Gönderi tarihi: 9 Aralık , 2006 18 yıl The Man Who Wasn't There (Orada Olmayan Adam) Deneme Oradaydılar… Bu şehirde gökdelenler hünerli bir elden çıkma maketlere benziyordu. Dünya fazlasıyla “ben”siz ve ben fazlasıyla bir “başkası”ydım. Sanki hiçbir şey gerçek değildi, sanki birazdan, uyuduğum rüyadan gerçek hayata uyandırılacaktım. Ed Crain… Onu anlatmaya, bilinçaltını bütünüyle yordamaya bu giriş tümceleri kâfi gelmez elbette. Fakat onun dünyasının kapılarını aralamaya, beynin çekmecesinde yer alan gizli bölmeleri incelemeye bu noktadan başlamak sağlıklı olur kanısındayım. “İnsan acıdan ölmez” diyor Sthendal ‘Armance’da, “yoksa o anda ölürdü.” Peş peşe yaktığı sigaralarıyla umutsuz ve bıkkınlık ifşa eden hüzünlü bakışları Ed Crain’i bir Godard karakteri gibi algılamamıza neden oluyor (Hakikaten, Godard karakterleri durmaksızın sigara içerler). Sigara.. Bu minvalde Godard filmlerinin unutulmaz karakterlerine bir saygı duruşu olarak okunabileceği gibi, hepsinden önemlisi, sigara, rutinliği, değişmezliği ve tükenişi imleyen bir metafor olarak da okunabilir. Tutunacak dalı olmayan her sancılı kişi gibi gerek Ed Crain gerekse de Godard’ın karakterleri sigaraya sığınıp onun dumanlarının içinde kaybolurlar. Tıpkı sigara dumanı gibi onların da hayatları dumanlıdır, sislidir, esrar perdesine boyanmıştır onlar boydan boya. Öte taraftan Ed Crain ile Sartre’ın Bulantı adlı romanının karakteri Raquentin arasında da bağlar var. Raquentin gibi varoluş kaygılarıyla örülü gizemli bir adam Ed Crain. Bakışlarından yeter derece özümseyebildiğimiz bu karakter, eylemleriyle de Albert Camus’nün roman karakterlerini anımsatıyor. Bir nevi her gün yanından gelip geçtiğimiz, farkına bile varmadığımız biri o. Otobüste yan yana yolculuk ettiğimiz, bazen bir adres sorduğumuz, bazen de dalgın dalgın yürüyüşüne denk geldiğimiz adam Ed Crain. Fakat daha da önemlisi Ed Crain, bizim soluk “ayna”mız. “Ben”imiz. Sıradan ve renksiz hayatının dar ve çelik gibi sert kabuğunu kırmaya çalışan bizden biri o. Duyarsız ve aldatmalarla örülü bir metropolde nefes almaya çalışıyor. Küçük, sıradan, dikkat çekmeyen ortalama insanın prototipi Ed Crain. Çağın bütün özelliklerini bünyesinde barındıran biteviye yalnız ve ölesiye yalnız ve de çıldırasıya yalnız bir adam. Hayatın gerçekten de bir manası var mı? Evrensel yalnızlaşma, kişisel buhran, yıkım, açmazlar… Bütün bunlar varoluş kaygısıyla ömür tükettiğimiz dünyanın evrensel sorunları. Hem Ed Crain’e hem de bize münhasır kişisel sorunlar da aynı zamanda. Üstüne rutin evlilik cehennemini de koyarsanız, yani üçüncü sınıf bir laneti, karşınızda aldatma-aldanma diyalektiğini bulursunuz. Bu noktada duyarsızlık, içsel ve dışsal törpülenme kendini belli eder. Günümüzde gitgide zıvanadan çıkan evliliklerin filmde bir ayna vazifesi gördüğünü belirtmek gerekir. Öteden beri Coen Kardeşler’in enstantanelerden felaketlere evrilen zekice senaryo anlayışlarına aşina olan izleyiciyi bile şaşırtan kusursuz bir senaryosu var filmin. Şantaj öyküsünün ya da oral seksin açığa çıkardığı felaketler bunun başat örnekleridir elbette. Ya da Ed Crain’in parasal yatırımının geldiği aşama. Enstantanelerden felakete evrilen düzlemde Coenler’in birçok meseleyi mercek altına aldıklarını düşünüyorum. Birincisi, kaderden kaçılmaz. Bu