Zıplanacak içerik

Featured Replies

Gönderi tarihi:

HAYAL KURMA OYUNU

 

Bilge Akay

 

 

 

 

'Beni bu şehirde tutan ne', diye düşündü Sermet. Çocuk sesleri duyuluyordu arka bahçeden. Bir insanı dünyada tutan ne ise, bulunduğu şehirde ele geçiren oydu belki de. 'Yok, hayır! Bu, yaşama isteğinden ötede bir duygu'

 

Nezahat'in gölgesi belirdi odanın önünde. Elinde bir tepsi var. Ne zaman gelse odanın önüne mutlaka taze çay yapmıştır.

 

-Dilşat aradı, akşam yemeğe bekliyorlarmış, dedi.

 

Çayın kokusu odayı kapladı. Terlik sesleri mermer zeminde yankılandı Nezahatin. Terlik sesleri de pekâlâ bir adamın var oluş nedeni olabilir. Evin arka odasında televizyon her daim açık. Kadın programları bitmek bilmiyor. Herkesi bir telaş sardı son günlerde. Nerede bir eğlence programı var, kadınlar orada. Çöpçatan yarışmalarının da ardı arkası kesilmiyor.

 

Sermet’in gözleri iki köşe yazısından ibaret gazetesinde. Dünya sorunlarını bir kenara itmek mümkün mü? 'Ne, diye düşündü tekrar beni bu şehirde tutan' Terlik seslerini de yanıma alıp gidebilirim. Bu şehirde otuz yıl içinde ölebileceğimizi söylüyorlar. Otuz yıl fena bir rakam sayılmaz. Kaldı ki Sermet'e göre şehir bu öngörüsünde oldukça cömert.

 

***

 

Yemek masası yine en sevdiği yemeklerle donatılmış. Zeytinyağlılar resmi geçidi. Ayşe kadın fasulye, bakla ezmesi, karnıyarık. Dilşat kocasından kaçırıyor yine bakışlarını. Birazdan acı türk kahveleriyle mutfağa çekilecek annesi Nezahat ile. 'Ben de bu adamın yarım yamalak yüzünü seyredeceğim' diye geçiriyor içinden Sermet.

 

 

-Avrupa Birliğine gireceğiz galiba baba, ne düşünüyorsun? diye sordu Orçun.

 

-İyi olacak evet, gelecek nesiller için çok iyi olacak, dedi Sermet.

 

Gazeteyi arıyor gözleri Sermetin. Aynı yazarları tekrar okumak için. Orçun, televizyonun kumandasını buldu koltuk minderleri arasında. Hızla değiştiriyor kanalları. Yine depremin tartışıldığı programlardan biri. Haritalar üzerinde İstanbul'un risk altındaki bölgeleri gösteriliyor.

 

 

-Burası ikinci dereceymiş. Otuz yıl içinde her an olabilir diyorlar büyük deprem, dedi Orçun.

 

***

 

 

 

Emekliliğinin ikinci yılı. Çalışırken bu denli çabuk geçmemişti zaman. Sormamıştı belki de hiç yaşamın anlamını, sormaya fırsatı olmamıştı. Şimdi her şey, eşyanın varlığı bile her haliyle anlamsız geliyor. Kaçıp gitse uzaklara… Gözünü bir Akdeniz kasabasında açsa. Nezahat balık ayıklıyor mutfakta. Bir dua mırıldanıyor sanki ince dudakları.

 

—Dilşat’ın haline çok üzülüyorum. Evlat hasretinden kız, bir deri bir kemik kalmış görmedin mi? diyor Sermet'e.

 

'Balıkları boldur Akdeniz’in. Küçük bir tekne alırım. Açılırım sabahları. Otuz yıl… Dile kolay. Ya şuna ne demeli: Otuz yıl içinde her an. Yani birazdan olabilir büyük deprem. Taş yığınlarının altında kemiklerinin kırılması var. Saatlerce, belki günlerce ölememek var orada.' diye düşünüyor Sermet.

 

—Orçun da usanmış artık. Tek başına verilmez ki bu mücadele. Görüyoruz, okuyoruz yıllardır çocuğu olmayıp da en sonunda olanları, diyor Nezahat balık ayıklamaya devam ederken.

