Zıplanacak içerik

Featured Replies

Gönderi tarihi:

Sen Ne Dersin İstanbul?

Zeynep Esen

Yağmurlu havaları hiç sevmem. Ağlamaklı insan gibidir. Ben ağlamıyorum! Yağmur yağıyor, soğuk. Sert, netameli bir havayı bile tercih ederdim ama...

 

Yağmurlu bir günde geliyoruz bu kez sana. Ellerimizde dururken hala Behiç’in sıcaklığı. El ele tutuşup söz verdik biz.

 

Sana geliyoruz Ankara. Behiç’in gözlerinden aldığımız ateşle yakıyoruz yol fenerimizi. Ki Behiç, hayatın en güzel resmidir. Ölüm deryasında Behiç, hayatın vaktidir. Cefamızdır alnımızda.

Ve düşüyoruz yollara. Dilimizde türkülerle.

 

Ne ağır söyler bizim türküler. Ne dertlidir ki gülden ağır. Bunu belki de en iyi Sincan’ın tecrit hücrelerindeki İhsan Cibelik bilir. İhsan’ın sazından dökülüverir belki, gelir de dilimize dolanır Ankara’nın Yüksel Caddesi’nde:

 

“düştüm bir ormana, yol belli değil

oy zulum zulum, başımda zulum

uzak git ölüm”

 

İşte o son dize boğazımıza düğümlenir kalır. Gerisi gelmez. Sen çalsan da gelmez İhsan, çünkü orası sözün bittiği yerdir. Sözün bittiği yerde nota neylesin? Öyle bir başına kalır. Sen çal yine de İhsan. Biz dinleyelim. Ankara’nın Yüksel Caddesi’nde.

 

Sesimizi duyurabildik mi ey tecrittekiler! Sesimiz o kalın sansür duvarına çarpıyor ama biz sesimizi duyurmasını da biliriz.

 

Ankara’nın en yüksek yerine çıkıp Sincan’a doğru bağırmak geliyor içimden:

“İhsaaaaaaaaan! Tecritteki dostlaaaaaaaaaar! Buradayız!..”

 

Tarih bunu da yazacak İhsan. Bu duyulmayan sesimizi de yazacak. İnsan onuru bu, kolay yok edilebilir bir şey değildir. İnsan onuru bu, tecrit hücrelerine de sığmaz. Bir gün gelir o duvarlar da yıkılır.

 

İstanbul bizi yağmurlarla uğurluyor. İstanbul bizimdir. İstanbul kadim dostumuzdur. Döneceğiz bekle. Tecrit kentine gidip, tarihin bu vaktine bir çentik atıp geleceğiz. Boşa değildir hiçbir çaba. Çünkü biz bir insanlık suçunu yüzlerine haykırmaya gidiyoruz.

 

Dost da düşman da bizi uğurlamaya gelmiş... Kucaklaşıyoruz dostlarımızla. İstanbul’dan çıkıyoruz. Kalabalık değiliz. Hatta azız. Yolda bir arkadaşa soruyorum: “Neden bu kadar azız ki?” Cevabı düşündürücü : “Biz hep az olduk ki... Az olmasak 122 kişi ölür müydü söylesene. Önemli olan sayı değil, az kişiyle bile olsa ne yaptığımızdır.”

 

Evet azız. Ama bir gün çoğalacağız. Yüzer yüzer, biner biner de geleceğiz...

 

Otobüsümüz ağır ağır yol alıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla orada olacağız. Yolda, ertesi gün yaşayacaklarımızın merakı içinde dalıyoruz hafiften uykulara.

Sen ne dersin İstanbul? Zulmün kalbi de durur mu bir gün? “Durur!” der gibi bakıyor bana İstanbul...

 

Behiç’i senin ellerine emanet edip düşüyoruz şimdi Gülcan’ın anne yüreğiyle, Sevgi’nin sıcaklığıyla Ankara yollarına.

 

Sabahın erken saatlerinde yine dostlarımız karşılıyor bizi. Kucaklaşıyoruz. Dostlarımız, yoldaşlarımız, kardeşlerimiz. Ankara’nın mahpus görmüş aydınları karşılıyorlar bizi sımsıcak yüzleriyle.

 

Yükümüzü boşaltıyoruz. Yükümüz ağır, Behiç’in 200 günlük açlığını sırtladık da geldik. Gözlerinin ferini, direncini ve umudunu getirdik. Getirip hepsini bırakıyoruz Ankara toprağına.

 

Bu kente sanatçı yüreğimizle geldik. Bu şehre anne, kardeş, baba yüreğimizle geldik. Yüreğimizi bırakıp gitmesini de biliriz. Yüreğimizi sizinkinin yanına bırakıp. “Boyun eğmenin akıl sayıldığı yerde, soyu ezelden deli olanların” yanına...

 

Yüksel Caddesi’nin tanıklığında tarihe notlar düşüyoruz:

“Bu kent, tecridi uygulayanların kentidir. Buradan çıkıyor zulüm kararnameleri.”

 

Bakanlığın kapısında bir duvar var ki, binlerce kolluktan oluşan duvar bu. Korkunun duvarı bu. Düşüncenin etrafına örülmüş bir duvar. Düşünen beyinlerin etrafına örülen korku duvarı. Bu duvarı aşmasın düşünce! Zira en tehlikelisidir zulümden kurulu iktidarların gözünde düşünce. Tecrit edilmelidir görüldüğü her yerde.

