Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

12 Eylül'de tüm yurtta sıkıyönetim ilan edildi.

 

12 Eylül 1980 tarihinden önce, 26 Aralık 1978'de Kahramanmaraş olayları nedeniyle 13 ilde (Adana, Ankara, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Şanlıurfa) sıkıyönetim ilan edilmişti. 13 ilden Sivas (26 Şubat 1980) ve Erzincan'da (20 Nisan 1980) sıkıyönetim daha sonra kaldırılmıştı.

 

Ancak "yaygın şiddet olayları" nedeniyle

 

26 Nisan 1979 : Adıyaman, Diyarbakır, Hakkari, Mardin, Siirt ve Tunceli,

20 Şubat 1980 : Hatay, İzmir,

20 Nisan 1980 : Ağrı

illerinde sıkıyönetim ilan edilmişti.

12 Eylül 1980'e gelindiğinde 19 ilde sıkıyönetim uygulanıyordu.

 

12 Eylül'de diğer illerde de (48 il) sıkıyönetim ilan edildi. Uygulama, 19 Mart 1984 tarihinden başlayarak aşama aşama 19 Temmuz 1987 tarihine kadar tüm illerden kaldırıldı.

 

 

Tarihlere göre sıkıyönetim uygulamasının kaldırılması:

 

19 MART 1984 : Bilecik, Bitlis, Burdur, Çanakkale, Çankırı, Gümüşhane, Isparta, Kastamonu, Kırklareli, Kırşehir, Kütahya, Muş, Sinop

19 TEMMUZ 1984 : Afyon, Amasya, Aydın, Balıkesir, Bolu, Çorum, Muğla, Nevşehir, Niğde, Rize, Sakarya, Tekirdağ, Yozgat

19 KASIM 1984 : Denizli, Giresun, Kayseri, Konya, Manisa, Uşak

19 MART 1985 : Antalya, Bursa, Eskişehir, Hakkari, İçel, Kocaeli, Malatya, Kahramanmaraş, Samsun, Sivas, Tokat, Zonguldak

19 TEMMUZ 1985 : Ankara, Artvin, Edirne, Erzincan, İzmir, Ordu

19 EYLÜL 1985 : Trabzon

19 KASIM 1985 : Adana, Adıyaman, Ağrı, Erzurum, Gaziantep, Hatay, İstanbul, Kars

19 MART 1986 : Bingöl, Elazığ, Tunceli, Şanlıurfa

19 MART 1987 : Van

19 TEMMUZ 1987 : Diyarbakır, Mardin, Siirt

Gönderi tarihi:

evet kahramanmaraş ta da, oalylar sırasında sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. ama ne hikmetse bu yasağa sadece askerler ve jandarmalar uymuş. sokakta olamyan sadece asker ve jandarmaymış.

Gönderi tarihi:

12 EYLÜLE DAİR

 

hayatımıza "beşi bir yerde" diye bir deyim katan ekiptir...bizden bir önceki kuşağın yanağında hala o beş kardeşin tokat izi vardır...

 

netten

Gönderi tarihi:

Mavioğlu: "12 Eylül vahşeti telafi edilemez"

gönderen: İstanbul Indymedia - BBM Friday October 07, 2005 at 08:05 AM

 

 

Ertuğrul Mavioğlu kalbi solda çarpan bir gazeteci yazar. Yaşama, yaşamı sorgulayarak yaklaşagelmesi de, çoğumuzun bildiği ama görmezden geldiği ‘derin’ deneyimler yaşatılmış olması da bundan belki. Bu söyleşi, 12 Eylül darbesi sürecinin doğrudan değil dolaylı sonuçlarını deneyimlemekte olan İstanbul Bağımsız Basın Merkezi (Indymedia İstanbul) Kollektifi’nce gerçekleştirilmiştir.

 

 

 

ertugrulmavi01.jpg

 

 

 

DARBE DÖNEMİNDE DOĞANLAR BUGÜNÜN GENÇLERİ İŞTE…”

 

 

 

- Gençliğiniz 1978ler’in girdabında geçti; o günkü ortalama bir gencin ve bugünkü ortalama bir gencin fotoğrafını çektiğinizde gördüğünüz farklar ya da benzerlikler neler?