 

'Korkak budala seni. Yaşamışsın işte yaşayacağın kadar. Bencil budala! Karını, çocuğunu düşünmek yok mu?'

 

—Şu saçlarımı önümden alsana ellerim balıklı, diyor Nezahat.

 

Duymuyor Sermet. Duymazdan geliyor. Şimdi kapının önünde. Esnaf başlıyor hemen oracıkta. Sırasıyla manav, şarküteri, market, elektronik mağazası, çeyizci dükkânı, mobilyacı... Apartmanların altında sıra sıra uzanıyorlar. Kimse bilmiyor Sermetin adını. Şapkalarını kaldırıp da selam vermiyor. Herhangi biri o da yoldan geçip giden.

 

 

***

 

 

Cıvıl cıvıl insan kaynıyor kent. Yüz bin insan ölecek diyorlar. İşte şu ilerde duran çocuk, şu peşim sıra gelen genç, ellerinde alışveriş poşetleri olan kadın. Hepsi ölecek. Bu kenti bırakmak zor. Ölüm alacak bizi bu kentten. Nasıl da herkes günlük yaşamın seline kapılmış. Bas bas bağırıyorlar öleceksiniz diye oysa. 'Ya ben, diyor Sermet, karımla balık ayıklamalıyım. Yok yok, ya da saçlarını çekmeliyim onun, gözlerine girmesin diye. Terlik seslerini karşılamalıyım odamın kapısının arkasında. Kızımla konuşmalıyım. Teskin etmeliyim onu. Doğuramadığın isabetli olmuş demeliyim...'

 

 

***

 

 

Emeklilik ikramiyesi hayata döndürmüştü Sermeti. Kırk yıl çalış, hasta ol. Sonra kırk yılının ödüllerini birbirleriyle tanıştır. Evet, bu kırk yılın ödülü ikramiye. Memnun oldum ben de kanser illeti. Midesine vuran ağrı üzerine hemen gitmişti de doktora erken teşhis koymuşlardı. Ama bu korku başka. Her an başına yıkılacak olma ihtimaliyle yaşamak dünyanın. 'Oysa birazdan bir aracın altında kalabilir, serseri bir kurşuna hedef olabilir, başıma tabela düşebilir' diye geçiriyor içinden Sermet. Olmuyor hiç biri. Yine sapasağlam, yaşama boyun eğmiş, odasında yine.

 

Uykuda ölmek rahatlığını yaşamak isteyecek kadar korkak şimdi. Kırk yıl dokuma fabrikasında çalışmıştı. Yaşamının ağlarını balçıkla ördüğünden habersiz. Komodinde uyku ilaçları olacak. Epey oluyor açmayalı çekmeceyi. Son kullanma tarihlerine bakmak kimin umurunda?

 

 

***

 

 

 

Sabah oluyor yine. Dünyanın tüm enlem ve boylamlarında bulutlar oradan oraya sürükleniyor. Bir tarih belirlemek gerekir mi? Sigarayı bırakmak için de bir tarih belirlemişti. O zamana kadar alabildiğine içmişti. Kusana dek. Şimdi de kusana dek yaşamalıydı o halde. Akılda kalacak en iyi gün doğum günü. Tam bir ay var. Bir ay her tadından tatmalı yaşamın, ne varsa sofrada silip süpürmeli.

 

 

Dilşatlara yine yemeğe davetliler. Dilşat, terazinin bir kefesine umudu koymuşsa diğerine de kıskançlığı koymuş. Kıskançlık kefesi ağır bastığında anne babası yemeğe davetli oluyorlar. Yine Orçun'un başka kadınlarla olan ilişkileri… Çocukları olmadığı yetmiyormuş gibi, ki bunun iyi bir durum olduğundan halen habersiz, diye düşünmüştü Sermet. Bir de aldatılma altında ezilen kadın gururu.

 

—Anne, bıktım artık. Boşanmak istiyorum. Ben yine evlenir, bir şekilde hayatımı sürdürebilirim, dedi Dilşat.

 

—Doğru olur mu ki kızım? Kaç yıldır evlisiniz. Öyle bir çırpıda. Kolay mı?

