Φ katakuta Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2007 Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2007 Onlar için Kuran'a bir sure bile koydu. Özellikle Mekke döneminde yazdığı ayetlerde çok bahsetti onlardan. Bu onun en doğal hakkı idi çünkü bir Arap şairi olarak cinler onun çok iyi tanıdığı varlıklardı. Cin kelimesi; örtmek, örtünmek, gizli kalmak anlamında olup cenn kökünden türeyen bir isim olup tekili cinnidir. Aynı zamanda cânn kelimesi de cin anlamında kullanılır. Mecnûn kelimesi de bu kökten gelir ve "cinlenmiş, cin çarpmış, cinin etkisinde kalmış" demektir. Şair olmayanlar sıradan insanlar için bu durum bir "delilik" veya aklını yitrmiş olmak anlamına geliyordu. Aynı şekilde Araplar "Cinli" derken Meftun kelimesini de kullanırlardı "fitne ve belaya tutulmuş cinli" manasında. Tabii Türkçeye girmiş olan Cinnet sözcüğünün de "Cinnet geçirmek" deyiminde ne anlama geldiğini rahatlıkla anlayabilirsiniz bu açıklamalardan sonra. Cinlerin etkisi altında kalarak düşünce yetisinin örtülmesi ve tehlikeli düzeyde bir delilik hali. Not:Tabii bu kelimenin cenne ([örtü), cunne ('vücudu örten' kalkan) cenin (ana karnında örtülü bulunan çocuk), cenân (içteki 'örtülmüş' kalb), cennet (örtülü, duyulardan gizli bahçe, bağ, bostan) anlamında kullanımları da mevcuttur. ********************** Aslında Muhammed'in cinlenmesi konusunu daha iyi anlamamız için Cahiliyye dönemi Arap toplumuna bakmakta yarar var. Ne de olsa insan başta tarihin ve içinde yaşadığı toplumun ve kültürün ürünüdür (Bir sosyalist gibi anlattım Arap şairleri çok severlerdi cinleri. Öyle böyle değil durum, yani gerçekten de onlar cinlere bambaşka bir muhabbet ile bakarlardı. Herşeyden önce cinler o kadar sıradan varlıklardı ki, kimse varlığını ve yokluğunu tartışmazdı bile. Eğer o dönem yaşasaydınız siz de cinlerle halvet eder, karşılıklı güreş tutar hatta evlenir çoluk çocuğa karışırdınız. Bunlar olağandı ve siz cin dostlarınız, sevgilileriniz hakkında birşeyler anlattığınızda kimse size melûl melûl bakmaz ve kınamaz bilakis büyük bir merakla dinlerdi. Hele hele şairler... Cinlerin yardımı olmadan şiir yazmak ne mümkün? Hatta öyle ki, yazdığınız kasideleri hiç bir cinden yardım almadan kendi kendinize yazdığınızı söyleseniz kim inanırdı ki size? Şimdi size biraz da bu konuda yazacaklarıma kaynak teşkil eden çalışmalardan birisi olan Ali Yılmaz'ın Arap Edebiyatında Şeytanlı (Cinli) Şairler isimli makalesinden alıntılar yapmak istiyorum. "Eski Araplarda şairlerin, kendilerine şiir melekesi verdiklerine ve yine kendilerine şiir ilham ettiklerine inandıkları cinleri, şeytanları mevcuttu. Böylece şair ilham kaynağını, irtibat halinde bulunduğu bir cin ile bu dünyanın ötesinde sihirli bir aleme bağlıyor, dolayısıyla kendisi de tabiat üstü bir kuvvetle mücehhez bulunuyordu." Şimdi de S.Ateş'in "Kuran meali"nden bir alıntı yapalım: "Şâ'irle cin arasında çok içten bir ilişki kurulurdu. Her şâ'irin, zaman zaman kendisine ilhâm veren özel bir cinni vardı. Şâ'ir, genellikle kendi cinnine halîl (samîmî dost) derdi. Şâ'irle ilişki kuran cin, insan isimlerinden biriyle anılırdı. Meselâ büyük şâ'ir el-A'şâ'nın cinninin adı, Mishal (kesici bıçak) idi." Aslında bu "cinlenme" konusunda asıl amacım İslam öncesi Arap şairlerin cinlerle olan ilişkisini ortaya koyup toplumdaki şairlere özgü olan bu animistik kültürden Muhammed'in ve onun yazdığı kitap olan Kuran'ın nasıl etkilendiğini ortaya koymaksa da "cin" inanışının sadece şairlere özgü olmadığını özellikle İslam öncesi Pers kaynaklı Arap efsanelerinin de (1001 gece masalları, Alaaddin'in lambası ve lambadan çıkan cin, Denizci Sinbad, uçan halı vb.) beslediği genel bir halk inanışı olduğunu ve büyücü ve kâhinlerin de İslam öncesi dönemde bu animistik öğe ile beslendiklerini ve cinleri gaipten haber almak, geleceğe ilişkin bilgi toplamak veya insanlara iyi ya da kötü amaçlı olarak büyü yapmak vb. amaçlarla kullandıklarını görüyoruz. Burada mümkün olduğunca Arap şairleri ve şair-cin ilişkisinin Muhammed-Kuran ilişkisi ile olan parellelliğini ele alacağım. Şimdi özellikle Ali Yılmaz'ın Arap Edebiyatında Şeytanlı (Cinli) Şairler isimli çalışmasından ilgi çeken paragrafları alıntılıyorum "Şairin cini bir fert olarak kabul edilir ve ona bir isim verilirdi. İnsanlar, cinlerin zaman zaman ortaya çıktığını ve onlara faydalı olabilecek şairlerden bahsettiklerine inanırlardı. Yine onlar, şiirlerini bu şairlerin isimleri ile söylerlerdi. Mesela; Hutayâeânin (ö. 678) kasidesinin ilk beytini meçhul bir genç söylemiştir. Bununla ilgili olarak âBu Hutayâeânin değil mi?â diye sorulduğunda âEvet. Ben onun cininin sahibiyim.â demiştir. Kendisine ilham veren şeytanının olduğu ileri sürülen şairlerin ilki İmruâl-Kaysâtır. " Bu tabi biraz ilginç. Cin ayrı bir ferd olarak görülüyor ve ona isim veriliyor. İmru'l Kays (M.S 520-565) ise "Yedi Askı" şairlerinden olup Kuran'daki bazı ayetlerin onun beyitlerinden plagiarizm yapılarak yazıldığı yönünde ünlü oryantalist İslam araştırmacısı Tisdall'in 1900 yılında yayınlanan kitabı "İslam'ın Kaynakları"nda iddiaları olmuştur ama Tisdall daha sonra bu iddialarnı verilerin kesin bir ispat olma vasfına sahip olmadığını söyleyerek geri çekmiştir -http://www.bible.ca/islam/library/Tisdall/...s0/p009-010.htm- ayrıca şu linke de bu konu ile ilgili yorumlar bulabilirsiniz. -htp://answering-islam.org/Quran/Sources/qais.html#yanabi- Tabii asıl konumuz bu değil. Biz yine Ali Yılmaz'ın Arap Edebiyatında Şeytanlı (Cinli) Şairler isimli çalışmasından aktarımlar yapmaya devam edelim: "Ebu Ubeydeânin anlattığı gibi, Araplar cinleri isimleriyle tanırlardı. Arap; inkar, zulüm, düşmanlık ve bozgunculuk yaptığında ona şeytan denilirdi. Bazen de kızgınlığı şeytan olarak isimlendirirlerdi. Bununla ilgili olarak Ebuâl-Vecih el-âAklî şöyle anlatıyor:âŞeytanım sırtıma bindiğinde de böyle idi.â diyince, âHangi şeytanı kastediyorsun?â diye sorulduğunda âkızgınlıkâ şeklinde cevap vermiştir. Cinlerle şairler arasındaki ilgilerden birisi de şudur: Geçen sıfatlar, şairlere şeytanları yolu ile gelmekte idi. Onlar bu inanca kendileri için şiirden daha önemli olan kehanet vasıtası ile ulaşmışlardı. Her kahinin âTabiââ ismi verilen bir sırdaşı bulunmaktaydı. Şairler, gayba ait güçlü yardımları bunlardan alıyorlardı. Çünkü şiir, neredeyse şairin ruhunun başka bir ruh ile karışımını sağlayan ruhi bir etkileşimdi. Şair o ruh ile zaman zaman bazı şeyler hissederdi. Yunan ve Romalı şairler bunu manzumelerinin başlangıcı için gerekli görürlerdi. Bu kişiler şairlerin ilahları, zenginlerin tanrıları vs. şeklinde isimlendirilirdi. Bu konuyla ilgili birçok hikaye mevcuttur. Araplar bu işi daha da ileri götürmüş, bu şeytanlarına birer isim vermişlerdir. Yukarıdaki anlatımlarda görüleceği gibi şair ile cin arasındaki ilişki sadece bir "ilham" alma ilişkisinin ötesinde bir durum var. İlginç bir saptama da şairlerin aynı zamanda kâhin oldukları ve kehânetin de şiirden daha önemli olması ve bu tip gayba ait haberlerin alınması şeklinde meydana gelen kehanet içinse bu cinlerle dostluğun da ötesinde "sırdaşlık" bağı kurulmuş olması gerektiği. Bakalım bu çalışmada yer alan bazı şairlerin şeytanlarına-cinlerine verdikleri isimlere: İmruâl- Kays : Lafiz b. Lahiz Ubeyd b. el : Abras: Hubeyd Beşir b. Ebî Hazım: Hubeyd Ziyâd ez- Zebibânî: Hazir b. Mahir Aâşâ : Mishel b. Esâse Amr b. Kutn: Cühünnâm el- Mahbeluâs- Saâdî: Amr Kumeyt: Müdrik b. Vağim Beşşâr : Senâknâk Cerir Müktehil Hasan b. Sabit : Amr Ebu Bekr b. Düreyd: Ebu Zaciye Rivayetlere göre şair birisini hicvetmek istediğinde kahinlerin elbiselerine benzer özel elbise giyerdi. Saçını traş eder ve iki perçem bırakırdı. Bu perçemlerden birisini yağlar ve ayağına bir nalin giyerdi. Biz, saç kesmenin hacca mahsus bir adet olduğunu biliyoruz. Hicveden şair, hac sırasında yaptığı işlemleri hiciv sırasında da yaparak, sanki bu işlemlerle hicvinin, lanetinin hasmına mümkün olan her yoldan eza ve cefa olarak ulaşmasını arzulamaktadır. Şiir, Arapların ileri gelenlerinin dillerinde uçup giden birşey değildi, bilakis kalıcı idi. Aynı zamanda şairler, tarihi bilen kişilerdi. Ayrıca şairler, şiirlerinin cinlerin kendi dillerinden verdikleri yakıcı sözler olduğuna ve bunu gayptan aldıklarına inanırlardı. O dönemde şairlerin insanlardan üstün, cinlerden ise daha alt sınıfta oldukları kabul edilirdi. Burada daha ilginç bir şeyle karşılaşıyoruz, o da; şairlerin kâhin elbisesi giyerek hacc ritüelleri yapması. Burada anlaşılıyor ki, hasmına lanet eden şair bunu yapmadan önce hacca mahsus bir ritüeli gerçekleştirip ondan sonra bu "hasmına lanet" şiirini yazmış olması. Bu durum oldukça fazla Muhammed'in davranış biçimine uyuyor. Acaba Muhammed Ebu Leheb'e beddua okumadan önce bu tip bir hac ritüeli gerçekleştirdi mi? Bu konu ile ilgili spesifik bir rivayet mevcut değil ama bu "şair olmak hacc etmek-lanet okumak" üçlüsü tam bir Muhammedî üslup. Şimdi gelelim bu çalışmadaki en ilginç paragrafa: Rivayete göre şair Ubeyd b. el-Abras (Ö. 554) daha önceleri şair değildi. O uykuda iken bir şeytan ona bir yumak saç getirdi, onu ağzına attı ve sonra da şöyle dedi: âKalk!â O da kalktı ve o andan itibaren şiir söylemeye başladı. Bu size neyi hatırlatıyor ? Yoksa şu ayetleri değil mi? Müdessir 1. Ey bürünüp sarınan (Resulüm)! Müdessir 2. Kalk, ve (insanları) uyar Daha da ötesi Müddessir suresi adını ilk ayetinde geçen, "örtüye bürünen" anlamındaki "müddessir" kelimesinden almıştır. Peki biz en başta ne demiştik "Cin"in tanımı olarak daha önce? "Cin kelimesi; örtmek, örtünmek, gizli kalmak anlamında olup cenn kökünden türeyen bir isim olup tekili cinnidir...Tabii bu kelimenin cenne (örtü), cunne ('vücudu örten' kalkan) cenin (ana karnında örtülü bulunan çocuk), cenân (içteki 'örtülmüş' kalb), cennet (örtülü, duyulardan gizli bahçe, bağ, bostan) anlamında kullanımları da mevcuttur." Bu kadar mı benzeşme olur? Açıkcası ben de biraz hayret ettim bu duruma. Şimdi bir diğer benzeşme de S.Ateş'in Hicr 6 ayetinin açıklamasından geliyor: "Eskiden Arabistan'da şi'ir bir san'at olmaktan çok, cinlerle, gizli güçlerle temas kurup onlardan birtakım bilgiler alma mesleği idi. Herkes ile konuşmayan cin, ancak seçtiği adamla konuşurdu. Her cinnin seçtiği bir şâ'ir vardı. Erkek veya dişi cin, sevgisine lâyik gördüğü adamın üzerine çullanır, onu yere atar, göğsünün üstüne çıkar ve onu dünyâda kendisinin sözcüsü olmaya zorlardı. İşte şi'ir seremonisi böyle başlardı . O andan itibaren o adama şâ'ir denilirdi. Şâ'irle cin arasında çok içten bir ilişki kurulurdu. Her şâ'irin, zaman zaman kendisine ilhâm veren özel bir cinni vardı... (S.Ateş--Hicr 6 açıklaması)" Muhammed, Hira mağarasında Cebrail ile karşılaştığında herkesin bildiği şu hadise gerçekleşir: "Hira Dağı mağarasında inzivaya çekiliyor, uzun tefekkür ve dualarla kendini ibadete veriyordu. Bir gece aniden vahiy meleği belirdi ve ona "Oku!" dedi. Muhammed(as), ilkin gerçek bir metni okumasının istendiğini zanneti- ki ümmi olduğu için bu