 

O günlerle bugünü kıyaslamak için öncelikle yaşanan zemini kıyaslamak gerekir. O günlerde hayatın her alanında çok yoğun bir antifaşist mücadele söz konusuydu. Sola karşı kanlı operasyonlar (Susurluk skandalı sonrasında da gündeme geldiği gibi) Balgat, Bahçelievler, 1 Mayıs… katliamları yaşandı, kimsenin can güvenliği yoktu. Sonra 12 Eylül darbesi geldi. Solu yok etmek üzere tezgahlanan faşist saldırılar o günün gençlerini yani bizleri çok hızlı büyütmüştü. Bugün 17-18 yaşlarında olanlara bakıyorum, hâlâ çocuklar. Onları büyüten, büyütecek bir sosyal zemin yok. Bu aynı zamanda sistemin edindiği bir deneyimin sonucudur. Gençlerin sosyal duyarlılıklarının gelişmesi istenmiyor ve yaşanan gerçekliklere uzak tutuluyorlar. Dolayısıyla onlar da kolay kolay büyüyemiyorlar.

 

Biz amatördük, kendimizi toplumsal haksızlıkların hızla giderilmesine odaklamıştık. Kendimizi biraz da karşıtımızla ifade ediyorduk dolayısıyla. Başka bir adalet sistemine duyduğumuz ihtiyaç yakıcı bir hal almıştı. Biz bu ihtiyacımızı yüksek sesle dile getirmeyi biliyorduk ama bugünden baktığımda, bunun nasıl gerçekleşeceği konusunda düşüncelerimizin yeterince olgun olmadığı da ortadaydı.

 

Sorunuza gelirsek, o günkü gençliğin üzerinde durduğu zemin ile bugünkü gençliğin zemini çok farklı kısacası. Bu durumun bir sonucu olarak bugünün gençliği, kendi kaderine, geleceğine el koyma iddiasından yoksun. Bu, 12 Eylül sonrası yaşanan depolitizasyon sürecinin dolaysız bir sonucu. Darbe döneminde doğanlar bugünün gençleri işte…

 

 

 

“KOLORDUNUN SORGULAMASI 300-500 METRE İLERİMİZDEYDİ. BİZİM UZAĞIMIZDAYDI, AMA KARARGÂHTAN ORADA YAPILAN İŞKENCELERİN DUYULDUĞU SÖYLENİYORDU. ORADA DA ADLÎ MÜŞAVİR VARDI. BUNLARI BİLİYORLARDI” (sf. 167 – 168)

 

 

 

- Tamam, Türkiye için böyle olabilir fakat dünyadaki gelişmeler de çok farklı bir yönde olmadı ki? Dünya da mı yaşadı 12 Eylül darbesini?

 

- Elbette 12 Eylül darbesi dış gelişmelerden bağımsız değildi. Buna ek olarak 1990’larda SSCB’nin çözülmesi dünyada tek taraflı ideolojik bir bombardımanın da önünü açtı. Bu ise kuşkusuz Irak’a düşen bombalardan çok daha büyük tahribata neden oldu. Söz konusu olan sosyalizmin düşünsel (ideolojik) hegemonyasını yitirmesiydi.

 

12 Eylül söz konusu sürecin daha derinlere işlemesine neden oldu bu ülkede. Bakın Latin Amerika’da sol adına umut veren kıpırdanmalar var, Almanya’da – çizgisini benimseyelim ya da benimsemeyelim – Sol Parti yükseliş içinde. Türkiye’de ise sol adına yaprak kımıldamıyor. Bu âtıllıkta darbe süreci çok etkili oldu.

 

- Yolda yürürken Kenan Evren’le karşılaştınız; yüz yüze geldiniz diyelim. Ne yapardınız?

 

- O son derece kanlı bir dönemin, sola, sosyalizme saldırının simge ismi. O gün de, bugün de ben gider istediğim bir çay bahçesinde oturur ve çay içerim. Kenan Evren gibiler bunu yapamazlar. Ben halkın içinde oldum hep, ama onlar buna cesaret edemez; karşılaşma olasılığımız çok düşük yani. Yine de karşılaşsak ne derdim? Yazdıklarımdan çok daha fazlasını herhâlde. Kimi yaşananların telafisi mümkün değildir. 12 Eylül sürecinde yaşanan vahşet de telafisi mümkün olmayanlardan. Emir-komuta adaleti çerçevesinde verilmiş olan ağır cezaların adaletsizliğini anlatırdım, işlettiği cinayetleri… İdam cezalarının ya da daha doğru bir deyimle devlet eliyle işlenen taammüden cinayetlerin sorumlusu olduğunu söylerdim yüzüne.

