Gönderi tarihi: 7 Eylül , 2006 18 yıl Efendim oldukça uzun bir süredir hümanist etik hakkındaki eleştirilerime ve analizlerime ilişkin olarak sizlerden çok sayıda mail gelmeye devâm ediyor. Özellikle de Kapitalist Sistem İçinde Hümanist Etiğin Rolü Üzerine ve Hümanist Etik ve İlerleme Sorunu Üzerine isimli yazılarım hakkında sizlerden çok sayıda mail almaya devâm ediyorum. Gösterdiğiniz ilgiden dolayı sizlere burada bir kez daha teşekkür ediyorum. Efendim bu iki yazımda (da) hümanist etiğin ortaya koyduğu görüşleri analiz ederek bunların kapitalist sistem içinde kimlerin, ne işine, nasıl yaradığını ve dolayısıyla bizleri ne gibi sorunlarla karşı karşıya getirmekte olduğunu tartışarak bu sorunları aşmaya dönük çalışmalara katkı sağlayacak olanaklı çözüm yolları geliştirmeye çalışmıştım. İmdi burada ise bu eleştirilerimi ve analizlerimi derleyip toplayarak bir dizi görüş ve öneriler geliştireceğim. Nitekim tüm bu görüş ve önerilerimi ifâde eden üç temel unsur var, bunlar: millî ekonomi, millî kültür ve millî devlet. Efendim ben bu üç temel unsuru içine alan ilkenin milliyetçilik ilkesi olduğu görüşündeyim. Ne var ki benim anladığım biçimiyle milliyetçilikde milliyetçilik hakkında her önüne gelenin ileri geri konuştuğu türden bir milliyetçilik değil. Üzerine Rus, Batı ve Amerikan emperyalizminin gölgesinin düştüğü türden bir milliyetçilik hiç değil. Efendim bu üç temel unsuru barındıran; yâni benim anladığım biçimiyle milliyetçilik tam da Mustafa Kemâl’in anladığı türden bir milliyetçilik; yâni Türk milliyetçiliği. Öte yandan Türk milliyetçiliği hakkında konuşurken ben de Türk kelimesiyle, Anadolu’da yaşayan ve kendini Türk milletinin bir üyesi olarak kabûl edenleri kastedeceğim. İmdi bu görüş ve önerilerimi serimleyebilmem ve milliyetçilik-pratikleri arasındaki farkları göstererek bu söylediklerimi çok açık bir biçimde temellendirebilmem için en iyi yol: milliyetçilik hakkında belirli bir çerçeve içinde; tâ 18. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan süreçte olanaklı olduğu ölçüde tüm milliyetçilik-pratiklerine şöyle bir bakmak: * Efendim son zamanlarda kimileri küreselleşmeye bağlı olarak milliyetçiliğin artık siyâsî doktrinler târihine gömüldüğünü iddiâ ederken, kimileri de artık küreselleşen bir dünyâda milliyetçiliğe olan ihtiyâcın giderek arttığını iddiâ ediyor. Kimileri ‘ben milliyetçiyim’ diyene tuhaf bir biçimde geri kafalı, yobaz vb. yaftalar yapıştırılırken, kimileri de onları destekliyor. Kimi siyâsî partiler milliyetçilik propagandası(!?) yaparken, kimileri de anti-milliyetçilik propagandası(!?) yapıyor. İmdi felsefe terimleriyle konuşacak olursam: ortada müthiş bir dialektik aykırılık var. Bu aykırılık hakkında söyleyebileceğim ilk şey: bir şeyin savunulması gereken bir şey mi yoksa karşı çıkılması gereken bir şey mi olduğuna karar vermeden önce o şeyin aslında ne olduğunu dillendirmenin gereği ve önemi kuşkusuz ortada; bunun aksini düşünmek ancak havanda su dövmeye yol açar. İmdi birincileyin milliyetçilik denen şeyin; yâni belirli bir ilke olarak milliyetçiliğin ne olduğunu dillendirmeye çalışayım: Efendim bir ilkeden bahsediyorsak şâyet bu ilkenin ne olduğunu dillendirmek için, bu ilke aracılığıyla neyin/nelerin talep edildiğine bakmamız kaçınılmaz olsa gerek. İmdi milliyetçiliğin ne olduğunu dillendirmeye çalışırken de milliyetçilik ilkesi aracılığıyla neyin/nelerin talep edildiğine bakmamız gerekecek. Fakat söz konusu olan şâyet taleplerse bu taleplerin belirli bir zamansallığı ve mekânsallığı olacağını, olmasının kaçınılmaz olduğunu da göz önünde tutmamız gerek. Yâni talepler aslında zamansallık ve mekânsallık özelliğine sâhiptir ve bu da onların farklı durumlar karşısında birtakım farklılıklara sâhip olmasına yol açar ki bu farklılıklar da bu taleplerin içerdiği istemlerin farklılığından gelir. Ancak bu taleplerin zamansallık ve mekânsallık özelliğine sâhip olması; yâni içerdiği istemlerin târihselliği bu talepleri dile getiren ilkeler hakkında ortak bir içerik belirlemesinin yapılamayacağı anlamına gelmez. İmdi ne demek istediğimi şöyle bir örnek vererek biraz daha açayım: Söz gelişi demokrasi belirli bir talebi dile getirir. Bu talep: halkın, halk için ve halk tarafından yönetilmesi talebidir ve bu aynı zamanda da demokrasi ilkesinin aslında ne olduğunu dillendirir. Fakat farklı zaman ve mekânlarda karşımıza çıkan birtakım istemlerle; özellikle de halk tarafından ifâdesi aracılığıyla dile getirilen istemlerle demokrasi talebinin oldukça farklı ve bâzen de birbirine taban tabana zıt birtakım unsurları içinde barındırabildiğine de tanıklık edebilmekteyiz. Bizde söz gelişi tek parti iktidârı döneminde, demokrasi talebine ilişkin olarak farklı partilerin de kurulmasına ilişkin bir istem dile getiriliyor, bu istemin gerçekleştirilmesi durumunda demokrasinin de geleceğine inanılıyordu. Göreli olarak kısa bir zaman sonra birçok parti kuruldu; fakat eş zamanlı olarak demokrasi talebinde yer bulan istem de değişti: artık seçim sisteminin değiştirilmesi gerektiği yollu bir istem dile getirilmeye başlandı ve bu karşılandığı taktirde demokrasi talebinin de karşılanacağı; yâni demokrasinin gerçekleşeceği düşünüldü. Nitekim seçim sistemi de değişti; fakat bu sefer de demokrasi talebine ilişkin olarak daha farklı bir istem dile getirilmeye başlandı: senatörlük. Yâni bu sefer de senatörlük sistemi hakkındaki istem sağlandığı taktirde demokrasinin sağlanacağına inanıldı ve bu uygulamaya geçildi. Ne var ki yine kısa bir zaman sonra bu sefer de bunun kaldırılmasına ilişkin bir istem demokrasi talebinin sağlanmasının gereği olarak görüldü ve bir önceki senatörlük uygulamasından vazgeçilmesi gerektiği yollu birtakım söylemler dile getirildi. Ne var ki bütün bunlar demokrasi talebine ilişkin istemlerin farklı farklı olmasının aslında demokrasi diye bir şeyin olmadığını, her canı isteyenin her canı istediği şeyi demokrasi kelimesinin altına sokarak dile getirdiğini, dolayısıyla demokrasi diye bir şeyi gerçekleştirmeye çalışmanın boş bir yanılsama olduğunu iddiâ edenlere herhangi bir dayanak sunmaz. Böyle bir dayanak arayanlar ilkel bir nihilizme saplanıp kalmışlardır. Meseleyi buraya vardıran kimi vasıfsız felsefeciler de yine aynı şekilde ilkel nihilizme saplanıp kalmıştır. Oysa ki onların bu tutumu bu konu hakkında bir felsefecinin sâhip olması gereken bir tutum değildir. İmdi bu konu hakkında nitelikli bir felsefecinin yapacak olduğu şey: taleplerin zamansallığı ve mekânsallığı hususunu; yâni içerdiği istemlerin târihselliğini göz önünde tutarak böyle bir nelik dillendirmesi yapmaya çalışmaktır. İmdi ilkeler, talepler ve istemler ile zamansallık ve mekânsallık; yâni târihsellik arasındaki ilişkiler ve bunların nelik araştırmalarıyla olan ilişkisi hakkındaki görüşlerimi temellendirdiğime göre milliyetçiliğin ne olduğu ve değişik türden milliyetçilik-pratikleri hakkında bir irdeleme yapmaya geçebilirim: * Efendim realitede olup bitenlere baktığımızda ve milliyetçilik ilkesi aracılığıyla dile getirilen talebin zamansallığını ve mekânsallığını; yâni içerdiği istemlerin târihselliğini hesâba katarak düşündüğümüzde şunu görürüz ki milliyetçilik ilkesi içinde yaşanılan milleti yüceltmeye çalışmak yollu bir talebi dile getirir. Nitekim bu talebi şu ya da bu şekilde bütün milliyetçilik-pratiklerinde görürüz. Bu talep de kanımca zorunluklu olarak millî ekonomi, millî kültür ve millî devlet unsurlarını içinde barındırmak durumundadır; bu unsurlar olmayınca veya gerektiği biçimde karşılanamayınca bu talebi sağlama iddiâsında olan istemler hakkında oldukları talebin özüne uygunluksuz oluyor çünkü. Ancak bunlara geçmeden önce birincileyin milleti biraz irdelemek lâzım; nitekim neyin yüceltilmeye çalışılmakta olduğunu görmeden; yâni nesneyi belirlemeden bu çalışmaların yapısı ve işleyişi hakkında konuşmaya çalışmak kanımca anlamsız olacak. Efendim millet kelimesi Acemcedeki milla kökünden gelir ve milla dinsel topluluk anlamındadır. Nitekim bundan uzunca bir zaman önce Osmanlı Devleti içinde yaşayanların hangi milletlerden olduğu sorulduğunda Yahudi milleti, Hıristiyan milleti ve Ortodoks milleti olmak üzere belli başlı dinsel toplulukların adı geçiyordu. Oysa ki zamanla millet kelimesi Batı dillerindeki nation kelimesinin sâhip olduğu anlamı kazanmaya başladı. Nation kelimesi ise salt dinsel bir birlikteliğe değil; aynı zamanda da dilde, duyguda, düşüncede, beğenide vb. ortaklıklara göndermede bulunan bir kelime. Efendim insan kuşkusuz sosyâl bir varlık (da). Bu varlık belirli bir birliktelik duygusuyla başkalarıyla birlikte yaşayan bir varlık. Bu birliktelik duygusunu ortaya çıkartan ve besleyen oldukça farklı unsurlar var ki bunların neler olduğu toplum felsefesini ilgilendirir. Ancak bu unsurlar nedeniyle birliktelik duygusuna sâhip olanların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan ve birtakım ortaklıklara dayanan yapıya millet (nation) adının verilmesi 1789 Devriminden sonra oldu. Bunun böyle olması da aslında Devrim sonrasında yapılan ve Anayasa Hukuku kapsamına giren egemenliğin (yâni Fransızların souveraineté dediği şeyin) kaynağı hakkındaki tartışmalarla ilgili: Efendim 1789 Devrimi öncesinde başta Jean Bodin olmak üzere bir kısım hukukçular kralın görev ve sorumluluklarını meşru bir temele oturtmak için sürdürdükleri çalışmalarda souveraineté kelimesini ortaya atmış ve bunun kaynağına da kralı yerleştirmişlerdi. Bu çalışmalar dolayımsız olarak ilâhî hukuk teorisiyle de ilgiliydi: nitekim bu hukukçular kralın