Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Şüphesiz 'izzet ve gücün' tümü Allah'ındır. O, işitendir, bilendir. (Yunus Suresi, 65) Dediler ki “Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.” (Bakara Suresi, 32) HY (ADNAN OKTAR) HY (Adnan Oktar)'ın bugüne kadar 57 ayrı dile çevrilen, yaklaşık 250 kitabı bulunmaktadır. 30 bin resmin yer aldığı toplam 45 bin sayfadan oluşan bu kitaplar, bugüne kadar 8 milyon kişi tarafından satın alınmış, bir o kadar kitap da çeşitli gazete ve dergiler tarafından okuyucularına hediye edilmiştir. Yazarın eserlerinden faydalanılarak bugüne kadar 180 belgesel film hazırlanmıştır. Bu belgesel filmler de kitaplar gibi yabancı dillere çevrilmiş ve halen 20 ülkedeki 100 ayrı TV kanalında gösterilmektedir. Bugüne kadar 13 milyon VCD belgesel dünyanın pek çok ülkesinde milyonlarca izleyiciyle buluşmuştur. Hazırlanan sohbet programları, sesli anlatımlar 20 ayrı ülkede pek çok radyo kanalında yayınlanmaktadır. 40 ayrı dilde 200'den fazla internet sitesi bulunmakta olup bu siteleri her ay 140 ayrı ülkeden 4.5 milyona yakın kişi ziyaret etmektedir. Sitelerden ayda yaklaşık 540 bin belgesel film, 200 bin kitap, 100 bin sesli anlatım ve 7 bin interaktif anlatım ziyaretçiler tarafından bilgisayarlarına indirilmektedir. HY'nın eserleri kaynak alınarak hazırlanan dergiler bugüne kadar 6 milyonluk tiraja ulaşmıştır. HY'nın 5.000'den fazla makalesi pek çok ülkede, dergilerde, gazetelerde ve internet sitelerinde yayınlanmıştır. Yazarın evrim teorisinin çöküşünü ortaya koyan ve toplamı 6 bin sayfayı aşan kitaplarından yararlanılarak "Evrim Teorisinin Çöküşü ve Yaratılış Gerçeği" başlığıyla ülkemizde ve yurt dışında konferanslar düzenlenmektedir. Türkiye'de 2000'den fazla konferans düzenlenmiştir. Yurt dışında ise, -dünyanın en tanınmış üniversiteleri de dahil olmak üzere- Avusturalya'dan Kanada'ya, İngiltere'den Malezya'ya kadar pek çok konferans düzenlenmiş ve bu konferanslara 1 milyonun üzerinde katılım olmuştur. AYLARDIR TEKRARLADIĞIMIZ ÇAĞRILARA RAĞMEN TEK BİR DELİL ORTAYA KOYAMADILAR: YERLİ EVRİMCİLER NEDEN SUSKUN? Madem deliliniz yok, neden yıllardır milletimize hayalleri gerçek gibi tanıttınız? Halen pek çok merkezde devam eden fosil sergilerinde, evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan yüzlerce yaşayan fosil halkımıza sunulmaktadır. Evrimciler ise kendi delillerini açıklama cesaretini bir türlü gösterememektedir. Yerli evrimcilere, kendi iddialarına destek olacak 3-5 tane ara fosil varsa bunları Türkiye’nin en bilinen merkezlerinde, örneğin İstanbul Taksim’de veya Ankara Ulus’ta sergilemeleri çağrısında bulunmuştuk. Ancak birçok defa bu çağrıyı tekrarlamamıza rağmen evrimciler, varolduğunu iddia ettikleri dellilerden bir tanesini bile ortaya koyamamışlardır. Darwin'in, Türlerin Kökeni isimli kitabını yazdığı 1859'dan 2006'ya kadar basında yayınlanan resimlerin hiçbiri ara fosil değildir. Basında uzun yıllardır yer alan bu resimler, ya soyu tükenmiş, ara canlı özelliği göstermeyen, tam teşekkül etmiş canlılara ya da Piltdown Adamı, Nebraska Adamı gibi sahte fosillere ait resimlerdir. Darwinizm ile ilgili gördüğünüz fosil resimleri, moral propaganda amacıyla üretilir ve sahte fosillere ya da ara fosil olmayan türü tükenmiş tam canlılara aittir. Ara fosil olmadığı bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla evrimcilerin olmayan bir şeyi ortaya koymalarına zaten olanak yoktu. Evrimcilere yapılan çağrıların nedeni, gerçeklerin halkımız önünde açığa çıkması idi. Nitekim evrimcilerden ses çıkmadı ve halkımız buna açıkça şahit oldu. Evrimcilere soruyoruz: Madem delil konusunda bu kadar çıkmazdaydınız neden yıllardır Türk Milleti'ne bu teoriyi gerçekmiş gibi anlattınız? Madem ispat edemiyorsunuz neden çoktan ispatlanmış gibi savundunuz?Türk Milleti'ni aşağı ırklardan gören bir teoriyi neden halka benimsetmeye çalıştınız? Halkımız yıllarca evrimci hayallerle kandırılmak istenmiştir. Ancak bu aldatmacanın maskesi artık düşmüştür... Evrimcilerin bugüne kadar yaptıkları tek şey, hiçbir gerçekliği olmayan kafataslarını tekrar tekrar sıralamak, sahteliği çoktan belgelenmiş fosiller üzerinde spekülasyonlar yapmaktır. Herbiri soyu tükenmiş maymun türleri olan Australopithecuslar, insan ve orangutan parçaları birbirine monte edilerek oluşturulan Piltdown Adamı, insanın sözde evrimine bir delil diye tanıtılan aslında bir yaban domuzuna ait olan Nebraska Adamı fosili (tek bir dişten ibarettir) tarihe geçmiş evrimci aldatmacalarındandır. Ara fosil olmadığını evrimciler de bilmesine rağmen, soyu tükenmiş canlılar ara fosil diye yutturulmaya çalışılmış, evrimle hiçbir ilgisi bulunmayan fosiller yıllarca evrim delili gibi sunulmuştur. Sadece insan hakkında değil, evrim teorisinin diğer tüm temel konularında durum bu şekildedir. Ortada deliller değil, sahtekarlıklar ve hayal mahsulü gerçek dışı senaryolar vardır. Uzun yıllar, "en temel deliller" olarak tanıtılan fosillerin geçersizliği de artık anlaşılmıştır. Örneğin kuşlarla sürüngenler arasındaki hayali geçişi temsil ettiği iddia edilen Archaeopteryx fosilinin aslında soyu tükenmiş bir kuşa ait olduğu, sudan karaya hayali evrime delil gösterilen Coelacanth isimli fosilin halen derin sularda yaşamakta olan bir balığa ait olduğu ortaya çıkmıştır. Son dönemde, denizlerden karalara hayali geçiş senaryolarına malzeme yapılan Tiktalik adlı fosil de nesli tükenmiş bir canlıya aittir ve evrim ile hiçbir ilgisi yoktur. Evrimciler, Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren bilimsellik görünümü altındaki sayısız yalanla halkımızı aldatmışlardır. Ancak bilimin geliştiği, internetin yaygınlaştığı günümüzde bunların kolları kanatları kırılmış durumdadır. Evrim teorisi can çekişmektedir ve artık son nefesini vermek üzeredir. Özellikle Türkiye'de tam anlamıyla felç olmuştur. Batı'da bugüne kadar evrimcilerle ilmi mücadele eden olmaması, onların meydanı boş bulup toplumları kandırmasına olanak sağlamıştır. Ama artık durum değişmiş, Türkiye'deki etkili ve kararlı mücadele batılı bilim adamlarına da örnek olmuş ve orada da yoğun bir faaliyet başlamıştır. İnsanı, tesadüflerle hayvanlardan türemiş sıradan bir canlı olarak tanıtan Darwinizm’i temel alan, komünizm ve faşizm gibi ideolojiler sebebiyle, 20. yüzyılda dünya, adeta kan gölüne dönmüştür. Milyonlarca insanın canına malolmuş bir teoriye arka çıkmak ise imani ve ahlaki değerlerle bağdaşmamaktadır. Darwinizm, Milyonlarca İnsanın Canına Mal Olan Bir Teoridir Komünist ve faşist liderlerin Darwinizm’e olan bağlılıklarını ifade ettikleri sözleri incelendiğinde, Darwinizm ile savaş ve terör arasındaki bağlantı daha iyi anlaşılmaktadır. Charles Darwin’in insanın var oluşu ve tabiat olayları hakkındaki çarpık fikirlerini ideolojilerinin temeli olarak gören Marx, Lenin gibi komünizmin önde gelen isimleri ve Hitler, Mussolini gibi faşist liderler 20. yüzyılda milyonlarca insanın ölmesine, dünyanın pek çok bölgesinin teröre bulanmasına sebep olmuşlardır. Hitler ve Mussolini Katliamlarını Darwinizm’e Dayandırdı 55 milyon insanın ölümünden sorumlu tutulan Adolf Hitler sapkın teorilerini geliştirirken Darwin'in "yaşam mücadelesi" fikrinden ilham almıştır. Hitler de, aynı Darwin gibi, diğer ırkları maymunlarla aynı statüye koyuyor ve şöyle diyordu: "Kuzey Avrupa Almanlarını insanlık tarihinden çıkarın, geriye maymun dansından başka bir şey kalmaz". (Carl Cohen (ed). Communism, Fascism and Democracy. Random House Publishing, New York, 1967. s. 408-409) Hitler, 1933'deki ünlü Nürnberg mitinginde ise, "yüksek ırkın düşük ırkları idare ettiğini, bunun doğada görülen bir hak olduğunu ve tek mantıklı hak olduğunu" ileri sürmüştür. Darwinizmin üstün ırk fikrine şiddetle bağlanan Naziler, Alman ırkının üstün olduğunu gösterebilmek için kafatası ölçümlerine girişmişlerdir. Ünlü evrimci Sir Arthur Keith, Hitler'in Darwinist girişimlerini şöyle yorumlamıştır: “Alman Führer'i bir evrimciydi. Almanya'nın tecrübesini, evrim teorisine uygun hale getirmek için bilinçli olarak çalıştı.” (Sir Arthur Keith, Evolution and Ethics, 1947, s. 246) Hitler'in en büyük müttefiki olan diktatör Benito Mussolini de evrim teorisinden ilham almıştır. Mussolini 1935’te giriştiği Etiyopya’nın işgalini Darwin'in ırkçı görüşlerine ve yaşam mücadelesi kavramına dayandırmıştır. Mussolini'nin Darwinizm'e olan ideolojik bağlılığını, bir dönem editörlüğünü yaptığı La Lotta di Classe (Sınıf Çatışması) adlı haftalık dergide de görmek mümkündür. Derginin ilk sayısının kapağında Marx ve Darwin'in büyük birer resmi yer alıyordu. Giriş yazısını kaleme alan Mussolini, bu iki materyalist ideologtan, "geçmiş yüzyılın en büyük iki düşünürü" diye söz etmiş, Darwin'in teorisine övgüler yağdırmıştı. (Dennis Mack Smith, Mussolini, s.18) Marks ve Engels de Koyu Birer Darwınistti Darwinizm, komünizm için de çok büyük bir önem taşıyordu. Marx 19 Aralık 1860 tarihinde Engels'e yazdığı mektubunda Darwin'in kitabını kastederek şöyle demişti: "Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap, işte budur.” (Conway Zirkle, Evolution, Marxian Biology and the Social Scene, Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1959, s. 85-87) Marx, 16 Ocak 1861 tarihli bir mektubunda ise aynı konuya şöyle değinmişti: "Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor." (Stephen Jay Gould, Ever Since Darwin, W. W. Norton & Company, New York 1992, s. 26 ) Marx, Darwin'e olan sempatisini ise en tanınmış kitabı Das Kapital'i, Darwin'e ithaf ederek göstermişti. Marx, kitabının Almanca baskısının kapağına el yazısıyla şöyle yazmıştı: "Charles Darwin'e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx'tan” (Friedrich Engels, Socialism: Utopian and Scientific, Foreign Languages Press, Peking 1975, s. 67) Engels ise, Darwin'e olan hayranlığını şöyle ifade etmişti: “Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlemektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Charles Darwin'in adı anılmalıdır.” (Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian Revolution, London: Chatto & Windus, 1959, s. 348-9) Charles Darwin’in (solda) insanın var oluşu ve tabiat olayları hakkındaki çarpık fikirlerini ideolojilerinin temeli olarak gören Marx, Lenin gibi komünizmin önde gelen isimleri ve Hitler, Mussolini gibi faşist liderler 20. yüzyılda milyonlarca insanın ölmesine, dünyanın pek çok bölgesinin teröre bulanmasına sebep olmuşlardır. Komünizmin, Lenin, Stalin, Troçki, Mao gibi önde gelen liderlerinin tamamı Darwin’den övgüyle söz etmişler ve yaşam felsefelerini Darwinizm üzerine kurmuşlardır. Teröre Kalıcı Çözüm İçin Öncelikle Darwinizm’in Durdurulması Gerekir Darwinizm’in telkinleriyle, insanın “doğada tesadüfen var olmuş bir çeşit hayvan” gibi algılanması toplumlara tam anlamıyla yıkım getirmiştir. 