 

 

 

“TÜRKİYE’DEKİ HER ASKERÎ DARBENİN RADYODAKİ BİLDİRİLERİNDE DUYULAN İLK TÜMCE “NATO’YA BAĞLIYIZ.” OLMUŞTUR.”

 

 

 

- Burada bir ayraç açmak istiyorum. Darbeyi ordu yaptı, fakat asıl ipler darbecilerin mi, yoksa ABD, NATO gibi daha tepedeki oluşumların mı elindeydi. Bunu şu Mehmet Ali Birand’ın bir kitabında geçen (sonraları ABD’lilerce tekzip edilse de tekzibin yalan olduğu anlaşılmış) bir simge tümceye de dayanarak söylüyorum: “Our boys have done it” [“(Darbeyi) bizim çocuklar yaptı.”] ABD’nin Ankara’daki bir diplomatının ağzından dökülen sözcüklerdi bunlar, Birand’a göre.

 

- Türkiye aslında ‘küçük Amerika’. Devlet mekanizmasının ABD’nin taleplerine direnen değil, uyum gösteren bir yapıya sahip olduğunu biliyoruz. Bunu askeri hibe ve krediler, ekonomik borçlar, standardizasyon vb. oldukça fazla kanalla gerçekleştiriyorlar. Bu yönüyle düşünürsek darbecilerin asıl kimliği elbette ki ABD ile işbirliği ve NATO ilişkileri çerçevesinde şekillendi. Fakat Türkiye’de yaşananları uzaklarda birilerinin sırtına atmak, bana pek aklî gelmiyor. Çok somut: Türkiye’de 12 Eylül darbesini emir-komuta zinciri içinde ordu yaptı. Askerî cezaevlerinde yattı o insanlar, askerî mahkemelerde yargılandılar. Ama diğer yandan, Türkiye’deki her askerî darbenin radyodaki bildirilerinde duyulan ilk tümce “NATO’ya bağlıyız.” olmuştur. Bu da, işbirlikçi karakteri, biz vurgulamasak bile, net bir biçimde gösterir.

 

- Ordunun bağlı olduğu salt NATO vb. değil sermaye sınıfıydı da. DİSK kapatılırken, - - - Kızılay ve OYAK’la birlikte TÜSİAD da sapasağlam ayakta kaldı darbeden sonra.

 

Aslında darbenin sınıfsal karakterdeki en iyi ve ilk tahlilini sermaye sınıfının bir sözcüsü, hiçbir solcunun yapamadığı denli açık ve net yaptı. O zamanlar Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun başkanı olan Halit Narin “Gülme sırası bizde.” diyordu darbeyi izleyen günlerde. En belirgin sınıfsal tahlildir. İkinci en çarpıcı tahlil de yine sermaye sınıfının bir başka duayeninden Vehbi Koç’tan gelmiştir. Koç’un Kenan Evren’e gönderdiği akıl veren o ünlü mektup ibretliktir.

 

- Tam da bu noktada sormak istiyorum, bugün egemen basın organlarında 12 Eylül’e ilişkin yoğun bir yargılama / olumsuzlama süreci söz konusu. Fakat bu olumsuzlayanlar, sermaye sınıfının gazetelerinde yapıyorlar bu yargılamayı. Yani Darbe süreci ile serpilen holdinglerin iletişim aygıtları, iş işten geçtikten sonra kendisine güzel günler getiren darbecileri eleştiriyorlar. Bu bir çeşit ikiyüzlülük değil mi?

 

- Bir anlamda evet. Basın olayı ‘…öyle kötü günler yaşandı, bitti...’, ‘…ordu buna mecburdu…’ söylemiyle veriyor daha çok bana sorarsanız. Diğer yandan ‘öyle kötü günler’ bugün de sürmekte, 12 Eylül günümüze önemli oranda taşınmıştır. Örneğin Asılmayıp Beslenenler adlı kitabımda da ele alınan F-tipi cezaevi zorbalığı gökten zembille inmedi, 12 Eylül’den bu yana gerek ceza yasası gerek cezaevlerindeki uygulama süreci ilmek ilmek dokunarak f-tipi cezaevlerini getirdi önümüze. Ya da örneğin Ermeni Konferansı’nın idarî mahkeme tarafından inanılmaz bir biçimde iptal edilmesi girişimi: Bunu ‘emir-komuta adaleti’ olgusunu göz ardı ederek nasıl izah edebiliriz ki? Bunlar ‘adalet’e olan inancı kökten sarsacak gelişmelerdir. Öyle ki, Türkiye’de yaşananlar “adalet” kavramını sınıfsal arka planıyla birlikte ele alanlar açısından oldukça zengin örnekler sunuyor. Apoletli Adalet’in giriş yazısında da belirttiğim gibi, iktidarın olduğu yerde zorbalık da var ve adalet dediğiniz egemen olanın adaletinden başka bir şey değil. Hemen her şey güçlerin karşılıklı savaşımı üzerinden yürüyor Türkiye’de de, dünyada da.