 

Devlet erkinin kapıları bu sefer aydınların yüzüne kapanıyor.

 

Dışarıda binlerce kolluk, günler öncesinden bu misafirliğe hazırlığını yaparken, gittiğimiz makamda derin bir sessizlik hakim. Korkudandır herhalde... Beynimizdeki düşüncenin korkusundan. Yüzümüze bakamayacakları için koltuklarını terk edip gitmişler. Bu ülkeyi yönetenler aydınıyla yüzleşmekten de korkuyor.

 

Bu düşüncelerimizi açıklıyoruz kapının önünde. “Adalet Bakanlığı’na bir sıkıntımızı dile getirmek için geldik, kapı yüzümüze duvar oldu. Kimliğimizde TC vatandaşı olduğumuz yazılı, dilekçe vermek yasal hakkımız... Ama muhatap alacak kimse bulamıyoruz. Muhatap bulamadığımız yer, bir ülkenin bakanlık makamı...”

 

Umudumuzu hiç yitirmedik. İlk defa böyle karşılanmıyoruz. Sanki az önce bir tabut geçmiş gibi bakanlık önü sessiz. Basın mensupları not alıyorlar. Herkesin gördüğü bir gerçeği bir kez daha açıklıyoruz.

 

“Bu bir yok sayma politikasıdır!”

Duydun mu İhsan, bizi yok sayıyorlar. Sizi yok sayıyorlar. Kapattıkları o hücrelerde sesiniz duyulmaz sanıyorlar ama sen yine de çal, biz elbette ki sesini duyarız. Sesinizi duyduğumuz için buradayız.

 

Bekliyoruz. Önümüzde polisten örülmüş lacivert duvar. Bizi renklere bile düşman ettiler. Bu rengi sevmedim hiç. Baskı otoritesinin rengi bu.

 

Ne çok şeyi yasakladılar değil mi bize? En sevdiğimiz renkleri de... Siyahı yasakladılar, haki yeşili, laciverdi, kahverengiyi, kırmızıyı... Bize gelen kıyafetler bu renk olamazdı. Ama beyazı hiç yasaklamadılar. Renksizliğin rengini, hiçliğin rengini.

 

Kitaplarımıza hep düşmandılar, mektuplarımıza, çizgilerimize, mektuplara yapıştırdığımız küçük küçük çiçeklerimize. Hepsini koparıp atarlardı; ne bize gelirdi, ne de biz gönderebilirdik dışarıya.

 

Umut dolu sözlerimize düşmandılar. Sözlerimizin üstünü karaladılar hep. Her şeye düşmandılar. Bir keresinde aramaya gelen gardiyanların gözleri, havalandırmada bir arama yaptıktan sonra duvar dibinde kendiliğinden bitmiş bir çiçeğe takılmıştı. Görmemelerini ne kadar çok isterdim. Son anda gördü biri ve elini uzatıp koparıp atıverdi yere çiçeği. Düşmandılar bir tutam yeşile bile.

fiimdi ben Yüksel Caddesi’ndeyim ve bunları düşünüyorum. Birden sanki kulağıma fısıldıyorsun:

“Hala düşmanlar...”

 

İçeri giren heyeti bekliyoruz. Yüksel Caddesi’ne yürüdük buraya kadar. Bakanlığın önünde öylece ayakta durmuş bekliyoruz. Biz burada ne çok bekledik İhsan...

 

Böyle bekledik sessizce. Sloganlarla da bekledik, türkülerle de. Ellerimizde bayraklarla bekledik. Pankartlarla. Biz burada ellerimiz kollarımız arkadan bağlı bekledik, ömrümüzün son on dakikasında...

 

Biz burada ne çok bekledik İhsan anlıyor musun? Anlarsın sen halden, biliyorum.

 

Tecrit...

Bizi bizden ayıran demek. Tecrit zulüm demek.

 

Millet Meclisi’nde anlatıyoruz bunları. Dört ilde tecridi tiyatrolaştırdığımızı ve insanların hislerini getirdiğimizi söylüyoruz. Hepsi birer belgedir.

 

Anlatmaktan yorulmuyoruz. Dilimizin döndüğünce anlatıyoruz derdimizi milletin vekillerine.

 

Dönmek üzere yola çıkıyoruz. Behiç’in gözleri düşüyor aklımıza. Dönerken o kadar çok kalabalığız ki İhsan. Halklar dolduruyor otobüsümüzü. Gürcüler, Lazlar, Kürtler, Zazalar, Araplar...

 

Otobüsümüz tam da halkların kardeşliğini sergiliyor. Meğer ne çok renkliymişiz. Türküler söylüyoruz her dilden. Ülkemizin bütün ezilen halkları olarak gelmişiz meğerse kapılarına. Halkların gücünü kim yenmeyi başarabilir İhsan. İşte böyle kardeşçe, tecrit edilmeden yaşamak istiyoruz. İnan ki türkülerimiz bile bunu söylüyor...

 

Bilirsin sen, dedim ya en iyi sen bilirsin belki. Halden anlarsın.

 

Sevgilerimizi bırakıyoruz tam da Sincan’ın önünden geçerken sizlere.

 

Hoşça kalın dostlar... Sizi yüreğimize basıyoruz. Gökyüzünün mavisine kavuşacağınız günlerin hasretiyle...

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.