Gönderi tarihi: 4 Ekim , 2006 18 yıl Mandarinler kimler? Mandarinlerin Çin İmparatorluğu'nda yaklaşık 7. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar on üç asır varlıklarını sürdüren bir bürokrat güruhu olduklarını söyleyerek başlayalım. Çin'in özgün kast sisteminde görevleri icabı üst basamaklarda bulunuyorlar. Hatta İmparator'un en seçkin bürokratları olduklarını söylemek mümkün. Görevleri mi? Mandarinler, çok daha etkili olmakla birlikte, Osmanlı tarihindeki "ulema"lara benzer bir göreve sahiptiler. Bir iktidar aracı olarak "bilgi"yi ve bilgi üzerinde kurdukları tekeli kullanıyorlardı. Kimi zaman imparatorlara karşı dahi... Konfüçyüs öğretisine bağlı olan mandarinler, uzun mesafe ticareti bir zafiyet belirtisi olarak görüp Çin'in bugün hâlâ yaygın olan "kapalı kutu" imajını yaratmasında önemli katkıda bulunmuşlardır. Mandarinler hakkında oldukça ilginç ayrıntılar olsa da bu bahsi burada kesmek gerekiyor. Ancak bu, mandarinlere aşağıda geri dönmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Tüm bunların neden anlatıldığına gelince... "Aydın" meselesine gelmeye çalışıyoruz. Aydın deyince bugünlerde bir duracaksınız ve Elif Shafak[1] diyeceksiniz malum. Biz de öyle yapalım. Birkaç sene öncesine kadar Türkiye'de Elif Shafak adını duyanların sayısı bugüne kıyasla bir hayli azdı. Bundan bir sene önce tesadüfe bakın ki tam da bugün, yani 25 Eylül'de Washington Post'ta Shafak'ın meşhur "İstanbul'da İnkar Duvarında Bir Çatlak-Ermeni Meselesini Tartışmaya Çalışıyoruz." isimli yazısı yayımlandı. Tahmin edileceği gibi geçtiğimiz yıl bugünlerde ülkemizin "ana problemi" olan "Ermeni Konferansı" münasebetiyle kaleme alınmıştı söz konusu yazı. Üst başlık Türkiye'de yolun açıldığı imasında bulunurken, seçilen alt başlıktaki "çalışıyoruz" vurgusu ise karşılaşılan kuvvetli direncin şiddetini resmetmesi için özenle seçilmişti. Yazı hiç şaşırılmayacak biçimde hiçbir orijinalitesi olmayan liberal tezlerin yüzeysel bir tekrarından öteye gitmiyordu. ABD'den Türkiye'ye gelişini tanrı katından kulların arasına iniş gibi resmeden Shafak, yazısına küçücük bir diplomat kızı olarak ASALA korkusu ile yani terörist Ermeni imajı ile küçüklüğünde nasıl tanıştığını dokunaklı biçimde anlatarak başlıyordu. Kendi sözcükleri ile söyleyecek olursak; nefret ile karşılaşınca, karşılığında nefret etmişti Elifçik. Daha sonra nasıl da tutucu-milliyetçi virüsten kurtulup, aklını özgürleştirdiğini anlatıyordu Shafak ballandıra ballandıra; kâh sufilerden kâh Osmanlı'daki eşcinsellerden bahsederek. Velhasıl Elif Hanım, bu yazısında "1,5 milyon Ermeni katledildi." iddiası ile açık artırmaya katılıyor ve bu şekilde Orhan Pamuk'tan sonra Nobel adaylığına aday olma koşulunu yerine getirdiğini ilan ediyordu. Bundan sonra Elif Hanım'ı daha fazla görmeye başladık televizyonlarda, gazetelerde. Yalnız bir açıklama yapmamız lazım. Washington Post'ta "Ben de varım." diyen bu yazısının hemen öncesinde Elif Hanım, Aydın Doğan'a gelin gitmiştir. Yani "bundan sonra" diye referans gösterdiğimiz dönem esasen hem Elif Hanım için hem bizim için oldukça karmaşık. Analiz edilmesi zorlaşıyor, ancak bir yandan bakıldığında da bu süreçte olan bitenlerin birini diğerinden ayırmanın çok da bir manası bulunmuyor. Yani acaba Doğanlara gelin gitmek mi, yoksa liberal naralar atmaya başlamak mı bu süreçte daha etkili olmuştur onu çözümlemek olanaksız görünüyor. Ancak Elif Hanım için bu çok hamleli atağının ardından entelijansiyamızın vazgeçilmez figürlerinden biri haline geldi diyebiliriz. Her yerde gördük kendisini. Süleyman Çelebi -yoksa Abdurrahman Çelebi mi demeliyiz?