talebi yerine getirmesi mümkün değildi. bu nedenle "ben okuyamam" dedi. Bunun üzerine, kendi sözleriyle; "melek beni yakaladı ve kendine çekti, öyle ki bütün gücüm kaybolup gitti; sonra beni bıraktı ve "Oku!" dedi. Ben "okuyamam" dedim, sonra beni yeniden yakaladı ve kendine çekti; sonra beni bıraktı ve dedi: "oku!". Ben tekrar cevap verdim: "okuyamam...", sonra beni üçüncü defa yakaladı ve kendine çekti ve tekrar bıraktı ve dedi: " Oku, yaratan Rabbinin adına. O, insanı alaktan yarattı..." Görüleceği gibi Muhammed'e Cebrail tarafından fiziksel bir baskı uygulamak amacıyla sıkılıp sıkılıp bırakılıyor...Bu durum yukarıda S.Ateş'in aktardığı gibi Arap şairlerinin cinleri ile olan teması sırasında cinlerinin onların "göğsünün üstüne çıkarak" fiziksel baskı uygulaması ile benzeşmektedir. Bu konudaki bir diğer rivayet de sonradan müslüman olup Muhammed'in sahabesi haline gelen eski şair Hasan b. Sabit ile ilgilidir. Sabit'in dişi cini de Medine sokaklarından birinde onunla karşılaşıyor ve hemen üstüne atlayıp yere düşürüyor ve göğsüne baskı uyguluyor ve onu üç beyitlik bir şiir söylemesi için zorluyor. Bu bilgi oryantalist yazar Prof. Macdonald'ın (1863-1943) The Religious Attitude and Life in Islam" adlı kitabında geçiyormuş ama hangi islami kaynağa dayanarak bunu verdiğini bilmiyorum. Ayrıca bu hadise Alak suresinin Hira dağındaki mağarada inmesi ile bitmiyor çünkü genelde Muhammed' vahiy gelirken bazı garip haller vukû bulur. Muhammed'in vahiy hallerinden birisi şöyle: "...Bir defa da mübarek dizleri Zeyd b. Sabit'in dizi üstünde iken bu türlü vahiy gelmişti. Zeyd diyor ki. Resulullah'a gelen vahyi yazardım. Vahiy nazil olduğu sırada Resulullah'ı bir sıkıntı kaplar, inci taneleri gibi şiddetli terler dökerdi de ondan sonra açılırdı. Kendileri bana yazdırırlardı, ben de yazardım. İşimi bitirinceye kadar vahyin ağırlığından o kadar zahmet çekerdim ki ayağım kırılıyor zanneder ve artık bir daha yürüyemem, derdim. Maide suresi indiğinde surenin ağırlığından biz vahiy katiplerinin az kalsın bileklerimiz kırılacaktı" (S.Ateş - İslam'a İtirazlar ve Kuran-ı Kerim'den Cevaplar s.27) ********************** Alıntı
Φ katakuta Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2007 Şimdi İslam öncesi dönemde Pers kültürünün Arap yaşamına çok önemli etkileri olduğunu söyleyebiliriz. Eski Arap masalları olarak bilinen (1001 gece masalları, Arap geceleri, Sinbad, Alladdin'in Lambası, Kırk Haramiler, Uçan halı vb.) masallar Pers'lilerden Arap toplumuna geçmiş ve bu masallar pagan dönemide Arap toplumunda animistik kültürün oluşmasında oldukça önemli bir pay sahibi olmuştur. Animizm (canlıcılık) konusu kendi başına bir açıklama gerektirmekte olup şimdilik bu konuya girmeyeceğim ama internetten rahatlıkla bu konuda bilgi bulabilirsiniz. Mekke döneminde Muhammed Kuran'da bazı hikayeler anlattığında ona karşı çıkan Nadir b. Haris "Irak'a gider ve oradan" İran kisraları", "Rüstem ve İsfendiyar'la ilgili masallar", "hikayeler" vb. şeyler toplar ve Muhamed'in getirdiği Kuran'ın bunlardan farkı olmadığını söylerdi. Özellikle Kuran'ın Mekke dönemi ayetlerinin daha iyi anlaşılabilmesi ve Muhammed'in zihninin nasıl çalıştığının anlaşılabilmesi için Cahiliyye dönemi olarak adlandırılan İslam öncesi çoktanrıcılık döneminin bütün davranış ve düşünce kodlarının çözülmesi gerekmektedir. Bu anlamda Cin konusu başlı başına önemli bir yere sahiptir. Konumuz bu anlayışa kaynaklık eden mitolojiler, dinler, halk hikayeleri vb. değildir ve burada Pers-Hindu mitolojisini inceleyip sonra da Zerdüşlüğün İslam'a etkilerini anlatmak gibi gereksiz yere konyu amacından çıkartmak ve kendi kendimize eziyet etmek niyetinde değiliz. Mümkün olduğunca Muhammed'in içinde yaşadığı zaman dilimindeki Cahiliyye toplumu inanışlarının ve kültlerinin incelemeye çalışacağız. Amacımız bir şeyin ilk kaynağını bulmak değildir. Bence bu da manasız bir çabadır ve sonuç almak da mümkün değildir çünkü hiç birimiz akademisyen değiliz ve yıllarımızı bu konulara ayıracak durumda da değiliz. O yüzden mümkün olduğunca spesifik ve daraltılmış bir alanda çalışma yapmalıyız. Benim size tavsiyem Muhammed'in içinde yaşadığı zaman dilimindeki "Cahiliyye" dönemine ait ne buluyorsanız not etmenizdir. En ufak bir bilgi kırıntısı bile çok şey gösterebiliyor bu dönemin düşünce kodlarını çözmek için. Konumuz cinler. Cahiliyye döneminin ve islam sonrası dönemin Cin algılayışlarını daha iyi anlayabilmek için öncelikle Arap toplumında islam öncesi ve sonrası Cinlerine şöyle bir göz atalım. Aşağıda çeşitli linklerden derlediğim Arap Cinlerine ait bilgiler mevcut. Bu bilgiler bile tek başına çok şey ifade etmekle birlikte henüz Kuran'daki Cin suresi başta olmak üzere diğer Cin ayetlerini ve Muhamemd'in bunlar karşısındaki tutumunu anlayacak bi yorum aşamasında değiliz. Daha önceki yazımda bir kaç duruma işaret ettim ama yeterli değil çünkü konu içini açtıkça derinleşiyor ve sistematik bir yorum yapmak mümkün olmuyor. Sözü daha fazla uzatmadan burada kesiyorum. Lütfen okuyunuz. Cin: Genel bir isim olmakla birlikte özel bir tür olarak da isimlendirilmiştir. Halının üstünde seyyahat ederler ve rüzgarın hiç durmadan estiği yerlerde barınırlar. Baze duman bazen büyük bir kartal şekline girebilirler ve bazen de güçlü bir erkek veya kadın. Yaşlı olanları görünmezlik, uçabilmek, hayvanlarla iletişim kurmak gibi yetenekleri vardır. Bakır'a karşı hassasiyetleri vardır. Genç olanları ise arslan formuna girebilirler. Cin suresinde anlatıldığı gibi İslam'ı seçenleri vardır ve camileri, kuran okunan evleri ziyaret eder, o ilahi havayı tenefüs ederler. Kemik ve hayvan atıkları yerler. İnsanları islam'dan caydırmaya çalışan ve vesvese verenleri de vardır. Cânn: İnsana yaklaşmakta en fazla imtina gösteren cinlermiş vakti zamanında ama bir çoğu islamı seçmiş. Özellikle en tehlikeli zamanlarda Muhammed'in izinde yürüyenlere yardıma koşarlar. İnsanların en fazla iletişime geçmek istediği cinler olmuştur çünkü en güzel vahalarda yaşarlar. Kervanlara zarar verebilirler özellikle daha önce kötü muamele gördükleri insanların bulunduğu kervanlara zarar verebilirler ama onlar sayesinde insanlar zengin de olabilirler. Genellikle beyaz deve formuna girerler ve kontrolleri altındaki vahlarda sakin sakin gezinirler. Genellikle kum fırtınalarında ortadan kaybolurlar ama ufak kum hortumu oluştuğunda ortaya çıkarlar. En büyük düşmanları diğer bir cin türü olan Ğûl' dür. Ğul'ler çölde pusuya yatıp Cânn'lara saldırabilirler veya tersi de olabilir. Nadiren şehirlere gelirler. Kendi seçtikleri özel vahalarda saraylar kurarlar. Genellikle çölde kendilerini gizlemek için ise asker kılığına girerler. Büyüleyici müzikleri vardır, uçabilirler, deve formuna girebilirler ve görünmezlik özellikleri de vardır. Element olarak onlar da bakıra karşı hassasdırlar Kuran'da Hicr 27 ve Rahman 39'da bu isimle geçerler. Hicr 27. Cânnı da, daha önce çok zehirli ateşten yarattık Merid / Marid : Hemen hemen hiç bir İslami kaynakta bu ismin Cin ismi olduğu geçmez ama Kuran'da bu isim Saffat 7 ayetinde zikredilmiştir. Saffat7. Ve (gökyüzünü) itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk. (Ve hıfzam min külli şeytanim marid ) Marid'in açıklaması sözlükte; azgın, sapkın, inad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. (Mütemerrid) olarak geçiyor. Bir Cin ismi bu ayette aynı zamanda sıfat olarak da kullanılmış. "Şeytani arzular" derken anlatmak istediğimiz gibi. İslam öncesi arap mitolojilerine göre Merid'in özelliği "su" ile yakın ilişkisidir. zaten cinler 4 element ile ilişkili olarak sınıflandırılır. Su, Ateş, Hava Toprak Merid'lerin sayıları azdır ama en güçlü cin türü olarak görülür. Özellikle denizcilerin baş belasıdır ve güçlü dalgalar ve kasırgalar yaratarak gemileri batırabilirler. Bu yüzden denizciler onu kızdırmamaya özen gösterir. Oldukça kibirli bir cin türüdür. Mavi ve yeşil tenleri vardır. Bazen "mavi cin" olarak da geçer. Genellikle sahil kenarlarında yalnız yaşarlar ve İslam ile şeytani güçler arasındaki kavgadan uzak durular. İblis'in ona karşı büyük nefret duyduğu söylenir. Yaşlı olanları "bilge adam" ve genç olanları da "at" kılığına girebilirler ve gezginlere yardımcı olabilirler. Bakıra ve demire karşı hassasiyetleri vardır. İfrit: Sayıca en fazla olan türdür ve İslam'a çok şiddetli bir şekilde karşı çıkarlar. Terkedilmiş ve izbe yerlerde yaşarlar. Mekke'nin güneyindeki dağlarda yapılan büyük savaşta Cânn cinlerini ve Cânn'ların insan müteffiklerini yok etmiştir.Yalnızca Merid'lerin kitlesel saldırısı ile İfrit ve onun yardımcısı diğer şeytanlar yenilebilmiştir.Asker ve büyük köpek kılığında görülebilir. Büyük bir toz fırtınası ile kumdan yapılmış sihirli develerinin üstünde hareket eder. Yaşlı olanları yılan ve akrep kılığına girebilir. elementi ateştir. Demire karşı hassasiyeti vardır. Kuran'da Neml 39. ayette ismi geçer. Neml 39. Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi. (Kale ıfrıtüm minel cinni ene atıke bihı kable en tekume mim mekamik ve innı aleyhi le kaviyyün emın) Bu ayette Süleyman peygambere Belkısın tahtını getirme teklifinde bulunur. Bildiğiniz gibi Süleyman bütün cinleri emri altında çalıştırmıştır. Şeytan: Merid'den sonra en eski cin topluluğudur. Aynı zamanda diğer cinlerden çok daha fazla yaşarlar. Dağlarda kayalık yerlerde ve sıcak sularda yaşarlar. Sıcak hava bulutları üstünde bir yerden diğer bir yere gidebilirler. Kibiri ile in yapmıştır ve Muhammed'den önce bir çok insanı kendisine taptırmış veya köle yapmıştır. İnsanı Allah yolundan saptırma konusunda en yetenekli olan budur. Vesvese verir ve çoğu zaman da güzel kadın kılığına girerek insanları (yani erkekleri) baştan çıkararak günaha sokar. İnsana karşı üstünlüğünü Allah'a ispat etmek için insanı en perişan hallere sokmaya çalışır. (alkole , kumara alıştırmak vb.) Ayrıca bir çok durumda hastalıkları insana karşı bir silah olarak kullanır. Duman ve çakal kılığına girebilirler ve yılanla sembolize edilirler. Genellikle siyah bir devenin üstünde görülür. İman sahipleri üstünde bir hükmü yoktur. Elementi ateştir. Demire karşı hassasiyeti vardır. Kuran'da hemen hemen geçmediği ayet yoktur. İslam uleması İblis ile Şeytan arasındaki farkı çok tartışmıştır. Daha da ötesi, İblis ve Şeytan'ın bir melek mi yoksa cin mi olduğu sorusu hala tartışmalıdır. Kuran'da bu isimler neredeyse karmakarışık bir hale getirilmiştir. Örneğin ; Bakara 275. Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar... Burada şeytan cinnet nöbeti ile kendini gösteriyor ve bu haliyle bir cindir. Ali İmran 36.....Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu senin korumanı diliyorum.... Burada cennetten kovulan bir melek gibi. Bakara 36. Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı Burada da Şeytan Adem ile Havva'yı cennetten çıkartıyor. Ama Adem'e secde etmeyen ise İblistir. Sad 75. Allah! Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin? dedi. Şimdi Adem ile Havva'ya yasak elmayı yediren Şeytan ile onlara secde etmeyen İblis aynı cin veya melek türü mü bilmiyoruz. İslam uleması Şeytan'ın genel anlamda "kötü ruhların" hepinin ortak ismi olduğunu İblis'in ise Allah'a isyan eden ilk cin veya şeytan olarak özel bir kişilik olduğunu söylüyorlar ama ayetlerden hiç de Şeytan'ın genel bir isim olduğu sonucu çıkmıyor çünkü Adem ile Havva'yı bireysel bir girişim ile kandırıyor. Daha da ötesi "şeytanlar" biçiminde çoğul olarak da geçiyor. Müminun 97. Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Burada şeytandan kastedilen bütün kötü cinler mi yoksa ayrı bir Şeytan topluluğu mu belli değil. Ğûl: Eski Arap ve Pers hikayelerinde canavar olarak tasvir edilir. Metamorfoza girerek şekil değiştirebilirler. Mezarlıklarda ve çöl gibi ıssız yerlerde yaşarlar. "Gûlyabani" inanışına kaynaklık etmiştir. Hayvan kılığında gizlenir ve özellikle sırtlan kılığına girerler. Canlıları hayvanları avlayarak yerler ya da ölü bedenleri yiyerek (leş yiyerek)yaşarlar. Özellikle Allah adı anılmadan keislen hayvan leşlerini yerler ve mezar soygunculuğu yaparlar. Çok akıllı olmakla birlikte aç kaldıklarında bir hayvan gibi hareket ederler. Kendilerine "tuz" ikram eden birisine saldırmazlar. Genellikle "hacı" olarak görülür ve kervanlara katılırlar ve eğer kendisine gerekli konukseverlik gösterilmez ise o zaman saldırabilirler. Aynı zamanda yalnız yürüyenlere veya ufak gruplara saldırı yapabilirler. Yaşlı olanları akbaba formuna girebilir ve savaş alanlarının üstünde uçarak savaşın bitiminden sonra ölülerin leşlerini yerler. Aynı zamanda çölde seyyahat edenleri takip ederler ve eğer yolculukta ölen olursa yine onların cesetlini yerler. Yaşlı olanları uçabilme ve görünmezlik yeteneklerine sahiptir. Demire karşı hassasdırlar. İblis : Bütün cinlerin atası olarak da kabul edenler vardır, Allah'a ilk isyan eden cin olarak kabul edenler de. Kuran'da Şeytan 87 yerde İblis ise 11 yerde geçer. İblis'in bir cin olduğunun apaçık ifadesi şu ayettedir. Kehf 50. Hani biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik; İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne fena bir değişmedir! "Eblese" kökünden gelen bir kelime olup "hüsrana uğradı", "şaşkınlığa düştü" anlamına gelir. Şeytan'ın özel ismi olduğunu söylerler ama yukarıda anlattığım gibi durum o kadar da net değildir Kuran'da. Daha doğrusu İblis bellidir ama Şeytan oldukça tartışmalı bir isim. Neden bazı yerde özel isim olarak İblis geçerken bazı yerlerde Şeytan bu özel ismin yerine kullanılmıştır belli değil. Eski isminin Azazil olduğu ve meleklerin en şerflisi olduğu İbn Abbas'dan rivayet edilir. Bu konuda şu linkte oldukça aydınlatıcı bilgiler var. -http://www.kuranikerim.com/islam_ansiklopedisi/A/azazil.htm- İblis'in genel karakteri, büyüklük taslamak ve inkar, insanlara kötü şeyleri iyi göstermek ve onları doğru yoldan saptırmak ve insanlara vesvese vermektir. Bir sonraki yazımda Muhammed'e ve İslam'a karşı alıncak önlemlerin konuşulduğu "Büyük Cin Konseyi"ni anlatacağım. Kaynaklar: -http://www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/makale/373.pdf- -http://www.bible.ca/islam/library/Zwemer/Animism/chapt7.htm- -http://www.ii.uib.no/~georg/alt/rpg/ars/ru...ca/node170.html- -http://en.wikipedia.org/wiki/Iblis- -http://en.wikipedia.org/wiki/Shaitan- -http://en.wikipedia.org/wiki/Djinn- -http://en.wikipedia.org/wiki/Marid- -http://en.wikipedia.org/wiki/Ifrit- -http://en.wikipedia.org/wiki/Ghul- -http://en.wikipedia.org/wiki/Demon#In_pre-...ic_Arab_culture- -http://en.wikipedia.org/wiki/Arabian_mythology- -http://en.wikipedia.org/wiki/Islamic_mythology- -http://en.wikipedia.org/wiki/Hand_of_Fatima- -http://en.wikipedia.org/wiki/Evil_Eye- -http://www.pantheon.org/articles/j/jinn.html- -http://www.meyilli.com/inanis/animizm.php- -http://www.kuranikerim.com/islam_ansiklopedisi/C/cin.htm- Arap pagan dönemi cin kültü islamiyetle birlikte dört bir tarafa yayılmıştır. Bugün biz de Şaman kültürüne ait izler bulmak mümkün değildir ama Arap pagan döneminin bütün davranış biçimleri, algılayışları ve yaşam kültürü capcanlı bir şekilde sürmektedir. Hatta öyle ki, bu cincilik, falcılık, medyumluk, tarot falı, büyücülük ve üfürükçülük ve bilumum fizik ötesi ilgi alanları neredeyse ülkenin din sektöründen sonra ikinci önemli sektörü olmuştur, daha doğrusu din-islam sektörü ile birlikte parelel ve iç içe gelişim göstermekte ve adeta onunla rekabet etmektedir. Tabii birincisinin devlet desteğini arkasına alması ve siyaseti de ele geçirmesi onu hep önde tutacaktır ama zaten bu da onun yan sektörü, yan gelir kapısıdır. Alıntı
Φ katakuta Gönderi tarihi: 6 Nisan , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 6 Nisan , 2007 Onlara saygı göstermeyen bir çok kervan soyuldu, yağmalandı. Bir çok ölümlü köle olarak, yiyecek olarak öğretmen olarak ve hatta sevgili olarak onlar tarafından kaçırıldı. Tabii cinler sadece kötülük yapmadılar, insanlar da onlardan bir çok konuda faydalandı. İnsanlar onlar saysesinde gelecekten haberler aldılar, büyü yaptılar, muska bağladılar, düğümlere üflediler daha da ötesi onlar sayesinde astronomi bilgileri edindiler, yıldızları tanıdılar ve hem gökyüzü hem de gökyüzünün altındaki çöl ile ilgili bir çok bilgi edindiler. Yollarını kaybettiklerinde çöllerde cinler onlara yol gösterdiler vb... Muhammed İslam'ın hakimiyet alanını Arap yarımadasında genişletince cinler bu durumdan oldukça rahatsız oldular çünkü kendi egemenlikleri fazlasıyla aşınmıştı bu yüzden. O güne kadar insanlar cinlere tâbi olarak hareket ederken ve onlarla yakın bir dostluk, sırdaşlık içindeyken veya en azından onlardan korkuyor ve de korktukları için her istediklerini yerine getiriyorken bu yeni dinin tebliğicisi bir anda çıkıp insanların cinlerden daha üstün olduğunu ve onların imanı zayıf insanlar dışında kimseye bir hükmünün olmadığını anlatarak insanları onlara karşı çıkmaya çağırıyordu. Üstelik oldukça fazla taraftar toplamıştı ve şairler bile artık onların en masumane ilhamlarını dinlemez olmuş ve onlara karşı isyan bayrağı çekerek dalga dalga cinlerin kontrolünden çıkmışlardı. Adeta Arap yarımadasında işler tersine dönmüştü çünkü Muhammed'in gönderilmesi ile cinlerin cehalet ve fetret zamanında yaptıklarını yapamıyorlardı, peygamberin gönerilmesi ile eskisi gibi gök haberlerini kulak kabartarak çalamıyorlardı ve bunu yaptıkları anda da Şihab-ı mübin ve Şihab-ı sakib adında alev topları ve ateş şuleleri ile kovalanıyorlardı; yani eskisi gibi gayba ait haberler de alamamaktaydılar. Saffat 8. Onlar, artık mele-i a'la'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar. Hicr 18. Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Onun da peşine açık bir alev sütunu düşmüştür. Bunun üzerine cin kabileleri Mekke'nin güneyindeki kutsal Asr dağında bir konsey düzenlediler. İfrit ve bütün cinler bu konseye katıldı. Büyük cin şeyhi el-Yezid bu konseyde cinlere bir seçim yapmaları gerektiğini söyledi. İfrit ile diğer cin kabileleri araında kıyasıya bir tartışma çıktı. Cinlerin şeyhi el-Yezid bu yeni peygamberin cinleri adeta tırpan kullanarak ikiye böldüğünü ve cinleri artık Muhammed ve Allah ikilisine karşı olmak veya yanında olmak gibi büyük bir seçim yapmanın vakti geldiğini anlattı. Tartışmalar o kadar büyüdü ki, kutsal Asr dağı adeta cinlerin çıkarttığı gürültüden sallanıyordu. En sonunda Cin kabilesi ile onun müttefiki Cânn kabilesi Muhammed ve onun dini İslam'ın yanında yer almayı seçerken İfrit, Şeytan ve Gûl ise ona karşı mücadele etme kararı aldılar. En güçlü cin türü olan ama daha az sayıda olan Merid cinleri kabilesi şeyhi ise Merid cinlerinin her birinin bireysel olarak seçim yapacağını söyledi. İşte bu karardan hemen sonra bir melek bu Cin konseyine adeta basarcasına girerek onlara yaptıkları bu seçimin çok büyük sonuçlar doğuracağını söyledi. Artık onlar iyilik ve kötülüğün topraklarından birinde yaşayacaklardı ve bu seçimlerinden dolayı büyük bir sorumluluk almışlardı. Daha sonra bu melek semâda uçarak kayboldu ve peşinden el-Yezid liderliğindeki cinler Muhammed'e beyât ederken İfrit ve diğer cinler ise direniş için hazırlıklara başlıyordu. Muhtemeldir ki, Muhammed'in yanında yer alan cin kabileleri Kuran'ı Muhammed'den bu konsey toplantısından önce dinlemişlerdi. Ahkaf 29. Hani cinlerden bir gurubu, Kur'an'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur'an'ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine) "Susun" demişler, Kur'an'ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Kurtubi tefsirinde bu cinler şöyle anlatılır: "Asım´ın, Zir´den rivayetine göre o şöyle demiştir: Zevbea ve arkadaşlarından oluşan kafile, Peygamber (sav)´ın yanına geldi... es-Sumâlî şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre, bunlar Şeysabanoğu Harın'dan idiler. Bunlar da cinler arasında sayıca en kalabalık ve en güçlü olanlardır. Genel olarak İblisin askerleri de bunlardır. Yine Âsım´ın Zir´den rivayet ettiğine göre, gelenler yedi kişi idi. Bunların üçü Harran ahalisinden, dördü ise Nasîbîn ahalisinden idiler. Cuveybtr de ed-Dahhak´tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bunlar Irak´takinden ayrı Yemen´de bir kasaba olan Nasîbîn ahalisinden dokuz kişi idiler Bir başka görüşe göre, Mekke´ye gelen cinler Nasîbinli idiler. Nahle´ye gelenler ise Ninova cinlerinden idi" Ahkaf 30. Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ahkaf 31. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.. Aslında cinlerin Muhammed'e iki defa geldiği söylenir. Bunlardan ilki "şahab hadisesidir." Hani şu cinlerin gök haberlerini almak için kulak kabartmalarını engellemek amacıyla atılan ateş şulelerinden sonra. İkincisi ise cinlerin bu "şahab hadisesinin" nedeninin yeni bir peygamber gelmesi olduğunu öğrenmelerinden sonra bu peygamberi daha yakından tanımak ve ona indirilen vahiyleri öğrenme amacıyla Kuran dinlemek için bizzat Muhammed'in yanına gelmeleridir. Birinci ziyaretin nübüvvetin başlangıcında ikincisinin de hicretten sonra olduğu yönünde görüşler de vardır. (Prof. İbrahim Canan'ın Hadis Ansiklopedisi İbn Hacer'den rivayetle C.3 s.231) Cin 1. (Resulüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur'an'ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, harikulade güzel bir Kur'an dinledik . İslam uleması bir konuda oldukça fazla tartışma yapmıştır. Muhammed cinlerle fiziki olarak karşılaştı mı yoksa bu cinlerin Kuran dinlediği yönündeki bilgiler vahiyle mi geldi? Yani Muhammed'in haberi olmadan cinler Muhammed Kuran okurken gelip onu dinlemişler ve Kuran'ın ilahi bir söz olduğuna kanaat getirmişler de olabilir, Muhammed bizzat cinlere Kuran okumaya gitmiş de olabilir. Lakin Cin suresi 1. ayette de açıkça görüleceği gibi cinlerin Kuran dinlemesi hadisesi Muhammed'e vahiy ile bildirilmiştir. Ali Yılmaz'ın Arap Şiirinde Cinli Şairler isimli makalesinde cin konusu ile ilgili oldukça ilginç aktarımlar yapılmıştır islam ulemasından: "Ebu İshak, Araplarâın cinlerle ilgili olan görüşleri hakkında şöyle diyor: âBu işin aslı ve başlangıcı insanların vahşi, ıssız yerlere yerleşmesi ve buna göre davranmaları ile başlamıştır. Çünkü insanlardan uzak, ıssız yerlerde kalan kişi kendisini yalnız hisseder. Tek başına olduğu için kimseyle konuşma imkanı bulamaz, günlerini düşünerek geçirir. Düşünme ise bazen vesveseye neden olur. Bunun misalleri çoktur. Meselâ; Aâmeşâin, bir meseleyi düşünürken yakınlarının onun aklını yitirdiğine inandıkları rivayet edilmiştir. İnsan yalnızlık hisseder veya yalnız olursa düşünceleri garipleşir, zihni karışır ve bulanır. Böylece görülmeyeni görür, duyulmayanı duyar. Küçücük birşeyi büyütür, telaşa kapılır. Daha sonra düşündüğü, tasavvur ettiği şeyleri şiire döker ya da söz olarak ifade eder. Bu düşünceler zamanla çocuk gibi büyür ve çölde yaşayan insanları yıldızlı gecelerde kuşatır. İşte o zaman bir baykuş öttüğünde yahut herhangi bir korku anında insanın gerçek olmayan vehimlere kapıldığı görülür. Bu sırada bulunduğu hale uygun şiir söyler ve şöyle der: âCin gördüm, cinle konuştum.