 

 

 

“KOCA BİR KUŞAK KIYMA MAKİNESİNDEN GEÇİRİLDİ, KİMİSİ KIRILSA DA KEMİK GİBİ DURMAYI BECERDİ, KİMİSİ ET GİBİ EZİLDİ.”

 

 

 

- İlk sorumuz ‘78 kuşağı gençliği ile bugünün gençliğinin karşılaştırılması üzerineydi; aynı soruyu bugünün solcusu ve o günün solcusunun karşılaştırılması biçiminde değiştirerek sorsak?

 

- Koca bir kuşak kıyma makinesinden geçirildi, kimisi kırılsa da kemik gibi durmayı becerdi, kimisi et gibi ezildi. 16 Mart 1978’de Eczacılık Fakültesi’nin önünde gerçekleştirilen derin destekli katliamın ardından DİSK 19 Mart 1978’de bir ‘faşizme ihtar’ eylemi örgütledi. DİSK fabrikalarda, bizler de okullarımızda bu eyleme katıldık. İstanbul Üniversitesi’ni geceden işgal etmiştik. Sonra yürüyüş başladı. Yürüyüş kolunun bir ucu Sirkeci iskele meydanını doldurduğunda, yürüyüş kolunun diğer ucunda İstanbul Üniversitesi’nin bahçesi hala hınca hınç doluydu. Bu insanlar 12 Eylül 1980 sonrasında kayboldu. Bu nasıl oldu? Şöyle oldu:

 

1)12 Eylül sürecinde (1980 – 1985) bir milyonun üzerinde insan gözaltına alındı (resmî rakamlar 650 bin olduğunu söylüyor, fakat buna kırsal kesimde ve köylerde gerçekleşen toplu gözaltıları da, tahminî olarak - ekliyorum). Bunların 230 bini hakkında örgüt üyeliği ‘suçu’ndan dava açıldı. O gözaltı travması insanlar üzerinde onarılması çok güç tahribata yol açtı. Cinsel organlarına ip bağlananlar mı istersiniz, çırılçıplak soyulup dolaştırılanlar mı, yoksa kadınların uğradığı cinsel tacizler mi…

 

2) Emniyet/karakol/kışla süreci: Burada da göz altı ile başlayan işkenceler sistemli bir şekilde sürdürüldü.

 

“Nereye gitti bu insanlar?”ın sorusunun yanıtı böyle verilebilir. İnsanlar bir daha işkence görmeme adına sessizleşti, suskunlaştı... Sokaklarda iki kişiden fazlasının yan yana yürümesi bile yasaklandı. İnsanlar birbirleri ile görüşmemek için yolda yürürken kaldırım değiştirir oldu. 25 yıl olmuş darbe yapılalı fakat bu ağır bir travmaydı, bu travma o günlerde çocukluğunu yaşamakta olanların bir bölümünü tepkicil olmaya yöneltti. 1989 – 1990’da yükselen memur-işçi ve öğrenci muhalefetini de biraz böyle algılıyorum; ne ki gerek dünyada Doğu Bloku’nun çöküş süreci, gerek 1989 – 1990’da yinelenen soruşturma/işkence/gözaltı/yargısız infaz dalgası ile bu dalga da sönümlendi.

 

Bugün orta yaş kuşağını oluşturan insanlar 1980’lerde genç olanlar, çocuk olanlar. Darbe travmasını yaşamasalar da gözlemlediler çoğu. Çocuklarını buna göre yetiştirdiler. Bakın bugünkü gençliğe, ne suya ne sabuna dokunma yanlısı çoğu… toplumsal yarar gözetme kaygısı, bir ideal peşinde yürüme duygusu yok çoğunda. Çünkü darbe travması, kapitalizmin küresel hegemonya oluşturma amaçlı saldırısıyla birleşti ve amaçsız, değerleri olmayan bir gençlik çıktı işte ortaya. 1978’de sol vardı; ama bugün sol ne kadar etkin, bu tartışılır.