- AB fonlu sol parti mi kuruyor; Elif Hanım oradaydı. Kürtlerin hakları için imza mı toplanacak; Shafak imzası ilk başa yazılanlardandı. 2006 Edebiyat Güzeli mi seçilecek; Elif Hanım, kumsal kitabı "Baba ve ****" ile birinciliği kimseye kaptırmıyordu. Kolundan çıkarmadığı bileziğinde Arapça "allah" yazan Arizona ve New York ikametli Shafak, bulunmaz Hint kumaşıydı. Konsept, kontekst ve dahi kontent müthişti. Burada elbette Elif Shafak'ın bireysel olarak edebi melekeleriyle, siyasî "açılım"larıyla falan ilgilenmeyeceğiz. Yeniden Shafak ile popüler olan tipolojiye dair genel olarak söylemek istediklerimiz var. Ama önce liberalizmin kadim hikayesine değinmek gerekiyor: Laissez-faire, devlete karşı. İktisadî liberalizmin cihadı olan laissez-faire esasen büyük bir aldatmacadan, altı bomboş bir slogandan öte bir anlam taşımıyor. İktisadî liberalizm, en fazla "bırakalım yapsınlar"cı olduğu dönemlerde dahi devletin müdahalesi olmadan yapamıyor; zira toplumla yapısal uyumsuzlukları var. Bu söylediklerimizi bir bütün olarak liberal itikat için de genelleyebiliriz. Devlet ve liberalizm, kapitalizmin tarihinin hiçbir döneminde birbirlerini bütünüyle dışlayan biçimde karşı karşıya gelmemişlerdir. Karşı karşıya gelmek şöyle dursun, birbirleri olmadan yapamayacak kapitalist devlet ve liberalizm arasındaki bu ilişki, kapitalizmin damarlarına hem ideolojik hem de iktisadî kan pompalamaktadır. Sistemin bekası için bu illüzyon gereklidir. Bu illüzyon yukarıda andığımız mesele ile de yakından ilişkili. Ortada 301'ci ceberut devlet ile Shafak'ıyla Pamuk'uyla laissez-faireci "şamuk" aydınlarımız arasında ciddi bir karşıtlık varmış gibi görünüyor. İddiamız odur ki; bu karşıtlık -fazlalıklar atılınca görülecektir- siyasette tek bir vektörü kuvvetlendirmektedir. Bunu gösterebilmek için bu süreçte farklı farklı noktaları tutmuş gibi görünen tarafların ne dediklerini soralım. Şamuk aydınlarımız ne diyorlar? Diyorlar ki; Türkiye'de milliyetçi bir canlanma var; bu canlanma kendi iç dinamizmi bürokrasi tarafından köreltilmiş Türkiye'yi demokratikleştirebilecek nihai odaklar olan AB ve ABD ile olan ilişkilerde derin travmalara neden olur. Söz konusu odaklarla ilişkileri daha ileri düzeye sıçratmak ve bürokrasinin hegemonyasını örselemek için gerekli adımları atmalıyız. Pekiyi mesela şamuklardan Shafak'ı "hain" ilan eden Cemil Çiçek ne diyor? Türkiye, onu nihai olarak demokratikleştirecek odaklar olan AB ve ABD içindeki güçlü lobiler karşısında bu tip girişimlerle yara alıyor ve ülkenin devletiyle, milletiyle bu bütünleşme sürecindeki kararlılığı sorgulamaya açılıyor. Üstüne üstlük bu gelişmeler milletin bu merkezlerin samimiyetine ilişkin güvenini sarsıyor. Bürokrasi de farklı bir şey demiyor esasen. "Ülke böyle bir süreç içindeyken onu içerden zafiyete uğratmaya çalışan odaklara göz açtırmamak lazım" ile "gerekirse biz varız" arasında salınıyor