â Daha sonra bunu daha da ileriye götürür ve âOnu öldürdüm.â der. Sonra âOnunla arkadaş oldum.â der. En sonunda daha da ileri gider ve âOnunla evlendim.â der. Durum Ebu İshakâın anlattığı gibidir. Çünkü cinlerle ilgili haberler ya bedevi Araplardan, ya da insanlara bu tür olayları anlatan raviler yolu ile gelmektedir. İslamiyet döneminde ise raviler cinlerle ilgili haberlerde ifrata kaçmış, onlara garib şeyler nisbet etmişlerdir. Bütün bu zanlar, onların vehimlerinden ibarettir. Daha sonra bu ravilerin izlerini bir gurup mutasavvıf takip etmiştir. Hatta ilk müslüman olan cin (iddialarına göre ismi Hâmmetu İbniâl-Hâm b. Lakıs b. İblisâtir) ve ilk gönderilen cin peygamber (Amir b. Umeyr) hakkında konuşmuşlardırâ Tabii burada yazar İslam'ın bu Cin inanışına ne kadar büyük bir katkı yaptığını farkedememiş ve sanki bu tip bir inanç sadece Cahiliye dönemine aitmiş gibi göstermiştir. Halbuki Cahiliyye döneminde yaygın ve güçlü olan cin inancı Kuran'a ve Muhammed'in yaşamına bire bir aksetmiştir zaten şu ana kadar veriğimiz bütün ayet, sure ve hadisler bunun en iyi kanıtıdır. Daha da ötesi bu cin kültü bütün İslam tarihi boyunca güçlenerek ve yayılarak gelişmiş ve günümüz Türkiye'sinde bile oldukça yaygın bir inanç haline gelmiştir. Zaten cinlerin varlığını inkar etmenin ciddi ölçüde imana zarar vereceği konusunda ekser ulema hem fikirdir. Çünkü cinlerin inkarı Kuran'daki cinlerle ilgili onlarca ayetin de inkarıdır. Kısacası bırakın cinlerin varlığını yadsımayı İslam cinlere inanmayı zorunlu kılarak cin inancının daha da kökleşmesine yardımcı olmuş ve bu inancı hakim olduğu bütün topraklarda yaymıştır. Evet, hiç birimiz derin çöl yalnızlığını yaşamış değiliz ve bu tip insan zihninde derin izler bırakan bir çöl yalnızlığının cin algılarını etkilediği aşikardır ama bu biraz bireysel psikoloji ile ilgili olup işin sadece bir yönüdür ve diğer bir yönüde cin inancının Pers'li tüccarların Arap kültürüne kazandırdıkları Arap söylenceleri, mitolojilerinin (1001 gece masalları, Arap geceleri, Alaaddin'in lambası, denizci Sinbat, Alibaba ve Kırkharamiler vb...) etkisidir ama bunların etkisi oldukça masumane olup bu tip hikayelerin islam öncesi Araplarda böylesine "dehşetli" bir cin kültünün oluşmasını sağlaması pek de mümkün değildir ama en azından "Cin" kavramını bu pagan kültürüne kazandırmış olması daha muhtemeldir. Özellikle "Animizm" yani "nesnelere ruh atfetme" geleneği bütün çoktanrılı toplumların ortak bir algı biçimidir. Özellikle islam öncesi Arap toplumlarnda tılsım, muska, düğüm bağlama vb. gibi cinler yardımıyla yapılan animistik ritüeller oldukça yaygındır ve bu tip ritüellerde çok tanrılı dinlerin olduğu bütün yerlerde görülür. Cin konusu sadece "İslam ve Animizm" başlığının bir alt konusu olup İslam'daki animistik öğeler sadece cin algılarından ibaret değildir. Özellikle aşağıdaki linkte bulunan SAMUEL M. ZWEMER'n çalışması bu konuda başlı başına başına ayrı bir kaynak sunmaktadır bize: -http://www.bible.ca/islam/library/Zwemer/Animism/index.htm- Bu kaynaktan yeri geldikçe bazı aktarımlar yapacağım Buraya kadar anlattıklarımdan üç sebebin İslam öncesi ve sonrası "cin kültü"nün oluşmasında belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. 1-Bütün pagan toplumlarında görülen ve adeta çoktanrıcılığın temel algısı haline gelen Animistik düşünce biçimi 2-Çöl yalnızlığı ve bu yalnızlığın yarattığı hassasiyet ve korku psikolojisi. 3-Eski Pers hikayeleri Bu yazımda biraz soyut-teorik düşünmeye çalıştım, devamında özellikle bu cin kültünün toplumsal statü amacıyla nasıl kullanılmak istendiğini anlatmak istiyorum. Özellikle şairlikten önceki aşama olan büyücülük ve şairlikten sonraki sonraki aşama olan kâhinlik ve kâhinlikten peygamberliğe doğru statü yükselişini inceleyceğim. Evet cin kültü aynı zamanda bir toplumsal statü talebini de karşılıyordu ve bu tip bir statü yükselişi Muhammed'in hayatında oldukça fazla göze çarpmaktadır Alıntı
Φ BrainSlapper Gönderi tarihi: 7 Nisan , 2007 Gönderi tarihi: 7 Nisan , 2007 Teşekkürler sevgili katakuta. Knedin derlediysen de, başka yerden alıntılayıp bize ulaştırdıysan da teşekkürler. Çok makbule geçti. Devamını bekleriz. Saygılar. Alıntı
Φ katakuta Gönderi tarihi: 8 Nisan , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 8 Nisan , 2007 Kâhinler konusuna girmeden önce, cinlerin o dönem Araplarında nasıl bir algı biçimi oluşturduğu konusunda bir kaç konuya daha değinmek isterim. Daha önce değindiğim gibi özellikle çöl yalnızlığı bu algıda belirleyici bir psikolojik unsur ve cinler daha çok bu çöllerde uzun yolculuklar yapan kervanların korkulu rüyası. O kadar ki, kervan soyan cinler olduğu gibi kervanlara yol gösteren cinler de mevcut. Üstelik kervanlar o kadar çok yer dolaşıyorlar ki, bu yerler şehirli nüfus tarafından bilinmeyen ve bilinmediği için de fazlasıyla gizemli hikayelerin üretileceği veya kervancıların şehirlere dönüşlerinde fazlasıyla anlatacakları korkulu cin hikayelerinin üretildiği yerler. Zaten cinlerle ilgili yaptığım açıklamalarda da okuyabileceğiniz gibi cinler genellikle çöllerde pusu kurma, çöllerde ölenlerin leşlerini yeme veya çöllerde saraylar kurup oralarda yaşama veya bir çöl rüzgarı ile ortaya çıkma ve çöl fırtınası ile kaybolma gibi bilgilerle karşımıza çıkıyor. Çöl ve kervancılık bu açıdan önemli iki öğe ama bunlar ilave bir öge de; çöl hayvanları. Evet çöl hayvanları cinlerin formlarını belirliyor. Çakal, akbaba, yılan, deve, akrep ve daha ne kadar çöl hayvanı var ise hepsi cinlerin göründükleri biçim olarak karşımıza çıkıyor. Bu hayvanlar üzerine öyle çok cin hikayeleri oluşturuluyor ki, adeta bir zooloji bilimi cinler üzerinden üretiliyor. Ünlü oryantalist islam araştırmacısı Wellhausen'ın bir sözü kayda değer: "İslam'ın zoolojisi cinolojidir." İlginç olan bir durum da, nüfus artışı ile birlikte insanların bu çöl hayvanlarının yaşam alanlarını ellerinden alması ve onları çöllerden sürmeleri ile birlikte cin hikayelerinde ters orantılı bir azalmanın oluşması. Tabii ilave olarak "çöl rüzgarı"nı da burada hatırlatmak isterim. Rüzgar adeta cinlerin seyyahat etmek için kullandıkları bir vasıta olmakla beraber onların bu dünyaya yani görünür alana çıkmaları ve bir nevi boyut değiştirmeleri için de kullandıkları bir araç. Ayrıca çöl sessizliğinde bir ıslık sesi ile birlikte gelen rüzgarın insanda yaratacağı ürperti hissini de hesaba katarsak onun cin inancında ne derece önemli rol oynadığını da görebiliriz. Peki bütün bu ögeler Muhammed'in yaşamında var mıydı? Pek tabii ki vardı, hem de çocukluğundan beri vardı çünkü çocukluğundan beri amcası Ebu Talib ile kervan yolculukları yapıyordu. Önce amcası Ebu Talib ile birlikte kervancılık yaptı sonra eşi Hatice'nin kervanlarını Şam'a götürdü ve ticaret yaptı. Hatta öyle ki Habeşistan, Yemen dahil o coğrafyada gitmediği yer yoktu hemen hemen. Daha da ötesi bu çocukluğundan beri nüfuz ettiği çöl yalnızlığını ve korkusuna ilaveten peygamberliğini ilan etmeden önce yıllarca Hirâ dağına çıkarak "tefekküre" daldığı çokca anlatılır. Tabii bu tefekkürün özelliği ne idi bilmiyoruz ama hiç kimsenin onun peygamberliğinden önce islami bir tarz ile zikr yaptığını iddia etmesi mümkün değil lakin bu Hirâ dağında yapayalnız kalmasının onda bu tip "fizik otesi" algılarının oluşmasına yardımcı olması muhtemeldir. Kısacası Muhammed de kendi döneminde yaşayan diğer Arap'lar gibi "derin çöl yalnızlığı" dediğimiz o psikolojik iklimden fazlasıyla etkilenmiştir. Evet şimdi de şairliğin bir üst aşaması olan kâhinlik konusuna girelim. Şairlerin cinleri onların dostları idiler ama kâhinlerin cinleri ise "sırdaş" idiler. Şairlikten kâhinliğe terfi etme bu cinlerle olan samimiyetin ilerlemesi neticesinde oluyordu. Çünkü sadece dost olan cinler "ilham" verirken sırdaş olan cinler ise "gaipten ve gelecekten haber" veriyorlardı. İşte peygamberlik de kâhinlikten sonraki bir üst statü idi ve Muhammed hem şair hem de aynı zamanda kâhinlik özelliğini peygamberliğinin içine dahil etmişti ve kendisine şair veya kâhin denmesi hoşuna gitmiyordu çünkü bu statüler onun için geriye gidiş idi. O peygamberlik gibi bir statünün içinde şairlik ve kâhinlik yeteneklerini insanlara belli etmeden ifade edecekti. Kafiyesi-fasılası-kıssası ile Kuran'daki sureleri düzenleyerek şairlik yeteneğini kullanacak ama kendisine şair dedirtmeyecekti ve gelecekten haber veren ayetler (Rum suresi vb.) ve gaipten (bilinmezden) haber varen ayetler (kıyamet, mahşer, cennet, cehennem vb) koyacaktı Kuran'a ama kendisine "kâhin" dedirtmeyecekti. Daha Mekke döneminde iken yani Muhammed'in amcası Ebu Talib'in korumasına güvenerek Mekke'lilerin putlarını taşladığı ve onlara hakaret ettiği bir dönemde Mekke'nin ileri gelenleri (Ebucehil, Ebûsüfyan, Velid ibn Mugire, Nadir ibn el-Haris, Umeyye ibn Halef, As ibn Vail) toplanıp Muhammed'e nasıl bir isim takılacağını tartışırlar. Toplantıda şöyle konuşmalar geçiyor: --O şairdir, dedi birisi Velid: --Ben Ubeyd İbn el-Absar ve Ümeyye ibn Ebi-Salt'ın ve benzer şairlerin sözlerini dinledim. Muhammed'in sözleri onlarınkine benzemiyor, dedi. Bir başkası --O kâhindir, dedi --Kâhin kimdir? dedi --Kah doğru, kâh yalan söyleyenlerdir dediler. Velid: --Muhammed hiç yalan söylemedi, dedi. Bir başkası: --O mecnûndur, dedi. Velid: --Hiç onun bayıldığını, boğulur gibi olduğunu gördünüz mü? dedi. (İbn Hişam ve Kurtubi'de bu şekilde geçer) ---Velid ibn Mugîre, Sabii oldu (yani Muhammed'in dinine girdi) dediler. Ardında Ebu Cehil gidip: --Ey Ebû Abdi Şems, Kureyş toplanmış, senin Sâbii olduğunu sanıyorlar, dedi. Velid: --Benim ona ihtiyacım yok ama düşündümde onu büyücü olduğuna karar verdim. Çünkü büyücü; baba ile oğulu, kardeş ile kardeşi, karı ile kocayı birbirinden ayırır ve Muhammed de öyle yapıyor. Bu yukarıdaki konuşma üç aşağı beş yukarı her islami kaynakta geçer. Ben bunu S.Ateş'in Kuran'a göre Hz. Muhammed'in Hayatı s.37-38' den aldım. Bu başlı başına ilginç bir konuşmadır ve Kuran'da da