 

 

 

HEPSİ AYNI FABRİKADAN ÇIKMIŞLARCASINA BİR ÖRNEKTİ. BUNLARIN ÇOĞU CIA TARAFINDAN AKTARILAN, ÖĞRETİLEN YÖNTEMLER.”

 

 

 

- Az önce işkence/travma sürecinden söz ettiniz. Bunlar salt Türkiye’ye mi özgüydü sizce?

 

- Geçenlerde İsabelle Allende’nin Şili’deki cunta dönemini de anlattığı Ruhlar Evi’ni okudum. Uygulanan işkence yöntemleri, mantık bire bir aynı. Kalemlerin Gecesi’ni seyrettim, Arjantin’deki cunta sürecini anlatan bu filmde olanlar da Türkiye’de yapılanların hemen hemen aynısıydı. Keza Olympia Garajı adlı filmde aktarılanlar…. Sonra Duvardaki Sarmaşık. Uruguay’daki işkence/cunta süreci… hepsi aynı fabrikadan çıkmışlarcasına bir örnekti. Bunların çoğu CIA tarafından aktarılan, öğretilen yöntemler. Türkiye’de bu pisliklere alet olanların hiçbiri yargılanmadı. Evren’i yargılayamazsınız, anayasadaki geçici 15. maddeden ötürü. Kaç kişi sokakta öldürüldü sorgusuz sualsiz ‘derin’ güçlerce, hiçbiri cezalandırılmadı. İşkence yapanlar göstermelik olarak yargılandılarsa da, hemen hiç ceza almadılar. Çok çarpıcı olduğu için, İsmail Hakkı Adalı, Kemal Soğukpınar, Reha Şen ve Fevzi Yalçın’ın hunharca katledildiği 7 Ekim 1988 Tuzla katliamından söz edeceğim. TİKKO militanı olduğu savlanan bu dört kişi için İstanbul Siyasi Şube’nin neredeyse tüm görevlileri Tuzla Köprüsü’ne mevzilenip beklemeye başlıyorlar. Bu kişilerin oradan geçeceği biliniyor, istihbarat önceden alınmış. İçinde bulundukları yabancı plakalı araç durduruluyor. Buraya kadar da bir sorun yok. Kolaylıkla dışarı çıkarıp enterne etme imkanları varken bunu yapmıyorlar. Köprünün üzerinde mevzilenen bütün polisler silahlarını bu dört gencin üzerinde deniyorlar.

 

 

 

“YETMİYOR BİR ŞARJÖR DAHA, BİR ŞARJÖR DAHA.”

 

 

 

Yetmiyor bir şarjör daha, bir şarjör daha. Araç ve içindekiler delik deşik oluyor. Vahşet bu boyutta olmasına karşın, bu olaydan da ceza alan kimse olmadı.

 

“Adalet” dediğiniz iki yüzü olan bir olgu kısacası, ezilenlere asla güven vermez. “Güçler ayrılığı” deniliyor, hikaye! 12 Eylül sonrasında kurdurulan Danışma Meclisi, askerî mahkemelerde alınan herhangi bir idam kararına “Hayır” dedi mi? Sonrasındaki MGK süreciyle birlikte yaşananlar hafızalarda taptaze. Ve bugün yaşananlar… Şu ânda da böyle oluyor, “Ermeni Konferansı istemiyoruz” diyor Adalet Bakanı, “Elimde olsa bu konuda dava açardım” anlamına gelecek sözler söylüyor; tak diye iptal ediyor idarî mahkeme, ya da hükümetin işine gelecek bir biçimde konferansın yeri değişiyor falan…

 

 

 

“SONUNDA ÖĞRENDİK Kİ (İLGİLİ KOMUTAN) ERDAL ATABEK İLE İLGİLİ TUTUKLAMA KARARI VERMEYİ KABUL EDEN BİR HAKİMİ NİHAYET BULMUŞ.” sf. 62)

 

 

 

Ne idüğü belirsiz raporlar geliyor bir yerlerden, mahkeme bunu kanıt kabul ediyor kişileri cezalandırmak, cezalarını artırmak için. İşkence yapıldığına ilişkin raporlar hazırlanıp konuyor mahkeme dosyalarına, birileri çıkartıyor onları. Diğer yandan Abdullah Çatlı’nın belgeleri arşivlerden, dosyalardan çıkartılıyor, bu ilk kez Apoletli Adalet adlı kitapta apaçık anlatıldı. Yargılama dediğiniz tiyatrodan ibaret kısacası. Kitapta da dendiği gibi “avukatlar tuzluk” görevi görüyor. Âdet yerini buluyor, yoksa yargılama çoktan yapılmış, kararlar çoktan verilmiş…

 

 

 

 

 

“12 EYLÜL SÜRECİNDE TOPLU DAVALAR AÇILMASI İSTEMİNİN ‘YUKARI’DAN GELDİĞİNİ AKTARIYOR VE TEKİL DAVALAR AÇILMAMASININ CUNTADAKİ ‘BAKIN DÜŞMAN ÖRGÜTLÜ VE ÇOK GÜÇLÜYDÜ’ İZLENİMİ UYANDIRMA AMACINI TAŞIDIĞINI BELİRTİYOR.”