görev ve sorumluluklarının kökensel karşılığını tanrının irâdesiyle ilişkilendiriyordu. İmdi devlet organları kendi görev ve sorumluluklarını yerine getirirken doğrudan ya da dolaylı olarak krala bağlı bir biçimde ve aynı zamanda da tanrının irâdesine uygunluklu bir biçimde kendi çalışmalarını sürdürüyordu. Ne var ki Devrim sonrasında kral tahtını ve tâcını kaybedince souveraineténin kaynağının kime âit olduğu sorunu ortaya çıktı ve sonunda bu kaynağın millete (nation) âit olduğu yollu görüşler dile getirildi ve benimsendi. İmdi Devrim sonrasında Devrimin etkilerinin hızla yayılmasına bağlı olarak Batı dillerine nation kelimesi de hızlı bir biçimde; fakat değişik şekillerde yerleşmeye başladı. Bizde de millet kelimesi daha çok Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının hemen ardından yine egemenliğin kaynağı sorunuyla ilgili olarak gündeme geldi. Nitekim Mustafa Kemâl’e göre (de) egemenliğin kaynağı milletti. İmdi egemenliğin kaynağını belirtmek için kullanıldığında millet kelimesi Anayasa Hukuku içinde düşünülmüş oluyor, bu şekliyle bu kelime belirli bir vatandaşlık bağına göndermede bulunuyor. Ne var ki meselenin bir de toplumkuramsal boyutu var ve bu vatandaşlık bağının ötesinde milleti oluşturan bu ortak yapı içinde nelerin yer alıp nelerin yer almadığı hakkında 19. yüzyılın sonlarından bu yana çok ciddî görüş ayrılıkları var. Öte yandan kimileri de soy ortaklığını bu yapının aslî unsuru olarak görürken, kimileri ise böyle düşünmüyor. Bana sorarsanız benim görüşüm şudur ki bu ortak yapı hakkında Ziyâ Gökâlp’in verdiği tanım nesnesine uygun: Ziyâ Bey’e göre millet: dil, din, ahlâk ve estetik bakımından ortak olan; yâni aynı terbiyeyi almış olan bireylerden oluşan bir topluluğun adıdır. İmdi millet hakkındaki bu iki tanımın birbiriyle olan ilişkisine gelince: Anayasa Hukuku bakımından milletten bahsedebilmek için ille de toplumkuramsal olarak geçerli bir ortak yapının olması gerekmez; söz gelişi aslında toplumkuramsal olarak Amerikan milleti diye bir millet yok; fakat Anayasa Hukuku bakımından Amerikan vatandaşlarından oluşan bir Amerikan milleti var. * Böylelikle milliyetçilik ilkesi hakkında düşünmeye geçebiliriz: efendim az önce demiştim ki milliyetçilik ilkesi içinde yaşanılan milleti yüceltmeye çalışmak yollu bir talebi dile getirir. İmdi farklı milliyetçilik-pratikleri arasındaki farkın kaynağında da şu iki faktör var: a) milletten ve milleti yüceltmeye çalışmaktan anlaşılan şeylerin farklı olması ki bu farklılıklar Anayasa Hukuku bakımından değil; salt toplumkuramsal bakımdan söz konusu olan farklılıklardır; dolayısıyla milliyetçilik ilkesi aracılığıyla dile getirilen talebin içerdiği istemlerin farklı olması. Az önce ilkeler hakkında söylediklerimi; yâni ilkeler aracılığıyla dile getirilen taleplerin zamansallığının ve mekânsallığının; yâni bu taleplerin içerdiği istemlerin târihselliğinin olduğu hususunu göz önünde tuttuğumuzda ve milliyetçilik ilkesi söz konusu olduğunda bunların kökensel karşılığında da bu iki faktörün yer aldığını çok açık bir biçimde görebiliriz. Ne demek istediğimi şöyle bir örnek vererek biraz daha açayım: Söz gelişi milleti oluşturan unsurların temeline eğer soy ortaklığı konuyorsa böyle bir milliyetçilik-pratiği(!?) de kuşkusuz bir tür ırkçılığa dönüşüveriyor. Nitekim böyle bir milliyetçilik-pratiğinin(!?) içerdiği istemlerin hayat bulması sonucu ortaya çıkan dehşete en bilinen örnek de sanırım Hitler Almanya’sında Yahudilere yapılan soykırım. Almanya’da Hitler’in iktidâra gelmesiyle başlayan süreçte ortaya çıkan gelişmeler şu yaşlı dünyâmız için pek çok kötülükleri de berâberinde getiren bir süreç olarak târihe geçecekti. Hitler, Almanya’da Îtilâf Devletleriyle imzâlanan Versay Antlaşması netîcesinde ortaya çıkan sorunları bir şekilde ortadan kaldırmayı denemiş(!?), sosyalizmi kendine göre yorumlayarak(!?) bunu bir tür ırkçılıkla sentezlemiş(!?), yalnızca Almanların kendi aralarında eşit, özgür ve kardeş olabileceklerine inanarak diğer ırkların âdî ırklar olduğunu savunmuştu. Hitler’e göre Yahudiler de Almanların sefil bir yaşam sürdürmesine neden oluyordu. İmdi Versay Antlaşması netîcesinde Îtilâf Devletlerine ödenen savaş tazmînâtları Almanya’da müthiş bir hiperenflasyon baskısı yaratmış, Almanların ekonomilerini düzeltebilmeleri için iç kaynaklara olan talep artmıştı. Ne var ki Yahudi tüccarlar bu kaynaklar üzerinde müthiş bir denetim kurmayı başarmış, bunları Almanların çıkarları için değil; birtakım siyonist faaliyetler için kullanarak Almanların ekonomik sorunlarını aşmalarına katkı sağlamak bir tarafa, bunları aşmalarının tüm olanaklı koşullarını ortadan kaldırmıştı. İmdi Hitler’e göre yapılması gereken şey: Yahudilerin ellerindeki tüm mallara ve paralara el konulmalı(!?), sonra da Almanlara verdikleri tüm zararları karşılamak için çalıştırılmak üzere çalışma kamplarına gönderilmeli(!?), Yahudilerin yaşamları ve üretim sürecindeki konumları da Almanlar tarafından denetlenmeli(!?). Çalışamayacak durumda olanlar veya herhangi bir zenginliğe sâhip olmayanlar da ek bir külfet getirmemesi için ortadan kaldırılmalı(!?). Görüyorsunuz değil mi, milleti oluşturan unsurların temeline eğer soy ortaklığı konuyorsa milleti yüceltmek için bunlar da yapılabiliyor, sonra ırkçılık da bir tür milliyetçilik-pratiği(!?) olarak karşımıza çıkıveriyor(!?). Bu sapık düşünceler bize milleti oluşturan unsurların temeline soy ortaklığını koymamamız ve milliyetçilik yapalım derken bu işi bir tür ırkçılığa dönüştürmememiz gerektiğini çok açık bir biçimde gösteriyor. Öte yandan bizde tâ Ziyâ Bey zamânında bu biliniyordu. Hazır yeri gelmişken bu konuda Ziyâ Bey’in görüşlerine şöyle bir bakmakta sanırım fayda var: Efendim Ziyâ Bey’e göre millet soy ortaklığına dayalı değildir. Nitekim soy kelimesinin kendisi zâten zoolojiye âittir ve bunun insan bilimleriyle hiçbir ilişkisi olamaz; insan zoolojinin konusu olamaz. Öte yandan hiçbir millet de soy bakımından homojen değildir ve toplumsal davranışların kökensel karşılığının temelinde soyun hiçbir etkisi yoktur. Bu davranışlarda etkin unsur eğitimdir; ancak hayvan davranışları söz konusu olduğunda soyun bir önemi vardır; söz gelişi Arap soyundan olan atlar ile İngiliz soyundan olan atlar daha farklı davranışlar sergiler; nitekim hayvanların hemen her meziyeti içgüdüye dayalı kalıtımsal bir niteliğe sâhiptir; fakat insan toplumlarında toplumsal davranışın içgüdü ve kalıtımla ilgili bir tarafı yoktur. İmdi soylar hakkındaki homojenlik târih öncesi zamanlarda bile sağlanabilmiş değilken, modern zamanlarda böyle bir homojenliği aramak anlamsızdır. Nitekim soy esâsına dayalı olduğu düşünülen kavim aynı ana ve babadan türemiş ve aralarına hiçbir yabancı kan karışmamış bir kandaş topluluktur ki böyle homojen bir topluluğun var olması da mümkün değildir. Fakat kavmiyetin biyolojik temelde ele alınması ise başlı başına büyük bir sorundur. Nitekim kavmiyet kalıtım yoluyla değil; salt terbiye yoluyla tesis edilir. Ne var ki kavmiyeti biyolojik bir temele oturtma çabası saf kavmiyete atfedilen değerden gelir ve bu değerin kökensel karşılığı da yabânıl dönemlerden kalma, tanrıların salt o kavmin tanrıları olduğu yollu inançtır; bu homojenliği korumanın tanrıların isteği olduğuna inanılır. Ne var ki böyle bir homojenliği koruma çabası toplumsal birlik ve berâberliğin sağlanabilmesine engeldir. (bkz: Ziyâ Gökâlp, Türkçülüğün Esasları; İnkılâp Kitapevi, İstanbul 2001) * Efendim az önce dedim ki milliyetçilik ilkesi içinde yaşanılan milleti yüceltmeye çalışmak yollu bir talebi dile getirir ve bu talep de kanımca zorunluklu olarak millî ekonomi, millî kültür ve millî devlet unsurlarını içinde barındırmak durumundadır. İmdi milletten neyi anlamamız (ve anlamamamız) gerektiği hakkında böyle bir irdeleme yürüttükten sonra bu noktada milleti yüceltmeye çalışmak’ın nasıl bir şey olduğuna; yâni bu çalışmaların yapısına ve işleyişine bakma vakti geliyor: Efendim milliyetçilik ilkesinin ilk ortaya çıktığı yer ve zaman olarak pek çok araştırıcı 1789 Devrimini yapmış Fransa’yı gösterir ki bu benim görüşüme göre de doğrudur. İmdi 1789 Devrimini biraz daha yakından şöyle bir inceleyeyim: Efendim birincileyin şunu söylemek gerekir ki 18. yüzyıl Fransa’sı hemen her bakımdan yaşanılması çok güç bir yerdi; yaşam koşullarının alabildiğine kötü olduğu ki bunda o devirlerde Fransa’nın içinde yer aldığı savaşların faturasının ve özellikle de 1788 hasadının kötü olmasının büyük bir etkisi vardı; hak ve özgürlükler konusunda çok ciddî sorunlara sâhip vb. bir yerdi. Ne var ki krallar Pâris yakınlarındaki Versay sarayında sefâlarını sürüyor, çok lüks bir yaşam sürdürüyordu. Bu yaşamı devâm ettirebilmek için de halktan topladıkları vergileri sürekli olarak arttırıyorlardı. Bütçe açıklarının kapatılmasına dönük çalışmaların tüm yükü de Fransız aristokrasisi üzerindeydi ve onlar da bu sorunları aşmayı beceremiyordu. İmdi tüm bunlar yönetime karşı duyulan hoşnutsuzluğu iyicene arttırıyordu. Nitekim burjuva yönetimde belirli bir nüfûza sâhip değildi, serfler ise hiçbir hak ve özgürlüğe sâhip değildi. Oysa ki İngiltere’de daha 13. yüzyılda meşruti monarşi sistemine geçilmiş ve hak ve özgürlükler konusunda önemli gelişmelere imzâ atılmıştı. Fransızlar da bu konuda İngilizlerden geri kalmak istemiyordu. Nitekim Fransa 16. yüzyıldan bu yana mutlak monarşiyle yönetiliyor, hak ve özgürlüklere gereken önem verilmiyordu. Bütün bunların yaşandığı sıralarda Montesquieu ve Rousseau gibi filozoflar da hak ve özgürlükler