20. yüzyılda savaşların, katliamların ve terör olaylarının tarihte görülmemiş düzeye çıkmasında Darwinizm’in büyük etkisi olmuştur. Tarihçiler, geçtiğimiz yüzyılda komünist rejimlerin, 120 milyon insanın ölümünden sorumlu olduğunu bildirmektedirler. Ülkemizde 30 bin cana mal olan terör de, Marksist-Leninist ideoloji kaynaklıdır. Bu ideolojilerin ve takipçilerininin neden oldukları terörün önünün kesilmesi için her şeyden önce toplum, Darwinist telkinlerden arındırılmalıdır. Türk Düşmanlığının Temeli Darwinizm'dir Charles Darwin'in önemli fakat az bilinen bir özelliği, Avrupalı beyaz ırkları diğer insan ırklarına göre çok daha "ileri" sayan koyu bir ırkçı olmasıdır. Darwin, insanların maymun benzeri canlılardan evrimleştiğini öne sürerken, insan ırklarının, evrimin çeşitli basamaklarında yer aldıklarını, Avrupalı ırkların "ileri" ırklar olduğunu savunmuş, diğer pek çok ırkı ise,"maymunsu özellikler taşıdıkları" iddiasını öne sürerek aşağılamıştır. Darwin, "aşağı ırklar" olarak tanımladıklarının arasında, Yüce Türk Milleti'ni de saymıştır. W. Graham'a yazdığı 3 Temmuz 1881 tarihli mektubunda, bu ırkçı düşüncesini şöyle ifade etmiştir: "Avrupalı ırklar olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde TÜRK BARBARLIĞINA karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, BU TÜR AŞAĞI IRKLARIN çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini (yokedileceğini) görüyorum." (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt 1, New York: D. Appleton and Company, 1888, ss. 285-286) Darwin'in bu tür izahlarının, Avrupa'da uzun süredir devam etmekte olan Türk düşmanlığının temeli olduğu bilinen bir gerçektir. HY'nın Eserleri, Batılı Bilim Dergileri ve Gazetelerce Evrim Teorisine En Güçlü Cevap Olarak Tanıtılmaktadır HY’nın eserleri, dünya çapında büyük yankı uyandırmıştır. Örneğin, Amerikan Bilim Eğitimi Ulusal Merkezi (National Center for Science Education) tarafından yayınlanan Reports Dergisi, Kasım-Aralık 1999 tarihli sayısının kapağını, HY’nın “Evrim Aldatmacası” kitabının resmine ve derginin 30 sayfasını HY’nın evrim teorisini çökerten ve yaratılışı ortaya koyan çalışmalarına ayırmıştır. 22 Nisan 2000 tarihli New Scientist dergisi ise, "Burning Darwin" başlıklı bir makalede, dünyada evrim teorisine karşı yürütülen entelektüel kampanyada yazar HY'nın eserlerinin önemli bir yeri olduğunu vurgulamış ve "HY uluslararası bir kahraman. Kitapları İslam Dünyası’nın her yanına yayılmış durumda." görüşüne yer vermiştir. Ünlü bilim dergisi Science'ın, 18 Mayıs 2001 tarihli ve "Yaratılışçılık Asya ve Avrupa'nın Birleştiği Yerde Kök Salıyor" (Creationism Takes Root Where Europe, Asia Meet) başlıklı bir makalesinde ise; HY'nın kitaplarının pek çok yerde ders kitaplarından bile daha etkili olduğu belirtilmiştir. Amerika’dan yayın yapan www.pitch.com adlı internet sitesindeki bir haberde, “bu kitaplar oldukça iyi kalite kağıda basılmış, renkli resimlerle dolu ve her yerdeler... Batı Dünyası’nda bulabileceğiniz her türlü bilimsel yayınla rekabet ediyorlar.” görüşüne yer verilmiştir. Aynı haberde görüşüne yer verilen ünlü evrimci Profesör Ümit Sayın ise, “artık Yaratılışçılara karşı bir savaş yok. Savaşı onlar kazandılar, 1998’de Türkiye Bilimler Akademisi’nden altı profesörü yaratılışçılara karşı konuşmaları için motive etmiştim. Artık, bugün bir kişiyi bile motive etmek imkansız” açıklamasını yapmıştır. Haberin devamında ise; Türkiye’den, evrim teorisini savunanların neredeyse tamamen yenilgiye uğradığı bir ülke olarak bahsedilmiştir. Son olarak ise 3 Temmuz 2006 tarihli ünlü İngiliz gazetesi The Guardian'da HY'nın eserlerinin öneminden bahsedilmiştir. Haberde şu ifadelere yer verilmiştir: "Son yıllarda direk yaratılışı ve türlerin değişmezliğini savunan oldukça kaliteli literatürler ve DVD'ler İngiltere ve Avrupa’daki birçok Müslüman toplulukta oldukça popüler hale geldi. Her yere yayılan materyaller büyük ölçüde Türkiye’den HY adı altında oldukça üretken eserler yazan Türk filozofu Adnan Oktar’a ait. HY’nın kitapları, websiteleri ve DVD'lerinin hepsi özellikle etkileyici bir şekilde tasarlanmış ve profesyonelce sunulmuş... Yedi yıl kadar önce ilk kez bir HY eseriyle karşılaşmıştım: Evrim Aldatmacası. Eğitimsiz gözlerime çok aydınlatıcı gelmişti. Renkli illüstrasyonlarla dolu, açık ve net bir düzyazı olarak konuşma üslubunda yazılmış, bir sürü alıntılar ve seçkin bilim adamlarının yazılarına göndermelerle doluydu. Darwin’in doğal seleksiyon yoluyla evrim teorisinin tüm dünya çapında Allah’a inancı baltalamaya çalışan materyalistler tarafından işlenen bir sahtekarlık olarak ifşa edildiğini gözler önüne seriyor gibiydi. Tarafsız bir şekilde incelendiğinde, fosil kayıtlarında var olan deliller sürekli olarak canlıların bir bütün olarak, eksiksiz yaratıldığını gösteriyordu. Aşamalı olarak kendilerinden sonra gelen türlere evrimleşen türlere dair hiçbir kanıt yoktu." TARİHİ BİR YALAN: KABATAŞ DEVRİ... EVRİM ALDATMACASI... HAYATIN GERÇEK KÖKENİ... DARWIN’İN TÜRK DÜŞMANLIĞI... BİR ZAMANLAR DARWINİZM... DARWINİZM DİNİ... EVRİM AÇMAZI 1-2... DARWIN'İN VARİSLERİNE... ARAGEÇİŞ AÇMAZI... 20 SORUDA EVRİM TEORİSİNİN ÇÖKÜŞÜ... 40 KONUDA HÜCRE... DARWINİZM’İN İNSANLIĞA GETİRDİĞİ BELALAR... KUŞLARIN VE UÇUŞUN KÖKENİ... EVRİMCİLERİN İTİRAFLARI... DARWINİZM’İN KARANLIK BÜYÜSÜ... DARWINİZM’İN SONU... 50 MADDEDE EVRİM TEORİSİNİN ÇÖKÜŞÜ... KAİNATTAKİ KUSURSUZ TASARIM TESADÜF DEĞİL... SOSYAL SİLAH DARWINİZM... KURAN DARWINİZM’İ YALANLIYOR... TÜRLERİN EVRİMİ YANILGISI... AMERİKANULUSALBİLİMLER AKADEMİSİ’NİNYANILGILARI... DARWIN YALAN SÖYLEDİ!... DARWINİZM'İN KANLI İDEOLOJİSİ: FAŞİZM... EVRİMCİLERİN YANILGILARI... BİR TARTIŞMANIN ARDINDAN... EVRİMİN FOSİLLERE YENİLİŞİ... DARWIN'İN ANLAYAMADIĞI KAMBRİYEN... DARWINİZM İLE İLMİ MÜCADELENİN ÖNEMİ... DARWINİZM NASIL BİR AÇMAZ? (EVRİMCİLERE NET CEVAP .1.)... DARWINİSTLERİN BEKLEDİĞİ CEVAPLAR (EVRİMCİLERE NET CEVAP .2.)... DARWIN BU GERÇEKLERİ BİLMİYORDU (EVRİMCİLERE NET CEVAP .3.)... DARWINİSTLERİN BİLMEK İSTEMEDİKLERİ GERÇEKLER (EVRİMCİLERE NET CEVAP .4.) Adnan Oktar'ın, HY müstear ismi ile hazırladığı tüm kitapları www.harunyahya.org , www.harunyahya.net ve www.harunyahya.com adreslerinden ücretsiz olarak okuyabilir veya Global Yayıncılık'ın 0212 4444441 no’lu telefonundan temin edebilirsiniz
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl TIRSTIK da ondan SUSTUK. Şöyle bir okudum,acaba bu kardeşe ne cevap verilebilir diye,cevap vermek o kadar zor ki... Hiçbir açıklamaya bile gerek yok,ama çok komik bir açıklama olmuş. Kendisini ve hocasını kutlar başarılarının(!) devamını temenni ederim,başka konulardaki açıklamalarını da merakla beklerim.Ama okumam ona göre,sadece beklerim. Dikkatimi çeken saçma-sapan yerlerini bir de ben göstereyim dedim,eminim ki bu yazıyı kimse okumaz...: Darwinizm’i temel alan, komünizm ve faşizm gibi ideolojiler Bravo... Komünist ve faşist liderlerin Darwinizm’e olan bağlılıklarını ifade ettikleri sözleri incelendiğinde, Darwinizm ile savaş ve terör arasındaki bağlantı daha iyi anlaşılmaktadır. Bağlılık (??????????????).....? Charles Darwin’in insanın var oluşu ve tabiat olayları hakkındaki çarpık fikirlerini ideolojilerinin temeli olarak gören Marx, Lenin gibi komünizmin önde gelen isimleri ve Hitler, Mussolini gibi faşist liderler 20. yüzyılda milyonlarca insanın ölmesine, dünyanın pek çok bölgesinin teröre bulanmasına sebep olmuşlardır. Marx-Lenin ve Hitler-Mussolini'yi aynı aynı kefeye koyan büyük şahsiyetler de varmış demek ki... Çok ilginç buna verilen ad ise TERÖR... TERÖR nedir ve nasıl yapılır? Hitler ve Mussolini Katliamlarını Darwinizm’e Dayandırdı Bu daha da ilginç... Bunu Adnan Oktar'dan başka söyleyen insanüstü bir varlık var mı acaba? Varsa insan mıdır,insan değilse nedir? Marks ve Engels de Koyu Birer Darwınistti Vay be... Neler duyuyorum... Charles Darwin’in (solda) insanın var oluşu ve tabiat olayları hakkındaki çarpık fikirlerini ideolojilerinin temeli olarak gören Marx, Lenin gibi komünizmin önde gelen isimleri ve Hitler, Mussolini gibi faşist liderler 20. yüzyılda milyonlarca insanın ölmesine, dünyanın pek çok bölgesinin teröre bulanmasına sebep olmuşlardır. Komünizmin, Lenin, Stalin, Troçki, Mao gibi önde gelen liderlerinin tamamı Darwin’den övgüyle söz etmişler ve yaşam felsefelerini Darwinizm üzerine kurmuşlardır. Aynı safsataya devam ... Edemezler mi övgüyle,beğenemezler mi,yasak mıdır? "Tez kafaları vurulamı" diyorsunuz? Türk Düşmanlığının Temeli Darwinizm'dir En güzeli de bu... Demek Darwin,Malazgirt'ten beri var,hatta Haçlı Seferleri'nin düzenleyicisidir. HY’nın eserleri, dünya çapında büyük yankı uyandırmıştır. Uyandırmalıdır da... Hatta paneller ve konferanslar düzenlenmiş ve "numayiş" olmuştur.
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Cevapların tatmin edici değil zıplayandana.. Alaycı bir üslupla cevap vermişsin.. Cevap verebilmek imkansız olunca insanların bu tarz bir üsluba bürünmeleri normal bir psikolojik durumdur... Seni anlıyorum.. Ve zaten "Hiçbir açıklamaya bile gerek yok" yazmışsın.. Bence gerek görülmediğinden değil.. Evrim teorisini toptan silen, yok eden, çökelten ve gayet bilimsel olan çalışmaların başarısı ve haklılığındandır.. Saygılar...
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Yazar Nazi ideologlarında da yoğun bir Darwinizm etkisi görülmektedir. Adolf Hitler ve Alfred Rosenberg tarafından şekillendirilen bu teori incelendiğinde, "doğal seleksiyon", "seçici eşleşme", "ırklar arası yaşam mücadelesi" gibi, Darwin'in Türlerin Kökeni kitabında onlarca kez tekrarlanan kavramlara rastlanır. Hitler ünlü kitabı "Kavgam" (Mein Kampf)'ın ismini de, Darwinizm'in yaşamın bir mücadele arenası olduğu ve bu mücadelede üstün gelenlerin hayatta kaldıkları prensibinden esinlenerek koymuştur. Kitabında özellikle ırklar arasındaki mücadeleden söz etmiş ve şöyle demiştir: "Tarih doğanın kendi kendine oluşturacağı yeni bir ırksal hiyerarşi sonucunda eşi benzeri olmayan bir imparatorluk meydana getirecektir." 1933'deki ünlü Nuremberg mitinginde ise, "yüksek ırkın düşük ırkları idare ettiğini, bunun doğada görülen bir hak olduğunu ve tek mantıklı hak olduğunu" ileri sürmüştür. Nazilerin Darwin'den etkilendikleri bugün konunun uzmanı olan tarihçilerin hemen hepsi tarafından kabul gören bir gerçektir. Tarihçi Hickman Hitler'in Darwinizm'den etkilendiğini şöyle açıklar: "Hitler katı bir evrimciydi. Psikozunun derinlikleri ne olursa olsun Mein Kampf kitabı bir dizi evrim fikrini sergiler, özellikle de en uygunların yaşam savaşı ve daha iyi bir toplum için zayıfların katledilmesi fikirlerine yer verir." Marx ve Engels'in yolunu izleyen Plekhanov, Lenin, Trotsky ve Stalin gibi Rus komünistlerinin hepsi de, Darwin'in evrim teorisini benimsemişlerdir. Rus komünizminin kurucusu sayılan Plekhanov, "Marksizm, Darwinizm'in sosyal bilimlere uygulanmasıdır" adlı sözüyle ünlüdür. Trotsky'nin ise "Darwinizm, diyalektik materyalizmin en büyük zaferidir" şeklinde açıklamaları bulunmaktadır Komünist kadroların oluşmasında "Darwin'in eğitimi"nin büyük rolü vardır. Örneğin Stalin'in, gençliğinde bir din adamı iken Darwin'in kitapları nedeniyle ateist olduğu da tarihçiler tarafından not edilen bir gerçektir. 8 Komünist rejimi Çin'de kuran ve milyonlarca insanı katleden Mao ise kurduğu bu düzenin felsefi dayanağını, "Çin sosyalizminin temeli, Darwin'e ve Evrim Teorisi'ne dayanmaktadır" diyerek açıkça belirtmiştir. Darwinizm'in Mao ve Çin komünizmi üzerindeki etkisi, Harvard Üniversitesi'nden tarihçi James Reeve Pusey'in, China and Charles Darwin (Çin ve Charles Darwin) adlı araştırma kitabında detaylarıyla anlatılmaktadır. terörizmde ise teröristlerin matığı şöyledir: Kendilerinden olmayanlarla çatışmak, kavga etmek, onlara zarar vererek avantaj kazanmak yolunu seçebilir, yani "hayvani" davranabilirler. darwinizm de aynı şeyi savunmuyor mu? ayrıca HY(Adnan Oktar) beyin Evrim Aldatmacası kitabını okuyabilir ya da http://www.evrimaldatmacasi.com adresinden ayrıntılı bilgi alabilirsiniz..