 

 

 

- Burada şimdiye kadar es geçilmiş çok önemli bir noktadan bahsediliyor kitapta. Emekli Hakim Albay Refik Karaa 12 Eylül sürecinde toplu davalar açılması isteminin ‘yukarı’dan geldiğini aktarıyor ve tekil davalar açılmamasının cuntadaki ‘bakın düşman örgütlü ve çok güçlüydü’ izlenimi uyandırma amacını taşıdığını belirtiyor. Birbiriyle alakasız yüzlerce, binlerce insan bu nedenle belirli toplu davalarda yargılandı.

 

 

 

“KEZA 12 YAŞINDA BİR ÇOCUĞU DA YAKINLARIYLA GÖRÜŞTÜKTEN SONRA BIRAKTIRDIM. SUÇ NE? ÇOCUĞUN EVİNİN BAHÇESİNDE SİLAH YAKALANMIŞ. 12 YAŞINDAKİ ÇOCUK BÖYLE BİR SUÇTAN SORUMLU TUTULABİLİR Mİ?” (sf. 138)

 

 

 

- 12 Eylül sürecinde ilkeli ve onurlu davranmış az sayıdaki yargıçlardan biri Atilla Rişvanoğlu’ydu. Rişvanoğlu, onunla görüşmenizden kısa bir süre sonra yaşama veda etmiş…

 

- Evet, üzücü… Daha ilginç bir şey İzmirli avukat Fehmi Çam ile görüşecektim bu kitapla ilgili. Hıdır Aslan’ın avukatıydı. Görüşmemize bir gün kala beyin kanaması geçirdi. Asılmayıp Beslenenler adlı kitabımda görüşlerine yer verdiğim Nazif Kaleli ne yazık ki vefat etti… Bunlar oldukça insan düşünmeden edemiyor, 12 Eylül’ün muhasebesini bizler geciktirdikçe, bu konuda bilgi sağlayabilecek insan da kalmayacak.

 

 

 

“BUYURSUNLAR, SAĞCILAR DA SİSTEMİN ETEKLERİNE SIKI SIKIYA YAPIŞMAK YERİNE BENZER ÇALIŞMALAR ÜRETSİNLER.”

 

 

 

- Kitabınız için görüştüğünüz kişiler genellikle ‘kalbi solda çarpanlar’ olmuş. Oysa, daha az sayıda da olsa birkaç sağcı da ‘apoletli adalet’ten nasibini almıştı. Siz, sağ kesimle görüşmemişsiniz. Bu durum eserinizin nesnelliğine halel getirmiyor mu?

 

- Durduğum yere göre yazdım o kitabı. ‘Aman herkes olsun’ kaygısı gütmedim açıkçası. Sözlü tarih yöntemi ile geçmişe ışık tutacak bir derleme, araştırma idi yaptığım. Hayatta tek ‘patron’ olduğum yer, yazdığım kitapların içeriğine ilişkindir ve bunun adı öznellikse, ben de bunun bilinçli bir tercih olduğunu söyleyeceğim. Buyursunlar, sağcılar da sistemin eteklerine sıkı sıkıya yapışmak yerine benzer çalışmalar üretsinler.

 

 

 

“BU ÜLKEDE DARBECİLERİN DE ADALETE GEREKSİNİMİ VAR”.

 

 

 

- Bir de verilen cezaların hepsinin de sembolik anlamları vardı. Örneğin mahkemede slogan atıp “Yaşasın bir Mayıs.” dedikleri için idam cezası müebbete çevrilmeyenler, örneğin ABD’li Kommer Türkiye’ye geldikten hemen sonra infaz edilen idam cezaları… keşke hepsinin teker teker hesabı sorulabilse. Bu cellatlar için de iyi olurdu, belki cezalandırılsalar, bir nebze olsun vicdanlarını temizlemiş hissederlerdi kendilerini… Absürd bir tanımlama ile; Ali Elverdi’ler, Kommer’ler, Evrenler de kolay yetişmiyor (!) bu dünyada, ve Kenan Evren hakkında dava açtığı için görevden alınan onurlu savcı Sacit Kayasu’nun da dediği gibi “bu ülkede darbecilerin de adalete gereksinimi var”.