fazlasıyla bunun dayanağı vardır çünkü Kuran'da pek çok ayet Muhammed'e yönelik yapılan bu eleştirilere verilen cevap olarak onun şair, sihirbaz, büyücü, kahin olmadığını anlatır. Şimdi bu konumayı analiz edersek ilginç sonuçlara varırız. Mesela onu şair olduğunun ileri sürülmesine cevap olarak Velid b. Mugire der ki: "Ben Ubeyd İbn el-Absar ve Ümeyye ibn Ebi-Salt'ın ve benzer şairlerin sözlerini dinledim. Muhammed'in sözleri onlarınkine benzemiyor." Burda ilginç olan bu toplantıya katılan insanların Mekke'nin ileri gelen isimleri olması ve hepsinin tüccar olmaları nedeniyle varlıklı kimseler oluşu ama şairlik, kahinlik, büyücülük gibi o dönemin yaygın mesleklerine oldukça yabancı olmaları ve "dışarıdan gördükleri kadarıyla" bu meslekleri tanımlamış olmaları. Evet Muhammed'in ayetleri Ümeyye ibn Ebi-Salt'ın şiirlerine benzemiyordu çünkü Muhammed bir şairdi ama kaside şairi değildi, o bir "kıssa (hikaye)" yazarıydı. Cahiliyye döneminde şairler sadece şiir yazmazlardı aynı zamnda "esâtir" adı verilen söylence, efsane, mitoloji türünde yazılar (Esatir-i Evvelin) ile, "kıssa" türünden yazılar yazan şairler vardı. İşte bu "esâtir ve kıssa" yazarları yazılarının bazı bölümlerine kasideler de eklerlerdi ama bu onların kaside şairi olduğu anlamına gelmezdi. Esâtir'den farklı olarak "kıssa/mesel" yazıları daha çok "kıssadan hisse çıkartmak" diyebileceğimiz bir anlatıma sahipti. Yani içinde okuyucuya bir mesaj veya öğüt bulunurdu. Bu tip meseller daha sonra "darb-ı mesel" ( temsil yolu ile misal vererek yapılan anlatımlar) adıyla yaygınlaşacak ve İslam kültürünün önemli bir ögesi olacaktır. -- Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti ( İbrahim 14) vb.. bir çok ayette "darb-ı meselen" yani "misal vererek" yapılan anlatımlar mevcuttur. Aynı zamanada başta Bakara suresi dahi olmak üzere bir çok surede eski peygamber kıssaları (hikayeleri) de Kuran'da yer almaktadır. Tabii burada farklı olarak iki mısradan oluşan "beyit" yerine tek cümleden oluşan "ayet"ler vardı ve kâfiye yerine fâsıla, kaside yerine de "sure"ler mevcuttu. İşte Velid b. Mugire'nin anlamadığıda buydu çünkü herşeyden önce yukarıda da söyledğimiz gibi o bir "kaside şairi" değil "kıssa şairi" idi ve bu bile biçimsel manada onun üslupları hakında pek az bilgiye sahip olduğu şairler sınıfının yazdıklarına uymuyordu ve dahası kasidelerde olduğu gibi sevgili, aşk, şarap, serhoşluk, kahramanlık sözleri yerine dehşetli tehditkar ifadeler geçiyordu ve herkes bu tip dehşetli ifadelerden (başta Ebu Leheb olmak üzere) nasibini alıyor ve hatta Mekke'deki ilk dönem ayetleri uyarınca bu ifadeler tek tek onu eleştiren herkese yönelik ağır sözler ihtiva ediyordu. Hal böyle iken o nasıl bir şair olabilirdi ki? --O kâhindir, dedi --Kâhin kimdir? dedi --Kah doğru, kâh yalan söyleyenlerdir dediler. Velid: --Muhammed hiç yalan söylemedi, dedi. Burada da rahatlıkla anlayabileceğiniz gibi bu insanların "kahinlik" ile ilgili de pek bilgileri yoktu. Daha doğrusu bilgileri yüzeyseldi. Kâhinler gelecekten haber veren insanlardı ve bu haberlerin çoğunun tutumaması olağandı (aynı bügün ki medyumlar gibi) ve bu da onların "yalancı" olmaları dışında pek fazla bir bilgi vermiyordu bu toplantıya katılanlara ama o "yalancılık" ithamı da dünyevi nedenlere dayanmıyordu. Halbuki Muhammed'in yalancı olmamaması ise sadece onun dünyevi, günlük yaşamına bakılarak karar veriliyordu. Daha doğrusu kâhinlerin cinlerle ilişkisi ve kendilerine özgü ritüelleri, kendilerine özgü yeminleri, sözleri vb. kâhinlik mesleğinin inceliklerinden haberleri yoktu ve Muhammed'in dünyevi konularda yalan söylememesi onun kâhin olamayacağı fikrine yol açmıştı onlarda. Burada da ilgisiz bir bağlantı kurulmuştu. Üstelik daha Mekke döneminin başındaydılar ve Muhammed daha gaipten ve gelecekten haber verme gibi "kâhinlik" özelliklerini kullanmamıştı. Peki gerçekte peygamber olmamasına rağmen kendisini peygamber olarak tanıtana ne denirdi? Mugire ve diğerlerinin aklına bu gelmemişti. O mecnûndur, dedi. Velid: --Hiç onun bayıldığını, boğulur gibi olduğunu gördünüz mü? dedi. (İbn Hişam ve Kurtubi'de bu şekilde geçer) Burada da yanılıyorlardı. Muhammed de bir mecnun gibi bayılıyor ve boğuluyordu ama Mekke döneminin ilk ayetlerinde yani bu toplantının yapıldığı döneme kadar inene ayetlerde bayılıyor veya boğuluyor değildi ama bu tip vahiy inerken bayılma ve boğulma vâkaları o kadar çoktur ki..Örneğin S.Ateş "Vahyin Çeşitleri" ve "Vahiy Esnasında Görülen Haller" adı ile bir başlık açmış ve şu maddelerde buna değinmiştir: Ebu Hureyre " Vahiy nazil olduğunda vahyin bitmesine kadar başımızı kaldırıp mübarek yüzüne bakamazdık. Vahiy nazil olurken en evvel mübarek vücutlarına bir titreme gelirdi. Vahiy nazil olurken kendilerini gam ve keder kaplar, mübarek yüzleri kül gibi olur, gözlerini kaparlar ve horultuya benzer şiddetle nefes alırlardı" der. (S.Ateş-İslam'a İtirazlar ve Kuran-ı Kerim'den Cevaplar s. 28) Görüleceği gibi onda bir mecnûnluğun yani cinlenmiş olmanın da beliritiler vardı ama o toplantıya katılanlar bunu da bilmiyorlardı. Devamına bakalım Mugire'nin sözlerinin --Benim ona ihtiyacım yok ama düşündümde onu büyücü olduğuna karar verdim. Çünkü büyücü; baba ile oğulu, kardeş ile kardeşi, karı ile kocayı birbirinden ayırır ve Muhammed de öyle yapıyor. Evet tam isabet. Gerçekten de Muhammed baba ile evladı kardeş ile kardeşi biribirne düşürüyordu ve bunun en bariz örneği de Bedir savaşı ile ilgili ayetler. Tevbe 24 De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez Ama bu kadar doğru bir tespit bile onların "büyücülük" hakkında bir şey bildiklerini göstermiyordu çünkü burada da yine yüzeysel bir bilgi vardı ve bundan yola çıkılarak biraz mecazi bir benzetme yapılmıştı. Bu anlamda gerçekten de o bir büyücü idi. Lakin biz burada gerçek anlamda "büyücülük" den bahsetmek istiyoruz. Muhammed büyü yapmıyordu ama onun büyü ile ilgisi büyüye inanıyor olması ve büyüye maruz kalması idi. Herşeyden önce Bakara 102. ayette Harut ve Marut meleklerine yapılan vurgu ile şeytanların insanlara büyü öğretmesinden bahseder, Felak suresinden de "düğümlere üfleyen (neffâsâti) büyücülerin şerrinden korunmak ister. Bu konuda oldukça meşhur bir hadiste Muhammed'e büyü yapıldığı anlatılır ve bu büyü bir sabunun üzerine iğnelerin batırılıp bir kuyuya atılması ile olmuştur. Sabun eridikçe Muhammed ölüme bir adım daha yaklaşır. Daha sonra Ali o büyüyü bulur ve yok eder, Muhammed de iyileşir. Bu hadis tek başına büyünün haram kılınmasına rağmen islam dünyasında popüler olmasını sağlamıştır çünkü büyü peygambere bile işlemektedir.Yasak olması ise büyünün kötü amaçlı yapılmasınadır. Eğer iyi amaçlı yapılırsa o zaman bunda dinen bir sakınca yoktur. İşte bu şekilde büyü islamın yayıldığı her yere yayılmıştır. Genellikle düğüm bağlama ve üfürükçülük, fal okları, Hüddam (cinlerin insanların üzerine saldırtılması), hedefe alınan kişinin bezden maketini yapıp ona şiş geçirme gibi büyüler aynı zamanda tılsım, muska gibi çok değişik ve bence her biri ayrı ayrı incelenmesi gereken ritüelleri de beraberinde getirmiştir. Kısacası Muhammed büyüye inanıyordu ve onu yasakladı ama yok saymadı. Bu da büyü inancının bugünlere kadar taşınmasında en önemli etken oldu. Bugün büyücülük, falcılık, vb. pagan döneme ait animistik inançlar islamla birlikte ilerlemiş adeta islamın yan sektörü haline gelmiştir. Bugünkü adları "Havas ilmi" dir. Aradaki tek fark eski okunan yazılar yerlerini Kuran'dan sureler, ayetler, dualar yazılı düğümler, kağıtlar vb. nesnelere bırakmıştır. Üfürükçülük de Kuran'dan sureler okunur, tılsımda Kuran'dan ayetler yazılır vb.. (Devamında Muhammed'İn kâhinliğinin detaylarını anlatacağım) Alıntı
Φ sarıgöl Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2007 Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2007 Daha Mekke döneminde iken yani Muhammed'in amcası Ebu Talib'in korumasına güvenerek Mekke'lilerin putlarını taşladığı ve onlara hakaret ettiği bir dönemde Mekke'nin ileri gelenleri (Ebucehil, Ebûsüfyan, Velid ibn Mugire, Nadir ibn el-Haris, Umeyye ibn Halef, As ibn Vail) toplanıp Muhammed'e nasıl bir isim takılacağını tartışırlar. Toplantıda şöyle konuşmalar geçiyor: --O şairdir, dedi birisi Velid: --Ben Ubeyd İbn el-Absar ve Ümeyye ibn Ebi-Salt'ın ve benzer şairlerin sözlerini dinledim. Muhammed'in sözleri onlarınkine benzemiyor, dedi. Bir başkası --O kâhindir, dedi --Kâhin kimdir? dedi --Kah doğru, kâh yalan söyleyenlerdir dediler. Velid: --Muhammed hiç yalan söylemedi, dedi. Bir başkası: --O mecnûndur, dedi. Velid: --Hiç onun bayıldığını, boğulur gibi olduğunu gördünüz mü? dedi. (İbn Hişam ve Kurtubi'de bu şekilde geçer) ---Velid ibn Mugîre, Sabii oldu (yani Muhammed'in dinine girdi) dediler. Ardında Ebu Cehil gidip: --Ey Ebû Abdi Şems, Kureyş toplanmış, senin Sâbii olduğunu sanıyorlar, dedi. Velid: --Benim ona ihtiyacım yok ama düşündümde onu büyücü olduğuna karar verdim. Çünkü büyücü; baba ile oğulu, kardeş ile kardeşi, karı ile kocayı birbirinden ayırır ve Muhammed de öyle yapıyor. Delil diye sıralanan isimlere ve "PEYGAMBER a.s.v." olan düşmanlıklarını düşündükçe birde "velid'in" söylediği o sözler ne için söylenmiş ona açıklık getirmeden alıntı kesilmiş bu "OBJEKTİF" olmaktan uzaklıktır üstelik bu kadar alıntı yanlız cinler içinmi yapılmış yazık. . Ünlü oryantalist islam araştırmacısı Wellhausen'ın bir sözü kayda değer: "İslam'ın zoolojisi cinolojidir." Şimdi buraya "ZOOLOJİ" ne demektir onu alıntılayacağım ve "PAKET KOPYACI" nasıl olayları anlamadan kopya yaptığını anlatacağım. ( Zoo hayvanlar topluluğu, logos bilim anlamında kullanılan bir kelime olduğundan, Zooloji; biyolojinin hayvanları çeşitli yönleriyle inceleyen bir dalıdır, demek yanlış olmaz.) İslam'da "CİN" "HAYVANLAR TOPLULUĞUMUDUR'Kİ" cinoloji olsun Hz. Süleyman'ın Cinlerle ilişkileri Cinlerin KUR'AN dinlemeleri Hz Peygamber'in a.s.v. Cinlerle konuşması "ZOOLOJİ" nin neresine sığdırıp yazmak bayağı bir ( ZORLAMA ÇARPITMA) olsa gerekir yazık'ki,yazık. Kâhinler konusuna girmeden önce, cinlerin o dönem Araplarında nasıl bir algı biçimi oluşturduğu konusunda bir kaç konuya daha değinmek isterim. Daha önce değindiğim gibi özellikle çöl yalnızlığı bu algıda belirleyici bir psikolojik unsur ve cinler daha çok bu çöllerde uzun yolculuklar yapan kervanların korkulu rüyası. O kadar ki, kervan soyan cinler olduğu gibi kervanlara yol gösteren cinler de mevcut. Üstelik kervanlar o kadar çok yer dolaşıyorlar ki, bu yerler şehirli nüfus tarafından bilinmeyen ve bilinmediği için de fazlasıyla gizemli hikayelerin üretileceği veya kervancıların şehirlere dönüşlerinde fazlasıyla anlatacakları korkulu cin hikayelerinin üretildiği yerler. Zaten cinlerle ilgili yaptığım açıklamalarda da okuyabileceğiniz gibi cinler genellikle çöllerde pusu kurma, çöllerde ölenlerin leşlerini yeme veya çöllerde saraylar kurup oralarda yaşama veya bir çöl rüzgarı ile ortaya çıkma ve çöl fırtınası ile kaybolma gibi bilgilerle karşımıza çıkıyor. Çöl ve