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl En güzeli de bu... Demek Darwin,Malazgirt'ten beri var,hatta Haçlı Seferleri'nin düzenleyicisidir --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- darwinin ne zaman yaşadığı önemli değil önemli olanTürklerin m.ö. den beri olması .insanında HZ.ADEM(A:S)dayandığıda belli ...ama bunu hala kabul etmeyen ******** ********* ***** ***** ******* ****** ****** ******
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl En güzeli de bu... Demek Darwin,Malazgirt'ten beri var,hatta Haçlı Seferleri'nin düzenleyicisidir --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- darwini ne zaman yaşadığı önemli değilde Türklerin m.ö lere kadar dayanması...insanında HZ ADEM den gelmesi mühimdir...ama hala ben insandan gelmedim maymundan geldim diyorsa(darwinistler böyle der bu hakaret değil sayın admin)yine kendi bileceği iş...ben insanım maymundan gelmedim...
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Yaratılış fikri, şu günlerde batıllıktan çıkıp bir de bilimsel bir görünüm altında şansını denmek istiyor. Ellerindeki son kaleleri de kaybetmekte olduklarını anladıkları için yalancı referanslarla bilimin söylediklerini çarpıtarak, yalan söyleyerek, bilimin bulgularını kendilerine göre yorumlayarak ustaca anti-bilim yapmaktadırlar. Bilim ortamlarında barınamayan ve görüşleri her yerde çürütülen dışlanmış sözde profesörleri getirtip, bunlarla cahil halkı kandırmaya çalışıyorlar. Bu dinci çevre ilk başlarda kampanyasını bilimsel bir kisve altında yürütmeye çalışırken daha sonradan bu maskesini çıkarmıştır, şimdi elindeki tek silah, yalan, dolan, karalama ve çamur atmadır. Çamur atma, düşünsel ve bilimsel yeteneğin sıfırı tükettiği noktada başlar, amacı bellidir. Karşı tarafı yıldırmak ve kabuğuna çekilmesini sağlamak. “Çamur at izi kalsın” yöntemi. Ama bizler yılmayacağız. Açıkçasını söylemek gerekirse HY denen adamın kitapları ustaca yalanlara başvurmasına, kelime oyunlarına dayanıyor. Ancak bilimsel kitaplar okununca, onların dincilere yönelttiği çökertici soruları görüldükçe gerçekler daha net bir şekilde anlaşılıyor. Bu yaratılışçıların temelde yapmak istedikleri şey, kutsal kitaplardaki efsaneleri bilimsel olarak ispatlamak ve eğitim sistemlerine, hukuk sistemlerine bunları kabul ettirmektir. Ancak ABD’de bunlarla evrimciler arsındaki tartışmalar mahkemeye gitmiş, hiçbirinde de yaratıcılar kazanamamıştır, ve çoğu okulda yaratılışçılıkla ilgili dersler veya konular kaldırılmıştır. Devlet eğitimi, ortaçağ kafalı insanlara bırakılmamıştır. Ülkemizde de yerli ortaçağ kafalı insanlar, bilim dışı uydurmalarla yaratılışçı dogmalarına bilimsel elbise giydirerek (!) insanların beyinlerini yıkamaya devam etmektedirler.
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Ancak bilimsel kitaplar okununca, onların dincilere yönelttiği çökertici soruları görüldükçe gerçekler daha net bir şekilde anlaşılıyor Tamam bana o söz ettiğin bilimsel kitaplardan bir paragraf yazsana şuraya lütfen.. Cevabım hızlı olacak..
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Yaratılış fikri, şu günlerde batıllıktan çıkıp bir de bilimsel bir görünüm altında şansını denmek istiyor. Ellerindeki son kaleleri de kaybetmekte olduklarını anladıkları için yalancı referanslarla bilimin söylediklerini çarpıtarak, yalan söyleyerek, bilimin bulgularını kendilerine göre yorumlayarak ustaca anti-bilim yapmaktadırlar. Bilim ortamlarında barınamayan ve görüşleri her yerde çürütülen dışlanmış sözde profesörleri getirtip, bunlarla cahil halkı kandırmaya çalışıyorlar. Bu dinci çevre ilk başlarda kampanyasını bilimsel bir kisve altında yürütmeye çalışırken daha sonradan bu maskesini çıkarmıştır, şimdi elindeki tek silah, yalan, dolan, karalama ve çamur atmadır. Çamur atma, düşünsel ve bilimsel yeteneğin sıfırı tükettiği noktada başlar, amacı bellidir. Karşı tarafı yıldırmak ve kabuğuna çekilmesini sağlamak. “Çamur at izi kalsın” yöntemi. Ama bizler yılmayacağız. Açıkçasını söylemek gerekirse HY denen adamın kitapları ustaca yalanlara başvurmasına, kelime oyunlarına dayanıyor. Ancak bilimsel kitaplar okununca, onların dincilere yönelttiği çökertici soruları görüldükçe gerçekler daha net bir şekilde anlaşılıyor. Bu yaratılışçıların temelde yapmak istedikleri şey, kutsal kitaplardaki efsaneleri bilimsel olarak ispatlamak ve eğitim sistemlerine, hukuk sistemlerine bunları kabul ettirmektir. Ancak ABD’de bunlarla evrimciler arsındaki tartışmalar mahkemeye gitmiş, hiçbirinde de yaratıcılar kazanamamıştır, ve çoğu okulda yaratılışçılıkla ilgili dersler veya konular kaldırılmıştır. Devlet eğitimi, ortaçağ kafalı insanlara bırakılmamıştır. Ülkemizde de yerli ortaçağ kafalı insanlar, bilim dışı uydurmalarla yaratılışçı dogmalarına bilimsel elbise giydirerek (!) insanların beyinlerini yıkamaya devam etmektedirler. Yapıcı bir cevap görebilen bana haber versin... Buyur arkadaşım;ABD'nin evrime yaklaşımını,sorula nasıl cevap verilemediğini bir bir anlat;ama yaptığın alıntıları belirtmeyi de unutma...
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Yazar ünlü ingiliz matematikçi roger penrose yaşamın tesadüflerle oluşma ihtimalini bulmuş ve bu ihtimali 10 üzeri 10 üzeri 123 olarak hesaplamış. ve matematikte ise 1o üzeri 50 rakamı imkansız olarak biliniyor.heralde bu bilimselci denen arkadaş 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir sen önce evrime bir tane delil bul da ondan sonra HY ya laf at
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Tamam bana o söz ettiğin bilimsel kitaplardan bir paragraf yazsana şuraya lütfen..Cevabım hızlı olacak.. Lütfen güme gitmesin.. Yazar kalabalıklığından dolayı arada kaybolmasın sorum.. Cevap bekliyorum sayın bilimselci.. Sadece bir paragraf aktar yeterli...
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Fethullah Gülen Hocaefendinin yorumuda arkadaşlarımız bi zahmet okuyuversin! , belki kafaları çalışıyorsa hala çok aydınlanabilirler Şemsettin Günaltay, Felsefe-i Ûlâ’nın, Hegel’i tenkit bahsinde, Hegel’in bu husustaki nokta-i nazarını çok haklı olarak eleştirir ve alaycı bir tavırla, “Hegel, denizlerin dibinde birbiri peşi sıra gelen 20 nesilden bahsetmektedir. Zavallı, sanki onlarla beraber yaşamış gibi adlarını söylemekte, şekilleri mevzuunda bile fikir beyan etmektedir” der. Evrim nazariyecileri, hayata geçişi izah edemedikleri için, baştan beri tesadüfe ve kendi kendine oluşa sarılmaktadırlar. İddialarına göre, ilk atmosferimizde bol amonyak, metan, su buharı ve hidrojen vardı. Bunlar, yıldırımlarla ve volkanik patlamalarla gelişigüzel çıkan enerji boşalmaları sayesinde birbirleriyle reaksiyona girerek, aminoasitleri meydana getirdiler. Aminoasitler de, zamanla tasaffiye maruz kalarak, proteinler haline geldi ve bu protein molekülleri denizlere aktı. Derken, bataklıklarda solucan şeklinde ilk canlılar meydana çıktı. Miller’in Denemeleri Evrim yanlıları, kimyevî reaksiyonlarla böyle bir şeyin vuku bulabileceğine güya delil olarak, Miller’in denemelerini kullandılar. Halbuki Miller’in yaptığı, bilgi, şuur ve irade sahibi insanın hususi olarak seçtiği aminoasitlerden canlı meydana gelip gelmeyeceğini tecrübe etmekten ibarettir. Bu tecrübelerde, canlının meydana gelmesi ve geldikten sonra da hayatiyetini devam ettirebilmesi için kendisine devamlı ve kontrollü enerji verilmesi gerekmektedir. En önemlisi, seçilen aminoasitleri parçalanmaktan koruyup, bir araya getiren ve biriktiren bir soğuk tuzak mekanizması vardır ve bu mekanizma hususi olarak hazırlanmıştır. Aminoasitlerde hayata dönüşme, ona zemin teşkil etme istidadı varsa –ki bu istidadı veren de Allah’tır– bilgi ve irade sahibi insan, bu istidadı harekete geçirebilir. Fakat, bütün bunların tesadüflerle ve kendiliğinden olduğunu ileri sürmek, bilgi, şuur ve irade ile alay etmek demektir. Ototrof, Heterotrof Evrimciler, kendiliğinden ve tesadüfler yoluyla meydana geldiğini iddia ettikleri canlıların hayatiyetlerini sürdürmek için de gerekli enerjiyi güneşten veya kimyevî reaksiyonlardan sağlayabileceklerini ileri sürerler. Ayrıca, bir amipin kendi çevresinden beslendiği gibi beslenebileceklerini, gıdalarını kendilerinin oluşturabileceklerini de iddia ederler. Bu iddialarını da, ototrof (kendi kendine beslenme) ve heterotrof (dıştan beslenme) tezleriyle desteklemeye çalışırlar. Bunlardan, canlının kendi besinini kendisinin yapması demek olan ototrof, zaten günümüzde kabul görmemektedir. Gıdayı meydana getiren kimyevî reaksiyonlar, meselâ fotosentez, çok karmaşık bir hâdisedir. Fotosentez yapabilen yeşil nebatlardaki karmaşık reaksiyonları ve bu reaksiyonlarda görev alan enzimleri düşündüğümüzde, nelerin neye muhtaç olduğu, nerelere nelerin gitmesi gerektiği gibi hususların çok mükemmel şekilde işlediği görülür. Evrimciler, böylesine mükemmel bir sistemin ilk yeryüzü şartlarında hemen teşekkül etmiş olmasını bizzat kendi evrim iddialarına aykırı bulduklarından çaresizlik içine düşmüşlerdir. Zira böyle karışık, karmaşık reaksiyonlar, ancak karmaşık bir mekanizma ile elde edilebilir. Bu mekanizmanın da ilk yeryüzü şartlarında birdenbire meydana gelmiş olması gerekir ki, canlı için lüzumlu gıdayı hasıl etsin. Halbuki bu, Darwinizm’e temelden aykırıdır. Çünkü, Darwinizim’e göre, çok kompleks bir mekanizmanın birdenbire meydana gelmesi imkânsızdır. Tekâmül, yani evrim düşüncesi, bütün bunların tedricen ve yavaş yavaş, birer birer meydana gelmiş olmalarını gerektirmektedir. Yapılan araştırmalarda ise, bırakın fotosentez gibi karmaşık mekanizmalara sahip bitkileri, bugün hayatta olan yüz binlerce hayvan türünün bile, araştırmaların uzanabildiği en eski devirlerde de var olduğu ortaya çıkmakta ve o devirlerden bu yana bir evrim vakasına da rastlanmamaktadır. Yani evrim, bilemeyeceğimiz kadar uzun bir zaman almaktadır. Dolayısıyla dünyanın ömrü, bu şekilde bitkilerin ve hayvanların oluşmasına ve gıdalarını sağlayacakları mekanizmayı oluşturmalarına yetecek uzunlukta değildir. Heterotrof tezine göre ise, canlı için gıda hazır değildir; onu, canlı kendisi de yapamaz ve dışarıdan alır. Oysa bu da, aynen ototrof hâdisesinde olduğu gibi, yine karmaşık reaksiyonları meydana getirecek mekanizmaların varlığını gerektirmektedir. Çünkü bir canlının alması gereken gıda da, yine bir canlı tarafından yapılmış organik bir madde olmalıdır. Dolayısıyla her canlı veya ortaya çıkan ilk canlı, kendisinden önce bir canlının varlığına muhtaç olacaktır. Bu ise, teselsül denilen zincirleme bir geriye gidiş mânâsına gelir ve dolayısıyla ortaya, canlıların ezelî olması gerektiği çıkar. Bu ise bâtıldır ve mümkün değildir. Var Olma ve Kanunlar Kaldı ki, kâinatın ve ondaki bütün nesnelerin, canlı-cansız varlıkların oluşmasında apaçık bir şuur, ilim ve tercih, yani irade vardır. Tabiatperest ve materyalist ilim adamları, bunu bir yandan tesadüflere ve kendi kendine oluşuma havale ederken, bir yandan da kanunlardan söz ederler. Halbuki kanun, kendi kendine oluşmayı da, tesadüfü de reddeder. O, ancak