konusunda önemli görüşler ileri sürmekteydi. Nitekim Rousseau bunları sağlamayı amaçlayan tüm devrimlerin meşru olduğunu savunuyor, Fransızların kral XVI. Louis aleyhine örgütlenmesinde oldukça önemli bir rol üstleniyordu. Böylelikle Fransızlar ivedilikle yeni düzeni kurmak için kolları sıvıyordu. İşte böyle bir tablo karşısında XVI. Louis, Etajenero’yu (Millî Meclîs) toplayarak, yönetime karşı duyulan hoşnutsuzluğun sisteme zarar vermeyen bir biçimde ortadan kaldırılmasını sağlamak istedi. Ne var ki henüz daha ilk oturumda temsilciler arasında çok ciddî görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bunlar aşılır aşılmaz Etajenero’dan çıkan ilk karar da onayları olmadan vergi toplanmaması yollu bir karar oldu. Ne var ki XVI. Louis bu karârı kabûl etmedi ve Etajenero’yu feshetti. Temsilciler ise belirli bir Anayasa hazırlamadan dağılmayacaklarını ve Etajenero’nun bundan böyle Kurucu Meclîs olarak görev yapacağını deklare ettiler. Bunun üzerine XVI. Louis etrâfına topladığı askerlerle Etajenero’yu basınca Fransızlar isyan etti. İlk iş olarak Bastil Hapishânesini basarak siyâsî tutukluları özgür bıraktılar. Daha sonra da Kurucu Meclîs birtakım sınıfsal imtiyazları kaldırdığını açıkladı ve İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisini ilân etti. Bu bildiride tüminsanların hak ve özgürlükler bakımından eşit doğdukları ve eşit yaşamaları gerektiği, temel hak ve özgürlüklerin korunmasının ve gerçekleştirilmesinin doğal bir zarûret olduğu ve souveraineténin kaynağının da millet olduğu yazıyordu. Kısa bir zaman sonra bu Kurucu Meclîs bir Anayasa hazırladı ve hak ve özgürlükleri korumak ve gerçekleştirmek amacına dönük işlere anayasal bir güvence sağlamaya çalıştı. Bütün bu gelişmeleri öfke ve nefretle tâkip eden XVI. Louis ise askerî birliklerini yeniden örgütleyerek silâh gücüyle eski düzeni yeniden diriltmeye çalıştı; fakat bunu başaramadı, kısa zamanda yakalandı ve yargılanarak îdâm edildi. İmdi Fransızlar, Fransız milletini yüceltmeye çalışmak yollu taleplerini gerçekleştirmenin yolunu krallığı devirip bu anayasal düzene geçmekte bulmuştu. Öte yandan egemenliklerinin kaynağına kendilerini yerleştiren Fransız milleti eşitlik, özgürlük ve kardeşlik hakkındaki mücâdeleleriyle önce Batı coğrafyasına, sonra da diğer coğrafyalara önemli bir model teşkil etti(!?). * Akıp giden zaman içinde milliyetçilik hareketleri değişik türden milliyetçilik-pratikleri ortaya çıkarttı; bunun böyle olmasındaki en önemli neden de giderek zayıflamakta olan Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşma stratejileri arasındaki farklılık olsa gerek; yâni Rus ve Batı emperyalizminin Osmanlı Devleti’nin topraklarını aralarında nasıl iç edeceklerine ilişkin olarak hazırlanan ve yürürlüğe sokulan farklı projelere bağlı olarak sürdürülen söylemsel maniplasyonlar netîcesinde bu milliyetçilik-pratiklerini gerçekleştirenlere farklı birtakım istemler empoze etmek olsa gerek: Efendim 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin içine girdiği savaşlar ve özellikle de Mısır meselesi Osmanlı Devleti’nin kendi toprak bütünlüğünü kendi başına koruyamayacağını göstermekteydi. Hâl böyle olunca emperyalistler bu toprakları nasıl iç edecekleri hakkında değişik arayışlara girdi. İmdi bunları daha açık bir biçimde görebilmek için Osmanlı-Fransa ilişkilerine şöyle bir bakalım: Efendim Osmanlı-Fransa ilişkileri Kânûnî zamânında başladı ve son derece dostâne bir zemin içinde gelişti. Ne var ki 1789 Devrimi sonrasında imparatorluğunu ilân eden Napolyon kısa bir zaman içinde Avrupa coğrafyası içinde işgâlci bir tutum içine girdi ve böylelikle Fransız milliyetçiliği bir tür Fransız emperyalizmine dönüştü; imdi bu milliyetçilik-pratiğinin üzerine emperyalizmin gölgesi düştü. Nitekim Napolyon, Fransız milletini yüceltmenin yolunu emperyalizmde buldu, Venedik Cumhuriyeti’nin topraklarının oldukça önemli bir bölümünü ve Arnavutluk ile Yedi Ada’nın da tamâmını işgâl etmesi üzerine de artık Osmanlı Devleti ile Fransa komşu oluyordu. Öte yandan Fransızların Balkanlara kadar gelmesi bu coğrafyadaki milliyetçilik hareketlerinin gelişmesinde ve güçlenmesinde de kuşkusuz önemli bir rol üstlendi. Ne var ki Napolyon bu coğrafyada Osmanlı Devleti’ne karşı doğrudan bir savaş açmayı hem gereksiz hem de yararsız buluyor, Kuzey Afrika’ya inmeyi tercih ediyordu. Hem üstelik bu yolla İngiltere’nin Hindistan’daki sömürgelerine giden yol üzerinde önemli bir nüfûza sâhip olmayı ve günü geldiğinde buradaki İngiliz varlığına son vermeyi de amaçlıyordu.
Gönderi tarihi: 7 Eylül , 2006 18 yıl İmdi 1789 Devriminden sâdece dokuz yıl sonra Fransızlar hak ve özgürlükler konusunda ne kadar duyarlı(!?) olduklarını (da) unuttular. Aslında Napolyon’a bağlı kuvvetlerle Kuzey Afrika’ya gelen Fransızlar yerli halkı köleleştirirken İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisini de feshetmiş oluyordu. Nitekim Fransa’nın Mısır işgâli de bunun en açık göstergelerinden biri oldu. Öte yandan Napolyon, Mısır’a girer girmez yayınladığı ilk bildirgede burada Osmanlı Devleti’ne karşı hasmahâne bir tutum takınan ve buldukları her fırsatta ayaklanan Kölemenler’i Osmanlı Devleti’nin siyâsî egemenliğini kabûl etmeye zorlamaya ve bu ayaklanmalar nedeniyle Fransız tüccarlarının ekonomik bakımdan zarar görmesine mâni olmaya çalışacaklarını deklare etti. İşin garip tarafı: buna Osmanlı Devleti yöneticileri de inandı ve aradan ancak iki ay geçtikten sonra gerçeklerle yüz yüze geldiler. Fransızlar, Mısır’da muazzam bir askerî kuvvetle birlikte dört yıl kadar kaldılar. Bu sıralarda Osmanlı Devleti, Rus emperyalizminin başlattığı milliyetçilik hareketleriyle boğuşmaktaydı. 1821’de Mora’da başlayan Yunan isyânı Rus emperyalizminin katkılarıyla kısa zamanda büyüdü. II. Mahmut, Mısır Vâlisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istemek zorunda kaldı. Paşa, Mora’ya asker gönderme karşılığında Mora ve Girit vâliliklerini istedi ve II. Mahmut da bunu kabûl etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Paşa, oğlunun denetimindeki askerleri Mora’ya gönderdi ve bu isyânı bastırmayı başardı. Ne var ki Mora ve Girit vâlilikleri konusunda Mehmet Ali Paşa’nın istekleri karşılanmadı ve Paşa, oğlunun denetimindeki askerleri bu sefer de Akkâ ve Şam’a göndererek buraları denetimi altına aldı. Bununla da yetinmeyerek Antakya ve İskenderun üzerinden geçerek Konya’nın içlerine kadar geldi ve buradaki Osmanlı ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu gelişmeler üzerine II. Mahmut dış destekler aramaya başladı. Bu desteği Fransızlardan bulamazdı; onlarla olan ilişkiler Mısır işgâli nedeniyle bozulmuştu. Bunun üzerine Ruslardan yardım istemeyi denedi. Ruslar da bu yardım talebine deyim yerindeyse balıklama atladı. Nitekim boğazlardan geçerek sıcak denizlere büyük bir donanma indirme fırsatı bulmuşlardı ve bu fırsatı iyi kullandılar. Ne var ki bu gelişmeler Fransızlar için son derece olumsuz gelişmelerdi. Akdeniz havzasındaki çıkarları açısından buradaki Rus donanmasının varlığına derhâl son verilmeliydi. Bu nedenle Fransa, Osmanlı Devleti’yle barış yapması için Mehmet Ali Paşa’ya baskı uyguladı. Bunun üzerine II. Mahmut ile Mehmet Ali Paşa arasında Kütahya Antlaşması imzâlandı ve Paşa, Girit ve Şam vâliliklerini aldı ve oğluna da Cidde vâliliği verildi. Ne var ki Paşa, Osmanlı Devleti’nin hızla zayıflaması nedeniyle durumdan istifâde etmenin yollarını arıyor; bulduğu hemen her fırsatta küplerini doldurmaya bakıyordu. Öte yandan Kütahya Antlaşması sâyesinde gelen barışın kalıcı olmadığını sezen II. Mahmut da Ruslarla olan işbirliğini geliştirmenin yollarını arıyordu. Bu amaç doğrultusunda Ruslarla, Hünkâr İskelesi Antlaşmasını imzâladı ve Osmanlı Devleti’ne bir saldırı olması durumunda Rus donanmalarının duruma derhâl el koyması kararlaştırıldı. Doğaldır ki Rus emperyalizmi açısından bu antlaşma son derece iştah açıcıydı. Netîcede beklenen oldu ve Paşa tekrar isyan bayraklarını açtı. Fakat bu sefer işler hiç de öyle kolay olmayacaktı; Fransızlar, Hünkâr İskelesi Antlaşması uyarınca Rus donanmalarının boğazları geçerek sıcak denizlere inmesine fırsat vermemek için ivedilikle Londra’da barış görüşmeleri başlattı ve bu meseleyi masa başında hâlletmeye çalıştı. Mehmet Ali Paşa ise ilk önceleri Fransız emperyalizmine direnecek gibi olduysa da daha sonra geri adım attı. İşte kabaca bu gelişmeler eşliğinde 19. yüzyılın son çeyreğine gelindi. Bu zaman dilimi milliyetçilik hareketlerinin ivmelendiği çok önemli bir zaman dilimi. Bu zaman dilimi içinde karşımıza çıkan milliyetçilik-pratiklerine baktığımızda da Rus ve Batı emperyalizminin o ********* yüzünü görüyoruz; imdi birincileyin Rus emperyalizminden başlayayım: * Efendim Ruslar tâ I. Petro zamânından beri sıcak denizlere açılmanın; yâni boğazları ele geçirmenin ya da kendi denetimleri altına almanın peşindeydiler. Bu amaç doğrultusunda, Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ortodoksların birtakım haklarını bahane ederek iç işlerimize karıştılar, emperyalist amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştılar; Balkanlarda belirli bir nüfuz alanı açmaya çalıştılar. İmdi Balkanlarda yaşayanları birtakım söylemsel maniplasyonlar aracılığıyla milliyetçilik hareketleri başlatmak yönünde kışkırttılar; bu, Rusların tüm Slavları kendi çatısı altında toplamaya dönük projelerinin ilk adımıydı. Öte yandan bu projeler Balkanlarda yaşayanlara da oldukça câzip geliyordu. İmdi Balkanlarda yaşayanların ortaya koyduğu bu milliyetçilik-pratiği