 

—Kolayı zoru kalmadı anne bu işin. Gururum da kalmadı artık. Bu kaçıncı kadın!

 

—Emin misin kızım? Ya senin kuruntularınsa bunlar?

 

—Düpedüz aldatılıyorum. Cep telefonuna gelen mesajları yazdım bir tarafa, o silmeden. Hepsi kanıtımdır benim mahkemede. Numaralarını da aldım.

 

 

 

 

Yine değişen televizyon kanalları. Haberler deprem araştırmaları için ayrılan ödeneğin yetersiz olduğundan söz ediyor. Altı yıldır ödenek ayrılamadı. Müteahhitler, iş adamları engel olmalı buna. Kenti yeniden kurarken cepleri devletten fazla dolacak.

 

—Anne, kendini benim yerime koy biraz. Babamı düşün. Senin başına gelseydi aynı olaylar ne yapardın?

 

—Sözünü açma şimdi onun. Bak hiç ilgileniyor mu, içerde pinekliyor yine. Yıllarca katlandım. Ne oldu, ne kaldı elimizde avucumuzda. Hastalıklarıyla uğraştım yıllarca.

 

—Yoksa babamda mı aynı şeyleri yaptı sana?

 

—Karıştırma o tarafları, geçmiş zaman... Ben ona değil, ikramiyeye yanıyorum. Yıllarca uğraş, katlan, tam elimize biraz para geçti derken yine bir bela.

 

Sermet’in mutfağa girmek üzere olan dizleri titredi. Daha da susamıştı şimdi. Mutfak yerine salona geçip, bedenini koltuğa bıraktı.

 

—Canım benim al şu suyu iç. Dur ben içiririm. Doktor Rıfat haftaya bekliyor kontrol için. Ameliyat gününü kararlaştıracağız. Çapa'da randevu verecekti ama ben özel muayenehanesinde istedim. O yollar, trafik çekilmez şimdi.

 

Sıvası yer yer dökülmüş tavanı izlerken ölümü yeneceğini düşünmüştü Sermet. Her sabah bir insanı uyandıran güç ne ise, o gücü duymuştu içinde. Karısının şefkatli elleri aceleci serçeler gibi kanat kanattı boşlukta. Sonra kızı girmişti hasta odasına.

 

—Babacığım çok iyi görünüyorsun. Bak sana ne aldım. En sevdiğin tatlılardan. Ama çok yemek yok.

 

Sermet koltuğa ağır bir külçe gibi yığmıştı bedenini. Gözleri aralandı.

 

Orçun kanepede sızmış. Ölüm sessizliği etrafta.

 

***

 

 

Gençliğinde Türkçeye yeni çevrilmiş yazarların kitaplarıyla doldurmuştu kitaplığını. Sonra tek tük kitap alır olmuştu. Ama ne yazık! Çalışmaktan okumaya fırsat bulamıyordu. Şimdi bir ay boyunca hepsini okuyabilirdi. Ya da pineklerdi. Sonra da ölüm tarlasında koştururdu atını.

 

—Nezahat. Bir ev alsaydık, nerede olmasını isterdin?

 

—Hayal kurma yaşımız geçti Sermet. Yoksa altılı mı oynadın? Yarın mahkeme günü. Dilşat bizi de çağırdı. Ama yok benim keyfim yerinde, sen git diyorsan sorun değil.

 

 

'Ben de dilekçe versem mahkemeye bu saatten sonra ne olacak? Bir ay sonraya hesabımı göreceğim nasıl olsa. Sen de kurtulacaksın. Hayal kurmayan birini bulursun belki.' diye düşündü Sermet.

 

'Oyun muydu bu, hayal kurma oyunu? Ya da yaşam, göz yanılgısıydı tümden. Şu yatak, elbise dolabı, kitaplık, ağaçlar, yollar, tarlalar, masmavi gök... En güzeli de çiçek açan bir ağaçtaydı yanılgısı gözün. Sonbaharda doğmuşum ben.'