bilen birinin eseri olabilir. Şuursuz ve cansız maddede, kâinatı kuşatacak ölçüde şuurlu işlere medar kanunlar bulunmaz. Kanun, kanun koyucuyu gerektirir ve kanun koyucuyu görmeden kanunları varlığın esası, meydana getiricisi saymak, önemli bir mütefekkirin verdiği şu misaldeki duruma benzer: Akılsız bir adam büyük bir saraya girer. Görür ki, muhteşem bir mimarî eser olan saray çok muhteşem donatılmış. Koltuklar, masalar, sandalyeler, vazolar ve çiçekler, tablolar, soba veya kaloriferler, mutfaktaki eşyalar, kısacası her şey yerli yerinde. Bu akılsız adam, böyle bir tefrişatı kimin yaptığının merakı içinde sarayın içini dolaşır, fakat kimseyi göremez. Derken oradaki masanın üzerinde bir kitap bulur. Kitapta, sarayın tefriş programı yazılıdır. Akılsız adam, “tamam” der, “bu sarayı böyle döşeyen, işte bu kitaptır.” Bir sarayın tefrişini onu tarif eden kitaba veya bir makinenin yapımını ve çalışmasını, onunla gelen kılavuza veren insana deli demeyecek kimse var mıdır? Gerçek bu iken, üniversite tahsilinin de ötesinde fizik üzerinde, biyoloji üzerinde, kimya ve biyokimya üzerinde ihtisas yapmış bir profesör, şu muhteşem kâinatı, onun tefrişini, her şeyin mükemmel bir dizayn içinde yerli yerine yerleştirilmesini, sahip bulunduğu muhteşem ve asla sarsılmaz, bozulmaz âhengi ve hiçbir tamire ihtiyaç duymadan mükemmel ve âhenkdar işleyişini, onun varlığı ve işleyişi üzerindeki araştırmalar neticesi varılan ve adına kanun denilen birtakım mefhumlara; cansız, bilgisiz, şuursuz, iradesiz maddeye; sadece bir isimden, kavramdan ibaret tesadüflere veya kendi kendine oluşa nasıl verebilmektedir, doğrusu aklım almıyor! Protein ve Aminoasitlerin Dizilişi İsveçli meşhur ilim adamı Charles Eugenie Guye diyor ki: “Bir protein, 40.000 tane atomdan meydana geliyor. Dolayısıyla bir protein, ancak 10 üstü 60 rakamıyla ifade edilen korkunç ihtimalden ancak bir ihtimalle kendi kendine oluşabilir.” Dikkat buyuruyor musunuz? Kaldı ki, canlı varlıkta tek bir protein değil, proteinler dizisi söz konusu. Bir dizi proteinin meydana gelmesi için de, Dr. Lecomte de Nouy aynen şöyle der: “10 üstü 243 rakamıyla ifade edilecek korkunç bir rakamdan ancak bir ihtimalle bir protein dizisi tesadüfen meydana gelebilir.” Ama, insan bir protein dizisi de değildir, bir hücre de değildir. İnsan, 60 trilyon hücreden müteşekkildir ve bu hücreler, bazen içlerinden bir tanesinin sisteminin bozulmasıyla bile insanın ölümüne yol açabilecek ölçüde birbirleriyle öyle bir münasebet içindedirler ki, insan hayatı, bu hassaslardan hassas, fakat olabildiğince mükemmel münasebet ve işbirliği içinde sürüp gitmektedir! Bu mükemmel sistemi düşündüğünüzde vicdanınızın ancak, سُبْحَانَ مَا أَعْظَمَ شَأْنَكَ “Allah’ım, Seni her türlü yanlış anlayışlardan tesbih u takdis ederiz. Allah’ım, Senin şanın ne büyüktür!” dediğini duyarsınız. Bir canlının teşekkülünde proteinlerden önce aminoasitlerin varlığı söz konusudur. Aminoasitler dizilir ve bir protein meydana gelir. Proteinlerin canlı bir hücre meydana getirmesi için de daha başka şeylere ihtiyaç vardır. Her canlı, belli bir plan dahilinde organize edilmiş bir moleküller sistemi olup, teşekkülünde ve teşekkül ettikten sonra da varlığını devam ettirmek için enerji ile birlikte beslenmeye muhtaçtır. Evrimci biyoloji, ilk canlının bu enerjiyi güneşten aldığını, ayrıca, çakan şimşeklerden ve mor ötesi ışınlardan da istifade ettiğini iddia eder. Oysa biz biliyoruz ki, bir canlı, teşekkülü esnasında da, meydana geldikten sonra varlığını devam ettirmede de düzenli ve kesintisiz olarak, belli bir nispette enerjiye ihtiyaç duyar. Güneş ışınları ise, bulut gibi engellere takılmazsa gündüz vurur, gece çekilir; sonra yılın önemli bir kısmı kış olarak geçer ve onun enerjisi hiçbir zaman düzenli şekilde ve aynı miktarda gelmez. Şimşekler ise, hiçbir zaman düzenli değildir; bir çakar bir kaybolur. Çaktığı zaman ise yakar, yıkar. Haydi bu iddiaya bir doğruluk payı versek bile, şimşekler, güneş ve mor ötesi ışınların meydana gelmesi ve onlarla canlı varlıkların var olması arasında var olduğu iddia edilen münasebetin tanzimi ne ile izah edilecektir? Beslenme ve Büyüme Canlının teşekkülü gibi beslenmesi de, karşımıza ayrı problemler çıkarır. O, beslenecek, gelişecek, kendisi için lüzumlu olan yeni maddeler sentez edecek ve hayatiyetini devam ettirecektir. İddiaya göre, eğer evrimle ortaya bir canlı çıkmışsa, bu canlı, difüzyon usulüyle, yani daha henüz sindirim sistemi, dolaşım sistemi, teneffüs sistemi teşekkül etmemiş bulunduğundan, bir bakıma amip gibi beslenmiş olmalıdır. Böyle bir beslenme ise, şu iki sebeple mümkün değildir: Vasat veya muhit yoğunluğu, yani canlının içinde bulunduğu sıvıdaki protein yoğunluğu ile kendi hücresi içindeki katı ve sıvı maddelerin yoğunluğu arasındaki dengenin ayarlanması çok mühim bir problemdir. Biliyoruz ki, erimiş moleküller daha sıvı olan yerlere akar ve daha katı olan yerlere girmezler. Buna karşılık, daha katı olan yerlerdeki şeyler ise sıvı yerlere akarlar. Bu, bir kaidedir. Bu durumda, yeni teşekkül etmeye ve canlı hale gelmeye durmuş protein dizisinin eğer çevresi daha sıvı ise, bu çevreden canlının içine bir şey girmeyecek, üstelik, canlının içinde gıda olarak bulunan maddeler dışa akacak, böylece teşekkül etmeye durmuş olan canlı adayı varlık mahvolacaktır. Bu varlığın dış çevresi katı olursa, bu durumda, bu çevreden canlı adayı varlığın içine akmalar olacak ve onun bir canlı olarak tekemmülüne imkân kalmayacak, çünkü, birden şişecektir. Bu varlık ile dış çevre aynı sıvılıkta veya aynı katılıkta olursa, bu defa difüzyon, yani beslenme için gerekli karşılıklı münasebet olmayacak, emme (imtisas) gerçekleşmeyecek ve yine canlı, tekemmül etmiş haliyle ortaya çıkmayacaktır. Diyelim ki, bütün imkânsızlığına rağmen, canlı meydana geldi. Beslenmenin dışında, artıklarını dışarıya atmak için de bu canlının enerjiye ihtiyacı olacaktır. Daha yeni teşekkül etmeye başlamış böyle bir canlı, bu enerjiyi nereden alacak? Çünkü enerji santrali mesabesindeki mitokondri isimli hücre organcıklarının da yaratılması gerekmektedir. Kaldı ki, sadece beslenme ve boşaltım için değil, hayatının devamı adına her dakika, her saniye belli nispette enerji almaya muhtaçtır o. Bu enerjiyi almadan hayatiyetini devam ettirmesi mümkün değildir. Bilhassa denizin dibinde, protein çorbası içinde devamlı enerji bulabileceğini düşünmek, ne derece akıl kârıdır? İhtimal hesapları içinde bu şartlarda bir kimyevî mürekkebin (bileşim) canlı olması, bırakın onu, bir protein dizisinin bile oluşması imkânsızdır. Ama diyelim ki, böyle bir canlı teşekkül etmiş olsun. Bu defa da o, ilk şekliyle kalmayacak, elbette gelişecektir. Bunun için de sindirim, dolaşım, boşaltım ve teneffüs (solunum) sistemlerinin birbiriyle tenasüp içinde müştereken gelişmeleri gerekecektir. Canlının varlığını sürdürmesi için bunlar aynı anda ortaya çıkıp, birlikte gelişmek ve birbirleriyle işbirliği halinde çalışmak mecburiyetindedirler. Bu ise, Darwin’in evrim telâkkisine terstir. O, böylesine karmaşık bir mekanizmanın birden ve bir arada teşekkül edemeyeceğini belirtir. Yine farz-ı muhaller (imkânsız varsayımlar) üzerinde yürüyerek diyelim ki, bu ilk canlıda sindirim, dolaşım, boşaltım ve teneffüs sistemleri birden kendi kendilerine gelişip teşekkül etti ve Darwin’in iddia ettiği gibi, bataklık içinde bir solucan meydana geldi. Bu solucan elbette büyüyecektir. Solucanın ömrü ne kadardır? Bu ömür, onun tekâmülle bir başka türe dönüşmesine yeter mi? Sonra bu solucan, başka türe dönüşünce, arkadan yeni bir solucan mı oluşacak? Veya aynı anda dünyanın her yerinde çok sayıda solucanlar meydana geldi de, içlerinden bir grup mu başka türe dönüştü? Diyelim ki, solucan kurbağa oldu; bu şekilde tekâmül zincirinde kanguru meydana geldi; sonra insana doğru devam eden zincir insana dayanınca, meselâ lüzumsuzluğundan dolayı kulaklar küçüldü. Bu şekilde, tür türe dönüşerek bugünkü canlı hayat ortaya çıktı. İyi de, her türde bir veya birkaç fert dönüşürken, diğerleri niye dönüşmeden kaldı? Bu işlemi ve süreci belirleyen bilmediğimiz bir mekanizma mı var? Bu mekanizma, bir başka ifade ile, bir aminoasitin, bir protein molekülünün bile meydana gelmesi için ihtimal hesapları yetmezken, kâinattaki bu muazzam sistemin, yeryüzündeki canlı sistemin kurulması, oluşması, gelişmesi tesadüflere mi verilecek? Haydi, türler içinde bazı fertler başka türe dönüştü diyelim; hangi canlı türünün ömrü böyle bir dönüşüm için yeterlidir? Yoksa o dönüşen fertler, diğerlerinden ayrı olarak milyonlarca yıl mı yaşadı? Darwincilerin de, esasen bilimin de bu sorulara vereceği bir cevap yoktur; bu sorular karşısında yapabilecekleri, yapabildikleri tek şey, sadece “böyle oldu” demektir. Ve bunu da, bilim adına yapmaktadırlar!.. Darwincileri Yanıltan çok Önemli Bir Diğer Husus Darwincileri ve onların peşinden gidenleri aldatan çok önemli bir diğer husus da, meseleye tek bir noktadan, birkaç ilim şubesinin penceresinden bakmalarıdır. Halbuki, kâinatta, canlı-cansız, bilhassa canlı sistem konusunda, hiçbir ilim şubesi, diğeriyle tenakuza düşmemelidir. Fizik, Matematik, Kimya, Botanik, Zooloji, Jeoloji ve Paleontoloji, varlığı izahta birbiriyle çelişmemelidir. Fakat, hayatın ve ilimlerin herhangi bir şubesinde yaptığımız çalışmaları, deneyleri, kurduğumuz sistemleri mutasyon, evrim, adaptasyon ve tabiî seleksiyon üzerine oturtmuyoruz. Bunları nazara bile almadan, kâinatın ve hayatın işleyişinde keşfettiğimiz kanunları, yani Allah’ın bu konuda, hayatın olabilmesi ve sürebilmesi için % 99 aynı minval üzerinde cereyan eden icraatına taktığımız isimleri, yani milyarlarca yıldır aynı şekilde işlediğini düşündüğümüz bir sistemi esas alıyor, çalışmalarımızı da, yorumlarımızı da bunların üzerinde sürdürüyoruz. Meselâ, farmakolojide, koruyucu hekimlikte ilaç yapar, onların tesirleri ve nasıl kullanılacakları üzerinde dururken, hastalıklara sebep olan bakterilerin mutasyonla başka türlere dönüşebileceğini hiç nazara almıyoruz. Mesele evrime gelince, bunların dönüşebileceğini düşünüp, hatta bir zaman dönüştüklerini iddia edip, bu iddiamızı da ispatlamak için, müdahalelerle bu dönüşümleri tekrarlamak adına olabildiğince yoğun çalışmalar yapıyoruz; fakat iş tıbba gelince, farmakolojiye gelince buna inanmıyor ve evrimi de, ona dayalı olarak ortaya atılan diğer teorileri de hiç nazara almıyoruz. Hastalıklar için tavsiye ettiğimiz, kullandığımız antibiyotikler, mutasyonlarla türü değiştirir; cüzzam mikrobu verem mikrobuna, verem mikrobu veya içlerinden birkaç tanesi kolera mikrobuna dönüşebilir diye hiçbir zaman düşünmüyoruz. Koruyucu hekimlikte, mikropların mahiyetlerini muhafaza etmesi esasına göre hareket ediyoruz. Evet, hayatlarını devam ettirebilmek için nasıl her varlık türünde müdafaa mekanizmalarını geliştirme istidadı vardır ve Allah, bu istidadı onlara vermiştir; bunun gibi, bakteriler de, maruz kaldıkları ilaçlar karşısında birtakım tür içi mutasyonlara uğrayabilirler; ama bu, sadece