kervancılık bu açıdan önemli iki öğe ama bunlar ilave bir öge de; çöl hayvanları. Evet çöl hayvanları cinlerin formlarını belirliyor. Çakal, akbaba, yılan, deve, akrep ve daha ne kadar çöl hayvanı var ise hepsi cinlerin göründükleri biçim olarak karşımıza çıkıyor. Bu hayvanlar üzerine öyle çok cin hikayeleri oluşturuluyor ki Bu arada Cinlerin çöllerdeki saraylarınıda öğrenmiş oluyoruz ve uydurulan "CİN" masallarını "PAKET KOPYA" da öğrenmiş oluyoruz bu arada hayvanlarada gelmiş bulunuyoruz " ZOOLOJİ" ye oryantalist takviyeli paket kopyada. Şimdi hikayenin bir (uydurma) alt bölümüne geçelim. Peki bütün bu ögeler Muhammed'in yaşamında var mıydı? Pek tabii ki vardı, hem de çocukluğundan beri vardı çünkü çocukluğundan beri amcası Ebu Talib ile kervan yolculukları yapıyordu. Önce amcası Ebu Talib ile birlikte kervancılık yaptı sonra eşi Hatice'nin kervanlarını Şam'a götürdü ve ticaret yaptı. Hatta öyle ki Habeşistan, Yemen dahil o coğrafyada gitmediği yer yoktu hemen hemen. Daha da ötesi bu çocukluğundan beri nüfuz ettiği çöl yalnızlığını ve korkusuna ilaveten peygamberliğini ilan etmeden önce yıllarca Hirâ dağına çıkarak "tefekküre" daldığı çokca anlatılır. Tabii bu tefekkürün özelliği ne idi bilmiyoruz ama hiç kimsenin onun peygamberliğinden önce islami bir tarz ile zikr yaptığını iddia etmesi mümkün değil lakin bu Hirâ dağında yapayalnız kalmasının onda bu tip "fizik otesi" algılarının oluşmasına yardımcı olması muhtemeldir. Kısacası Muhammed de kendi döneminde yaşayan diğer Arap'lar gibi "derin çöl yalnızlığı" dediğimiz o psikolojik iklimden fazlasıyla etkilenmiştir. Bu arada "Hira" dağındaki "TEFEKKÜRÜN" ne olduğunu bilmiyor masalcı üstelik "İSLAM" dan önce İSLAM'İ tarz bir zikir yaptığınıda bilmiyormuş benim anlamadığım da bu bilmediğin konuda görüş belirtiyorsun (PAKET KOPYA) bari bu yazıyı alıntılama neymiş İSLAM'DAN önce İslami bir zikir üstelik bunu kimsede iddia etmiyor neyse. Şairlerin cinleri onların dostları idiler ama kâhinlerin cinleri ise "sırdaş" idiler. Şairlikten kâhinliğe terfi etme bu cinlerle olan samimiyetin ilerlemesi neticesinde oluyordu. Çünkü sadece dost olan cinler "ilham" verirken sırdaş olan cinler ise "gaipten ve gelecekten haber" veriyorlardı. Şimdi buradan şunu yazmak gerekli oldu ne zamandan beri "CİNLERE" inanıyor bu (paket kopyayı) yapan baksana sanki 1400 sene evvelinden yaşadığı bir olayı anlatıyor neymiş sırdaş CİNLER, DOST CİNLER haydi hayırlısı bakalım daha neler çıkacak. İşte peygamberlik de kâhinlikten sonraki bir üst statü idi ve Muhammed hem şair hem de aynı zamanda kâhinlik özelliğini peygamberliğinin içine dahil etmişti ve kendisine şair veya kâhin denmesi hoşuna gitmiyordu çünkü bu statüler onun için geriye gidiş idi. O peygamberlik gibi bir statünün içinde şairlik ve kâhinlik yeteneklerini insanlara belli etmeden ifade edecekti. Buradaki anlatıma bakarmısınız sanki "PEYGAMBER EFENDİMİZİN SIRDAŞI" 1400 sene evvelki olayları birebir yaşamış gibi anlatıp birde yorumlaması yokmu sayın katakuta bari bu kadar alıntı yapıyorsun (paket kopya) bari yazılanların birazda mantıklı olması gerekmezmi yazık'ki yazık. Şu an biraz geç oldu ama cevaplar gelecek bayağı bir (paket kopya) var malum sorulara cevap vermekte uzun sürdüğünden dolayı zor oluyor devam edecek. Alıntı
Φ katakuta Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2007 Sayın sarı göl ta 1400 sene öncesine gitmeye gerek yok. Bunlara tamamen islami kaykanlardan derlenmiş yazılar.Valla bir yerlere gitme meselesene gelince bakın itiraf edeyim o konuda müslümanların eline su dökemem. Siz taaa allalhın katına gidip, yok allah öyle demek istememiş böyle demek istemiş diye tercümanlık yaptığınıza göre beni 1400 sene geriye gitmekle suçlamanız, devede kulak bile sayılmaz. Alıntı
Φ katakuta Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2007 Saffat 8. Onlar, artık mele-i a'la'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar. Hicr 18. Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Onun da peşine açık bir alev sütunu düşmüştür. Mülk 5. ........Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık. Cahiliyye döneminde Araplar yıldız kaymalarına bakarak "bugün büyük bir adam doğdu" veya "bugün büyük bir adam öldü" derlerdi. Yıldızlarla ilgili bu tip bir algılayış günümüzde bile geçerlidir. Bir sanatçı-yazar öldüğünde "büyük bir yıldız kaydı" demek olağandır halen ve dahası 'her insanın bir yıldızı olduğu ve o ölünce yıldızının da kaydığı' şeklinde hoş hayali anlatımlar günlük yaşamda sıklıkla kullanılır veya çocuklara hikayemsi bir tarz ile anlatılır. Tabii Muhammed, bu ayetler ile yıldız kaymalarının geleneksel yorumunu da değiştirmiş oluyordu ve bu yıldızların kaymalarının bir insanın doğumu ve ölümü ile ilgisi olmadığını ama "gök haberlerini" almak isteyen cinlerin "ateş şuleleri ile kovalanması" biçimine sokuyordu. Cin 8. Doğrusu biz (cinler), göğü yokladık, fakat onu sert bekçilerle, alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Cin 9. Halbuki, (daha önce) biz onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev huzmesi buluyor Artık geleneksel yıldız kayması yorumları yerini kendisine inen vahiyleri öğrenmek isteyen ve bu yüzden gökyüzüne kulak kabartan cinlerin kovalanması olarak yorumlayarak yıldız kaymalarını bile kendisi ile irtibatlandırıyordu. Çölün bulutsuz ve ışık kirliliği olmayan atmosferinde geceleri binlerce parlayan büyük yıldız ve kayan yıldız görmek mümkün ve gece gökyüzünü seyretmek çölde adeta bir havai fişek çümbüşü seyretmek gibi şenlikli olsa gerek. Lakin bütün bu kayan yıldızları kendisine inen vahiyleri bilmek için araya giren cinlerin ateş şuleleri ile kovalanması olarak yorumlamak da doğrusu fazla narsistçe bir tutum. Bütün gökyüzünü kendisine mâl etmek ve gökyüzü olaylarını kendisi ile ilişkilendirmek kolay kolay her narsistin cesaret edip söyleyeceği bir şey olmasa gerek. Daha da ötesi günümüzde koca koca prof.'ların buna inanmış olmaları da ayrı bir garabet. En azından artık Muhammed yaşamıyor, vahiy inmiyor ama hala yıldız kaymaları var ve buradan bile anlayabilirlerdi konunun Muhammed ile ilgisi olmadığını Evet, yıldızlar çok öenmliydi ve yıldızlarla cinler arasında güçlü ilişkiler kurulurdu kâhinler tarafından. hatta o kadar ki, yıldız isimleri cinlerin isimleri ile anılırdı. Örneğin Gûl cininin ismini el-Gûl (Algol) olarak bir yıldıza vermiş olmasıdır. Cinler ile yıldızlar ve dahası genel anlamda astronomi bilgisi arasında da her daim yakın bir ilişki kurulmuş ve kâhinler bu astronomi bilgilerini de cinlerden aldıklarını söylemişlerdir. Sadece astronominin değil aynı zamanda burç ve fal bilgilerini ihtiva eden astrolojinin gelişiminde de kâhinlerin cinlerinin önemli katkıları vardır. Cinler ve yıldızlar arasındaki ilişkiler için şu linkte de ilginç bilgiler bulabilirsiniz: -http://www.tarot19.com/burclarin-cinleri1.htm- Özellikle Kuran'da göğe, burçlara, Tarık yıldızına, Süreyya (Necm) yıldızına, geceye, gündüze vb. yemin edilmiştir ve bu tip astronomik yeminler de islam öncesi dönemde "kâhin yeminleri" türüne girmektedir (Bu konuda özellikle Theodor Nöldeke "Geschichte des Qorans" isimli çalışmasında bazı önemli tespitler yapılmıştır) Şimdi bu kâhinlik ve kehanet ile ilgili konuya daha da bir açıklık getirmek için Doç. Dr. İlyas ÇELEBİ'nin KUR'ÂN VE SÜNNETİN OKÜLTİZME BAKIŞI ( -http://www.isavvakfi.org/pdf/585/585_6.pdf- ) isimli makelesinden alıntılar yaparak devam edelim. Okuduğunuzda o dönemin kâhinleri ile Muhammed arasında o kadar çok benzerlik bulacaksınız ki, Muhammed'in peygamber olmadan önce aslında kâhin olduğu yolundaki bütün o döneme ait eleştirilere hak vereceksiniz: "Kehanet, sözlükte gayptan haber vermek, falcılık etmek, bakıcılık yapmak anlamlarına, kâhin ise falcılık yapan, gayptan haber veren yanında, insanın işlerini gören ve ihtiyaçlarını karşılayan kişi, derin ara araştırmalara dayanan bilgilere sahip bilgin, müneccim ve tabib anlamlarına gelir. Araplarda kehanet, dışarıdan alınmış ilimlerden (ulûm-i dahileden) olmakla beraber, onların metafizik anlayışlarına uygun ve kullanım olarak da yaygın bir yöntemdi. Araplar kehaneti duyular ötesi âleme ilişkin bir olgu olarak görmekte ve bu âlemde kendilerine en yakın varlık olarak da cinleri kabul etmekteydiler. Bu nedenle de cinlerle insanlar arasında bir ilişki kurulabileceğini düşünüyorlardı . Onlara göre cinler dünyaın idaresinde Tanr 'nın yardımcılar konumundaydılar ve insanların hayatında ilahlardan daha etkiliydiler. Araplar, saadete onların yardımıyla ulaşabileceklerine ve felaketlerden de onların aracılığıyla korunabileceklerine inanıyorlardı. Bu nedenle onlar için ruhlarla irtibatlı olan ve onlar emir altına alan kâhinler önemli kişilerdi. Araplar, şairler ve kahinlerin reîy, tâbi', sahib, mevlâ, velî veya karîn ad verilen cinlerinin bulunduğunu, bunların semaya tırmanıp meleklerin kendi aralarında yaptıklar konuşmaları dinleyerek duyduklar haberleri kahinlere ulaştırdıklarını, onların da bu haberleri kahinlere bildirdiklerini kabul ediyorlardı . Nitekim ünlü Arap edebiyatçısı ve düşünürlerinden Cahız yalancı peygamberlerden olan Müseylime'nin "reiyye" sahibi bir kahin olduğunu kaydeder. Mâverdî, Hz. Peygamber'in gönderildiği günlerin arifesinde beşairü'n-nübüvve çerçevesinde ondan haber veren kahinlere örnekler verir. Araplar arasında birçok ünlü kahin ve kahine vardı. Bunların en eskileri tek eli, tek gözü ve tek ayağının bulunduğu ve yarım insan şeklinde olduğu kabul edilen Şık ile kafatası kemiği dışında vücudunda kemik bulunmadığı ve kumaş gibi dürülen bir et parçasından ibaret olduğu iddia edilen Satîh'tı. Kahinler, kehanette bulunurken secili ve kafiyeli sözler, kısa ve ahenkli cümlelerden oluşan ifadeler, karışık ve muğlak bir dil kullanırlar,yer, gök, ay,güne ,gece,gündüz gibi varlıklar üzerine yemin ederek sözlerini teyit ederlerdi. Kahinlerin, Cahiliye Araplarının hem özel hem de toplumsal hayatla ilgili kararlarında önemli bir yeri vardı . Her çeşit ihtilafın çözümü, rüyaların tabiri, yitiklerin bulunmas, zina, hırsızlık ve adam öldürme gibi cürümlerin tespiti ve hastalara şifa bulunmas için onlara başvururlar, bir kabileye savaş ilan edecekleri zaman onlara danışırlar, aile anlaşmazlıklarında hakemliklerine müracaat ederlerdi. Onlar, gayptan haber veren ve büyü yapan kişileri peygamberlere denk gördükleri için, peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed'i kâhinlik ve sihirbazlık yapmakla itham etmişlerdi. Evet, benzerlikler çok fazla. Bunlar: 1- Kâhinlerin gelecekten ve gaipten (bilinmezden) haber vermesi: En tipik kâhin görevidir. Hem Kuran bazında hem hadislerden anladığımız kadarıyla Muhammed bu iki görevi de fazlasıyla yerine getirmiştir. Gelecekten ve gaipten haber vermesi ile ilgili olarak Rum suresi tipik bir örnektir. Ayrıca Mekke'nin Fethi, Kudüs'ün, Şam'ın, Irak'ın fethedileceği, Hayber'in Ali'nin eli ile alınacağı ve ümmetinne dünyanın en parlak yaşayışının veileceği ve Kisra'nın Kayser'in hazinelerine sahip olacakları, kaybolan devenin vadide bir ağaca takılı olarak bulunduğu, pişmiş koyunun zehirli olduğunu bilmesi vb. pek çok örnek islamcı yazralar tarafından dile getirilir. (İnternette rahatlıkla bulabilirsiniz) Ayrıca melekler, cinler, cennet, cehennem, mahşer, kıyamet vb. anlatımlar da "gaipten" bilgi vermek anlamına gelir. Bu açıdan bakınca kâhinlik ile peygamberlik arasında fazlaca da bir fark olmadığı anlaşılabilir. 