Gönderi tarihi: 12 Aralık , 2006 18 yıl ALLAH RAHMET EYLEMESİN... Kahramanlar gibi poz verdiklerinde gazetecilere onların suratlarındaki “meymenetsizliği” fotoğrafçıların çabası bile saklayamamıştı. “Vatanlarını kurtarmak” adına karartanların başındaki general bir insan olamazdı. İnsanların kalbi olur. Onunsa kahverengi üniforması, kılıcı, kafasından büyük şapkası ve madalyaları vardı. O ve onun gibi kalpsizlere “yaratık” demek daha doğru olur. Çünkü ancak “insanlıktan nasibini almayanlar” bir gece ansızın aldıkları bir işaretle yakıp yıkarlar insanlık adına var olan tüm değerleri. Postalları ile çiğner geçerler insanı insan yapan güzellikleri. Dediğim gibi insan olamazlar “Doldurun hepsini stadyuma” emrini verenler. Futbol statlarını işkencehaneye ve idam sehpasına dönüştürenler üniformalarını giyerken kaybederler insanlıklarını. Üniversite öğrencilerini, sendika üyesi işçileri, hukuk devletine sahip çıkan polisleri, sanatçıları ve hatta seçmenleri işkencehanelerde katledip de ardından denize atıyorlarsa ya da sönmüş volkanların kraterlerini toplu mezara dönüştürüyorlarsa çok iyi biliyorlardır aslında yaptıklarının insanlık suçu olduğunu. İşte bu “bilinçli canilik” onları iyice “yaratıklaştırır”. İnsana düşman, insanlığa düşman ve de tüm güzelliklerine bu dünyanın düşmandır bu yaratıklar. Kahverengi üniforması, kılıcı, madalyaları ve şapkasıyla iktidara el koyduğunda böyle bir yaratık tüm Şili bir dullar ve öksüzler ülkesi oldu. Ülkenin aydınlarını yok etti gücü yettiğince. Binlerce insan onun emri ve sürüsünün emir komuta zinciri uygulamaları ile katledildiler ve kaybedildiler. Onbinlerce insan işkencehanelerde insan olduklarına pişman edildi. Yüzbinler ülkelerinden uzak kıtalarda sürgüne mahkum oldu. Ne dünyaya çarpan bir dev göktaşı, ne onlarca metrelik dalgalar, ne bir atom bombası ne de bir koca deprem Şili’ye bu üniformalı yaratığın verdiği zararı verebilirdi. Genç insanlar 18 yaşından küçük oldukları halde darağacında asıldılar sahte belgelerle. Sendikacıların ağzına tabanca namluları sokularak sorguları yapıldı. Köylüler kendi dışkılarını yemek zorunda kaldılar. Kadınlara ve genç kızlara tecavüz edildi. Yargısız infazlarda insanlar sorgusuz sualsiz ve de suçlu ya da suçsuz taranarak katledildiler. Çünkü Şili’deki bu üniformalı yaratık düşünen ve direnenleri hapishanede “beslemektense” “asmaktan” ve “yok etmekten” yanaydı. Ve sonunda insanlar kazandı yaratıklara karşı savaşı. Hatta faka bastı ve 1998 yılının Ekim ayında İngiltere’de ter döktü alnından öpülesi yiğit bir İspanyo hakim sayesinde. Diplomasi onu kurtaramasaydı “toplu katliam, terör ve işkence” suçlarından yargılanacaktı. Ve sonunda öldü Augusto Pinochet. Bir Hitler ya da Mussolini gibi olmadı sonu. Ama son yıllarda en büyük korkusu buydu. Ben dindar bir insan değilim. Cennet ve cehennem konusunda söyleyecek fazla bir sözüm yok. Ama “inşallah vardır bir cehennem” diye düşünmek ve dilemekteyim iki gündür. Ve genelde hep uyduğum bir kural vardır, ölenin arkasından kötü konuşulmaz diye. Bugün bozuyorum o kuralı ve diyorum ki: “Sorarlarsa nasıl bilirdiniz merhumu?” diye açık benim cevabım kısa ve net: “Allah belasını versin ve allah ona rahmet eylemesin”. Dilerim vardır bir cehennem yoksa binlerce insan nerede olduğunu bilmediğimiz mezarlarında rahat uyuyamayacaklar! _________________________________________________ Kaynak: OZAN CEYHUN / 11 Aralık 2006 / A. G. Ya bizim Şili'ye benzer yanımıza ne demeli.. Şili'de 1969'da kurulan Halk Birliği, ertesi yıl seçimlerde büyük başarı kazanmış; yabancı sermaye egemenliğine karşı başlatılan Marksist mücadele, Salvador Allende 'nin Latin Amerika'da seçilen ilk Marksist lider oluşuyla taçlandırılmıştır. Soğuk Savaş'ın hararetli günlerinde süregelen komünist avından, 1973'te Allende'nin önderliğindeki Şili de payını almış ve General Pinochet'nin 1990'a kadar devam edecek diktatörlüğü başlamıştır. Elbette, Pinochet'nin "en önemli icraatları" ilerici, aydın ve solcu Şililileri hapse atma, ülkeden sürme, kaybetme ve idam etme biçiminde şekillenmiştir. 11 Eylül'deki darbede başkanlık sarayında öldürülen Allende'nin yanı sıra; o gün, darbe öncesi koşullara dönüleceğini umarak Pinochet'ye destek veren "ılımlılar" ve "liberaller" de cunta tarafından tasfiye edilmiş, daha sonra Pinochet, 1987'de siyasi yasaklar kalkana dek kanlı diktatörlüğünü sağlam kılmak için elinden geleni ardına koymamıştır. 1973 Şili darbesinden tam yedi yıl sonra, Türkiye de benzer bir müdahaleye tanık olmuş, 12 Eylül 1980'de tüm demokratik yapı, Kenan Evren başkanlığındaki konsey tarafından alaşağı edilmiştir. 12 Eylül saat 04.00'ten günümüze kadar etkileri devam eden; sosyal ve kültürel yaşamı derinden sarsan, açtığı yaralar kapanmayan darbe, pek çok insanın fişlenmesine, işkence görmesine, tutuklanmasına ve idamına yol açmıştır. "Asmayalım da besleyelim mi" sözüyle idamları savunan Evren'in, belki de en bilinen kurbanı Erdal Eren 'in infaz süreci Türkiye'nin kara bir lekesidir. 13 Aralık 1980'de, 17'sindeyken "naylon raporla" yaşı büyütülerek sehpaya çıkarılan Erdal Eren'in; idam cezasına çarptırılma gerekçesi ise "bir eri öldürmek" ti. Her ne kadar eri öldüren kurşunun, piyade tüfeğinden ateşlendiği belirlense de; bu raporların, Eren'in "yaş büyütme" raporu kadar kolay gündeme gelememesi, 12 Eylül'ün "özel koşullarıyla" ilgiliydi! 1973'te CIA destekli Şili darbesi ile CIA görevlilerinin "Bizim çocuklar başardı" diye muştuladığı 12 Eylül Türkiye darbesi ve darbecilerin suçsuz yere idam ettiği 17 yaşındaki bir genç; tıpkı Şili'de, Pinochet'nin imzasıyla kalemi kırılan, kaybolan, işkencelerden geçen, kurşuna dizilen ve tren raylarına bağlanıp okyanusa atılan yüzlerce yaşıtı gibi. İki ülkenin yakın siyasi tarihindeki kimi olaylar ve yaşanan acılar, birbirine ne kadar benziyor değil mi?
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.