belirli bir devletin siyâsî egemenliğini reddedip başka bir devletin siyâsî egemenliğini kabûl etmeye dönük bir milliyetçilik-pratiğiydi ve bu milliyetçilik-pratiğinin üzerine Rus emperyalizminin gölgesi düşmüştü. Efendim bu zaman dilimi içinde karşımıza çıkan milliyetçilik-pratikleri arasında üzerine Rus emperyalizminin gölgesinin düştüğü tek milliyetçilik-pratiği bu değildi; bir de Ermenîlerin ortaya koyduğu milliyetçilik-pratiği vardı: efendim Ruslar 1877-78 savaşı sırasında Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’yu ele geçirmiş, buradaki Ermenîleri bağımsızlık vaatleriyle kışkırtmış ve Ermenîlerin Osmanlı Devleti’nin siyâsî egemenliğini reddedip kendi devletlerini kurmaya çalışmaları için birtakım propaganda faaliyetlerine imzâ atmıştı. Berlin Antlaşmasına da Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu Ermenîlerinin yaşam koşullarının ıslah edilmesi gerektiği yollu bir madde ekletmiş, Ermenîlere tek koruyucularının Ruslar olduğunu göstermeye çalışmıştı. Fakat aslında yapılmak istenenler başka: Ruslar, Balkanlarda umduklarını bulamayınca ve boğazları kendi denetimleri altına alamayınca gözlerini bu kez de Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu topraklarına dikmişti. Bu bölgede bağımsız bir Ermenî Devleti’nin kurulmasını sağlamaya çalışarak Osmanlı Devleti’nin buradaki siyâsî egemenliğine son vermeyi amaçlamışlar, sonra da bu bölge üzerinde siyâsî egemenlik kurmayı hedeflemişlerdi. Dolayısıyla bu topraklar üzerinden sıcak denizlere açılmayı kararlaştırmışlardı. İşte bu amaçlar doğrultusunda Ermenî milliyetçilerini de birer piyon olarak kullandılar. Kısa bir zaman içinde bölgede çok sayıda Ermenî komitanın kurulmasına destek verdiler. Nitekim Hınçak ve Taşnaksutyun adlı komitaların kurulması da Rus emperyalizminin desteğiyle gerçekleşti. Patrik Nerses aracılığıyla bu komitacılar isteklerini Ruslara bildiriyor, Ruslar da kendilerine destek vermeleri koşuluyla bunların isteklerini karşılıyor, Patrikhâne bu tür faaliyetlerin sürdürüldüğü bir yer hâline geliyordu. İmdi Ermenîlerin ortaya koyduğu milliyetçilik-pratiği belirli bir devletin siyâsî egemenliğini reddedip başka bir devletin ekonomik, siyâsî ve askerî tahakkümü altına girmeyi benimseyen bir milliyetçilik-pratiğiydi ve bunun üzerine de Rus emperyalizminin gölgesi düşmüştü. * İmdi efendim gelelim bu zaman dilimi içinde üzerine Batı emperyalizminin gölgesinin düştüğü milliyetçilik-pratiklerine: ilk olarak İngiliz emperyalizminden başlayayım: efendim İngilizler 1870’lere kadar aslında Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunmasından yanaydı. Nitekim bu bütünlük bozulacak ve buralara özellikle de Alman ve Rus kuvvetleri yerleşecek olursa Hindistan’daki sömürgelerine giden yol tehlike altına girecekti. Öte yandan Osmanlı Devleti’nin toprakları zâten mevcut sınırlar dâhilinde iyi bir pazardı ve bu pazarın varlığına zarar getirebilecek her türlü faaliyet İngiliz emperyalizminin çıkarlarına halel getirecekti. Bu nedenlerle 1870’lere kadar Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne zarar verilmemesi gerektiği yollu bir politika benimsemişlerdi, işin üzücü kısmı: bu politikanın Osmanlı Devleti yöneticileri tarafından bir tür dostluk alâmeti olarak görülmesi ve İngiliz emperyalizminin asıl niyetlerinin bir türlü anlaşılamaması. Efendim 1870’lerden sonra İngilizler bu politikadan vazgeçti. Nitekim artık Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunabilir bir tarafı kalmadığına inandılar. Özellikle de 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında ve Berlin Antlaşması hazırlanırken Rusların Ermenîler üzerindeki oyunlarını gerçekleştirmeye yaklaştıklarını gördüklerinde bu kez de onlar Ermenîlerin koruyuculuğuna soyunmaya başladı. Nitekim Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu topraklarında Rus varlığı sömürgelerine giden yolun güvenliği açısından riskli bir durumdu; bu nedenle İngilizler de Ermenî komitacılara destekler yağdırdı; Rusların başlattığı faaliyetlerin semeresinden nemalanmaya çalıştı. Böylelikle Ermenîlerin ortaya koyduğu milliyetçilik-pratiğinin üzerine bir de İngiliz emperyalizminin gölgesi düşmüş oldu. * İmdi efendim gelelim Alman emperyalizmine: dış politikada İngilizlerin desteğini kaybedince Osmanlı Devleti yöneticileri; özellikle de Babıâli’nin yönlendirmeleri doğrultusunda, Almanlarla sıcak ilişkiler kurmaya çalıştı. O dönemlerde Almanlar da İngilizlerin Hindistan’daki sömürgelerine giden yolu bir şekilde tıkamak istiyor ve bu amaçla, Osmanlı Devleti’yle olan ilişkilerine çok büyük bir değer veriyordu. Osmanlı Devleti yöneticileri de Bağdat demiryolunun yapımını Almanlara vererek bu sıcak ilişkileri geliştirmeye çalışıyordu. Bu tür sıcak ilişkiler gelişmeye başladıktan sonra ordudaki sorunları çözsün diye Alman askerî uzmanları getirildi ve ordumuz Almanlara emânet edildi. Almanlar o dönemlerde içte bu işlerle ilgilenirken, dışta da Turancılık propagandası yapıyor, Alman emperyalizminin ortaya attığı birtakım projeler asıl etkisini bizde gösteriyordu: imdi efendim Almanlar o dönemlerde Berlin’den tâ Basra Körfezi’ne kadar uzanan coğrafyada kendi hâkimiyetlerini kurmak istiyordu. Dolayısıyla Alman emperyalizmi açısından Osmanlı Devleti’nin toprakları bir yolu bulunup iç edilmeli, bu topraklar bir tür sıçrama tahtası olarak kullanılmalıydı. Öte yandan Rusların Orta ve Uzakdoğu ticâreti üzerindeki tahakkümü de Alman emperyalizminin çıkarlarına çomak sokacak türdendi ve Alman emperyalizminin çıkarları açısından Rusların bu tahakkümünü kırmaktan başka yol yoktu. Ne var ki Ruslar ve İngilizler, Alman emperyalizmine karşı birleşerek Almanlara Asya’ya giden yolu kapamak istedi. İmdi bunda İngilizleri motive eden temel faktör: Almanların Arap âlemi içinden geçerek Hindistan’a gelip buradaki İngiliz varlığına son vermeye çalışmak yollu bir hedefleri olduğunu öğrenmeleriydi. Ruslar ise Orta ve Uzakdoğu ticâretinde sâhip oldukları nüfûzu kaybedebilecekleri endişesiyle Alman emperyalizmine karşı İngiliz emperyalizmiyle birlikte hareket etmeyi doğru buluyordu. Öte yandan Almanlar da boş durmuyor; ordumuzun kendilerine emânet edilmiş olmasını fırsat bilerek bu bölge açısından son derece önemli birtakım stratejik bilgilere sâhip olmaya çalışıyor, ordumuzun başında bulunan ajanları vâsıtasıyla bizi içten içe yiyip bitiriyordu. Ne var ki bu bölge üzerinde Rus ve İngiliz emperyalizminin birleşmesiyle ortaya çıkan gelişmeler Almanlara bu hedeflerini bu yol üzerinden gerçekleştiremeyeceklerini düşündürtmeye başlayınca ortaya yeni bir seçenek çıktı: Berlin’den tâ Basra Körfezi’ne kadar uzanan bu coğrafyada kendi hâkimiyetlerini kurmak maksadıyla Berlin-Buhara demiryolunu inşâ ederek Orta Asya üzerinden geçip Orta ve Uzakdoğu’ya asker sevkıyâtı yapmayı, daha sonra da buradan Hindistan’a gelip bu bölgedeki İngiliz varlığına son vermeyi amaçladılar ve bu doğrultuda çalıştılar. Bu yolla hem Orta Asya’yı kendi tahakkümleri altına alacaklar hem Orta Asya’dan geçip Hindistan’a varıp buradaki İngiliz varlığına son verecekler hem de Rus toprakları içinde birtakım karışıklıklar çıkartarak onların kendi iç meseleleriyle uğraşıp bunları başarmalarına mâni olma olanağını ortadan kaldıracaklardı. Bunlar gerçekleşirse şâyet Rus ve İngiliz emperyalizminin Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’da Alman emperyalizmine verdiği zararların öcü de alınmış olacaktı. İmdi efendim Almanlar, Orta Asya üzerindeki bu hedeflerini gerçekleştirmek için Rusya’nın kuzeyinin stratejik bakımdan ne denli önemli olduğunu görmüş ve bu coğrafya içinde Alman emperyalizminin çıkarları açısından neler yapabileceklerini araştırmaya koyulmuştu. Vardıkları sonuç: bu bölge içinde milliyetçilik hareketleri başlatılıp burada ilk önce Rusların siyâsî egemenliğine son verilmeli, sonra da bu bölge kendi tahakkümleri altına alınmalı. İşte bu amaçlar doğrultusunda çok sıkı bir Turancılık propagandası yapmaya başladılar; Rusya’nın kuzeyindeki Türkleri kışkırtarak buradaki Rus siyâsî egemenliğine son vermeye çalıştılar. İmdi geldiğimiz şu nokta îtîbârîyle Turancılıkla ilgili olarak neler olup bittiğine biraz daha yakından bakalım: * Efendim Turancılık ile Türkçülük uzun zamandır aynı hedefin iki farklı görünümü olarak düşünülüyor. Nitekim bu hedefin Türklerin birleşmesi hedefi olduğu söyleniyor ve bunun siyâsetteki görünümünün Turancılık olduğu iddiâ edilirken, kültür dünyâsındaki görünümünün de Türkçülük olduğu iddiâ ediliyor. Ancak Turancılık ile Türkçülüğün ortaya çıkışı farklı biçimlerde oldu ve aynı hedefin iki farklı görünümü hâline gelmeleri de bâzı hayâlperestlerin sürdürdüğü faaliyetlerle gerçekleşti; imdi efendim ilk önce Türkçülükten bahsedeyim: Efendim Ziyâ Bey’e bakılırsa Türkçülüğün ortaya çıktığı yer Avrupa’dır. Avrupa’da Türkçülüğe ilişkin önceleri iki akım vardı, bunlar: Türkseverlik ve Türkoloji. İmdi bunlardan ilki Fransızlar arasında yaygındı; ancak bu daha çok el sanatlarıyla sınırlı bir Türkseverlikti. Nitekim Fransızlar evlerinde Türk odaları yapıp Türk el sanatları ürünlerini bu odalarda sergilerlerdi (ne var ki Türk târihi hakkında hem pek az şey bilirlerdi hem de bildiklerinin büyük bir bölümü yanlıştı). Öte yandan Türkoloji ise Almanya’da gelişme gösterdi (ki bunda bence Almanların yukarıda serimlediğim projelerinin etkisi büyük olmuştu; nitekim Türkoloji’nin kapsamına Anadolu Türklerinin değil de Orta Asya’da yaşayan Türklerin; yâni Doğu Türklerinin girmesi sanırım bu görüşümü destekliyor). Ziyâ Bey’e bakılırsa kısa bir zaman içinde Türkçülük bize Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa’nın çalışmalarıyla geldi ve daha değişik bir biçim kazandı. Nitekim Ahmet Vefik Paşa o dönemlerde Türkçülükle ilgili kitapları çeviriyordu. Salt bu tür kitapları da değil; özellikle de Fransız yazarlarının çeşitli eserlerini de çeviriyordu; ama bunları Türk kültürüne uyarlayarak çeviriyordu. Süleyman Paşa ise Avrupa’da yazılan târih kitaplarının Türk târihine ilişkin bir dizi çarpıtmayla dolu olduğuna inanıyor, Çin kaynaklarına giderek Türk târihini objektif bir biçimde yazmaya çalışıyordu. İmdi bu noktada Ziyâ Bey’in bu konudaki görüşlerine bakmaya devâm etmeden önce hazır söz açılmışken şunları belirtmek isterim: efendim başta Fransızlar olmak üzere hemen tüm Batılı devletlerden bize değişik zaman dilimlerinde değişik askerî uzmanlar(!?) gelirdi, bunlardan Alman olanları hakkında az önce bir iki şey söylemiştim, Fransız askerî uzmanları hakkında da söyleyeceklerim var: efendim bize Fransa’dan gelen askerî uzmanlar(!?) Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak için hiçbir zaman en ufak bir çaba bile göstermemiştir. Bu çabayı göstermemeleri bir tarafa, bu bütünlüğü nasıl bozacaklarına ilişkin başta harita bilgileri olmak üzere pek çok stratejik bilgiyi bağlı bulundukları merkezlere iletmişlerdir. Nitekim bu uzmanlar arasında bu tür ajanlıkları en meşhur olanı da kuşkusuz Baron de Tott olsa gerek. İşte bu şahıs Türk târihi hakkında hiçbir aslı astarı olmayan boş lakırdılardan oluşan bir kitap yazmış ve Batılılar, Türk târihini yaklaşık yarım yüzyıl boyunca, bu kitapta yer alan boş lakırdılar nedeniyle çok başka biçimlerde tanımıştı. Bu kitap daha sonraları da değişik Batı dillerine çevrilmiş ve içindeki boş lakırdılar amipler gibi çoğaltılmıştı. Bu bakımdan bendeniz Süleyman Paşa’nın bu yaklaşımını ve yürüttüğü çalışmaları; doğruları-yanlışları bir tarafa, hiç değilse verdiği bu emeği, çok büyük bir saygıyla karşılıyorum. İmdi Ziyâ Bey’in bu konudaki görüşlerine bakmaya devâm edelim: Türkçülüğün bizdeki gelişimindeki bu iki önemli şahıs kısa zamanda etraflarına geniş bir aydın kitlesi toplamayı başarmıştı. Ne var ki onların bu çalışmaları dönemin koşulları içinde II. Abdülhamid’i endişelendirdi. Nitekim ona göre Osmanlı Devleti’nin toprakları içinde milliyetçilik hareketlerinin başlayıp bu bütünlüğün zarar gördüğü bir dönemde asıl konuşulması gereken konu: Osmanlıcılıktı. Bu nedenle II. Abdülhamid, Türkçülere ağır yasaklar getirdi. Ne var ki aynı dönemlerde (Alman emperyalizminin sürdürdüğü propagandaların da katkısıyla) Rusya’da, Türkçülük hakkında çalışan iki önemli şahıs vardı, bunlar: Mirza Fethali Ahunzâde ve İsmâil Gaspıralı. Gaspıralı dilde, düşüncede ve işte Türk birliğini savunuyordu. Nitekim Tercüman’da yazdıkları aracılığıyla ilk önce dilde, sonra düşüncede ve daha sonra da işte birliği sağlamaya dönük çalışmalar sürdürüyordu. II. Abdülhamid’in son yıllarında bizde Türkçülük yeniden canlanmaya başladı. Nitekim o dönemde Rusya’dan gelen Hüseyinzâde Ali Bey, Türkçülük hakkında dersler vermekteydi. Yine aynı dönemlerde Mehmet Emin Bey “Ben bir Türküm; dînim, cinsim uludur” söylemiyle, Ahmet Bey İkdam’da yazdığı yazılarla ve Cevdet Paşa da hazırladığı Türkçe dilbilgisi kitabı aracılığıyla Türkçülüğe katkı sağladılar. Ne var ki Ziyâ Bey, İkdam’da yazan Fuat Raif Bey’in Türkçenin sâdeleştirilmesi yollu çalışmaları hakkında pek de olumlu şeyler düşünmez; nitekim Fuat Raif Bey tasfiyeci bir tutum benimsemiş ve yazdıkları Ziyâ Bey’i tiksindirecek kadar uydurma kelimelerle dolup taşmış. İmdi Ziyâ Bey, Türkçülerin Türkçeyi sâdeleştirme çalışmalarını genel olarak doğru bulmakla birlikte halk diline yerleşen kelimelerin atılıp yerine yenilerinin türetilmesine karşıydı ve Fuat Raif Bey de aksine bunu savunuyordu. İmdi bütün bunlar Türkçülüğün bizde daha ziyâde belirli bir târih ve dil hareketi olarak ortaya çıktığını gösteriyor. Ancak Rusya’nın kuzeyinde sürdürülmekte olan Turancılık propagandası kısa zamanda bizdeki Türkçüleri de etkisi altına alınca bu sefer Türkçülük de Turancılıkla aynı hedefleri içinde barındıran bir proje hâline geldi. Nitekim Turan büyük Türk ülkesi mânâsındadır ve Ziyâ Bey’e bakılırsa Türkçülüğün uzak ülküsüdür. İmdi bu noktada Ziyâ Bey’in görüşlerine bakmaya devâm edelim: Ziyâ Bey’e göre Türklerin farklı kolları farklı bir dil ve kültür yaratmaya çalışıyor. Bunlar arasında Tatar dili ve kültürü bu çalışmalara en açık örnek. Öte yandan Kırgızlar, Özbekler ve Yakutlar da yine bu tür çalışmalar içine giriyorlar. Dolayısıyla Türk birliğini sağlamaya çalışmak için onlarla birlikte hareket etmeyi güç buluyor. Ancak bunun yerine Oğuzların bir başka kolu olan ve Îran, Irak ve Azerbaycan’da yaşayan Türkmenlerle birleşmeyi daha mâkûl görüyor, bu birliğin şimdilik siyâsî bir birlik değil; kültür bakımından bir birlik olması gerektiğini savunuyor. Ziyâ Bey’e göre Îran, Irak, Azerbaycan ve Türkiye, Türk etnografyası bakımından aynı uyruğun yurtlarıdır ve buraların toplamına Oğuzistan denilebilir. İmdi (artık bir tür Turancılığa dönüşen bu) Türkçülüğün hedefi: ilk önce bu dört ülkede ortak bir kültürün oluşmasına katkı sağlamak ve içine Moğolları da alan Ural-Altay Türk birliğini inşâ etmek; yâni büyük Türk ülkesi Turan’ı kurmaktır. Nitekim Ziyâ Bey, Turan ülkesinin M.Ö. 210’da Mete’nin Hunları birleştirerek kurulduğu ve bu birleşmenin ileride de mümkün olabileceği iddiâsındadır. (bkz: Ziyâ Gökâlp, Türkçülüğün Esasları) Görüldüğü gibi Türkçülük daha ziyâde belirli bir târih ve dil hareketi olarak ortaya çıkmış, sonradan da Turancılık şekline girmişti. İmdi efendim Osmanlı Devleti’nin yıkılma döneminde Anadolu’da yaşayan Türkler pek çok bakımdan perîşan bir yaşam sürdürürken bu hayâlperest Türkçüler realitede olup bitenlerden uzaklaşarak kendilerini Türk kültürü içinde ortaya çıkmış ve zamanla unutulup gitmiş mitler, masallar, efsaneler vb. arayışına adadılar. Ne de olsa Turan ülkesinin kurulması için birlik ve berâberlik sağlayacak türden araçlara ihtiyaç duyuyorlardı. Nitekim o dönemlerde Türkçülüğün yayın organı olarak görülen gazete ve dergiler Bozkurt ve Ergenekon Destanları hakkında; yâni bir dizi mitler, masallar, efsaneler hakkında pek çok yazıyla dolup taşarken, buralarda milletimizin içinde bulunduğu koşulları iyileştirme amacıyla projeler geliştirme ve bunları ilgililere benimsettirme çabalarına rastlamak ne yazık ki mümkün olamıyordu. İmdi tam da bu noktada son derece gerekli olduğunu düşünmem nedeniyle Fransız milliyetçilik-pratiği ile Türkçülük olarak (Türk milliyetçiliği demiyorum, üstüne basa basa Türkçülük diyorum) karşımıza çıkan milliyetçilik-pratiği arasında bir karşılaştırma yapmak istiyorum: efendim Fransız milliyetçiliği halkın yaşamış olduğu reel-ekonomik sorunlar karşısında belirli bir çözüm yolu olarak ortaya çıkarken, Türkçülük daha ziyâde belirli bir târih ve dil hareketi olarak ortaya çıktı; Fransız milliyetçiliği ayakları yere basan projelerle gelişirken, Türkçülük ise Türk kültürü içinde ortaya çıkmış ve zamanla unutulup gitmiş mitler, masallar, efsaneler arasında boğuldu; imdi her iki milliyetçilik-pratiğine de aydınların etkisi büyük oldu; fakat Fransız aydınları realitede olup bitenlere sırtlarını aslâ dönmediği hâlde Türk aydınları bir tür şık salon Türkçülüğü yaparak realitede olup bitenlerden uzaklaştı; Fransız aydınlarının milliyetçilik hareketlerini desteklemek için ortaya koydukları felsefî bakımdan (da) önemliyken, Türkçülerin bu tür bir milliyetçilik hareketini desteklemek için ortaya koyduklarının daha edebî bakımdan bile hiçbir önemi yoktu; öte yandan zaman içinde Fransız milliyetçiliği bir tür Fransız emperyalizmine dönüşürken, Türkçülük ise Turancılık şekline girdi. Ne var ki tüm Türkçüler de hayâlperest kişiler değildi. Söz gelişi Yusuf Akçura ayakları yere gâyet sağlam basan bir Türkçüydü ve Türkçülüğü ekonomi-politiğin yasalarına ve işleyişine göre sıkı gerçekçi bir programa oturtmaya çalışıyordu. Öte yandan Ziyâ Bey’in ortaya koyduğu Türkçülük programı ise kanımca romantik târih yazımcılığının en güzîde örneklerinden biri. İmdi bu hayâlperest Türkçüler hakkında, Rusya’dan sürülerek Orta Asya’da değişik ülkelerde uzunca bir süre yaşayıp İstanbul’a kaçmayı başaran ve burada Türkçülük ve dolayısıyla Turancılık hakkında yapılan tartışmalar karşısında büyük bir hayrete düşen Aleksander Helphand’ın görüşleri son derece yerinde görünüyor. Nitekim Helphand, Orta Asya’da yaşayan Türklerin, Anadolu Türkleriyle birleşmeye çalışmak gibi bir düşünceleri bile henüz yokken, bizdeki hayâlperest Türkçülerin bu amaçlar doğrultusunda sözüm ona “projeler” ileri sürmesine ve bunları romantik târih yazımcılığıyla birleştirerek realiteden bu kadar uzaklaşmasına çok şaşırıyordu. İmdi efendim Alman emperyalizminin etkisinde bu hayâlperest Türkçülerin sürdürdüğü milliyetçilik-pratiği ana hatlarıyla işte böyle bir pratikti. Öte yandan benim şahsen milliyetçiliğin özüne uygunluklu tek milliyetçilik-pratiği olarak gördüğüm Türk milliyetçiliğine baktığımızda ne üzerine Rus ve Batı emperyalizminin gölgesinin düştüğü ne de ayakları yere basmayan bir milliyetçilik-pratiği görüyoruz. Bu fark da sanırım Türk milliyetçiliğinin Mustafa Kemâl’in elinde; başka deyişle anti-emperyalist ve gerçekçi bir devlet adamının elinde şekillenmesinden kaynaklanıyor: * İmdi efendim Türk milliyetçiliğini anlayabilmemiz ve diğer milliyetçilik-pratiklerinden farkını görebilmemiz açısından, daha önce Gün Dönümü I; Amor Fati isimli kitabımda yazdığım birkaç şeyi müsaadenizle burada alıntılamak istiyorum: “(…) Mustafa Kemâl, Osmanlı Devleti’nin aksine modern bir millî devlet kurmak istiyordu. Anadolu’da farklı etnik gruplara mensup pek çok etnik grup olduğu gibi bir de kaybedilen yerlerden Anadolu’ya göç edenler vardı ve bunlar da Anadolu’daki kültürel farklılıkları arttırdı. Mustafa Kemâl çok sayıda ırk, din ve dilden oluşan Osmanlı toplumunun tekliklerden (ortaklıklardan) oluşan Cumhuriyet toplumuna indirgenmesi gerektiğini düşündü. Çok ulusu Osmanlı Devleti’nden millî devlete veya ümmetten millete geçiş sürecini hazırlamak ve bunu kolaylaştırmak için de bu farklılıkları “Ne mutlu Türküm diyene!” söylemiyle aşmaya çalıştı.” Ne var ki bu noktada şu meşhur 1925 Kürt isyânını Kürt milliyetçiliği bağlamında incelemek gerek. Nitekim bu milliyetçilik-pratiğinin(!?) üzerine de geçmişte İngiliz emperyalizminin gölgesi düşmüştü, bugün de Amerikan emperyalizminin gölgesi düşüyor. Ben bu isyânı daha önce başka bir çalışmamda(Türkiye’de Siyâsî Partiler ve Darbeler isimli çalışmamda) incelediğim için müsaadenizle burada bu çalışmamdan şöyle bir alıntı yapmak istiyorum:
Gönderi tarihi: 7 Eylül , 2006 18 yıl “İmdi birincileyin bu isyânın ilk ortaya çıktığı târih ve yere baktığımızda bunun 13 Şubat 1925’te Ergâni ilçesinin Eğil bucağının Piran köyünde başladığını, hemen akabinde geniş bir çevreye yayıldığını görüyoruz. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde patlak veren bu isyâna katılanlar ne kadar mücâdele vermişlerse de Diyarbakır’ı tam olarak işgâl etmeyi başaramamışlardı. 13 Şubat’ta çıkan isyan haberlerinin Ankara’ya ulaşması netîcesinde dönemin hükümet başkanı Ali Fethi Bey bu isyânın münferit bir olay olduğunu ve kısa bir zaman içinde bastırılabileceğini düşünmüştü. Buna karşılık işler hiç de Ali Fethi Bey’in öngördüğü gibi gitmedi. Hükümet yaklaşık olarak bir aylığına bölgede sıkıyönetim ilân etmek durumunda kaldı. Bölgede direnişe geçenler her ne kadar Kürt kökenli yurttaşlarımız olsa da aslında bu isyânın görünürdeki nedeni Mustafa Kemâl’in devrimlerinden duyulan rahatsızlıktı. Üstelik İngilizlerin de tam da Musul sorununun masaya yatırıldığı bir dönemde, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni güçsüz düşürmek ve bu sorunu kendi lehlerine çözüme bağlamak için bu isyâna destek verdiği bilinmekte. Bunun yanı sıra bir de İstanbul’dan kaçarak Bükreş’e giden Vahdettin yandaşı bir grup hilâfet yanlısının aldığı Cumhuriyet rejimi aleyhine suikastlar ve isyanlar düzenleme karârı netîcesinde bu isyâna destek verdikleri de sanılmakta. İmdi kimi târihçiler bu karşı devrimci grubun, sözde hoca kıyâfetiyle sokaklarda dolaşıp yurttaşları devrimler aleyhine kışkırttığını yazar. İşte Şeyh Sait isyânının kısa bir zaman içinde bu denli geniş bir alana yayılmasının ardında yatan nedenleri kurcalayınca bunlar ortaya çıkıyor. Ancak bunlardan bir tânesini biraz daha yakından mercek altına almakta fayda var: İngilizlerin bu isyandaki rolü: İşgâl yıllarında çeşitli bölgelerimizde ortaya çıkan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinden bir tânesi de Kürt Teâli Cemiyetiydi. Bu cemiyetin genel karakteri: İngiliz mandası altında bağımsız(!?) bir Kürt Devleti kurmak yönünde faaliyetlerde bulunmasıydı. Mütâreke yıllarında bu cemiyet faaliyetlerini resmî olarak sona erdirmiş olsa da aslında el altından bu faaliyetleri sürdürüyor, şimdi artık herhangi bir mandanın savunusuna gerek kalmadan bağımsız(!?) bir Kürt Devleti kurma amacına hizmet ediyordu. Öte yandan eski cemiyet üyeleri bunu gerçekleştirmek için çeşitli konularda birçok yardıma ihtiyaç duyuyor, tüm bunların karşılanması için de İngilizlerden medet umuyordu. Cemiyet üyeleri bu zaman dilimi içinde komitacılık esâsına göre yeniden örgütlendiler ve Kürt İstiklâl Komitasını kurdular. İmdi bu Komitaya İngilizler silâh ve para desteğinde bulundu ve bizleri bu isyanla baş etmek zorunda bırakıp Musul sorunu hakkında fazla talepkâr olmamamızı sağlamak istedi. Bu durum bize şunları gösteriyor: Mütâreke yıllarında Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti savaş öncesinde sürdürdüğü faaliyetleri bir kez de Meclîs’e taşımış, egemenliğin kayıtsız şartsız millete dayanması gerektiği görüşünü bayraklamıştı. Buna karşılık Kürt Teâli Cemiyeti ise sorunlarını siyâset arenasında hâlletmek yerine komitacılık esâsına göre yeniden örgütlenerek Batı emperyalizmine uşaklık etmiştir. İmdi Osmanlı Devleti’nin merkez-çevre politikası uyarınca Kürt kökenli yurttaşlarımızın (da) pek çok sorunları vardı. Ne var ki onlar bu sorunların ancak bağımsız(!?) bir Kürt Devleti’nde çözüme kavuşacağını düşünmekteydi; bunu düşünmeye zorlanmaktaydı. İmdi yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde herhangi bir ayrımsal iş yapılmayacağı deklare edilmiş olsa da bu insanlarımız geçmişten gelen alışkanlıklar eşliğinde buna iknâ ol(a)madılar. Oysa ki “Ne mutlu Türküm diyene!” söylemi çerçevesinde topraklarımızda hiçbir ayrımcılık yapılmayacağı temin edilmekteydi. Ne var ki bu bölge üzerinde yaşayan ve geri bırakılan bu insanlarımız (da) kandırıldı. İmdi tam da bu noktada siyâsî partiler, sivil toplum örgütleri, demokrasi ve emperyalizm dörtlüsü içinde şu hususları irdelemek istiyorum: Mütâreke yıllarında Kürtçü komitacıların yürüttüğü bölücü faaliyetlere İngilizlerin verdiği destek bize demokrasi hakkında çok önemli bir açmazı çok açık bir biçimde masaya yatırma zemîni sağlıyor. İmdi yakın târihe baktığımızda şunu görüyoruz ki hem bizde hem de Batıda demokrasiyi çağdaş demokrasinin özüne uygunluksuz bir biçimde gerçekleştirmeye çalışanlar (da) emperyalistlerin ekonomik ve siyâsî tahakkümünden kendilerini kurtaramıyor; rahatlıkla onların birer maşası hâline geliyor, bâzen kimileri bizzat emperyalistler tarafından kışkırtılıyor veya mâlî bakımdan destekleniyor. İmdi Yugoslavya’nın dağılma sürecini daha yakından irdelediğimizde de bu ilişkiler kabak gibi ortaya çıkıyor: Yugoslavya’da kurulan sivil toplum örgütlerinden Sırpçılık temeline dayalı olanlara da Batı uzunca bir süre birçok konuda destek sağladı. Bosna-Hersek’in top mermileriyle inlediği günlerde bile Batı, Sırplara silâh satmaktan aslâ sakınmadı. Lâfa gelince insan hakları kavramını dilinden düşürmeyen Batı, Sırp katliâmına; hem de Avrupa’nın ortasında gerçekleştirilen bu katliâma on yıl kadar bir süre seyirci kaldı. Çünkü o dönemlerde de Batılı devletlerin ekonomilerinde müthiş bir durgunluk vardı, bu silâh satışları netîcesinde Avrupa ekonomisine göreli olarak yeni bir hareket, yeni bir soluk gelmişti. Bizde de 1920’li yıllarda Kürtçüler gerçekten de demokratik ve meşru yollarla haklarını aramak yerine bu emperyalist zihniyete teslim olarak rejime karşı büyük bir tehdit unsuru hâline geldiler. Sâdece bizde de değil; bu emperyalist zihniyet SSCB’nin dağılma sürecinde de müthiş bir rol üstlendi. SSCB’de kurulan ve Batı yanlısı olan sivil toplum örgütleri bu dağılma sürecinde birer Truva atı olarak kullanıldı. Nitekim perestroika ve glastnost hareketleri sırasında Gorbaçov’u iyicene köşeye sıkıştıran bu sivil toplum örgütleri de tıpkı Kürt Teâli Cemiyetinin yaptığı gibi Batı emperyalizmine uşaklık etmişti.” Bugün de Kürt milliyetçileri(!?) Amerikan emperyalizmine ve tabiî ki siyonistlere uşaklık etmekten başka hiçbir iş yapmıyor. Böylelikle Gün Dönümü I; Amor Fati isimli kitabımdan yapmakta olduğum alıntıya devâm edebilirim: “İmdi Cumhuriyet dönemi kültür politikalarından her birinin altı kazındığında karşımıza hep aynı şeyler çıkıyor: Devrimin koruyucusu olacak insan modelini; yâni Cumhuriyet insanı üst kimlik modelini yerleştirmeye çalışmak ve bununla eş zamanlı olarak millî birlik ve berâberliğin sağlanması ve milletleşirken çağdaşlaşmak. Bu politikalarla getirilen yenilikler de şunlardı: saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilân edilmesi, hilâfetin kaldırılması, tarikatların kapatılması, laikliğin kabûlü, Şeriye ve Evkaf Vilâyetinin kaldırılması, Medenî Kânunun kabûlü, şapka ve kılık kıyâfet devrimi, takvim-saat-ölçülerde yenilikler, soyadı kânununun kabûlü ve harf devrimi. Bu yeniliklerden özellikle de eğitim ve hukuk alanında olanlar daha fazla önem taşır; imdi bunlara biraz daha yakından bakalım: Osmanlı Devleti’nde bir önceki asırda yapılan yenileşme hareketlerinin altını kazıdığımızda bunların belirli bir kültür politikasına dayanmadığını görürüz; salt ekonomik ve askerî düzenlemelerdi bunlar. Osmanlı aydınları ve yöneticileri Batının bilim ve teknoloji ürünlerini alma yoluna giderken, onun değerlerini(!?) reddetme ve kendi değerlerini(!?) en üstün sayma eğilimindeydi. Oysa ki bu, Cumhuriyet döneminde böyle sürmez: yeni değerler(!?) getirilmelidir ve bu nedenle, yeni değerleri aktaracak olan kurumların da değiştirilmesi gereklidir. İmdi II. Mahmut döneminde yapılan yenileşme hareketinden farklı olarak Mustafa Kemâl yeni değerler(!?) getirmek istedi: Batıda bundan asırlar önce geçerli kılınan değerleri(!?) Anadolu’da da hâkim kılmayı ve bu değerlerle(!?) çağdaşlaşmayı erekledi. İmdi eğitim alanında yapılan yeniliklere daha yakından bakacak olursak: o dönemlerde eğitimden anlaşılan şey: toplumun kendi üyelerine kendi kültürünü aktarma yoluydu. Bu iş de Osmanlı Devleti’nde medreseler tarafından yapılmaktaydı. Tanzîmat döneminde açılan askerî eğitim kurumları da Batılı tarzda bir eğitim vererek bu kültürü öğrencilerine aktarmaktaydı. Öte yandan yine bu dönemde azınlıklar ve yabancılar da özel okullar açarak eğitimin daha