oldukça sıradan cümlenin altında trajedinin yattığını söylemeye gerek bile yok. Hepimizin hayatını aslında trajik öyküler belirlemiyor mu? Spinoza, “Bir şey olduysa, olması gerektiği için olmuştur” diyor. Bu ifade, felsefi açıdan bir zorunluluk ilkesini dillendiriyor. Tesadüfî görünen olguların, sonu trajediye boyanmış öykülerin bile matematiksel bir kesinliği mevcuttur, hiçbir şey rastlantısal değildir. Hayatta zincirleme bir ilerleme söz konusudur. Açıkçası bu minvalde Coenler’in ne denli ciddi olduklarını kestirmek biraz güç olsa da onların bu tarz öykü anlayışları yer yer kara mizaha kapı açmıyor da değil. Fakat karakterlerine acıdıkları da söylenebilir. Öyle ki buradan itibaren Coenler’in en ciddi, en manalı iki filminin Barton Fink ve Orada Olmayan Adam olduğunu rahatlıkla imleyebilirim. İkincisi, Amerika denen bu Yeni Dünya Düzeni’nin değişmez as oyuncusuna yönelik eleştiriler. Nesnesi sermaye olan hayat=sonu hiçle noktalanan hayat. Sonuçta gerek Ed ve karısı Doris Crain gerekse de Büyük Dave’i ölümle yüzleştiren temel sorunlar para elbette. Mutlaka aldatma, kişisel hesaplaşma gibi darboğazlar mevcut fakat bunların geldiği nihai aşama parada düğümleniyor. Örneğin avukatın parasal nedenlere dayalı olarak işi ağırdan alması, Ed Crain’in Doris’i kurtarma pahasına berber dükkânını ipoteğe vermesi, Doris’in patronuyla yaşadığı birliktelik, yine Ed Crain’in sözde yatırım yapması… Kapitalizme ve burjuva ahlakına doğrudan ya da dolaylı saldırılar… Bütün bu kabarık liste filmin salt psikolojik açıdan okunduğunda eksik kalacağını muştuluyor. Bireyin davranışlarına paranın nasıl yön verdiğini ağzımız açık izliyoruz. Üçüncüsü, halen Amerika’nın muhtelif eyaletlerinde yasayla belirlenmiş olan idam cezasına yönelik eleştiri. Demokrasinin tanrılığına soyunan bir ülkeyi kalbinden vurma. Dördüncüsü, Varoluşçuluğun (başlarken Sartre ve Camus’yü anma nedenim buydu) da gözde tema’sı olan intihar. Hayatı kabul ettiğimiz gibi ölümü de eninde sonunda kabul etmemiz gerektiğini yordama. Beşincisi, insanların hayatta kalmak için öldürmek zorunda kalmalarına yönelik ironik bir bakış açısı. Sıradan insanların bile yeri ve zamanı geldiğinde tereddüt etmeksizin birer katil olabileceklerine ışık tutma ve bu yolla şiddetin insanın bünyesinde her daim mevcut olduğunu, şiddeti gittiği her yere götürdüğünü betimleme. (Bu bakış açısı Kubrick ve Tarantino’da da söz konusu) Altıncısı, dış-ses kullanımıyla, karakter ve seyirci arasında bir tür özdeşleşim yaratma, karaktere gerçeklik hissi vermeye çalışma. Öte yandan karakteri içimizden biri gibi yorumlamaya, anlamaya çalışma. Yedincisi, ne fark eder ki? Filmin psiko-sosyal boyutundan sonra teknik kısmına geçebilirim. Orada Olmayan Adam, film-noir türüne dâhil edilebilir elbette. Coenler’in öteden beri birlikte çalıştıkları sinematograf Roger Dickson’ın dönemin atmosferini canlandırmadaki ustalığı gerçekten de tartışılamayacak düzeyde. İç ve dış mekânlarda olabildiğince ölçülü olan kamera yer yer statik çekimlere başvuruyor. Çevre düzenlemeleri ve bunların kameraya yansıyan biçimleri yerinde, estetik. Işık ve gölgelendirme ders niteliğinde. Son olarak oyuncu performansları dört dörtlük. Billy Bob Thornton’ı bilhassa anmak gerek.
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.