeğim, yapraklarım kısaldı Senden önce ardında 'ah' edip avunduğum Meğer bir malihulya, çaresiz bir masaldı Ölümsüz vuslatına erdim Bağ-ı Safa'nın Nağmeleri duyulmaz oldu Gülfer Kalfa'nın Dantelası çiğdemli yastıklar küf kokuyor Yenilgiler devrinde tarümar oldu bostan Göçenler mor kokulu hüzünler bırakıyor Servilerin dalları yine kırıldı yastan Bu gönül mevsiminden gitti uzağa giden Atmak gerek toprağa tohumları yeniden Kapında pusat koyup gül alan sipahiler Seccadesi sularda bir dervişe dönüşür Tahammülü kuşanır, el açıp Me'va diler Goncanın kirpiğinde nilüferle görüşür Bir ömür yalnızlığı alsa da kollarına Gittiği her ülkede gül düşer yollarına Gözüme gül dumanı çöktü yine bu akşam Baktığım her noktada yalnız senin güllerin İçimde gül pınarı aktı yine bu akşam İrinli dertlerime şifa oldu ellerin Mecnun ile Leyla'nın buluştuğu yerdeyim Bu gül yolculuğunda şimdi son seferdeyim Yanakları gül oya, parmakları gül dalı Kızlar, delikanlılar baştanbaşa gül oldu Ayrılık gül tohumu, şiir güle sevdalı Şair ki, feryadından yana yana kül oldu Onun çemenzarıdır köşelerde hıçkıran Nerde bir bulut varsa, gülsuyudur fışkıran Gül sesleri geliyor; her yer dua ve niyaz Açtı gök kapısını yerde çiğ taneleri Adımları parıltı, alınları bembeyaz Dağılıyor evrene gülün mestaneleri Sen ki, en büyük GÜL'sün, en çok gülü seversin Söyle bahçıvanına, bir gül de bana versin Ulu Tanrı adıyla aldığım her nefeste Senin için gül açar, kuş olup göğe uçar Sen ey bahar elçisi, sen ey kutlu güldeste Senin için cansızlar bile canından geçer Gölgeler şehrinde gül, kimseye kalmayacak Öteler şehrinde gül, bir daha solmayacak NURULLAH GENÇ
Gönderi tarihi: 16 Ağustos , 2007 17 yıl Yazar Çıktım erik dalına. Çıktım erik dalına Anda yedim üzümü Bostan ıssı kakıyıp Der ne yersin kozumu Uğruluk yaptı bana Bühtan eyledim ona Çerçi de geldi aydur Hani aldın gözünü Kerpiç koydum kazana Poyraz ile kaynattım Nedir diye sorana Bandım verdim özünü İplik verdim cullaha Sarıp yumak etmemiş Becid becid ısmarlar Gelsin alsın bezini Bir serçenin kanadın Kırk katıra yüklettim Çift dahi çekemedi Şöyle kaldı kazanı Bir sinek bir kartalı Salladı vurdu yere Yalan değil gerçektir Ben de gördüm tozunu Bir küt ile güreştim Elsiz ayağım aldı Güreşip başamadım Gövündürdü özümü Kafdağından bir taşı Şöyle attılar bana Öylelik yola düştü Bozayazdı yüzümü Balık kavağa çıkmış Zift turşusun yemeğe Leylek koduk doğurmuş Baka şunun sözünü Gözsüze fısıldadım Sağır sözüm işitmiş Dilsiz çağırıp söyler Dilimdeki sözümü Bir öküz boğazladım Kakladım sere kodum Öküz ıssı geldi der Boğazladın kazımı Bundan da kurtulmadım Nideyim bilemedim Bir çerçi de geldi der Kani oldum gözgümü Tosbağaya sataştım Gözsüz sepek yoldaşı Sordum sefer nereye Kayseri'ye azami Yunus bir söz söylemiş Hiç bir söze benzemez Münafıklar elinden Örter mana yüzünü "YUNUS"
Gönderi tarihi: 17 Ağustos , 2007 17 yıl Yazar Şu fani dünyayı gezdim dolaştım. Bu fani dünyayı gezdim dolaştım Aslımdan bir haber veren yok bana Çok erenler sohbetine ulaştım Aslımdan bir haber veren yok bana Hak i bad ü ab ı ateş bünyadım Suret-i beşerde ademdir adım Bilmem cinni miyem yoksa div-zadım Aslımdan bir haber veren yok bana Ben de bu derd ile iflah olmazam Ruz u şeb ağlaram bir an gülmezem Kanden gelip gideceğim bilmezem Aslımdan bir haber veren yok bana Arada söylenir bunca kîl ü kal Çokları özsüzdür çıkmaz bir meal Söyleyip dinlemek büyük bir vebal Aslımdan bir haber veren yok bana Acaib kalmşıam işbu insana Ekseri dönmüşler vahşi hayvana Ya ben mecnun yahud anlar divane Aslımdan bir haber veren yok bana Abd i Hak beyninde yüzbin hicab var Her hicabda yüzbin sual cevab var Burada inceden ince hisab var Aslımdan bir haber veren yok bana "Men aref" sırrına vakıf olmadım Çok muhbire vardım haber almadım Hergiz bundan eşed bir derd görmedim Aslımdan bir haber veren yok bana Yetmiş üç fırkanın sertacı benem Kangısına sorsam der naci benem Bildim ki cümlenin muhtacı benem Aslımdan bir haber veren yok bana Heva-yı hevesden ayık olmadım Asla bir amele faik olmadım Esrar-ı pîrime layık olmadım Aslımdan bir haber veren yok bana Azdan az bulunur dünyada kemal Nicesi eblehdir nicesi echel Kangısına sorsam der ben mükemmel Aslımdan bir haber veren yok bana Bir dar-ı meşakkat mülk-i fenadır Su üzre kurulmuş dipsiz binadır Basiret ehline ibret-nümadır Aslımdan bir haber veren yok bana Sana geldim pîrim Muhammed Sami Sensin bu cihanın kutb u imamı Def eyle gönlümden işbu gamamı Aslımdan bir haber veren yok bana Nefsim bana çok eyledi inadı Felek sillesini bende sınadı Kırıldı Salih'in kolu kanadı Aslımdan bir haber veren yok bana Salih Baba Divanı
Gönderi tarihi: 8 Nisan , 2008 17 yıl Yazar SAKARYA. İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya: Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir: Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir. Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat: Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne? Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine: Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için. Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin? Rabb'im isterse, sular büklüm büklüm burulur. Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur. Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük? Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!.. Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya! Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal; Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal, Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan: Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan! Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân; Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an! Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu? Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu? Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna? Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna? Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir! Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler; Sakarya, kandillere katran döktü geceler. Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya. Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya! İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su: Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu. Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek: Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl! Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl! Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu'nun, Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun! Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız; Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız! Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider! Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz: Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz! Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya: Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! Necip Fazıl Kısakürek.
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.