da çeşitlenmesine neden olmuş; ancak bunlar da Osmanlı Devleti’ne değil; birtakım ayrılıkçı faaliyetler gösteren çevrelere hizmet etmişti. İmdi Osmanlı Devleti’nden devralınan mîrasta böyle bir çeşitlilikle karşılaşılmakta ve bu, Devrimin korunması, millî birlik ve berâberliğin sağlanması ve milletleşirken çağdaşlaşmanın gerçekleşmesi konusunda çok ciddî birtakım tehlikeler yaratmaktaydı. Eğitim alanında bu politikaların uzantısı olarak ilk önce mektep-medrese ikiliğini çözmek amaçlandı. Tevhîd-i Tedrîsat Kânunu çıkartılarak mevcut bütün eğitim kurumları Maarif Vekâletine (Millî Eğitim Bakanlığı) bağlandı. Artık azınlık ve yabancı okulları da denetim altına alınacak ve bu kimlik modeli bu kurumlarda da yerleştirilecekti. Aynı târihte Şer’iye ve Evkaf Nezâreti de kaldırılarak idâresinde bulunan medreseler önce Maarif Vekâletine bağlandı, daha sonra da kaldırıldı. Böylelikle eğitim daha laik ve millî bir hâle getirildi. İmdi hukuk alanında yapılan yeniliklere de daha yakından bakacak olursak: kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini hukuk sistemleri düzenler. Farklı hukuk sistemleri demek farklı insan ilişkileri demeye gelir. İmdi kültür kurumları da belirli bir kültür coğrafyasında oluşturulan hukuk normları etrâfında şekillenir. Bu kurumlar belirli bir kültürün taşıyıcısı olarak hep aynı modelde insan yaratmayı erekler. Bu kurumlar değişimi sevmez ve farklı kişilerin bu kurumlarda yetişmesine de izin verilmez; bu kişilerin bu kurumların temellerini dinamitlemesinden endişe edilir. İmdi Osmanlı Devleti esas îtîbârîyle teokratik bir devletti. Bu devletin içinde farklı inançlara sâhip insanlar bulunmaktaydı. İmdi bu devletin salt şeriatta yer alan kurallar dâhilinde idâre edilmesi de bu nedenle söz konusu değildi. Böylelikle örfî hukuk adı verilen başka bir hukuk sistemi ortaya çıktı. Ancak zaman içinde değişen ve başkalaşan yaşam koşulları da yürürlükteki kânunlarda birtakım boşluklar doğurdu. Ayrıca mevcut kânunlarda yapılan kimi yeni düzenlemelerle de Avrupa’dan alınan kânunlar ile diğerleri arasında kimi ikilikler ortaya çıkmaktaydı. Aslında tüm bunlar bir devlet hâlinde yaşamanın önüne geçebilecekken Osmanlı Devleti bu tehlikeyi hoşgörü politikalarıyla aşabilmişti. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde hukukî bütünlük sağlamak amaçlanmış, yerleştirilmek istenen üst kimlik modeline uygun ilişkiler ağının ortaya konması gerektiği belirli bir motto olarak kabûl edilmişti. İmdi hukuk alanındaki yeniliklerde Batı hukuk sistemlerinin model alınması da rastlantısal değildi; nitekim bunlar yerleştirilmek istenen bu üst kimlik modelinin gereksediği ilişkiler örüntüsüne uygundu.” İmdi Gün Dönümü I; Amor Fati isimli kitabımda serimleyip buraya alıntıladıklarım Türk milliyetçiliğinin milliyetçiliğin özüne uygunluklu bir milliyetçilik-pratiğinin sâhip olması gereken üç unsurdan ikisi hakkında: millî kültür ve millî devlet unsurlarıyla ilgili olarak nasıl bir milliyetçilik-pratiği ortaya koyduğunu ana hatlarıyla gösteriyor. Öte yandan bu kitabımda bahsetmediğim millî ekonomi unsuru hakkında da Türk milliyetçiliğinin nasıl bir milliyetçilik-pratiği ortaya koyduğunu göstermem ve millî devlet unsuru hakkında nasıl bir milliyetçilik-pratiği geliştirdiğini biraz daha açmam gerekirse: Efendim Mustafa Kemâl tâ 1 Mart 1922’de Meclîs’te aynen şunları söylemişti: “Millî Mücâdelenin amacı tam bağımsızlıktır. Tam bağımsızlık da ancak mâlî bağımsızlıkla gerçekleştirilebilir. Bir devletin mâlîyesi bağımsızlıktan yoksun kaldığı sürece kamu hizmetlerinin gereken biçimde düzenlenmesi beklenemez. Devlet organlarına canlılık veren mâlî güçtür. Mâlî bağımsızlığın ilk şartı da denk ve ülke yapısına uygun bir bütçedir. Yönetim işleri için mâlîyenin sâdece kendi kaynakları kullanılacaktır. Kamu hizmetlerinde son derece tutumlu davranılmalıdır.” Öte yandan 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresinde de aynen şunları söylemişti: “Sanâyînin gelişmesini ihmâl etmemeliyiz. Ticâretimizi yabancıların eline bırakamayız. Bırakırsak millî kaynakları değerlendirme fırsatını kaybederiz. Ancak bunların gerçekleştirilmesi söylendiği gibi kolay ve basit değildir. Başarmak için ülke ihtiyâcına uygun temel bir program üzerinde bütün milletin birleşmesi ve uyumlu olarak çalışması gereklidir. Nitekim sanâyîleşme en büyük millî dâvâlarımızdan birisidir. Sanâyî işlerinde unsurları ülke içinde olan; yâni hammaddesi, işçisi, mühendisi ve yöneticisi Türk olan fabrikalar kurulmalıdır. Büyük ve küçük her türlü sanâyî tesisine ülkemizde ihtiyaç vardır. İleri ve zengin bir Türkiye ideâline erişmek için sanâyîleşmek büyük bir zorunluluktur. Bu yolda da devlet öncüdür. Birinci beş yıllık plânı tamamlamak ve ikinci beş yıllık plânı hazırlamak gereklidir.” Görüyorsunuz değil mi, Mustafa Kemâl millî ekonomi ile tam bağımsızlık ve dolayısıyla millî devlet arasında nasıl da doğru bir ilişki kuruyor, Türk milletini yüceltmeye çalışmak için Türk millî ekonomisinin taşıdığı önemi nasıl da apaçık bir biçimde ortaya koyuyor. İmdi Mustafa Kemâl bu amaçlar doğrultusunda şunların gerçekleşmesini sağladı: millî ekonominin kurulması için yabancılara âit tüm işletmelerin devletleştirilmesi, kabotaj hakkının düzenlenmesi, millî sanâyînin rahatça gelişmesi için yerli mal kullanımının özendirilmesi, âşâr vergisinin kaldırılması, Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyetinin kurulması, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının kurulması, İş Bankasının kurulması; Uşak’ta, Turhal’da ve Eskişehir’de şeker fabrikasının açılması, İzmir’de kâğıt fabrikasının açılması, Gemlik’te sûnî ipek fabrikasının açılması, Bursa’da Merinos fabrikasının açılması, Kayseri’de de iplik ve bez fabrikasının kurulması. Türk milliyetçiliğinin ortaya koyduğu bu milliyetçilik-pratiğinin millî devletle ilgili olan kısmına biraz daha yakından baktığımızda da şunları görüyoruz: efendim millî devlet unsurunu iki başlık altında inceleyebiliriz, bunlar: millî egemenlik ve millî güvenlik. Nitekim Türk milliyetçiliğinin sâhip olduğu millî devlet unsurunu da yine bu iki başlık altında inceleyebiliriz. İmdi Mustafa Kemâl millî egemenlik hakkında aynen şöyle düşünür: “Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir millet medenî insanlık karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir muameleye hak kazanamaz.” (Nutuk’tan) “Millî egemenlik öyle bir ışıktır ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar yok olur. Milletlerin tutsaklığı üzerine kurulmuş kurumlar her yandan yıkılmaya mahkûmdur.” (İkdam Gazetesi’nin 1 Eylül 1924 târihli baskısından) “Özgürlüğün de eşitliğin de adâletin de dayanağı millî egemenliktir. Yeni Türkiye hükümetinin öz cevheri de millî egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’nden) “Millî bağımsızlık bence bir hayat sorunudur. Millet ve ülkenin çıkarları gerektirirse insanlığı oluşturan milletlerden her biriyle medeniyetin gereği olan dostluk ve siyâset ilişkilerini büyük bir duyarlılıkla beğenirim. Ancak benim milletimi tutsak etmek isteyen herhangi bir milletin bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım.” (Hâkimiyeti Milliye’nin 23 Nîsan 1921 târihli baskısından) İmdi efendim TBMM’nin açılması ve saltanatlık ile halîfeliğin kaldırılması Türk milliyetçiliğinin sâhip olduğu millî devlet unsurunun gerçekleşmesi için gereken millî egemenliğin tesis edilmesini olanaklı kılmıştı. Bir diğer gerek de millî güvenlikti. Nitekim Mustafa Kemâl’e göre “komutanlık ödev ve sorumluluğunu yüklenecek kadar omuzlarında ve dimağında güç bulunmayanların çok acı sonuçlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır.” (Cumhuriyet Gazetesi’nin 16 Ağustos 1930 târihli baskısından) İmdi Kayseri’de uçak fabrikasının açılması ve Anadolu demiryollarının satın alınması da Türk milliyetçiliğinin sâhip olduğu millî devlet unsurunun gerçekleşmesi için gereken millî güvenliğin tesis edilmesini olanaklı kılmıştı. * İmdi bütün bu serimlediklerimin ardından gördüğümüz gibi milliyetçilik ilkesinin millî ekonomi, millî kültür ve millî devlet olmak üzere bu üç temel unsurunu korumayı ve gerçekleştirmeyi engelleyen istemler aracılığıyla dile getirilmesinin ardında Rus, Batı ve Amerikan emperyalizminin parmağı var. Bu emperyalistlerin içine nüfuz edemediği tek milliyetçilik-pratiği de Türk milliyetçiliği. Böylelikle daha önce dikkat çektiğim bir soruna çözüm getirmemiz mümkün görünüyor; nitekim daha önce demiştim ki son zamanlarda kimileri küreselleşmeye bağlı olarak milliyetçiliğin artık siyâsî doktrinler târihine gömüldüğünü iddiâ ederken, kimileri de artık küreselleşen bir dünyâda milliyetçiliğe olan ihtiyâcın giderek arttığını iddiâ ediyor. Kimileri ‘ben milliyetçiyim’ diyene tuhaf bir biçimde geri kafalı, yobaz vb. yaftalar yapıştırılırken, kimileri de onları destekliyor. Kimi siyâsî partiler milliyetçilik propagandası(!?) yaparken, kimileri de anti-milliyetçilik propagandası(!?) yapıyor. İmdi efendim bu dialektik aykırılığa benim getireceğim çözüm: özüne uygunluksuz bir milliyetçilik-pratiği kuşkusuz emperyalizmin işine yarayan bir milliyetçilik-pratiğidir ve asıl karşı çıkılması gereken de budur. Fakat Türk milliyetçiliği gibi özüne uygunluklu bir milliyetçilik-pratiği değil karşı çıkılması gereken bir milliyetçilik-pratiği; millet hâlinde kalabilmenin olanaklı koşuludur. Ne var ki böyle bir milliyetçilik-pratiği gerçekleştirmenin önünde hem içte hem de dışta çok ciddî engeller var. Efendim ben bunları daha sonra yayınlamayı