 

 

***

 

 

'Okudukça ağlarını kaldırıyorum zihninin uzun bir süpürgeyle. En sonunda korkaklığın tarihini yazacağım belki. Her tabaktaki yiyecekten tatmak, bu mu demek oluyor yani? Doya doya yaşayacağım yerde, yaşayanların yazdıklarını okuyarak vaktimi boşa harcıyorum. Kızımı, karımı bırakıp da gitmem olur şey mi? Pekâlâ gidebilirim. İşte kapı şurada. Üç beş adım sonrası eşiğin dışı. Yok, hayır, söz verdiğim gibi yapacağım. Hiçbir yere gitmeyeceğim. Nezahat odaya girecek ve artık soluksuz olduğumu görecek. İstanbul öldürmeden beni, sonlandırmış olacağım böylece yaşamımı. Nezahat daha da üzülecek ikramiyeye. Boşuna ameliyat olduğum için.'

 

'Kızımın bulacağı yeni kocayla da yaşayıp giderler artık. Otuz yıl yaşarlar yaşamazlar. En azından mutlu yaşarlar. Çoluk çocuk, ev ve pineklemeyen bir adama sahip olarak... Kendimden ne bırakabilirim ardıma? Yetmiş beş kilo çeken et külçesinden başka? Bir şeyler yazmalı. Ama boşuna. Bu eller kırk yıl ipliklerle yazmış öyküsünü. Kalem tutamaz. Tutsa da bir yığın gevezelik çıkar kaleminden ancak. ‘Bu dünyaya ya gerçekten gelmiş gibi ya da hiç gelmemiş gibi yaşayın'ı anlatan öyküler yazmak isterdim...'

 

 

 

***

 

 

Nezahat sinir krizleri geçiriyordu. Mahkeme salonunda bayılmış, gözünü hastane odasında açmıştı. Dilşat'ın kabrinde geçirdiği diğer sinir krizinden sonra eve zor varmışlardı. Orçun mahkeme salonunda tek kuşunla öldürmüştü Dilşatı.

 

—Hepsi senin yüzünden. Kızınla ilgilenmedin hiç. O manyağın eline verdin kızı, diye çıldırasıya bağırıyordu Nezahat.

 

'Kızım, etini dağlayan kurşunun acısıyla can verirken, ben kendime mutlu ölümler tezgâhlıyordum. Ah lanet olsun benim gibi babaya. Korkak sünepe!'

 

'Doğum günüme on gün kaldı. Dilşat’ın acısı her geçen gün büyüyor yüreğimde. Bir silah edinmeliyim belki de. Aynı yerden vurmalıyım kendimi.'

 

 

***

 

 

'Nezahatin sinir ilaçları onu kuzuya çevirdi. Bütün gün ölü gibi geziniyor evin içinde. Topuksuz terliklerle dolaşıyor. Topuklu terliğin sesi sinirine dokunuyormuş. Balık aldım gelirken eve. Balıkçıya iyice bir temizlettim. Yemiyor Nezahat kızarttığım balıkları. Garip bir düşünce oluştu onda. Zehirleyeceğimi sanıyor kendisini. Parka dolaşmaya gidelim desem ürküyor, sürüye sürüye gidiyor terliklerini; odasına kapanıyor; çıkmıyor bütün gün. Yarın doğum günüm. Kimse pasta alıp gelmeyecek evime. Hatırlayacak kimse yok benden başka bu günü. Neye yarar öyleyse ölmek? Nezahat yatakta yatan cansız bedenimi görünce iyice aklını kaçırır. O halde sıramı ona savmaktan başka çarem kalmıyor. Paranoyası doğru çıkacak, ama ölüm bu! Nereden anlayacak uykusunda ölürse?' Sermet tüm bunları düşünürken, hava aydınlanıyordu. 'En iyisi Nezahatin kendine hazırladığı yiyeceğin içinde eritmekti ilaçları.'

 

O akşam doğum günüydü Sermetin. 'Önce Nezahat, ardından ben. Emin olmalıyım önce onun öldüğünden. Az önce yedi yemeğini.' Sermet de uyku ilaçlarını alarak uzandı karısının yanına. Ne kadar da sıcak yatak. Kaç yıldır karısıyla aynı yatakta yatmıyordu. Nezahatin teninden yayılan sıcaklık sanki odayı kaplamıştı. Elini tuttu ölgün kadının. Birazdan uçsuz bucaksız boşluğa kavuşacaklardı.