dedikleri. Görüldüğü gibi "taraflar"ın veri aldığı doğrultu tektir. Tüm taraflar emperyalizme teslimiyet sürecini farklı noktalardan ve emperyalist merkezler lehine tahkim ediyorlar. Şamuklar, orta sınıflarda sürece bağlılık bilincini körükleyip; yapısal dönüşüm sürecinin hızına ve dozuna işaret ederken; hükümet alt sınıflarla süreç arasındaki ilişkiyi farklı bir çerçeveden yeniden kuruyor. Bürokrasi ise son tahlilde yoğunluklu olarak halka dönecek otoriter uygulamaları "tehdidin" güncelliğine işaret ederek aktif kılıyor ve sürecin kapsayamadığı eğilimlerin öyle ya da böyle kontrol altında tutulmasını sağlıyor. Türkiye'nin içinde bulunduğu bu sürecin yıkıcı bir karakter taşıdığını hep söylüyoruz. Şamuklar da emperyalizmin emri ile yıkıyorlar. Sürecin bu boyutunun en fazla yıkıcı olduğu hususların başında ise geniş halk kesimleri ile "aydın" konumu arasındaki ilişkinin yerle bir edilmesi geliyor. Halkımız, bugün, "aydın" gördüğü yerde karakola haber vermek gereğini hissetmektedir. Öte yandan aydınımızda da halkı gördüğü yerden kaçma eğilimi vardır. Bu tabloda aydın potansiyel işbirlikçi bir linç nesnesine dönüşürken, halkın karanlığı seven korkunç bir canavardan farkı kalmamaktadır. Ne yazık ki bu kıyafetler gerçek kıyafetlerdir ve giyenin yalnız öyle görünmesine değil, bir süre sonra öyle olmasına da sebep olmaktadır. Çok açık biçimde şu görülmektedir: Artık bir kast halini almış bugünkü şamuk aydınların, mandarinlerden farkı kalmamıştır. Hem tekelcidirler, hem güçlülerdir hem de iktidarın kendisini yansıtmaktadırlar manasında kullanıyoruz. O denli tekelci ve güçlülerdir ki; örneğin, artık her biri bir ulema meclisini andıran üniversitelerde kendilerinin dışındakilere yaşam hakkı tanımamaktadırlar. İktidar ile kurmuş oldukları bağı, hatta devlet mekanizmalarını düzenleme yeteneklerini yukarıda anlatmaya çalıştık. Hepsi AB'den ve ABD'den bordrolu mandarinlerin ve yarattıkları tahribatın tasfiyesi solun boynunun borcu görünmektedir. Halk ve aydınlar arasındaki ilişkinin tekrar kurulabilmesi ve bu borcun ödenebilmesi için "aydın" tarifinin yeni bir odak tarafından, bugün adı aydınlar listesinin başında yazan şamukları dışlayacak bir biçimde yeniden yapılması gerekmektedir. Bu ise bir güç meselesidir. Güç meselesi bizi yeniden mandarinlere getirmekte. Bu kez farklı bir açıdan... "Mandarinler" aynı zamanda Simone De Beauvoir'ın en önemli kitaplarından birinin adı. İkinci Savaş'tan, başka bir deyişle Nazi yıkımından çıkan Fransa'nın yeniden kuruluş sürecinde aydınların içerden bir gözlemi bu roman. Yazıldığı dönem büyük sansasyon yaratan Mandarinler, değerlendirmelere genelde Sartre-Camus çatışması ekseninde konu oldu. Oysa kitaba dönük eleştirilerde es geçilen noktalardan birisi bizi yakından ilgilendiriyor. Yazarın ustalıklı biçimde odaklandığı başlıklardan biri ülkenin yeniden kuruluş sürecinde Aydın'ın yeniden tarif edilişidir. De Beauvoir, Aydın'ın yeniden tarif edilişini anlatırken bir yandan da eski dönemin solcu aydınının, bu yeni tarif içinde yer almak için duyduğu telaşı resmediyor. Eski aydın tipi için seçenekler giderek azalıyor. Örneğin romanın baş kahramanı olan Henri (Camus), siyasetle kurmuş olduğu ilişkiyi ister istemez yeniden tarif etmek zorunda kalıyor. Henri, kendisinin