mikropların, antibiyotiklere karşı dirençlerini artırma adına müdafaa sistemlerini geliştirme yönünde bir değişme olur, bu küçük değişiklikler ise hiçbir zaman bir başka türe dönüşmeye yol açacak bir mutasyon değildir ve olamaz da. Kaldı ki bunlar, mikroskobik varlıklardır. Bunlarda 30 yılda meydana gelecek bir değişme, insan hayatı için milyarlarca seneye tekabül eder. 30 senede bu varlıklarda bir mahiyet değişmesi olmuyorsa, bu bile, dünyanın yaşına göre evrimin olamayacağını görmeye ve göstermeye yeter. Kaldı ki, bırakın 30 seneyi, bilim, denizlerde yaşayan mavi ve yeşil alglerin 50 milyon yıl önce de var olduklarını söylemektedir. Bu canlılar, 50 milyon sene önce nasıl idilerse, bugün de aynıdırlar. Çift Varoluş Ve yine muhalleri olabilir kabul ederek diyelim ki, evrimle bir solucan meydana geldi. Fakat görüyoruz ki, yalnız canlı değil, cansız sistemde bile her şey erkek ve dişi olarak bulunuyor. Maymundan merhale merhale insan meydana getirip, bunun hayalî resimlerini çizenler, en nihayet ortaya orta yaşlı bir batılı erkek tipi çıkarıyorlar ama, kadının nasıl meydana geldiği üzerinde hiç durmuyorlar. Bunun gibi, ilk meydana gelen canlının dişisi nasıl oluştu; sonra nerede oluştu; hemen erkeğin yanı başında mı, yoksa başka yerde mi? Bunlar birbirini nasıl buldu ve döllenme “insiyakı”nı nereden elde ettiler? Bunlara da mı tesadüf diyeceğiz? Ayrıca, yüz binlerce hayvan türünün, birinden diğerine atlaması ve yeni ortaya çıkan türün bir erkek ve dişiden türeyip, dünyanın pek çok yerine dağılması, acaba kaç yıl tutar, hiç düşünülmüş müdür? Hücre ve Hücredeki Faaliyetler Yeri gelmişken, bir başka hususa daha dikkat çekmek istiyorum: Hücrenin kendisine göre bir koruyucu keyfiyeti vardır. Hücre, bir hükümet gibi çalışır. İçinde her insanın biyolojik yapısının tayin ve tespit edildiği DNA, bir hükümdar ve kumandan gibidir. Bir tarafta da bir kimyacı, bir mühendis gibi iş yapan, terkipler, sentezler ortaya koyan RNA bulunur. İnsanın vaziyetini, keyfiyetini tayin ve tespit işi, kader tarafından âdeta bunlara tevdi edilmiştir. Binlerce ciltlik kitaba denk bilginin moleküller vasıtasıyla şifrelenmesini ve gerektiği zaman reaksiyonları ortaya çıkararak, hücreye lâzım olan proteinleri sentezlemesini dayandıracak bir merci bulamayan materyalist düşünceye göre bu mekanizma, yani DNA’nın RNA’ya gönderdiği şifreleri RNA’nın deşifre etmesi, şuursuz moleküllerin ve tesadüflerin eseridir. Bugün hücrenin ilk yaratılışı hakkında kesin malûmata sahip olmasak bile, modern ilim, hücre mevzuunda bize artık çok şey söylemektedir. Hücrenin parçalarını karşımıza sermiş, onun ne kadar kompleks bir varlık olduğunu göstermiştir. O kadar kompleks ki, eğer Darwin, hücre hakkında bugünkü bilgilere sahip olsa idi, göz hakkında söylediği sözü hücre hakkında da söyleyecekti. O, bir dostuna yazdığı mektupta şöyle der: “Şu gözü düşündükçe tepem atıyor.” Çünkü, onu natürel seleksiyonla izah edemiyor. Eğer bir de beyine bakabilse ve onun nasıl meydana geldiğini bilebilseydi, hayreti de, kızgınlığı da bir kat daha artacaktı. Hücrenin özellikleri, esasen saymakla bitmez. Onun içinde bir ordunun faaliyetleri gibi faaliyetler cereyan eder. Vücudun ihtiyacı olan şeyler orada sentezlenir; zarına yerleştirilmiş bulunan hususî şifrelere sahip moleküller, dışarıdan hücreye her ne gelirse gelsin, onların faydalısını zararlısından ayırabilir. İhtiyaç baş gösterdikçe yeni şifrelemeler olur. Bu moleküller, birer sınır karakolu zabiti veya gümrük memuru gibi davranıp, faydalı şeylere kapıları açarken, zararlı şeylere karşı ise reaksiyon gösterirler ve hücrede birden bir seferberlik hareketi başlar. Yabancı müdahalelere karşı hücre mukavemet eder; mukavemet edemezse hastalanır, bazen de ölür. Bu defa, vücuttaki bütün hücreler el ele verir ve ölen hücreleri vücudun dışına atmaya girişirler. Hücreye dışarıdan müdahalelerde o, ya mukavemet eder ve zararlı mikropları dışarı atar; veya mukavemet edemez hastalanır ve ölür. Bu, bazen insanı da ölüme götürebilecek bir hastalık olur. Demek ki, hücreye dışarıdan giren herhangi bir şey, onun mahiyetini değiştirmez; değiştirmediği gibi, onun yapısına uyum sağlayacak ve ona faydalı olacak cinsten değilse, onu bozar ve hastalığa, bazen de ölüme sürükler. Kısaca, bırakın bir canlıyı, en basit bir hâdise bile kendi kendine olmaz; bir taş kendiliğinden yer değiştirmez; dış tesir olmadan aşınmaz. Bir yandan, yine Yaratıcı’yı ve O’nun kâinatı, eşya ve hâdiseleri yaratıp, sürekli idare etmesini inkâr adına her şeyi, her hâdiseyi sebep-sonuç kanunlarına bağlayıp, kanunların ve bazen onlardan ibaret gördüğümüz tabiatın dışında bir tesir sahibi kabul etmeyerek, bunlara âdeta ulûhiyet atfedeceğiz; bir yandan da, kendimizle tenakuza düşme pahasına, yine sadece inkâr-ı Ulûhiyet adına, şu muhteşem kâinatın ve ondaki her şeyin kendi kendine var olduğunu iddia edeceğiz. İnkârın ne kadar çirkin, gayr-ı ilmî, gayr-ı mantıkî, gayr-ı aklî olduğuna bundan daha anlamlı bir delil ve misal bulunabilir mi? Kaldı ki insan, bin bir duygu ile, fevkalâde istidat ve zihnî, kalbî pek çok meleke ile donatılmış bir varlıktır. Ayrıca, şuur ve irade sahibidir; hem zamanla hem de mekânla münasebettardır. Hatta, bu kadarla da iktifa etmeyerek, doymayarak zamanın ve mekânın ötesiyle ilgilenmektedir. Bundan başka, nâmütenahi arzularla donatılmış ve ebed için yaratılmış mükemmel bir varlıktır o. Dolayısıyla, böyle bir varlığı, maddeye, tabiata, tesadüfe, itibarî değer ifade eden kanunlara, evrim gibi faraziyelere bağlamak, -bunu yapanlar dahil- insanlığa, insanın mahiyetine en büyük hakarettir. Evet, insanın kendisine yaptığını başka bir varlık yapamaz. Bu sebepledir ki, insanlıktan istifa etmiş ve bu yoldaki insanları Kur’ân-ı Kerim, kendi kendilerinin zalimleri olarak tavsif eder.
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Geçiş fosilleri ve geçiş kanıtları ; Ortak atadan türeme düşüncesi ilk olarak sıralı bir biçimde tabakalaşmış kayalarda bulunan fosillerdeki sistematik değişikliklerin gözlenmesiyle oluştu. Bugün bu gibi tabakaların bazılarının birkaç kilometre kalınlıkta olabildiği ve 2.7 milyar yıllık bir birikime karşılık geldiğini biliyoruz. Zaman içinde geriye doğru gidildikçe fosiller günümüzdeki türlere daha az benziyor ve pek çok farklı tür tek bir türe indirgenebiliyordu. Ancak Darwin zamanında paleontoloji bilimi daha emekleme dönemindeydi ve tabakalaşmış kayaların çoğu ya hiç çalışılmamış, ya da yetersiz çalışılmıştı. Bu yüzden geçiş türü fosilleri eksikti ve bu Darwin’in endişelendiriyordu. Yaratılışçılar daha o zamandan beri evrim teorisindeki bu noktayı yakalayıp , teoriyi buradan vurmaya çalıştılar. Gerçekte bugün fosil belgelerinde aradaki boşlukların çoğu doldurulmuşsa da yine de boşluklar vardır. Gözlenen yaşam biçimlerinin ortaya çıkış sırası ve prokaryotlar (çekirdeksiz hücreler) dışında hepsinin aynı tür hücrelerden oluşmuş olması, bütün ana yaşam biçimi sınıflarının ilk ökaryotik (çekirdekli hücreler) hücreler düzeyinde aynı atayı paylaştıklarını göstermektedir. Ayrıca balıklarla amfibiler, amfibilerle sürüngenler, sürüngenlerle memeliler arasındaki geçişleri belgeleyen çok sayıda fosil bulunmuştur. Yaratılışçıların bahsettiği gibi bir tufan olayına ait hiçbir ize rastlanmamıştır. Ancak zaman zaman olağandışı çok yağışın olduğu dönemlerin olduğuna kuşku yoktur ama bütün dünya üzerinde dağları bile aşan bir su baskınını destekleyen tek bir bilimsel kanıt yoktur. Tüm canlıların geçmişi hakkında her basamaktaki canlının fosiline rastlamak mümkün değildir. Hiçbir fosile rastlanmayabilirdi de. Fosil elde etmenin ne kadar zor, şans eseri olabilecek bir olay olduğunu paleontologlar bilmektedirler. Ama eldeki fosillerden edinilen kanıtlar, bilmeceyi birleştirmek için önemli ipuçları sağlamaktadırlar. Şimdi bu geçiş fosillerine biraz değinelim, hani şu yaratılışçıların hiç bulamadığımız söyledikleri geçiş fosilleri. Eustropnepteron isimli balık, Labyrşndthodont adlı bir amfibiana evrimleşmiştir. Amfiabianlardan sürüngenlere evrimleşen canlılar bugün bile mevcuttur. Seymouria bu geçişe bir örnek teşkil eder. Ve her iki sınıfa ait özellikler taşır. Sürüngenlerden kuşlara evrimleşen canlılardan birkaçı ise Archaeptoryx, confuciusornis, Sinornis, Eoaluavis v.b. dir. Bunlardan Archaeptoryx , dincilerin en çok saldırıda bulunduğu bir türdür ve ona kesinlikle bir kuş gözüyle bakarlar. Ancak onun yarı kuş-yarı sürüngen olduğu kesinlikle ispatlanmıştır. Sadece bu canlı üzerine yazılmış bir makale Bilim Ve Ütopya dergisinin Kasım 98 sayısında mevcuttur. Sürüngenlerden memelilere geçişin bir örneği olan Monotreme’lerden Echidna yumurta ile üreyen bir memelidir, ancak memelilerden bir farkı REM uykusunun olmamasıdır. Yine aynı şekilde Cynognatus hem memeli hem sürüngen özelliklerini taşıyan kurt büyüklüğünde bir canlıdır. Burada yazmaya gerek olmayan daha bir sürü geçiş fosili bulunmaktadır. Embriyolojik kanıtlar; Embriyoloji, ortak ata düşüncesine başka bir koldan destek sağlayan bir bilim dalıdır. Bir midye türü ile karides, istakoz gibi deniz kabuklularınnın pek bir benzer tarafı yoktur. Ancak embriyolojik açıdan incelendiğinde bu midyenin gelişimi sırasında bir larva döneminden geçtiği ve bu sırada bu deniz kabuklularından hiçbir farkı olmadığı anlaşılmıştır. Bu da ikinsin ortak atadan geldiğini gösterir. Benzer biçime insan ve diğer memeli embriyonları gelişmeleri sırasında hiçbir yanılgıya olanak bırakmayacak şekilde balıklarda bulunan solungaç oyukları taşıyan ancak bunların kullanılmadığı bir durumdan geçerler ki bu da insanların ve diğer memelilerin solungaçlar yardımıyla solunum yapan uzak ataları paylaştıklarını gösterir. Hatta Bilim Ve Ütopya dergisinin Ekim 98 sayısının 27. sayfasına bakacak olursanız çeşitli hayvanların erken embriyon dönemlerinde birbirlerine ne kadar benzediklerini görürüsünüz. Bu da hepsinin ortak geçmişi yani ortak atayı paylaştıklarını gösterir. Moleküler biyoloji kanıtları; Her şeyden önce kalıtımın kimyasal temelinin evrenselliği; yani tüm canlılar için aynı kalıtsal mekanizmanın geçerli olması ortak atadan türeyişin karşı konulmaz derece güçlü bir kanıtıdır. Bakteriler, bitikler, ve insanlar da dahil olmak üzere bütün hayvanlarda kalıtsal bilgi DNA içinde kodlanmıştır. Hücre çekirdeğinde bulunana DNA’da depolanmış bilgiyle protein sentezlenmesini mümkün kılan genetik şifre bütün canlılarda küçük farklılıklar dışında aynıdır. Ayrıca bugün bütün canlılarda protein sentezinde 20 çeşit amino asitin kullanıldığı bilinmektedir. Ancak moleküler biyolojide elde edilen kanıtlar daha da ileri gider. DNA’yı oluşturan nükleotidlerin ve proteinlerdeki Aminoasitlerin dizilişindeki benzerlik derecesi artık sayısallaştırılabiliyor. Mesela insanla şempanzenin bir protein çeşidini oluşturan aminoasitlerın 104’ü de aynıdır. Başka bir tür maymunda ise 1 aminoasit fark eder. At ta bu fark 11, bir balık türünde ise 23tür. Görüldüğü gibi aminoasit farkı arttıkça, canlının bize benzerliği de azalmaktadır.