 

- Kitabınızın önemli bir bölümü darbe sürecinde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlara ayrılmış…

 

- Çünkü en çıplak işkenceler, cezalandırmalar, katliamlar orada yaşandı. Bizler Ankara’daki, İstanbul’daki, Doğu dışındaki başka yerlerdeki hapisanelerde bir biçimde de olsa sesimizi duyurabiliyorduk. Diyarbakır’da bu yoktu ve olmadı. Orada herşey, mahkemelerde olsun, gözaltına alınma sırasında olsun, hapisanelerde olsun çok daha sert ve başka türlü yaşandı.

 

 

 

“UZUN TUTUKLAMALAR, BİR ANLAMDA YIĞINLARI ENTERNE ETME YÖNTEMİNE DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞTÜ.”

 

 

 

- Kitapta idama götürülen kişilerin ardından gözyaşı döken subaylardan da söz ediliyor örneğin… Askerî de olsa bir insanî boyut söz konusu olmadı mı sizin 12 Eylül sürecinde yaşadıklarınızda?

 

- Atilla Rişvanoğlu bana savcılık yapmadı; Refik Karaa benim davalarıma bakan yargıç değildi… 12 Eylül’ün burgacından geçirilen çoğu kişi insanî bir şeyle karşılaşmadı. Süreç özet olarak şöyle işletildi: Sizi gözaltına aldıklarında ve tutukladıklarında iki yıl mahkemeye çıkartılmayı bekliyordunuz neyle suçlandığınızı ya da suçlanacağınızı bilmeksizin. Bu iki yılın sonunda çok ufak bir olasılıkla, birkaç kişi tahliye edilebiliyordu. Çoğunluk için ise teatral yargı süreci başlıyordu. Gelsin eylem dosyaları… Diyelim bir suçlama yöneltiliyor size; suçun asgari cezası 4 azami 12 yıl; hemen hiçbir zaman üst limiti yeğlemekten vazgeçmedi savcılar. Zaten yargının hızı malûm; toplam 12 yıl hapiste kalabiliyordunuz tutuklu olarak ve sonuçta mahkeme sizi suçsuz bulabiliyordu. Zaten suçlu bulsa da verilebilecek en uzun süreli cezayı hapiste, yargılanmanızı bekleyerek geçirmiş oluyordunuz; hiç şüphesiz planlı bir eylemdi bu. Uzun tutuklamalar, bir anlamda yığınları enterne etme yöntemine dönüştürülmüştü. Aslolan sizin için askerlerin ve onlara göbekten bağlı yargının verdiği peşin hükümdü; sonrasında âdet yerini bulsun bir süreç işletiliyordu.

 

 

 

“İŞİN İRONİK YANI, ŞİMDİKİ ‘SİVİL’ MAHKEMELER O ZAMANLARDAKİ SUÇLAR BENZERİ SUÇLAR İÇİN BUGÜN ÇOK DAHA AĞIR CEZALAR TALEP EDİYORLAR.”

 

 

 

İşin ironik yanı, şimdiki ‘sivil’ mahkemeler o zamanlardaki suçlar benzeri suçlar için bugün çok daha ağır cezalar talep ediyorlar. Hâlâ devam eden davalar var, Dev-Yol, Dev-Sol davaları sürüyor; yargılamayı sürdürenler binlerce klasör tutan dosyadan da habersizler. Savcı 163 kişi hakkında ağırlaştırılmış müebbet cezası istemiyle (geçmişteki idam cezasına denk) 146/1’den mütalaa hazırlıyor ama bu kişilerden dördünün ölü olduğunu bile bilmiyor.