düşündüğüm Liberalizm Üzerine isimli bir yazımda enine boyuna analiz etmekte ve bu engelleri aşmaya dönük çalışmalara katkı sağlayacak olanaklı çözüm yolları geliştirmekteyim; bunlar şimdilik bir tarafa, ben geldiğimiz şu nokta îtîbârîyle içteki engeller hakkında ve bugün îtîbârîyle milliyetçiliğin özüne uygunluklu bir milliyetçilik-pratiği gerçekleştirmek isteyen Türk milliyetçilerinin neler yapması gerektiği hakkında; yâni hakîki Türk milliyetçilerinin hangi istemlere sâhip olmaları gerektiği hakkında kendi görüş ve önerilerimi sizlerle paylaşmak istiyorum: * Efendim şu vatan hâini ve nâmussuz entel-dantel kesimi Mustafa Kemâl’in bu görüşlerini o dönemin şartları içinde ortaya konmuş ve dolayısıyla bugün îtîbârîyle önemini kaybetmiş görüşler olarak görüyor/gösteriyor. Bu kesimin en çok da millî ekonominin gereğini ve önemini anlayamayacak kadar saf olmadığını farz edersek şu hâlde onların vatan hâini ve nâmussuz kişiler olduklarından hiç şüphem yok. Nitekim bugün îtîbârîyle en liberal geçinen ülkelere baktığımızda bile bizdekine oranla çok daha güçlü bir millî ekonomilerinin olduğunu görüyoruz. İmdi söz gelişi Fransa’da devletin ekonomideki ağırlığı yaklaşık olarak %53. Nitekim tüm Avrupa’nın genelinde ise bu oran %47 civârında. Öte yandan Fransa’da yaklaşık olarak üç bin KİT var ve Fransızlar bunların özelleştirilmesini teklif etmeyi bile kabûl edemezler. Bu KİT’lere bilinen en iyi örnek de Renault. Oysa ki ülkemizde devletin ekonomideki ağırlığı yaklaşık olarak %30’lar civârında olmasına karşın devletin ekonomiden elini hem de tam olarak çekmesi gerektiği yollu birtakım söylemler dile getiriliyor. Batı ve Amerikan emperyalizmi de IMF ve Dünyâ Bankası aracılığıyla millî ekonomimizi yok ediyor. Nitekim bu iki kurumun dayattığı liberalleşme reçeteleri mârifetiyle özelleştirme faaliyetlerini tamamlamış ülkelerde açılık ve sefâletin önüne bir türlü geçilemiyor. İşsizlik deseniz cabası. Bunun en somut göstergesi de Arjantin. Nitekim 1960’larda Arjantin ekonomisi dünyânın 10. büyük ekonomisiydi; ancak 1980’lerden sonra IMF ve Dünyâ Bankasının güdümünde uyguladığı para politikaları nedeniyle Arjantinliler de bugün açlık ve sefâletle boğuşmaktalar. Nitekim bu târihten sonra Arjantin’de öncelikle bankalar yabancıların tahakkümü altına girdi, hazîne arâzîleri satıldı, iç pazar üzerinde Amerikan emperyalizminin tahakkümü kurumsallaştı, tarım ve hayvancılık dumura uğradı, sanâyî ve ticâret yatırımları ise iflâs etti. Üretimin durması ve ithâlâtın aşırı bir biçimde artması Arjantinlileri bu hâle sürükledi. Efendim ben az önce bunlara burada girmeyeceğimi söylemiştim; ama yeri gelmişken bunlara deyinmeden geçmek de istemedim.
Gönderi tarihi: 7 Eylül , 2006 18 yıl Pekî bugün îtîbârîyle milliyetçiliğin özüne uygunluklu bir milliyetçilik-pratiği gerçekleştirmek isteyen Türk milliyetçileri neler yapmalı; yâni hakîki Türk milliyetçilileri bugün îtîbârîyle hangi istemlere sâhip olmalı? Efendim bana sorarsanız: 1) Türk ekonomisi ivedilikle yabancı sermâyenin tahakkümünden kurtarılmalı ve başta Soros’un adamları olmak üzere tüm uluslararası para spekülâtörlerin ekonomimiz üzerindeki nüfuzları ivedilikle kırılmalı; öte yandan gelişmekte olan ülkeler üzerinde emperyalist amaçlara sâhip olmayan yatırımcıların yapacak olduğu yatırımlar kazanacakları paraların tamâmını ülkemiz sınırları içinde (ve millî çıkarlarımıza zarar vermeyecek türden belirli sınırlar dâhilinde) diledikleri yatırımlara dönüştürmeleri şartıyla desteklenmeli. 2) Âdil ve geniş tabanlı bir vergi kânunu düzenlenerek ekonomimiz bütünüyle kayıt altına alınmalı ve borçlanmanın bir devlet politikası olmasına ivedilikle son verilmeli; nitekim bu kânunla vergiyi doğrudan almak yerine sıfır faizle proje karşılığı onu girişimciye vererek reel sektörün sermâye kıtlığı yollu sorunlarını aşmalarına yardımcı olunmalı ve reel sektöre düşük mâlîyetli kaynak sağlanmalı. 3) Bu yolla reel sektörün üretim dışı gelirlerle değil de salt üretimle para kazanması teşvik edilmeli. 4) Millî çıkarlarımız açısından son derece kilit bir öneme sâhip olan yatırımların yabancı sermâye tekelinde toplanmasına ivedilikle son verilmeli ve bu nitelikteki kurumlar da ivedilikle devletleştirilmeli; imdi bu konuda önceliği enerji alanındaki yatırımlar almalı. 5) Enerji ihtiyâcımızın karşılanması için, gerekli önlemleri almak koşuluyla nükleer enerji santralleri yapımına ivedilikle geçilmeli; nitekim dünyâ üzerinde yaklaşık 50 yıldan beri nükleer enerji kullanılmakta; buna karşılık bunun tehlikeli olduğu yollu birtakım söylemsel maniplasyonlar aracılığıyla, gelişmekte olan ülkelerde bu santrallerin kurulmaması için türlü dolaplar çevrilmekte; söz gelişi birtakım sivil toplum örgütlerine inanılmaz kaynaklar sağlanmakta; imdi bu tür maniplasyonların farkına vararak nükleer enerji santrallerinin kurulmasına ivedilikle geçilmeli. 6) Para politikalarımızın belirlenmesinde IMF’nin ve Dünyâ Bankasının tahakkümüne ivedilikle son verilmeli. 7) Devletin ekonomi alanından el çekmesine dönük girişimlere ivedilikle dur denilmeli; nitekim özellikle de gelişmekte olan ülkelere empoze edilen liberalleşme reçetelerinin aslında emperyalizmin o ********* yüzünü maskeleyen uygulamalar olduğu görülmeli ve başta tahkim yasası olmak üzere şeker, tütün, enerji ve bankacılık yasaları ivedilikle millî çıkarlarımıza uygunluklu bir biçimde yeni baştan düzenlenmeli. 8) Tarım ve hayvancılık alanlarında daha önce sâhip olduğumuz; fakat IMF’nin baskıları nedeniyle kaldırdığımız sübvansiyonlar ve teşvikler iyileştirilmiş bir biçimde yeniden yürürlüğe sokulmalı ve bunlar yapılırken de tarım ve hayvancılıkla uğraşan yurttaşlarımızın sorunlarını doğru bir biçimde çözecek yeni düzenlemeler getirilmeli. 9) Kartel medyasının mâlî kaynakları kontrol altında tutulmalı ve gazete patronlarının banka sâhibi olmaları ivedilikle engellenmeli. 10) Gümrük Birliği Antlaşması ya feshedilmeli ya da iyileştirilmeli; nitekim Avrupa Birliği’ne tam üye olmadan Gümrük Birliğine giren tek ülke Türkiye’dir ve verdiği tek taraflı tâvizler nedeniyle henüz ortaklık haklarından yararlanamadan çok ağır yükümlülükler sırtlanmak mecburiyetinde bırakılan tek ülke de Türkiye’dir; bu bakımdan bu antlaşma ya feshedilmeli ya da iyileştirilmeli ve her iki durumda da ülkemizin kayıpları karşılanmalı; nitekim bu antlaşmada uygulanan çifte standart nedeniyle, ülkemiz gümrüklerini Avrupa’ya sonuna dek açmışken, bize tarım ve tekstil ürünlerinde kota uygulanmasına devâm edildi; imdi bu tür sorunlar da ivedilikle hâlledilmeli. 11) Dolayısıyla başta enerji olmak üzere sigorta ve vergi gelirleri ivedilikle aşağı çekilerek mâlîyet bedellerinin düşürülmesi ve bu yolla da reel sektörün rahatlaması sağlanmalı, reel sektörümüzün dış piyasa koşullarında rekâbet edebilmesi güven altına alınmalı ve yerli üretim ithâl mallar karşısında korunmalı. 12) Komşularımızla olan ilişkilerimiz en üst seviyede ekonomik işbirliği sağlayacak biçimde yeniden gözden geçirilmeli ve dış ticâretimizin önemli bir bölümü komşularımızla gerçekleşmeli. 13) Kıbrıs sorununda aslâ tâviz verilmemeli. 14) Irak’ın toprak bütünlüğü korunmaya çalışılmalı; ancak bunun gerçekleşmesi için ne Amerikan emperyalizmine ne de onun maşası olan Kürt milliyetçilerine en ufak bir tâviz verilmeli. 15) Uluslararası sistemin ülkemiz içinde görev yapmak için gönderdiği ve bizzat kendi istekleri doğrultusunda onlarla işbirliği içinde olan ajan provokatörlerin (imdi daha önce Akademik Felsefenin Sefâleti ve Kapitalist Sistem İçinde Hümanist Etiğin Rolü Üzerine isimli çalışmalarımda hümanist etikçilerin aslında millî birlik ve berâberliğimizi bozmak ve millî politikalarımızın insan hakları(!?) temeline oturtulması gerektiği yollu söylemleri dile getirerek bunları benimsettirip bizi emperyalistlerin ve siyonistlerin kucağına oturtmak için görev yapan birer ajan provokatör olduklarını ortaya koymuştum) defterleri ivedilikle dürülmeli ve bu amaç doğrultusunda, Özal zamânında yürürlükten kaldırılan İhâneti Vataniye Kânunu yeniden yürürlüğe sokulmalı. 16) Millî politikalarımızın millî çıkarlar doğrultusunda değil de insan hakları lakırdılarına göre belirlenmesi gerektiği yollu görüşlerin emperyalizmin cicili bicili tuzakları olduğu görülerek hukuk sistemimizin millî çıkarlar doğrultusunda yeniden yapılandırılmasına ivedilikle geçilmeli. 17) Milletvekilleri dokunulmazlıkları yeniden düzenlenerek bu dokunulmazlığın salt kürsü dokunulmazlığıyla sınırlandırılması sağlanmalı ve başta çetecilik olmak üzere bu tür suçlara bulaşmış vekillerin yargı önünde hesap vermelerinin önündeki engeller kaldırılmalı. * İmdi efendim bütün bunlar aynı zamanda kendi ülkelerinde kendi milletlerini yüceltmeye dönük ve milliyetçiliğin özüne uygunluklu bir milliyetçilik-pratiği gerçekleştirmek isteyenlerin de sâhip olması gereken istemler hakkında nitelikli bir çerçeve çizmiyor mu!.. Dolayısıyla aslında milliyetçiliğin özüne uygunluklu bir milliyetçilik-pratiği başka milliyetçilik-pratikleri üzerinde şu ya da bu şekilde belirli bir tahakküm yaratmaz. Ne var ki bu özden sapmalar olunca milliyetçilik-pratiklerinin üzerine emperyalizmin gölgesi düşüyor, sözüm ona milliyetçilik adına yapılanlar da milliyetçiliğin daha fazla zarar görmesine neden oluyor. Öyle değil mi? Ne dersiniz? *** Gün Dönümü II; Felsefe ve Kapitalizm'den
Gönderi tarihi: 10 Eylül , 2006 18 yıl Turkler maalesef sadece sozde milliyetci...Ama bazilari onu bile yapmiyor artik..
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.