2- Kuran'da gece, gündüz, yıldız, ay, güneş vb. göksel varlıklar ve olaylar üzerine yapılan yeminler kâhin yeminleridir. Kuran'daki yeminler batılı oryantalist araştırmacıların oldukça ilgisini çekmiş ve bu yeminlerin cahiliye kültüründeki yerini anlamak için oldukça fazla araştırma yapılmıştır. Varılan sonuç bu yeminlerin eski Arap kâhin yeminleri olduğu yönündedir. Daha önce söylediğim gibi bu konuda en önemli kaynak Theodor Nöldeke'nin "Geschichte des Qorans" isimli eseridir. Ayrıca aşağıdaki linkte de ünlü Hindli islam araştırmacısı H.Farahi'nin çalışmasını bir özeti mevcuttur ve bu çalışmada Farahi bu yeminlerin sadece kâhin yemini değil bazı yeminlerin de şair yeminleri olduğunu da ifade etmektedir. Durum bu açıdan garip değildir çünkü daha önce de söylediğim gibi kâhinlik şairliğin bir üst aşamasıdır ve kâhinler aynı zamanda şairleridir. Bizim şimdilik en azından "göksel" olaylar ve cisimler üzerine yapılan yeminlerin kâhin yeminleri olduğunun kesin olarak söylememiz yeterlidir. -http://www.islamic-awareness.org/Quran/- Not: Kuran'daki yeminler ile ilgili ayrı bir başlık açıp bu konuyu da inceleyeceğim. 3- Kâhinler, kehanette bulunurken secili ve kafiyeli sözler söyler, kısa ve ahenkli cümlelerden oluşan ifadeler, karışık ve muğlak bir dil kullanırlar" cümlesi de tıpa tıp Kuran'a uygundur. Kuran'da seci'li söz yani cümlenin içindeki kafiye düzenin varlığı zaten Kuran'da mevcuttur. Bir seci örneği (divan edebiyatından): Gözlerin nûr-u, gönüllerin sürûr-u; başımızın tâc-ı, dil ehlinin mirâc-ı Fuzuli Mecnun bakışlı, Leyla edalı, vefalı, hummalı, kara sevdalı, ihtişamlı bir aşkın şairidir. Ayrıca karışık ve muğlak bir dil kullanımı da mevcuttur. Bir çok ayet kendisini tamamlamaz ve tek cümlenin üç ayrı ayete bölünmesi gibi bazen de üç-beş-on ayrı cümle tek bir ayette toplanmıştır. Kuran'daki kendisini tamamlamayan ayetler nedeniyle mealciler parantez içi açıklamalar kullanmak zorunda kalırlar. Ünlü Alman islam araştırmacısı Theodor Nöldeke'nin bu konuda da önemli çalışmaları vardır ve bir çok yerde kelimelerin fâsıla, kafiye ve seci'yi sağlamak için olağan yazılışlarının değiştirildiğini ayetlerin sonradan düzene sokulmak amacı ile yama tipi ilaveler yapıldığını ve Kuran'daki bir çok anlatım bozukluğu ve cümle kırıklıklarının bu tip zorlamaların sonucu olduğunu örnekler vererek açıklar. Ayrıca eski Arpa şiirinde görülen ani geçişler, konudan konuya atlamalar, yeni bir konuya girdikten sonra adım adım eski konuya geri dönmeler, ani öfke ve heyacan patlamalarının neden olduğu garip ifadeler ve entellektüel bir disiplinden yoksunluk, soğukkanlı düşünememe vb sebeplerden meydana gelen karmakarışık anlatımlar hakkında açıklamalar yapar. Bu konunun detaylarına şimdilik girmiyorum. Suyuti'nin el-Itkanı isimli eserinde bu iki kavram (fâsıla ve secî) detaylı olarak açıklanmıştır. Ayrıca orada da Suyuti secî'nin Arap kâhinlerinin kullandığı bir sanat olduğunu söylemiş ve ilginç bir yorumda bulunmuştur. "Zannediyorum ki, onlar (secii'yi kabul etmeyenler) Kuran'da bulunan her durak yerine fasıla adı vermeye, harfleri birbirine benzeyen kelimelere seci dememeye sevkeden sebep kahinlerin sözlerinde bulunan vasıftan Kuran'ı uzak tutmaktı." (Suyuti el-Itkan c.2 / s.262 Madve yayınları) Ayrca daha sonra şunu söylemiş: "Kuran'ın secî şeklinde gelmesi kendisinin secî olmasını gerektirmez." Belli ki İslam uleması Kuran'ın insan sözü olmadığını vurgulamak ve onun kâhin sözleri ile karıştırırlmaması gerektiğini söylemek için bu tip zorlama yorumlara gitmektedir.Ama bu noktada bile Kuran'da secî olduğunu teyid etmek zorunda kalmışlardır. Fasıla ise cümlede mananın tamamlandığını gösteren durak işaretlerindeki, birbirine uygun harflerdir ve kelimenin kendinden sonraki cümleden ayrıldığını gösterir. Bir bakıma ayetteki son kelimeye verilen isim de diyebiliriz. Fasıla konusunda Kuran çok fazla örenk sunar ve kuran'daki fasıla tek başına ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Ama burada ilginç olan islam ulemasının fasılayı ilahi kelamın eşsiz bir belagat özelliği, secii'yi de kâhin sözü kabul etmesi ve Kuran'da secii olmadığını ispatlama çabalarıdır. Aslında fasıla da secii de kahinlerin kullandığı belagat sanatının özelliklerindendir ve Kuran'da bol bol bulunur. 4- Her çeşit ihtilafın çözümü için hakemlik yapmaları: Muhamed'in o kadar çok hakemlik görevi vardır ki sadece müşrikler değil yahudi kabileler arasındaki meselelerde de hakemlik görevi yapmıştır. Aynı zamanda peygamnerliğinden önce Kâbe ile ilgili dinsel anlaşmazlıklarda da hakemlik görevi yapmıştır. Bu konuda bir çok örne verebiliriz ama şimdilik detaylara girmiyorum. 5-Rüya tabiri: Muhammed'İn her sabah kendisiine gelen sahabelerin rüyalarını yorumladığını biliyoruz. Sadece sahabelerin değil kendi rüyalarını da vahiy rüyaları olarak yorumluyordu; öyleki Umre ziyareti için dört bin kişiyi ansızın Mekke'ye doğru yola çıkarması ve yolda Hudeybiye antlaşmasının yapılması bile gördüğü bir rüya üzerine gerçekleşmişti. Ayrıca rüya vahiy yöntemlerinden birisi olarak islam ulemasınca kabul edilir. 6-Hastalara şifa bulmak daha doğrusu "tebabet" ilmi de kahinlerin görevleri arasındaydı. Muhammed bu görevi fazlası ile ifa ediyordu. Şöyle ki: Tükürükle hasta iyileştirmek Bu konuşmadan sonra Ali Muhammed'e gelir. Ve Muhammed, Ali'nin gözlerine tükürür; tedavi eder. Hadiste, aynen şu anlamdaki sözler yer alır: "Peygamber Ali'nin gözlerine tükürdü ve gözler hemen orada iyileşti. Öylesine ki , gözlerde hiç ağrı bulunmamış gibiydi." (Bkz. Buhari, e's -Sahih, kitabu'l-Cihad/102,143) Üfürükle hasta iyilieştirmek Hadislere göre Muhammed, bu yöntemle kırıkları, yaraları, kılıç yaralarını bile tedavi ediyordu. Yani okuyup üfleyerek: Ekva oğlu Seleme Hayber'de bacağından vurulur. Muhammed'e gelir. Muhammed üç nefes eder, yani okuyup "üç kez üfürür" Selem'nin sorunu, ağrısı, acısı kalmamıştır. ." (Bkz. Buhari, e's -Sahih, kitabu'l- Meğazi/38) Yılan, akrep, böcek sokmalarında üfürük: Malik Oğlu Enes anlatıyor : -"Peygamber, böcek, akrep, yılan zehirlenmelerinde ve kulak ağrısında tedavi için okuyup üflemeye izin verdi." (Bkz. Buhari, e's -Sahih, kitabu't -Tıbb/26; Teçrid, hadis no:1929) Daha fazla bilgi için S.Ateş'in ve diğer islam ulemasının da kitaplarında da aynen geçmektedir. ( Kuran'a göre Hz. Muhammed'in Hayatı s.221) Ayrıca Fettullah Gülen'in Sonsuz Nur c. 1 s.126-140 arasında Muhammed'in tabipliği ve tıp bilgisi hakkında oldukça geniş bilgiler vardır. Bunlarda en tuhafı da çorbaya düşen sineğin iki kanadıın da çorbaya sokulması gerektiği çünkü kanatlarından birinde hastalık diğerinde şifa olduğu yönündeki tavsiyeleridir. 7- Bir kabileye savaş ilan edecekleri zaman onlara danışırlar: Bu konuda da Muhammed'in eline su döken yoktur. Bırakın savaş danışmanı olmayı bilhassa savaş kararlarını veren bir lider olmuştur. Ama islam öncesi Ficar savaşı gibi kabile savaşlarında ona danışılmış mıdır bilmiyorum ve zannetmiyorum. Daha sonra Medine döneminde etkisi ve gücü tamamıyla savaşları sayesinde artmıştır. Daha da ilginç olanı peygamberlik iddiası ile ortaya çıkan Museylime'nin de hem şairlik hem de kâhinlik yapmış olmasıdır. Bu makalede geçen şu ifade dikkat çekici: "Araplar, şairler ve kahinlerin reîy, tâbi', sahib, mevlâ, velî veya karîn ad verilen cinlerinin bulunduğunu, bunların semaya tırmanıp meleklerin kendi aralarında yaptıklar konuşmaları dinleyerek duyduklar haberleri kahinlere ulaştırdıklarını, onların da bu haberleri kahinlere bildirdiklerini kabul ediyorlardı "Arap edebiyatçısı ve düşünürlerinden Cahız yalancı peygamberlerden olan Müseylime'nin "reiyye" sahibi bir kâhin olduğunu kaydeder." Sadece Museylime değil, ridde ayaklanmalarının liderleri de hem şairdiler hem de peygamberlik iddiasında bulunmuşlardı. Bunlar Esved-i Ansi, Secâhi, Tuleyhe el-Esedi, Zuttac Kukayt b. Malik el-Ezdi dir. Peki Museylime'nin kâhinliğinde kullandığı cini "reiyye" idi ise, Muhammed'in cini hangisi idi? Bu makalede bahsedilen cinler "reîy, tâbi', sahib, mevlâ, velî veya karîn" olarak isimlendirilmiş. Bu isimler aslında cinleri tür olarak belirten isimler değil daha çok "cinlerle girilen ilişkinin, yakınlığı, uzaklığı, niteliği" açısından verilen isimler. Karîn/Karîne: Bu kelime Kuran'da Nisa 38, Zuhruf 36'da geçer. "Onun yakın arkadaşı" (karînuhû). yahut "gizli ortak" olan herhangi bir şeyi gösterir. Bu ayetlerde "şeytanın yakın dostu, sırdaşı" anlamında kullanılmıştır. İlginç olan şudur ki: "Rabbim ona karşı bana yardım etti de benim şeytanım müslüman oldu" (Müslim, Münafıkun, 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 115) diyen Muhammed bu hadisin orjinalinde "benim şeytanım" ifadesi için "karîne"yi kullanmıştır. (Bu hadisin tamamı yazımın daha aşağıdaki bölümlerinde mevcuttur) Bir başka hadiste de Muhammed, Adem'in şeytanının onu baştan çıkartmasına karşılık kendisinin şeytanının müslüman olmasını örnek göstererek Adem'den üstünlüğünü söylerken de bu "kârine"yi kullanır. Reiyye: Raiyyet/reaya olarak; Türkçe'ye "riayet etmek" şeklinde girmiştir. Sürü koyu gibi güdülmek, teba, kul, anlamında birisinin diğer tarafından yönetilmesi anlamlarına gelmekle birlikte Kuran'da "raina" olarak Bakara 104'de geçer. Bakara104. Ey iman edenler, 'Raina-Bizi güt' demeyin. 'Unzurna-Bizi gözet' deyin ve dinleyin. Kafirler için acı bir azab vardır. Tabi: Bildiğimiz "tabi olmak" veya "teba olmak" anlamlarında kulanılır. Sahip: Sahibi olmak Mevla: Serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi anlamında da kullanıldığı gibi azad edilmiş köle anlamında kullanıldığı gibi, Veli: Velisi olmak, (olumlu anlamda) koruyucusu ve sorumlusu olmak İlginç bir durum çünkü bu kelimelerin hemen hemen benzer anlamlar verdiği ortada. Ve bu durum artık kâhinlerin cinler üzerinde hakimiyet kurduğunu ve onları kendilerine "tabi" yaptığını, veya kendilerine "riayet ettirdiklerini" veya onların velisi/mevlası/sahibi olduklarını anlatmakta. İşte bu yüzden Museylime de kendi cinine "reiyye" diyordu ve aynı Museylime çok yakında kendi peygamberliğini ilan edecekti. Belli ki bu isimler peygamberliğe geçme arefesindeki kâhinlerin cinlerine taktıkları isimlerdi. Artık bu aşama cinler üzerinde tam hakimiyet kurulduğu aşamaydı. Daha sonra Muhammed 'de cinler üzerindeki hakimiyetini onları müslüman yaparak ve insanlarla birlikte onlarında peygamberi olduğunu söyleyerek ifade edecekti. Muhammed'in peygamberlik iddiasından sonraki cininin ismi Cebrail idi. Ve ilginçtir Cebrail sadece Muhammed ile değil Muhammed'in şair sahabeleri ile de ilgiliydi. Bu konuda M.Hamidullah İslam Peygamberi n.1045'de şu açıklamalar geçer: --Burada hatırlatalım ki, Muhammed (AS) bir hadisinde, nazmettigi şiirler aracılığııyla Allah yolunda mücâdele eden sahabesi şair Hassân ibn Sabit gibi peygamber olmayan bir kimse için de bu terimi kullanmış ve bu şiiri yazdığı sırada Ruhuâl-Kudüsâün kendisine yardıma geldigini beyan etmistir. [buhari 8:68, vs; Kenzu'l Ummal, V, 5269;Müslim 44, N.151-153] Yine aynı kitabın 1202 no'lu paragrafında şu çarpıcı alıntlar vardır. Resulullah (AS)âin çevresinde, Islâm dâvasini savunmak için daima şairler olurdu. Yine bir gün kendisi şu konuya dikkat çekmistir: â(Sair) Hassan ne zaman iman lehine şiirler kaleme alsa, Cibrîl ona yardım eder.