 

'Birazdan uyku ilacı etkisini gösterir, aynı anda ruhumuzu teslim edeceğiz.' diye düşünüyordu Sermet.

 

Zeminden derin uğultu geldi. Yatak odasının avizesi titreşti. Yavaş yavaş duyarsızlaşan bedeninin yankısı sandı Sermet bunu. Araladı gözkapaklarını. Avizenin titreşimlerini gördü. Ardından korkunç bir sarsıntı başladı. Yatağın içinde şiddetle sağa sola sallandılar. Otuz saniyelik sarsıntıdan sonra bina tümden çöktü. Yıkıntıların arasında Nezahatin inlemesi duyuldu. İkisi de sanki kendileri için özel olarak ayrılmış birer boşlukta kalmışlardı. Sermet'in aralık ince dudaklarından acı bir çığlık yükseldi. 'Rüya mı bu yoksa' diye düşündü bir an. Algı perdeleri aralık olan Sermet büyük depremi karşıladıklarını anlamıştı. Tahmin ettiği gibi değildi. Bedenine taş yığınlarının sıvaları dökülmüştü sadece. Yaşıyorlardı işte. Karısının elini aradı boşlukta.

 

—Nezahat. Nezahat neredesin?

 

Nezahat’den ses çıkmıyordu. Sermet el yordamıyla elini buldu karısının. Kaskatı kesilmişti. Nabzı korkak bir tavşan gibi atıyordu. Ölmemişti. Korkudan olacak katılmış kalmıştı. Sağ kalanların, yaralıların yardım çağrıları duyuluyordu derinden. Yoksa bunlar ölülerin çığlıkları mıydı?

 

—Dayan Nezahat. Bak yaşıyoruz. Ölmeyeceğiz. Gideceğiz buralardan.

 

Sermet nasıl bu gücü buluyordu kendinde. Büyük depremden ölmedilerse artık hiç ölmezlerdi. Bir avuç ilacın lafı mı olurdu deprem karşısında!

 

—Sakın uyuma Nezahat. Gelecek günleri düşün.

 

'Bir Akdeniz kasabasına gideriz. Güneş doğmadan balığa çıkarım. Masmavi olur sonra su. Renk renk dalgalanır teknem. Martıları karşılarım sahilde. Yarısı onların olur balıkların. Kovada oynaşan barbunyalar. Kırmızılarını sana getiririm Nezahat. Saçların gözüne girmesin diye beklerim yanı başında.'

 

Elini usulca okşuyordu Nezahatin. En istekli yaşamak fikrini geçirdiğini sanıyordu avuçlarından.

 

—Nezahat uyuma canciğerim. Bak duyuyor musun yardım etmeye geliyorlar. Köpekler eşeliyor toprağı.

 

Sermet'in işaret parmağı nabzının üzerinde duruyordu Nezahat'in. Herşey Nezahat'in nabzıydı şimdi. Saniyeleri sayıyordu Sermet.

 

-Çok yaklaştılar. İşitiyor musun, sesler yanı başımızda sanki. Heey! Buradayız biz. Yaşıyoruz. Kurtarın!

 

'Duymuş olmalılar da bir türlü yolu bulamıyorlar. Birazdan gelirler Nezahat sen merak etme. Hayal kurmak kötü derdin. Kötü değil Nezahat. Tam sırası işte hayal kurmanın. Gökyüzünü düşün. Engin dağları, çiçek açan ağaçları düşün. Ülkeler düşün hiç gidilmemiş, ilk biz gidelim. Tadılmamış meyvelerinden tadalım. Düşün Nezahat, bırakma kendini. Düşün karıcığım...'

 

Kurtarma ekibinden üç kişi, kurt köpeğinin keskin burnunu takip ediyordu. Bir hafta geçmişti.

 

—Burada iki kişi var, dedi adamlardan biri. Boşlukta kalmışlar. Ezik yok vücutlarında.

 

—Ölmüş bunlar, dedi diğeri kaskatı iki bedeni inceledikten sonra. Zavallılar. Korkudan ölmüş olacaklar. Kalp krizi olmalı!

 

'Ben sana söylemiştim Nezahat. Gelecekler, kurtaracaklar bizi diye. Yaşayacağız Nezahat. Bırakma ellerimi...'

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.