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Yazar amerikanın seattle şehrinde buluna discovery enstitüsünde çalışan 1500 evrim karşıtı bilim adamlarının listesini aşağıdaki adreste bulabilirsiniz http://www.discovery.org/scripts/viewDB/fi...load&id=660
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Evrimde yeni kanıt ; Darwin'in evrim kuramına son on günde iki destek birden geldi. Moleküler biyoloji uzmanı Thornton'un çalışmasından önce, balıklarla kara canlıları arasındaki geçişin kanıtı 'Tiktaalik'in (üstte) fosili bulunmuştu. FOTOĞRAF: REUTERS 'Akıllı tasarım'cıların 'Basit yapılardan karmaşık yapılar oluşamaz' teorisi çürüdü. Bilim adamları soyu tükenen canlıların genleriyle evrimi ispatladı NEW YORK - Oregon Üniversitesi'nden bilim adamları, sonuçları Science dergisinin önceki günkü sayısında yayımlanan çalışmayla 'evrim'e kuşkuyla bakanlara yepyeni kanıtlar sunuyor. Evrim teorisine karşıt argümanlardan birisi, maddedeki küçük değişikliklerin karmaşık canlı mekanizmalar yaratamayacağına ilişkindi. Araştırma ekibinin lideri, Oregon Üniversitesi biyoloji doçenti Joseph W. Thornton, "Karmaşık hücre gelişimi, evrim biyologlarının çoktandır tartıştığı bir konu. Biz bu sistemin moleküler düzeyden nasıl evrimleştiğini anlamaya çalıştık. Buna ilişkin bilimsel bir karşı görüş zaten yoktu. Bilim adamları için soru, bu evrimin nasıl gerçekleştiğiydi. Çalışmamız işte bunu ortaya koyuyor" diyor. İki hormon reseptörü Charles Darwin, evrim kuramını ortaya attığı 'Türlerin Kökeni' adlı kitabında, "Eğer çok sayıda, başarılı ve küçük değişikliklerle oluşması mümkün olmayan karmaşık canlının varlığı ortaya çıkarılırsa, kuramım çökecektir" demişti. Thornton, bu çalışmayla ortaya konulan moleküler mekaniğin evrimleşme sürecinin, Darwin'in teorisiyle tamamen uyumlu olduğunu belirtiyor. Yeni moleküler biyoloji teknikleri, bilim adamlarının bir hücre içinde milyonlarca yılda gerçekleşen evrim sürecini yeniden yapılandırmasına olanak veriyor. Thornton'un deneyi, birisi stres, diğeri de böbrek dolaşımı hormonlarına ait iki hormon reseptörüne odaklanıyor. Hormonlar ve hormon reseptörleri, anahtar ve kilit çiftleri gibi işlev gören protein molekülleri. Hormonlar belirli bir reseptörün içine uyduğunda, bu birleşim, hücre fonksiyonlarına 'aç' ya da 'kapa' sinyali iletiyor. Hormonların ve reseptörlerin tamamen birbirleri için var olması ve eşleşmeleri, biri olmadan diğeri işlevsiz kalan bu iki farklı molekülün yeni çiftlerinin nasıl olup da evrimleşebildiği sorusunu akla getiriyor. Araştırmacılar, bu soruya cevap bulmak için soyu tükenmiş canlılardan alınan genlerle oluşturdukları iki hormon reseptörüyle bunların günümüzdeki eşdeğerlerini karşılaştırdı. Bu reseptörleri üreten genleri ve bu genler arasındaki benzerlik ve farklılıkları inceleyen bilim adamları, tüm bu genlerin 450 milyon yıl önceki tek bir ortak genden türediğini keşfetti. 'Akıllı tasarım' zor durumda Araştırma ekibi, reseptörlerin atasını laboratuvarda yeniden yarattı ve bu reseptörün günümüzdeki hormonlarla da bağlanabildiğini gördü. Deneyler de, aynı atadan evrimleşen reseptörlerin milyonlarca yıl içinde doğal seçilim mekanizmaları sayesinde farklı farklı işlevler kazanacak şekilde evrimleştiğini ortaya çıkardı. Thornton, deneyin 'akıllı tasarım' düşüncesinin ateşli savunucusu Michael J. Behe'nin 'indirgenemez karmaşıklık' kavramını çürüttüğünü söylüyor. Behe, yaşamın karmaşıklığının ancak bilinçli bir varlık tarafından tasarlanabileceğini, basit yapılardan oluşamayacağını öne sürüyor. Thornton, "Hormon-reseptör çiftinin anahtar kilit mekanizması 'indirgenemez karmaşıklığa' mükemmel örnek. Ama çalışmamız, bu karmaşık yapının hiç de indirgenemez olmadığını, aksine bu reseptörlerin ortak ve daha basit bir atadan evrimleştiğini gösterdi" diyor. (The New York Times)
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl BİLİMSELCİ biraz zahmet olacak ama ÜSTÜNDEKİ YAZIYIDA OKURMUSUN Bİ LÜTFEN , biraz bilimselci ol! Milyardolarlar harcadılar ve hala daha afrikalarda arıyorlarda bulamıyorlar sizin beklediğiğniz türden GERÇEK değerler , boşuna hayal aleminde var ettiklerine inanmayın sakın , sen bi üstündeki şu kalın ve uzun yazıyı NE OLUR OKUYUVER!
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Yazar Geçiş fosilleri ve geçiş kanıtları ; Ortak atadan türeme düşüncesi ilk olarak sıralı bir biçimde tabakalaşmış kayalarda bulunan fosillerdeki sistematik değişikliklerin gözlenmesiyle oluştu. Bugün bu gibi tabakaların bazılarının birkaç kilometre kalınlıkta olabildiği ve 2.7 milyar yıllık bir birikime karşılık geldiğini biliyoruz. Zaman içinde geriye doğru gidildikçe fosiller günümüzdeki türlere daha az benziyor ve pek çok farklı tür tek bir türe indirgenebiliyordu. Ancak Darwin zamanında paleontoloji bilimi daha emekleme dönemindeydi ve tabakalaşmış kayaların çoğu ya hiç çalışılmamış, ya da yetersiz çalışılmıştı. Bu yüzden geçiş türü fosilleri eksikti ve bu Darwin’in endişelendiriyordu. Yaratılışçılar daha o zamandan beri evrim teorisindeki bu noktayı yakalayıp , teoriyi buradan vurmaya çalıştılar. Gerçekte bugün fosil belgelerinde aradaki boşlukların çoğu doldurulmuşsa da yine de boşluklar vardır. Gözlenen yaşam biçimlerinin ortaya çıkış sırası ve prokaryotlar (çekirdeksiz hücreler) dışında hepsinin aynı tür hücrelerden oluşmuş olması, bütün ana yaşam biçimi sınıflarının ilk ökaryotik (çekirdekli hücreler) hücreler düzeyinde aynı atayı paylaştıklarını göstermektedir. Ayrıca balıklarla amfibiler, amfibilerle sürüngenler, sürüngenlerle memeliler arasındaki geçişleri belgeleyen çok sayıda fosil bulunmuştur. Yaratılışçıların bahsettiği gibi bir tufan olayına ait hiçbir ize rastlanmamıştır. Ancak zaman zaman olağandışı çok yağışın olduğu dönemlerin olduğuna kuşku yoktur ama bütün dünya üzerinde dağları bile aşan bir su baskınını destekleyen tek bir bilimsel kanıt yoktur. Tüm canlıların geçmişi hakkında her basamaktaki canlının fosiline rastlamak mümkün değildir. Hiçbir fosile rastlanmayabilirdi de. Fosil elde etmenin ne kadar zor, şans eseri olabilecek bir olay olduğunu paleontologlar bilmektedirler. Ama eldeki fosillerden edinilen kanıtlar, bilmeceyi birleştirmek için önemli ipuçları sağlamaktadırlar. Şimdi bu geçiş fosillerine biraz değinelim, hani şu yaratılışçıların hiç bulamadığımız söyledikleri geçiş fosilleri. Eustropnepteron isimli balık, Labyrşndthodont adlı bir amfibiana evrimleşmiştir. Amfiabianlardan sürüngenlere evrimleşen canlılar bugün bile mevcuttur. Seymouria bu geçişe bir örnek teşkil eder. Ve her iki sınıfa ait özellikler taşır. Sürüngenlerden kuşlara evrimleşen canlılardan birkaçı ise Archaeptoryx, confuciusornis, Sinornis, Eoaluavis v.b. dir. Bunlardan Archaeptoryx , dincilerin en çok saldırıda bulunduğu bir türdür ve ona kesinlikle bir kuş gözüyle bakarlar. Ancak onun yarı kuş-yarı sürüngen olduğu kesinlikle ispatlanmıştır. Sadece bu canlı üzerine yazılmış bir makale Bilim Ve Ütopya dergisinin Kasım 98 sayısında mevcuttur. Sürüngenlerden memelilere geçişin bir örneği olan Monotreme’lerden Echidna yumurta ile üreyen bir memelidir, ancak memelilerden bir farkı REM uykusunun olmamasıdır. Yine aynı şekilde Cynognatus hem memeli hem sürüngen özelliklerini taşıyan kurt büyüklüğünde bir canlıdır. Burada yazmaya gerek olmayan daha bir sürü geçiş fosili bulunmaktadır. Embriyolojik kanıtlar; Embriyoloji, ortak ata düşüncesine başka bir koldan destek sağlayan bir bilim dalıdır. Bir midye türü ile karides, istakoz gibi deniz kabuklularınnın pek bir benzer tarafı yoktur. Ancak embriyolojik açıdan incelendiğinde bu midyenin gelişimi sırasında bir larva döneminden geçtiği ve bu sırada bu deniz kabuklularından hiçbir farkı olmadığı anlaşılmıştır. Bu da ikinsin ortak atadan geldiğini gösterir. Benzer biçime insan ve diğer memeli embriyonları gelişmeleri sırasında hiçbir yanılgıya olanak bırakmayacak şekilde balıklarda bulunan solungaç oyukları taşıyan ancak bunların kullanılmadığı bir durumdan geçerler ki bu da insanların ve diğer memelilerin solungaçlar yardımıyla solunum yapan uzak ataları paylaştıklarını gösterir. Hatta Bilim Ve Ütopya dergisinin Ekim 98 sayısının 27. sayfasına bakacak olursanız çeşitli hayvanların erken embriyon dönemlerinde birbirlerine ne kadar benzediklerini görürüsünüz. Bu da hepsinin ortak geçmişi yani ortak atayı paylaştıklarını gösterir. Moleküler biyoloji kanıtları; Her şeyden önce kalıtımın kimyasal temelinin evrenselliği; yani tüm canlılar için aynı kalıtsal mekanizmanın geçerli olması ortak atadan türeyişin karşı konulmaz derece güçlü bir kanıtıdır. Bakteriler, bitikler, ve insanlar da dahil olmak üzere bütün hayvanlarda kalıtsal bilgi DNA içinde kodlanmıştır. Hücre çekirdeğinde bulunana DNA’da depolanmış bilgiyle protein sentezlenmesini mümkün kılan genetik şifre bütün canlılarda küçük farklılıklar dışında aynıdır. Ayrıca bugün bütün canlılarda protein sentezinde 20 çeşit amino asitin kullanıldığı bilinmektedir. Ancak moleküler biyolojide elde edilen kanıtlar daha da ileri gider. DNA’yı oluşturan nükleotidlerin ve proteinlerdeki Aminoasitlerin dizilişindeki benzerlik derecesi artık sayısallaştırılabiliyor. Mesela insanla şempanzenin bir protein çeşidini oluşturan aminoasitlerın 104’ü de aynıdır. Başka bir tür maymunda ise 1 aminoasit fark eder. At ta bu fark 11, bir balık türünde ise 23tür. Görüldüğü gibi aminoasit farkı arttıkça, canlının bize benzerliği de azalmaktadır. peki niye bir tane arageçiş fosiliniz yok elinizde.? bu kadar milyonlarca yıllık fosil varken?