â (Buhari 59:6) Görüleceği gibi burada Cebrail sadece Muhammed'e değil onun şair sahabelerine de yardım etmektedir. Peki Cebrail neyi sembolize ediyordu? Muhammed sadece Cahiliyye döneminin pagan kültüründen etkilenmemişti aynı zamanda Hristiyanlık ve Musevilik gibi tek tanrılı dinler hakkında da bilgi sahibi idi ve nasıl ki cinleri o pagan kültüründen öğrendiyse Azrail, Mikail, Cebrail gibi melekleri de bu tek tanrılı dinlerden öğrenmişti. İşte onun yaptığı da bu pagan kültürü ile tek tanrılı dinleri harmanlamak olmuştu. Hem Musevilik ve Hristiyanlık ögelerini hem pagan ögelerini alacak (tabii Saabilik, Mecusilik, Zerdüştlük gibi dinlerden de etkilenmişti) ama bu karışımdan yeni bir şey çıkarttığını iddia edecekti. Değişim sadece biçimseldi. Putları kırmıştı ama putataparların ne kadar kültürel, geleneksel alaışkanlıkları var ise onları olduğu gibi bu yeni dinin içine dahil etmişti. Onun getirdiği bu din tam anlamıyla "eklektik" bir dindi. Hani derler ya: "Topla gel, topla gel" arabaları park ettirirken işte Muhamamed'de aynı bu şekilde "toplayıp da" gelmişti. Cebrail aslında bu cin kültünden kopuşun simgesiydi. Cin kültü yerini "melek kültü"ne bırakıyordu. Muhammed artık cinlerle değil Allah'ın en büyük meleği ile irtibat haline geçerek statü yükseltiyor ve kâhinlikten peygamberliğe doğru geçiş yapıyordu. Aslında değişen bir şey yoktu sadece isimler değişmişti ha cin ha Cebrail ne farkederdi ki? Sonuçta onun ilham aldığı bir duyu ötesi bir varlık mevcuttu ve böyle bir duyu ötesi varlıkla irtibatta olmak pagan dönemin cin okültizminin doğal seyrinde mevcuttu ve Muhammed bir şair ve kâhin olarak cinlerle kurduğu irtibatı her daim gizlemiş taa ki Cebrail ile irtibat kurunca bunu açıklamıştı. Daha doğrusu şairliğini ve kâhinliğini gizlemiş bunları peygamberliğinin içinde dışa vurmuştu. Cin suresinin Muhammed'in cinlere Kuran okumaya gitmesini ve onlarıdan bazılarını müslüman yapmasını anlatır. Oldukça ilginç bir davranış biçimidir bu çünkü Muhammed "insan ve cinlerin peygamberiyim" diyerek zaten artık cinlerin kontrolünde olmadığını ve onları kendi kontrolüne aldığını ifade etmişti. İşte bu noktada cinlerle dostluktan sırdaşlığa (yani şairlikten kâhinliğe) doğru geçiş daha ileriki aşamada tersine çevrilmiş bir durum yaratıyor, o güne kadar cinlerin kontrolünde olan insan zamanla eşitlik sağlıyor ve cinlerin önüne geçiyordu. Bu nokta yani cinleri kontrol altına alma noktası artık daha fazla cinlerle halvet etmenin manasızlığını da su yüzüne çıkartıyordu. Özde var olan "duyu ötesi bir valıkla iletişim" anlayışı sürmeye devam ediyor ama gelinen aşama artık cinleri kontrol altına almış olma aşaması olduğu için daha fazla onlara tâbi olan işlerle ilgilenmeyi de anlamsızlaştırıyordu. Cinler alt basamağın varlıkları idiler ve onlardan yardım alarak büyücülük, şairlik ve kâhinlik yapmak anlamsızdır ve statü yükselişine parelel bir meslek bulmak gerek o da artık cinlerle bağını koparmış ve onları da kendisine itaat ettiren bir peygamberlik mesleğidir. Tabii Cebrail'de artık eski cinlerin yerine ikame olmuştur. Muhammed'in cinlerini kontrol altına aldığına işaret eden tipik bir hadis aşağıda: Hz. Âîşe (r.a) şöyle rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.s) bir gece yanımdan çıkıp gitti. Ben bundan dolayı kıskançlık duydum. Biraz sonra geldi ve benim kıskandığımı hissetti. Bana: "Neyin var ey Âîşe, kıskandın mı?..." diye sordu. Ben: "-Bana ne olacak, benim gibisi, senin gibi bir zatı kıskanmaz mı? dedim. Resulullah: "-Sana, şeytanın mı geldi?" dedi. Ben: "-Ey Allah elçisi, benimle beraber bir şeytan mı var? dedim. O da: "-Evet..." dedi "-Her insanın yanında bir şeytan var mıdır? dedim." O da: "-Vardır", buyurdular, Ben yine: "Seninle de mi ey Allah'ın Resulu?" diye sordum. şöyle buyurdu: "-Evet. Fakat, Rabbim ona karşı bana yardım etti de benim şeytanım müslüman oldu" (Müslim, Münafıkun, 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 115). (Not: Burada kastedilen müslüman olmanın Muhammed'in peygamberliğini tasdik ve ona tâbi olmak anlamına geldiğini söylemeye bile gerek yoktur. Zaten Muhammed insanlara müslüman olun derken aslında "bana tâbi olun", "ben ne dersem onu yapın" demek istiyordu) Hal böyle iken Muhammed'e yönelik büyücü-şair-kâhin türü eleştiriler onu çok sinirlendiriyordu çünkü o statüsünü yükseltmişti ve bu tip aşağı statü işareti tanımlamalar onun bu rütbe yükselişini göremeyen "körlere" mahsustu. Aslında peygamberlik iddiasını anlatma çabaları ve kendisinin peygamber olduğunu inkar edenlere karşı gösterdiği kızgınlığın kaynağı da bu idi. O yeni statüsünün tanınmasını istiyordu. Alıntı
Φ sarıgöl Gönderi tarihi: 10 Nisan , 2007 Gönderi tarihi: 10 Nisan , 2007 Şimdi size biraz da bu konuda yazacaklarıma kaynak teşkil eden çalışmalardan birisi olan Ali Yılmaz'ın Arap Edebiyatında Şeytanlı (Cinli) Şairler isimli makalesinden alıntılar yapmak istiyorum. "Eski Araplarda şairlerin, kendilerine şiir melekesi verdiklerine ve yine kendilerine şiir ilham ettiklerine inandıkları cinleri, şeytanları mevcuttu. Böylece şair ilham kaynağını, irtibat halinde bulunduğu bir cin ile bu dünyanın ötesinde sihirli bir aleme bağlıyor, dolayısıyla kendisi de tabiat üstü bir kuvvetle mücehhez bulunuyordu." Yukardaki alıntı bu topikten (CİNLER) Bu yazımda biraz soyut-teorik düşünmeye çalıştım, devamında özellikle bu cin kültünün toplumsal statü amacıyla nasıl kullanılmak istendiğini anlatmak istiyorum. Özellikle şairlikten önceki aşama olan büyücülük ve şairlikten sonraki sonraki aşama olan kâhinlik ve kâhinlikten peygamberliğe doğru statü yükselişini inceleyceğim. Evet cin kültü aynı zamanda bir toplumsal statü talebini de karşılıyordu ve bu tip bir statü yükselişi Muhammed'in hayatında oldukça fazla göze çarpmaktadır. Bu alıntıda başka bir site'nin topiği'den burada şunu belirtmek istiyorum başka sitede yazan kişi " SOYUT VE TEORİK" düşünecekmiş? yani ***** ***** bu durumda onun yazılarını (paket kopya) kim yaparsa demekki (SOYUT VE TEORİK) olarak yansıtacak yani objektif olmayacak saygılar sunarım. Alıntı
Φ katakuta Gönderi tarihi: 12 Nisan , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 12 Nisan , 2007 Şairler ilham alır şiir yazarladı, Kahinler bilgi alır kehanette bulunurlardı Peygamberler ise mucizeleri ile kendilerini gösterirlerdi. Muhammed'in mucizesi ise Kurandı çünkü o kitaba olağanüstü değer veriyordu. Tabii parmağından su çıkartmak, yemek kabındaki yemeği çoğaltmak vb. gibi ilizyon gösterileri de yapıyordu aynı Museylime gibi ama neticede Musa'nın asasından yılan çıkartması gibi sıradan sihirbazlık gösterileri idi bunlar ve nereye kadar bu tip şovlar yaparak kendisini ispatlayabilirdi ki? Efendim, kâhinlerin diğer adı "müneccim" idi. Münecccim, "necm" kökünden gelen bir kelime olup bu necm kelimesinin anlamı da "yıldız" idi. Yıldızların hareketlerinden hüküm çıkarmaya o dönem "ilm-ü ahkâmi'n-nücûm" veya "ilmü'l-ahkâm" denilirdi. Bu yıldızlar ile fazlasıyla haşır neşir olan müneccimler (kâhinler) her insanın ayrı ayrı yıldıznamelerini çıkartabilirler -http://www.tarot19.com/yildizname.htm- ve pek çok olayı önceden kişiye haber verebilirlerdi. Bunların bir diğer ismi de "ar'raf" ve "ahkâm" idi. Bu yıldızlar, burçlar, fallar ile ilgilenen astroloji ilmine "İlmü'n-Nücûm" ve "İlm Sınâat en-Nücûm" denilirdi. Saffat 88. Bunun üzerine İbrahim yıldızlara şöyle bir baktı. (Nazraten fi en-nücum) Saffat 89. Ben hastayım, dedi İlginçtir ama Muhammed'de yıldızlar üzerine yemin ediyor ve onların ismine bir sure bile yazıyordu Necm 1. Battığı zaman yıldıza andolsun ki; Tipik bir kahin yemini. Daha önce de söylediğim gbi Kuran'daki yeminler iki gruba ayrılmıştır. Bunlar "şair yeminleri" ve "kâhin yeminleridir" Bu yeminler konusunu ayrıca inceleyceğim ama şunu özellikle söylemek isterim ki, göksel olaylar üzerine yapılan yeminler kesin olarak "kâhin yeminleri"dir. Necm 2 Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı Necm 3. O,arzusuna göre de konuşmaz. Necm 4. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir. Necm 5. Çünkü onu güçlü kuvvetli biri (Cebrail) öğretti. Kâhinlerin cinleri var ise onun da Cebrail'i vardı. İslâm'a göre geleceği Allah'tan başka kimse bilmez (En'am 59) idi ama Muhammed Rumların yenileceğini biliyordu. (Rum suresi) ve onun takipçileri onun bu müneccimlik(Kahinlik) özelliğini bir "mucize" gibi takdim ederek peygamberliğine delil gösteriyordu ama zaten müneccimlerin böylesine gelecek tahminleri o kadar fazla idi ki, hatta bu müneccimlerden bazıları daha Muhammed doğmadan onun geleceğini bile görmüşlerdi. Muhammed şiir yazıyor ama "ben şair değilim" diyordu ve kehanetlerde bulunuyor ama "ben kâhin değilim" diyordu. Bu ne yaman çelişki idi ki? İlginç bir kavram da Meczupluktur. Genellikle dine olan bağlılığı yüzünden akli dengesini yitirmiş olan insanlara yahut dergah ayinlerinde kendilerinden geçen dervişlere "Meczup" adı verilir. Meczupların en temel davranış biçimi ise Cezbe dir. Tanrılar kahinin emrine girmezlerdi. Yalnızca dua ve yakarışlarına cevap verir, gerek uyanıkken, gerekse uyurken onun için bilinmezliğin kapılarını açarlardı, çeşitli işaretler ve rüyalarla ona yol gösterirlerdi. Bunun dışında diğer çağrı ve yakarışlara cevap vermezlerdi. Ancak sihir ve kehanet aracılığıyla gaibten haber verme, cezbe ve kutsal delilik aracılığıyla gaibden haber vermede farklılık arz ediyordu. Çünkü hem sihirbaz hem de kahine istedikleri, büyü ve dualarla istedikleri şeyle amaçlarının ne olduğunu biliyorlardı. Buna karşılık cezbeye tutulmuş kişi ya da kutsal deli, edilgen bir konumdaydı. Doğrudan doğruya kastetmediği ve belki de hiç anlamadığı halde dilinden birtakım kapalı ifadeler dökülürdü. ( -http://www.sevde.de/Kuran-Tevsiri/Enam/Enam50.htm- ) Muhammed vahiy alırken, ondan birşey kaçırmamak için, büyük bir dikkatle Cebrail’i takip ediyor ve bir yandan da onun söylediklerini tekrarlıyordu. Kıyamet 16. (Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma Ona sihirbaz, büyücü dediler, meczup dediler, mecnun dediler, şair dediler, kâhin dediler ve o bunların hepsini reddetti. Peki o bu reddiyesinde haklı mıydı? Değerli araştırmacı yazar sodomo,dan alıntıdır -http://sodomo.wordpress.com/- Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.