 

- Kitabınızda 12 yıl boyunca idam edilmeyi beklemiş Ahmet Erhan da var. ‘Nasıl bir psikoloji böyle bir durumu kaldırabilir?’ diye soruyor kişi kendine ister istemez…

 

- Evet, korkunç bir süreç. Böyle durumlarda kişi kendinden çok başkalarına odaklanıyor, başkalarını düşünüyor ve kendine güçlü bir ideal belirliyor; örneğin ‘biz insanlığı temsil ediyoruz’ diye düşünüyor belki de haklı olarak; bir misyon ifadesi söz konusu oluyor ve bu, kişinin direnmesine yardımcı oluyor. Deniz Gezmişler sürecinde de böyle olmuştu. Motivasyon ve bununla birlikte sizi yaşama bağlayacak tutamaklar önemli. ‘Yoldaş’larını düşünüyor kişi içeride, kendini geçmişteki benzer mücadeleleri vermiş kişilerle özdeşleştiriyor; bu ve bunun gibi şeyler onun dayanma gücünü artırıyor.

 

 

 

“POLİSLER, BANA VE BİRKAÇ ARKADAŞIMA BUGÜN BİLE ANLAMLANDIRAMADIĞIM ÇOK AŞIRI BİR ŞİDDETLE UYGULADI. O GÜN AKŞAM SALIVERİLDİK.”

 

 

 

- Babanız da 12 Eylül sürecinde avukat olarak çok dirsek çürütmüş birisi. Sizin davalarınıza da o bakmış. Nasıl bir ilişki vardı aranızda; siz cezaevine girince ne yönde bir evrilme oldu?

 

- Babamla 1980 yılında cezaevine girince yeniden tanıştık. Haftada iki kez birer saat görüşebiliyorduk, bu yaklaşık sekiz yıl boyunca süren bir sohbetler dizisine ve babamla ilişkimizin yeniden tanımlanmasına yol açtı. Benim gözaltına alınmamın ve sonrasında başıma gelenlerin ondaki devlet fikrini kökten değiştirdiğini biliyorum. 1978’de, henüz yaşım 17 iken bir sokak gösterisinin ardından gözaltına alındım. Polisler, bana ve birkaç arkadaşıma bugün bile anlamlandıramadığım çok aşırı bir şiddetle uyguladı. O gün akşam salıverildik. Eve gelip üzerimdekileri çıkarttığımda çok şaşırdım, çünkü sırtım ve her yanım cop yaraları ve çürükleri ile doluydu; o gün babamın değerler dünyasında bir deprem oldu sanırım, ve ondaki ‘devlet işkence yapmaz’ görüşü değişti.

 

 

 

“SANA HER GÜN PARA GÖNDERECEĞİM, EĞER İŞKENCE GÖRMEMİŞSEN PARAYA İHTİYACIN OLMADIĞINI BİR NOTLA İLETİRSİN, YOK İŞKENCE GÖRMÜŞSEN “PARAYA İHTİYACIM VARDI” DER TEŞEKKÜR EDERSİN.” DEDİ.

 

 

 

Daha sonra, 12 Eylül sürecinde siyasi şubeye düştüğümde şube müdürüne subay olan amcamla birlikte ziyarete geldiler. Siyasi şube müdürünün işkenceyi savunan söyleminden başıma gelecekleri hem ben hem de babam hissettik. Ayrılırken kulağıma gizlice “Sana her gün para göndereceğim, eğer işkence görmemişsen paraya ihtiyacın olmadığını bir notla iletirsin, yok işkence görmüşsen “paraya ihtiyacım vardı” der teşekkür edersin.” dedi. Babamın bunu düşünmesi yaşanacaklara ilişkin öngörüsünü de ortaya koyuyordu; yani artık o da devletin işkence yapabileceğini kabul etmişti. Nitekim dediği gibi yaptım ve ikinci günden sonra ağır bir işkence başladı ve bunu anlaştığımız şifre ile ilettim ona. Daha sonra Sıkıyönetim Komutanlığı’na başvurularda bulunarak “şu, şu günlerde Ertuğrul Mavioğlu’na işkence yapılmıştır…” ifadelerini içeren ayrıntılı dilekçeler sundu; sıkıyönetim komutanları, kapalı kapılar ardında yapılan işkencelere ilişkin bilginin dışarıya nasıl sızabildiği konusunda şaşkına dönmüşlerdi.

 

Asılmayıp Beslenenler kitabını yazmadan önce babama “Seninle de konuşacağım bir kitap için…” demiştim, fakat o “Hoşlanmıyorum.” diyerek bu önerime olumlu yaklaşmamıştı. Asılmayıp Beslenenler yayınlandıktan sonra birden konuşmaya karar verdi. Onunla yaptığım görüşme Apoletli Adalet kitabının da ufkunu belirledi bir anlamda. Yani kitabın onunla yaptığım röportajla başlaması, babama torpil geçtiğim için değildir.

 

 

 

 

Kolay Gelsin

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.