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Selamlar...Burda evrimi savunan arkadaşlar...sizin dedeniz veya neneniz maymunsa bu bizim sorunumuz değil...ancak bazen bende sizin gibi düşünen insanların sayesinde (maymun beyinli) evrime inansakmı diye düşünüyorum :PP "ALLAH İNSANI VE TÜM KAHİNATI , ALEMLERİ YARATMIŞTIR" bildiğimiz ve bilmediğimiz herşeyi yaratmıştır...Siz yinede böyle kendinizi kandırmaya devam edin...Yakında BİLECEKSİNİZ...Atalarımız güzel söylemiş...İt Ürür,Kervan Yürür
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Yazar Tiktaalik roseae üzerinde oynanan kayıp halka oyunu Darwinist yayın kuruluşları, geçtiğimiz günlerde Nature 1,2,3 dergisinde tanımlanan bir fosili kayıp halka olarak tanıtmak için yeni bir propaganda furyası başlatmış durumda. Sözkonusu fosil, 2004 yılında paleontologlar Neil Shubin ve Edward Daeschler tarafından Kanada'nın kutup bölgesinde bulunan bir balık fosili. Tiktaalik roseae olarak isimlendirilen fosilin yaşı yaklaşık 385 milyon yıl olarak tahmin ediliyor. Sudan karaya geçiş masallarına aday arayışındaki evrimciler, fosilin sahip olduğu "mozaik" özellikleri çarpıtarak bunun bir geçiş formu olduğu propagandasını yapıyorlar. Ancak sudan karaya geçiş iddiası, kara hayvanları ve balıklar arasındaki fizyolojik uçurumların, evrim teorisinin hayali mekanizmalarıyla kesinlikle aşılamaz oluşu sebebiyle bir hayalden ibarettir. Evrim teorisine körükörüne bağlılıktan ötürü savunulan ve hiçbir bilimsel kanıta dayanmayan bu masala son olarak Tiktaalik roseae'yi dahil etme çabaları da önyargılı ve zorlama yorumlara dayanmaktadır. Aşağıda, Darwinist medyanın Tiktaalik roseae propagandasında gizlediği gerçekler ortaya konmaktadır. Evrim delili olmayan bir mozaik canlı: Tiktaalik roseae Tiktaalik roseae'nin fosilleri iyi korunmuş üç örneğe dayanıyor. Boyu yaklaşık 3 metreyi bulan canlı, bazı mozaik özellikler sergiliyor. (Mozaik canlılar, farklı canlı gruplarına ait özellikleri barındıran canlılardır.) Bir balıkta olduğu gibi yüzgeç ve pullara sahip. Yassı yapıdaki kafatası, hareketli boynu ve nispeten güçlü yapıdaki kaburga yapısı ise kara canlılarında görülen özellikler. İsmi yerel Inuktikuk dilinde "iri, sığ-su balığı" anlamına gelen canlının göğüs yüzgeçlerinde kemikler de var. Evrimciler canlının mozaik özelliklerini kendilerine göre çarpıtıyor ve bunun balıklar ve kara canlıları arasında bir geçiş formu olduğunu öne sürüyorlar. Halbuki mozaik canlılar, evrim teorisinin gerektirdiği ara formlar olmaktan tamamen uzaktırlar. Örneğin günümüzde Avustralya'da yaşayan Platypus, memeli, sürüngen ve kuş özelliklerini aynı anda üzerinde taşıyan bir mozaik canlıdır ve evrim teorisi için hiçbir yönden delil olarak gösterilemez. Evrimcilerin, iddialarını desteklemek için bulmaları gereken canlılar "ara formlardır", mozaik canlılar değildir. Ara formlar, eksik, yarım, işlevini tam göremeyen organlara sahip olan canlılar olmalıdır. Oysa mozaik canlıların sahip oldukları organların her biri eksiksiz ve kusursuzdur. Yarı gelişmiş organları yoktur, başka canlılardan evrimleşmiş olabileceklerine kanıt gösterilebilecek fosil serilerinden yoksundurlar. Evrim teorisi rastlantısal mutasyonlara dayanan, yani tesadüfe dayalı bir sürecin yaşandığını varsaymaktadır. Bu iddiaya göre yeryüzünü dolduran milyonlarca canlı türü, sayısız rastlantısal mutasyonun isabet ettiği ve bu mutasyonlar sonucunda sakat kalmış, anormal yapılar geliştirmiş çok sayıda ara-form canlısından evrimleşmiş olmalıdır ve bunların fosillerinin bulunması gerekmektedir. Bir diğer deyişle fosil kayıtları, ucube olarak tabir edilebilecek canlıların kalıntılarıyla dolup taşıyor olmalıdır. Ancak bunun böyle olmadığı bilinmektedir. Türler ortaya çıktıkları zaman, belirleyici özellikleri tam gelişmiş olarak ve aniden ortaya çıkmakta, bunlar arasında ucube yaratıkların oluşturduğu hiçbir seri bulunmamaktadır. Oxford Üniversitesi Zoolojik Kolleksiyonlar Yöneticisi Tom Kemp, Fossils and Evolution (Fosiller ve Evrim) isimli 1999 basımı kitabında bu durumu şöyle kabul eder: Yeni canlı kategorileri hemen hemen tüm durumlarda fosil tabakalarında belirleyici karakteristikleri zaten mevcut olarak ve bilinen atasal grupları olmaksızın çıkar.(TS Kemp [Curator of Zoological Collections], Fossils and Evolution, Oxford University, Oxford Uni Press, s.246, 1999 ) Evrimcilerin gizlediği genel tablo Evrimciler, fosillerin evrimi desteklediği gibi bir izlenim oluşturmaya çalışmaktadırlar. Oysa kayıp halka kavramı sadece evrim teorisinin ihtiyaçları doğrultusunda uydurulmuştur ve bunun gerçekte fosil kayıtlarında hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. Türleri birbirine bağladığı iddia edilen halkaların fosillerinin kayıp olması, Darwin'den beri bilinen bir gerçektir. Paleontologlarca Darwin sonrası dönemde yürütülen kazı çalışmaları da evrim teorisine bir açmaz oluşturan bu durumu gidermemiş, tam aksine canlı grupları arasında kayıp halkaların yokluğunu daha da pekiştirmiştir. Rethinking Anthropology isimli kitabın yazarı E. R. Leach, Nature dergisindeki bir yazısında şunları yazmıştır: Fosil kayıtlarındaki eksik halkalar Darwin'i endişelendiriyordu. Bunların gelecekte bulunacağından emindi, ancak bu kayıp halkalar hala eksik ve eksik olarak kalmaya devam edecekler gibi görünüyor." (E.R. Leach; Nature, 293:19, 1981 ) Bir dönemin en önde gelen paleontologlarından A. S. Romer ise aynı konuda şunları söylemiştir: "Bağlantılar, tam da [türler arasında geçiş gösterebilmek için] onlara en hararetli bir şekilde ihtiyaç duyduğumuz noktalarda bile kayıptırlar ve birçok bağlantının kayıp olmayı sürdürmesi kuvvetle muhtemeldir". (A.S. Romer, chapter in Genetics, Paleontology and Evolution (1963), p. 114.) Oklahoma Üniversitesi Jeoloji ve Jeofizik Bölümü'nden David B. Kitts de evrimin gerektirdiği ara formların yokluğunu şu sözlerle itiraf eder: "Evrim türler arasında ara geçiş formları gerektirir ancak paleontoloji bunları sağlamamıştır." (David B. Kitts (School of Geology and Geophysics, University of Oklahoma), "Paleontology and Evolutionary Theory," Evolution, Vol. 28, September 1974, sf. 467) Fosil kayıtlarının ortaya koyduğu tablo, yaratılışla tam uyumludur. Fosil kayıtları canlıların aniden ortaya çıktığını, değişmeden uzun süreler boyunca varlıklarını sürdürdüklerini ortaya koymaktadır. Bu gerçekler, Amerikalı paleontolog R. Wesson'ın, 1991'de yayınlanan Beyond Natural Selection adlı kitabında evrimin fosil çıkmazıyla ilgili yorumlarında açıkça görülebilmektedir: "Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir (evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve özellikle cinsler hiç bir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği gözlenir. Değişim ise çoğunlukla anidir." (R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, MA, 1991, s. 45 ) Günümüzde ele geçirilmiş olan fosil türün sayısı 250.000'i aşkındır. Ve bunlar arasında araformlardan eser bulunmamaktadır. Evrimciler ise bu önemli gerçeği yok sayıp kayıp halka propagandasına girişmekle son derece akıl ve bilim dışı bir davranış sergilemektedirler. İskelet Kalıntılarından Biyoloji Çıkarsama Yanılgısı Omurgalıların bedenleri fosilleştiği zaman, geriye çoğunlukla kemikleri dışında kalıntı bırakmazlar. Kemikler ise bir omurgalının biyolojisinin çok kısıtlı bir bölümünü, ancak %1 kadarı hakkında izler bırakır. Evrimciler, canlının fosil üzerindeki izlerini yorumlamaya başladıklarında, canlının biyolojisine dair verilerin çoğu yok olmuş durumdadır. Canlının yumuşak biyolojisi hakkında neredeyse hiçbir bilgiye sahip olmayan evrimciler, bu bilgisizliklerini önceden bir dogma olarak benimsedikleri evrim teorisine göre "doldururlar". Evrimcilerin sadece kemiklere bakarak balığın biyolojisi hakkında ortaya koydukları ara form iddiaları gerçekte belirsiz spekülasyonlar olmaktan öteye gidemez. Moleküler biyolog Michael Denton, Evrim: Kriz içinde bir teori başlıklı kitabında bu konuyu şöyle belirtir: ".. soyu tükenmiş grupların yumuşak biyolojileri herhangi bir kesinlik derecesinde asla bilinemez, o halde en ikna edici ara geçiş formunun durumu bile, belirsiz olmak durumundadır ." (Michael Denton, "Evolution: A Theory in Crisis", Burnett Books: London, 1985, p180 ) Evrimciler için en ikna edici görünen ara geçiş formları dahi kendileri için sonradan büyük bir aldanışa dönüşebilmektedir. Bunun güzel bir örneği, Coelacanth olayıdır. Sansasyonel haberler, evrimcilerin Coelacanth olayından ders almadığını göstermektedir Coelacanth, evrimcilerin bir zamanlar -aynen Tiktaalik roseae isimli son fosilde olduğu gibi- sudan karaya geçişteki kayıp halka yakıştırmasını yaptığı bir balıktır. Evrimciler, bir zamanlar soyu tükenmiş zannedilen Coelacanth balığının 400 milyon yıllık fosillerini incelemiş fosildeki izlerden bazı evrimci çıkarımlar yapmışlardır. Örneğin balığın yüzgecindeki kemikli yapıların canlının denizin tabanında yürümesine yardımcı olan ayaklar olduğunu, ayrıca balığın ilkel bir akciğere sahip olduğunu öne sürmüşlerdir. Burada önemli bir nokta vardır: Tüm bu varsayımları, Coelacanth'ın yumuşak biyolojisi hakkında hiçbir bilgileri olmaksızın yapmışlardır. Canlının yumuşak dokusu hakkında bilgi olmaksızın evrimci hayaller üretmenin yanlışlığı ise 1938 yılında yapılan çok önemli bir bulgu sonrasında ortaya çıkmıştır. Coelacanth canlı ele geçirilmiş, önceden zannedildiği gibi soyu tükenmiş bir canlı olmadığı ortaya çıkmıştır. Üstelik balık sonraki yıllarda defalarca canlı olarak yakalanmıştır. Balığın hem anatomisini hem de doğal yaşam alanındaki hareket şeklini hemen incelemeye alan evrimciler, balığa atfettikleri kayıp halka varsayımlarında tümüyle yanıldıklarını görmüşlerdir. Sığ sularda ve deniz tabanında sürünerek hareket ettiğini varsaydıkları balığın aslında 180 metre gibi derinliklerde yaşayan bir dip balığı olduğunu, yüzgeçlerini ise asla deniz tabanına dokundurmadığını görmüşlerdir. Evrimleşmekte olan bir akciğer varsaydıkları yapının ise hava solumaya hiçbir şekilde katkıda bulunmayan bir yağ kesesi olduğu gerçeğiyle karşılaşmışlardır. Bir zamanlar ara form olarak evrimcilere çok ikna edici görünen Coelacanth'ın sıradan bir balık türü olduğunun anlaşılması, son fosille ilgili ara-form iddialarının da aslında belirsizlikler ve spekülasyonlar üzerine kurulu olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü son ara-form iddiası da soyu tükenmiş bir türün fosilleşmiş kalıntılarından yola çıkılarak yumuşak biyolojisine dair yapılan hayali yorumlamalara dayanmaktadır. Kısacası medyada estirilen furya, bilimsel olarak belirsiz olan verilerin evrimci hayaller doğrultusunda abartılmasından başka birşeye dayanmamaktadır. Evrimcilerin kayıp halka propagandasının kendisi, iddiaları aleyhinde bir işarettir Evrimci medya, kayıp halka olarak lanse edilen bir bulgu sözkonusu olduğunda çok olağanüstü bir keşif yapılmış gibi bir hava uyandırmaktadır. Oysa bu, evrimin doğruluğu hakkındaki iddialarıyla çelişen bir tavırdır. Eğer evrim teorisi doğru olsaydı, jeolojik katmanlar ara form fosilleriyle dolu olur, ara form fosillerinin sayısı, yaşamış ve yaşamakta olan türlerin sayısından çok daha fazla olurdu. Böylece kayıp halkaların bulunması o denli sıradan bir olay olurdu ki, bunlar haber değeri dahi taşımazdı. Veya eğer evrim, evrimcilerin iddia ettiği gibi yerçekimi kadar iyi delillendirilmiş bir olgu olsaydı, kayıp halka bulgularını haber yapmak, havaya atılan bir taşın yere düştüğünü haber yapmak kadar saçma karşılanması gereken bir davranış olurdu. Örneğin gazetelerde "bugün de havaya bir taş attık ve o da gerçekten yere düştü" şeklinde bir haber görmeyi anlamsız karşılayacağımız gibi, "Paleontologlar yeni bir kayıp halka buldular" gibi haberleri de anlamsız karşılardık. Kısacası eğer evrim bir "gerçek" olsaydı, kayıp halka propagandasına zaten ihtiyaç kalmazdı. Tiktaalik roseae'nın yerleştirildiği evrim serileri sadece ön yargıya dayalıdır Bazı gazetelerde son fosilin Acanthostega ve Eusthenopteron fosilleri arasında bir ara geçiş formu gibi yerleştirildiği görülmektedir. Evrimciler bununla, sanki fosil kayıtları evrimsel geçişleri destekliyormuş da bunun delilleri gün geçtikçe daha da güçleniyormuş gibi bir izlenim uyandırmaya çalışmaktadırlar. Oysa bu seriler, sözkonusu canlıların birbirlerinden evrimleştiği iddiasına kanıt oluşturmamaktadır. Örneğin bir dizi tornavidanın ebat açısından dizilmesi bu tornavidaların birbirlerinden türediklerini göstermez. Gerçekte Eusthenopteron'dan Tiktaalik roseae'ye veya Tiktaalik roseae'den Acanthostega'ya uzanan hiçbir evrimsel soy bilinmemektedir. Bu canlılar milyonlarca yıllık zaman ve derin farklılıklara dayalı morfolojik uçurumlarla birbirlerinden ayrılmaktadır. Evrimciler Tiktaalik roseae'yi yerleştirdikleri serilerle sadece kendi önyargılarını ortaya koymaktadırlar. Ünlü bilim dergisi Nature'ın editörü ve aynı zamanda bir paleontolog olan Henry Gee, "kayıp halka"ların ve evrimsel serilerin önyargılara göre kurgulandığını şu sözlerle itiraf eder: Yeni fosil bulguları, bu önceden var olan hikayeye uydurulur. Sanki atalar-nesiller zinciri, bizim gerçekten düşünmemiz gereken bir amaçmış gibi biz bu yeni bulgulara 'kayıp halkalar' deriz; aslında gerçek farklıdır: bunlar insan önyargılarıyla uyumlu olmaları için şekillendirilen, gerçeğin ardından oluşturulan, tamamen insan icadı olan şeylerdir. Her fosil, bir başka fosille bilinebilir hiçbir bağı olmayan izole bir noktayı temsil eder ve bunların tümü büyük bir boşluk denizinde yüzüp durmaktadır. (Henry Gee, In Search Of Deep Time, Beyond the Fossil Record to a New Hıstory of Life, s. 32) (Acanthostega ve Eusthenopteron'la ilgili evrimci iddiaların geçersizliği hakkında bkz. http://www.darwinizminsonu.com/doga_tarihi_1_05.html) Hayali ve dogmatik bir iddia: Sudan karaya geçiş masalı Evrim teorisi, canlılardaki değişimin rastlantısal mutasyonların ortaya çıkardığı farklılıklardan faydalı olanlarının seçilimine dayandığını öne sürmektedir. Ancak mutasyonların canlıların DNA'sına yeni genetik bilgi ekleyerek onları evrimleştirici hiçbir gücü olmadığı iyi bilinen bir gerçektir. Mutasyonlar canlıların DNA'sındaki genetik bilgiyi tahrip eder, onları sakat veya ölü bırakan etkiler ortaya çıkarır. Çünkü canlıların DNA'sı olağanüstü hassas bir dizilim sergilemektedir ve tesadüflere dayalı mutasyonların bu dizilim üzerindeki etkisi ancak yıkıcı olabilmektedir. Örneğin elektronik bir aletin kullanım kılavuzunun metninde yapılacak rastlantısal harf değişimleri onu bir romana dönüştürmeyecek, klavuzdaki bilgiyi tahrip edecektir. Aynı şekilde mutasyonların da bir balığın DNA'sında, ona ağırlığını taşıyacak güçlü bir iskelet yapısı kazandırması, sıcaklığın düzenlenmesi ve suyun kullanımı için (böbrek gibi son derece kompleks bir organı kapsayan) sistemlerin inşa edilmesi, solungaçların akciğerlere dönüşmesi gibi senaryolar tümüyle imkansızdır. Açıktır ki eğer bir balık, solunum sistemi, boşaltım mekanizması, iskelet yapısı gibi farklı yönlerden çok hızlı bir biçimde değişim geçirmez ise, kaçınılmaz olarak ölecektir. Öyle bir mutasyon zinciri olmalıdır ki bu, balığa anında bir akciğer kazandırmalı, yüzgeçlerini ayaklara dönüştürmeli, ona bir böbrek eklemeli, derisini su tutacak bir yapıya sokmalıdır. Canlının yaşamı için böylesine önem arzeden sistemler ya kusursuzca aniden değişmelidir ya da hiç değişmemelidir. Tesadüflere dayalı ve amaçsız bir süreç olarak savunulan evrimde ise böyle bir değişim kesinlikle imkansızdır. Akılcı düşünen herkes, konuyla ilgili tek açıklamanın, balıkların ve kara canlılarının ayrı ayrı yaratıldığını kabul etmekle mümkün olduğunu görebilecektir. Kısacası "denizden karaya geçiş" senaryosu tümüyle çıkmaz içindedir. Nitekim evrimci biyologların bu konuda ortaya koyabildikleri tutarlı bir fosil kanıtı da yoktur. Evrimci paleontolog Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution (Omurgalı Tarihi: Evrimin Sorunları) adlı kitabında şöyle yazar: "Bilinen balık türlerinin hiçbiri, karada yaşayan dört ayaklıların atası olarak belirlenememektedir. Bu balık türlerinin çoğu amfibiyenlerin ortaya çıkmasından sonra yaşamışlardır. Amfibiyenlerden önce gelen balıkların, dört ayaklılarda bulunan eklem ve omurgaların herhangi birisini geliştirdiklerine dair ise hiçbir delil yoktur." (Barbara J. Stahl. Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover, 1985. s. 148) Sonuç: Evrimciler Hitler'den kalma demode propaganda yöntemleriyle bir yere varamayacaklarını görmelidirler Yukarıda gösterildiği gibi kayıp halka düşüncesi, fosil kayıtlarında hiçbir karşılığı bulunmayan, sadece evrim teorisinin ihtiyaçları yüzünden kullanılan bilimdışı bir kavramdır. Darwinist medyanın bu kavrama böylesine hararetle sarılmaları, bunu sadece kendi ideolojilerini halk arasında yaygınlaştırmak için başvurdukları bir yöntemdir. Evrimciler, tarihin en büyük bilim sahtekarlığı olan teorilerini yaygınlaştırmak için hiçbir bilimsel kanıt öne sürememektedirler. Bir zamanlar evrimin kanıtı olarak savunulan Coelacanth, Archaeopteryx ve at serileri gibi fosillerin birer birer gözden düşmesi karşısında evrimcilerin yapabildiği tek şey, kayıp halka yalanını sık sık ve yüksek sesle gündemde tutma çabasından ibarettir. Bu çaba tam da, Nazi lider Adolf Hitler'in "Eğer bir yalanı yeteri kadar uzun süre ve yeteri kadar yüksek sesle tekrarlarsanız, o artık bir doğru haline dönüşebilir" diyerek tanımladığı propaganda yöntemidir. Evrimciler, paleontoloji biliminin teorilerini çürüttüğünü kabullenmeli, bir yalandan ibaret olan kayıp halka masallarını ısrarla tekrarlamakla bu durumu değiştiremeyeceklerini görmelidirler. NOT: bu yazı aynı zamanda aşağıdaki haber ve yorumlara da cevabımızdır: - Time 17 Nisan 2006 Our Cousin The Fishapod - Birgün 13 Nisan 2006 Evrimin yeni halkası - Cumhuriyet 13 Nisan 2006 Evrimin kayıp halkası - Cumhuriyet Bilim Teknik 6 Mayıs 2006 Bilim, evrim görüşüne derinlik kazandırdı - Evrensel 7 Nisan 2006 Evrimin en önemli kayıp halkası bulundu - Cumhuriyet Bilim Teknik 15 Nisan 2006 Evrimde iki büyük adım, Evrimde iki buluş 1- Daeschler et al., "A Devonian tetrapod-like fish and the evolution of the tetrapod body plan," Nature 440, 757-763 (6 April 2006) | doi:10.1038/nature04639; Received 11 October 2005; ; Accepted 8 February 2006. 2- Shubin et al., "The pectoral fin of Tiktaalik roseae and the origin of the tetrapod limb," Nature 440, 764-771 (6 April 2006) | doi:10.1038/nature04637; Received 11 October 2005; ; Accepted 8 February 2006. 3- Per Erik Ahlberg and Jennifer A. Clack, "Palaeontology: A firm step from water to land," Nature 440, 747-749 (6 April 2006) | doi:10.1038/440747a.
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Bunlar kanıt teşkil etmiyor.. Teori yine teoriliğine devam ediyor. İlk paragrafta ara geçiş formu fosilinin fotosu var.. Bu fosil diğer bilim çevrelerinde kabul görmüşmüdür.. Sahte olmadığının kanıtı varmı.. Başka kaynaklarla desteklermisin... Çünki böyle önemli bir bulgunun büyük ses getirmesi gerekir...
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Yazar Bunlar kanıt teşkil etmiyor.. Teori yine teoriliğine devam ediyor. İlk paragrafta ara geçiş formu fosilinin fotosu var.. Bu fosil diğer bilim çevrelerinde kabul görmüşmüdür.. Sahte olmadığının kanıtı varmı.. Başka kaynaklarla desteklermisin... Çünki böyle önemli bir bulgunun büyük ses getirmesi gerekir... kardeş yukarıda yazdımya fosilin o bir balık fosili olduğunu
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl Sorular ve Tartışmalar; 1- Madem bütün canlılar insanın hizmetine yaratıldı da, neden sizin de kabul ettiğiniz 500 milyon yıl önceki abuk subuk canlılar yaratıldı, bunlar kime hizmet ettiler, ya dinozorlar kime hizmet etti, hele insanoğlunun yaşamadığı yerlerde yaşayan canlılar kime hizmet ediyor. 2- Neden tek gezegen yaratılmamış da 9 tane yaratılmıştır. 3- Tanrı ademi yarattı, daha ortada kadın yaratma fikri yok. ademin yalnız kaldıgını görünce kadın yaratıyor.(hoş, tanrının bunu önceden bilip ikisini beraber yaratması gerekirdi ama neyse). Peki kadın fikri yoksa ademe neden cinsel organ veriyor. Bunu nerde kullanacak. (sadece işemek için mi, evetse taşaklarını vermesin o zaman, çünkü taşakların işemede hiçbir görevi yoktur).Hadi diyelim ki adam ilk yaratıldıgında cinsel organı yoktu da sonra takıldı. Şimdi havva yaratıldı, peki havvanını göğüsleri varmıydı. Eğer bir çocuk emzirmeyecekse neden bu göğüsler vardı. Aynı şekilde cinlsel organı(rahim ve dölyatağını kapsayan tüm cinsel organ) varmıydı. Varsa neden. Yoksa ademle havva birbrilerinden nasıl etkilendiler de yasak bir iş yaptılar. (seviştiler yani). Sevişmek için birbrilerinden elektrik almaları lazım, içlerinde cinsellik olması lazım, cinsel organlar ve cinsel dürtüler olmadan bu ilişki olmaz. 4- DİNCİ:yerçekimi, güneşe uzaklık, ozon, dönme hızı, manyetik alan, ..... bunlardan birisi uygun ayarlanamasaydı hayat olmazdı. Bunların hepsini birden yaratan ise Allah’tır. CEVAP: evet olmazdı, ama hepsi olduğu için hayat var. Venüste bunlardan birçoğu olmadığı için hayat yok, burada hayat olması yalnızca bir tesadüftür, ayrıca bir sürü yıldız sistemindeki diğer gezegenlerde hayat olmadığını da henüz bilmiyoruz. Ama en azından Mars’ta bakteri olduğunu biliyoruz. 5- DİNCİ: insan üreme sisteminde, spermlerin yumurtayla karşılaştığı ortam asidiktir, tanrı bu yüzden spermi özel bir zırhla yaratmıştır. CEVAP: e güzelim, tanrın neden bu kadar işi zorlaştırıyor ki, ortamı asidik yapmasaydı da spermi de zırhsız yapsaydı, boşuna hücreciğe bir de zırh taşıttırıyor, alla alla ya. Yani gereksiz bir problem yaratıyor, ve bu gereksiz problem için bir de çözüm yaratıyor, ne kadar ilginç. 6- DİNCİ: Hareket eden şeylere, yani canlılara Allah ruh vermiştir, ruhları sayesinde bu hareketlerini yaparlar, her şeyi ruhları sayesinde yaparlar CEVAP: Amiplerin de mi ruhu var, ya virüslere ne demeli, canlı vücudu dışında ölü olan bu yaratıkları bana açıklayacak bir dinci var mı acaba ? 7- Dincilerin en çok kullandığı ifade şudur: ..................Bu ise .....’nın yaratılmış olduğunu gösterir. Ör: Dinciler, çıngıraklı yılanın özelliklerini nerden bulduysa açıklıyor, zehir sisteminden, algılama sisteminden bahsediyor ve bu yılanın kesinlikle yaratılmış olması gerektiğine inanıyor. Ve bunun bilimsel gerçeklik olduğundan bahsediyor. CEVAP: bir kere bilimsel gerçeklik bu değildir, bilimsel yöntemin izlediği yol bu değildir ki aslında. Öncelikle bilimsel yöntem adımlarına bir bakın ve sonra devam edin. Yani, elde ettiğin bulguları test edip denemediğin sürece bilimsellikten bahsedemezsin, dolayısıyla bir dinci hiçbir zaman bilimsellikten bahsedemez ve edemeyecektir de çünkü onun savunduğu şeyler inançlardır ve inançlar test edilemez, deneye tabi tutulamaz. 8- Bir diğer çok kullanılan ifade de, “bu, tesadüflerle oluşmadığına göre, kesinlikle yaratılmış olmalıdır” şeklindeki ifade olup az öncekine benzemektedir. Burada bir varsayım üzerine, insanları ikili olasılık kıskacına alıp, ona birini dayatma taktiği kuallnılmıştır. Yani 3. bir alternatif olan “bunun cevabını henüz veremiyoruz” denmiyor da hemen bu bir yaratıcıya bağlanıyor. Üstelik bu bilinçli varlığın, yaratıcının da kesinlikle Allah olduğu belirtiliyor. Varsayalım ki UFO’lar var, bu bilinçli yaratıcılar neden UFO’lar olmasın. 9- DİNCİ: Allah tüm canlıları ayrı ayrı yaratmıştır, insan da bunların en üstündür. EVRİMCİ: peki neden bu farklı canlıların yapı taşlarını farklı yaratmamış, hele insan gibi üstün olduğunu söylediğin bir yaratığınkini. Yani insanın yapıtaşıyla basit bir böceğin yapı taşı aynı olur mu hiç, yakışır mı bu insanın üstünlüğüne. Ayrıca insan en mükemmel canlı falan da değildir. en azından mükemmel değildir. biyolojik olarak pek çok kusuru, verimsiz çalışan sistemleri, kısır döngüye girmeye yönelik biyolojik hataları vardır. insanın pek de sanıldığı kadar kusursuz olmaması, onun her şeye muktedir bir tanrı tarafından yaratılmadığının bir göstergesi olsa gerektir. Ancak, insanı doğaya ve çevreye hakim kılan beş temel unsuru vardır. i)frontal lobunun ve neo-korteksinin diğer primatlara oranla daha gelişmiş olması. Türkçe’si, beyninin daha gelişmiş olması. ii)Gırtlak yapısının farklı sesleri çıkaracak yapıda olması ve geliştirebildiği dil yeteneği iii)İkinci beyni olan elini çok sofistike kullanabilmesi iv)Ayakta durabilmesi ve tüylerini kaybetmiş olması sonucu soğuk iklimlere adaptasyon sağlayabilmek için alet yapabilmesi, hayvanların kürklerini kullanabilmesi, ateşi kullanabilmesi v)Diğer primatlar gibi gruplar içinde yaşaması, yardımlaşması, sosyal bir varlık oluşu 10- Allah herşeyi çok mükemmel yaratmıştır. EVRİMCİ; Eğer çok mükemmelsek neden arkamızda gözümüz yok, böylece arkadan gelen tehlikeden haberimiz olmuyor. Neden ufacık mikroplara hemen teslim oluyoruz. Neden bir çita kadar hızlı koşamıyor, bir kartal kadar keskin gözlerimiz yok. Bunları bizden daha iyi yapan canlılar olduguna göre, biz mükemmel değiliz.
Gönderi tarihi: 4 Ağustos , 2006 18 yıl . . . 10- Allah herşeyi çok mükemmel yaratmıştır. EVRİMCİ; Eğer çok mükemmelsek neden arkamızda gözümüz yok, böylece arkadan gelen tehlikeden haberimiz olmuyor. Neden ufacık mikroplara hemen teslim oluyoruz. Neden bir çita kadar hızlı koşamıyor, bir kartal kadar keskin gözlerimiz yok. Bunları bizden daha iyi yapan canlılar olduguna göre, biz mükemmel değiliz. buluşlar ihtiyaçtanmı doğar ne öyle bi söz vardı tam hatırlamıyorumda anlatmak istediği insanların ihtiyaç duyduğu için buluş yaptığı,alet ürettiği...vs eğer insanlar bahsettiğin özelliklere sahip olsaydı alet yapma ihtyacı duymayacaktı ve hayvanlr gibi yaşayacaktı yani fiziksel özellikleriyle yaşamını devam ettirecekti fakat bu eksiklikler sayesinde aklını kullandı ve diğer canlılardan üstün konuma geldi sonuç olarak bu bahsettiğin kusurlar aslında insanları diğer canlılrdan üstün yapan ve mükemmel kılan özelliği
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için şimdi oturum açın.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.