siyaseti değil, siyasetin kendisini seçtiği bir atmosferin içinde buluyor kendisini ve düğmeyi "bireysel kurtuluş"tan mecburi bir "örgütlü duruş"a çeviriyor. Direniş öncesi komünistlerle yan yana düşmesi hayal dahi edilemeyen Dulbreuilh (Sartre), FKP'yi gözeten ve FKP'nin eksiklerini gidermeye çalışacak bir sol örgüt kurmaya çalışıyor; sık sık "komünistlerle hareket etmenin kontrollü biçimde olduğu takdirde hiç de korkunç olmadığını" yakın çevresine anlatmaya çalışıyor. Dulbreuilh ve Henri için bu durumun bir tercih sonucu olmadığı ve bir güç tarafından itelendikleri yazar tarafından açıkça resmediliyor. Fransa, bu süreçte aydınını yeniden tarifte çok mu başarılı oluyor? Hayır. Aydın yeniliyor. Kazanan mandarinler oluyor. Bunun bir noktadan sonra önemi yok. Başarısızlığın gerekçelerini gayet iyi biliyoruz. Bu yeniden tarif girişiminin kendisi ile ilgileniyoruz. Bu girişim, bize Türkiye'deki dinamizmden yoksun ulema meclislerini, aydın kastını; aydının tarifini yeniden yaparak bunları dağıtacak gücün ne olduğunu anlatıyor. Mandarinlerin öyküsü, Aydın'ın yeniden tanımlanmasının, sosyalizmin bir güç haline geldiği, kurtarıcı kol olarak kendisini ortaya koyabildiği, komünistlerin siyasetin güçlü ve hatta en güçlü, en saygın parametresi olduğu dönemlerde gerçekleşebileceğini gösteriyor. Anlatılan önemli bir hikayedir. Bugün ülkemizde sosyalizm mücadelesinin en can alıcı meselelerinden birine işaret etmektedir. Aydın'ın yeniden tarif edilemeyişi, bir anlamda doğamayışı, mandarinlerin güçlenmesi anlamına gelmektedir. Mandarinlerin güçlenmesi bugün süregiden çürümenin hızlanmasından başka ne demektir ki? Çürüme, sürüleşmeyle köylülükle aynı anlama gelmektedir. Şamuk aydınlarımızın Yakup Kadri'nin Yaban'ındaki muhtardan hiç farkı kalmamıştır. Muhtar, kurtuluş mücadelesine nasıl bakıyorsa, şamuk aydınlarımız da halkımızın ayağa kalkmasına öyle bakıyorlar. "Ona (Muhtar'a) göre, Kemal Paşa'nın açtığı yol çıkmaz bir yolmuş. Hem de çok tehlikeli imiş. Çıkmaz bir yolmuş, çünkü padişah kendisiyle birlikte değilmiş. Padişah, düşmanla çoktan barış yapmış. Sonra ‘Avrupa' diye bir kraliçe varmış. O işe karışmış. ‘Ben sizin müşkülünüz neyse hallederim.' demiş. Tehlikeli bir yolmuş. Çünkü... düşman yalnız İzmir'de çoğunup otururken, Kemal Paşa'nın ettiklerine kızıp, daha ileriye varmış." Avrupa denen kraliçenin yolunu gözleyip, mücadeleden kaçmak değil mi bu mandarinlerin amentüsü. Bırakalım aydın olmayı işbirlikçi bir köy muhtarından dahi farkları kalmamıştır. Söylediğimiz gibi; bu zihniyetten kurtulmak boynumuzun borcu. Yoksa bize de "yaban"lıktan gayrısı görünmemektedir. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Elif Hanım, kendi soyadını her yerde bu şekilde neşrettiği için biz de böyle yazmayı münasip gördük. İlk kez görenler için garip geldiğinin farkındayız. Genelde bir kişinin işbirlikçiliğini vurgulamak için bizim seçtiğimiz bu "transkripsiyon" metodunu, Elif Hanım imzası, daha doğrusu markası haline getirmiş. Kendisinin tercihlerini bir adım öteye götürüp soyadının ikinci hecesini de Amerikanca biçimi ile (****) yazmıyoruz; Galip Munzam
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için şimdi oturum açın.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.