Gönderi tarihi: 29 Temmuz , 2006 19 yıl Bakin her zaman farkinda bile olmadan yaptigimiz nefes alis ve verislerimizin arkasindakiler.. Bu arada daha once soyledigim gibi Bizler namaz esnasinda rukuya vardigimiz zaman normal hareketlerimizde cigerlerimizde her zaman icin bir miktar kalan karbonmonoksit sikistirilir ve rukudan kalkarken farkinda bile olmadan derin bir nefes veirirerek cigerlerimizde normal hareketlerimizde surekli olarak az da olsa kalan bu karbonmonoksitte cikar ve boylece bir sonraki nefesimizde daha fazla oksijen cekeriz cigerlerimize. -Alinti-Elif KIRAL YETİŞKİN bir insan günde yaklaşık 25 bin kez nefes alıp verir. Peki hiç düşündünüz mü; neden nefes alıyoruz? İnsan vücudunda yaklaşık 100 trilyon hücre vardır. Bu hücreler karbon bileşiklerini yakarak vücut için gereken enerjiyi elde ederler. Bu işlem sırasında da karbondioksit ortaya çıkar. Karbondioksit ise vücuttan mutlaka atılması gereken bir maddedir. İşte bu aşamada nefes alıp vermenin önemi ve gerekliliği devreye girer, çünkü karbondioksiti vücuttan atmak için nefes alıp vermeye ihtiyacımız vardır. Karbondioksit nefes alıp verme yoluyla atılırken kusursuz yaratılışın birçok örneği sergilenir. Havayı soluduğumuz anda akciğerlerimizdeki milyonlarca küçük odacığın oksijenle dolması bunlardan biridir. Bu odacıkların duvarlarını kaplayan kılcal damarlar oksijeni önce kalbe, sonra da vücudun her tarafına taşırlar. Kılcal damarlar oksijeni içeri alırken karbondioksiti bırakırlar. Bir saniyeden bile daha kısa bir sürede olup biten bu işlemle birlikte içimize çektiğimiz oksijenli havayı karbondioksitli olarak dışarı veririz. Hiç kuşkusuz buradaki önemli detaylardan biri, akciğerlerimizde milyonlarca odacığın bulunmasıdır. Bu odacıklar oksijen alıp karbondioksiti verme işlemini son derece kolay ve zahmetsiz bir hale getirmektedir. Nitekim akciğerlerin hava ile temas ettiği alan olağanüstü büyük olmasına rağmen, küçük odacıklar sayesinde bu geniş alan sıkıştırılmış bir hal almakta ve bu da oksijen solunumunu arttırmaktadır. İşte tam bu noktada şu soru akla geliyor: Hava bu kadar dar kanalların içinde nasıl rahatça hareket edebilmektedir? Hiç şüphe yok bu sorunun cevabı da bir başka yaratılış örneğini gözler önüne seriyor: Olağanüstü dar olmalarına rağmen hava bu kanallarda hareket edebiliyor, çünkü havanın yoğunluğu, basıncı ve akışkanlığı bu şartlarda bile kolaylıkla hareket edebilecek değerlere sahip. Bizler nefes alıp verdiğimizde kanımızdaki oksijen ve karbondioksit miktarı hep belirli bir oranda kalıyor. Eğer bu oranda bir değişiklik meydana gelirse solunum merkezindeki hücreler hemen harekete geçiyor ve bozulan değerler hassas ayarlamalarla tekrar dengeleniyor. Oysa kandaki oksijen miktarının solunum merkezine doğrudan bir etkisi yok. Öyleyse solunum merkezinin kandaki oksijen ya da karbondioksit miktarındaki değişikliklerden nasıl haberi oluyor? Cevap yine bir başka mükemmelliği yansıtıyor: Kandaki oksijen belli bir düzeyin altına inerse bazı büyük damarlarda bulunan hassas alıcılar solunum merkezine sinyal göndermeye başlıyorlar. Böylece son derece titiz bir çalışmayla solunumda gerekli düzeltmeler yapılıyor. Ve bu sistem o kadar kusursuz işliyor ki, otururken, koşarken ya da uyurken, kısacası bizler hayatımızı yaşarken sistemde hiçbir hata oluşmuyor ve 100 trilyon hücrenin ihtiyacı olan oksijen her an karşılanıyor. Nefes alırken ciğerlerin "hava direnci" denen bir basınca karşı enerji kullanması da üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu. Söz konusu direnç, havanın harekete karşı gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ve bu eğilim atmosferin özellikleri sayesinde tam da olması gereken dozdadır. Ciğerlerin havayı rahatça içeri çekip dışarı itebilmelerinin ardında atmosferin sahip olduğu özellikler rol oynar. Hiç kuşku yok direnç biraz daha fazla olsa, ciğerler zorlanmaya başlar. Kısacası atmosferin yoğunluk, akışkanlık ve basınç gibi değerlerinin belirli bir oranda olması ve bu oranda sabit kalması nefes alıp vermemizi bu kadar kolaylaştıran çok önemli bir etkendir. Atmosferin sahip olduğu bu hassas değerler yalnızca insanın kolay nefes alıp verebilmesi için değil, yeryüzündeki pek çok dengenin gerekli düzeyde kalması bakımından da hayati önem taşır. Örneğin atmosfer basıncı şimdiki değerinden beşte bir oranda azalsa, denizlerdeki buharlaşma oranı normalin çok üzerine çıkar ve yüksek oranlara varan su buharı tüm gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltir. Eğer basınç şu anki değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı oranı büyük ölçüde azalır ve dünya üzerindeki karaların neredeyse tamamı çölleşir. Ancak bunların hiçbiri olmaz, çünkü Rabbimiz evreni son derece hassas ve kusursuz bir dengeyle yaratmıştır. Ve bu denge sayesinde canlılık yaşamını her an sorunsuz bir şekilde devam ettirir. Büyük bir mükemmellik içinde işleyen tüm bu dengeler insan vücudu gibi atmosferin de insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını göstermektedir. Bilimin ortaya koyduğu bu gerçek tüm evrene hakim olan, ona dilediği gibi şekil veren, gökleri ve yeri kudreti altında tutan, "… yarattığı her şeyi en güzel yapan…" (Secde Suresi, 32) ve her detayı en hikmetli şekilde yaratan Rabbimizin varlılığının açık delillerinden biridir. Bir ayetinde buyurduğu gibi: “O Allah ki Yaratan'dır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve sûret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
Gönderi tarihi: 29 Temmuz , 2006 19 yıl Yazar -Alinti- Yaşam İçin Vazgeçilmez Kaynak: Su Elif KIRAL İNSAN suyun varlığına o kadar alışmıştır ki, su olmasaydı ne olurdu, pek düşünmez. Oysa su, Dünya’nın yaşam sürülebilen bir yer olmasının temel şartıdır. Yaşam için gerekli olan dengeler su sayesinde devamlılığını korur. Yeryüzünün dörtte üçü suyla kaplıdır. Suyun önemli bir bölümü de gökyüzündedir; bulutların her birinde milyonlarca ton su bulunabilmektedir. Bunların bir kısmı zaman zaman yağış halinde yere iner. Şu an solumakta olduğunuz havanın içinde de belirli miktarda su buharı vardır. Tüm bunların yanı sıra, insan vücudunun yaklaşık %75'i sudur. (Bu oran kişiye, vücut bileşimine, yaşa, cinsiyete ve diğer bazı faktörlere göre değişebilmektedir.) Bütün vücut dokuları su içerir. Örneğin kanın %83'ü ve çok sert görünmelerine rağmen kemiklerin %22'si sudur. Hayvan ve bitkilerde ise su %90 gibi yüksek bir oranda bulunabilmektedir. Kısacası susuz bir hayatın var olabilmesi mümkün değildir. Sudaki eşsiz fiziksel ve kimyasal özellikler TÜM sıvılar ısıları azaldıkça hacimlerini kaybederler. Bu durumda yoğunlukları artar ve soğuk olan kısımlar ağırlaşır. Bu nedenledir ki, sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Bu kurala tek uymayan sıvı sudur. Su, ısısı düşüp hacim kaybedince diğer sıvılardan farklı olarak genleşmeye başlar. Donduğunda daha da genleşir. Bu yüzden suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Fizik kurallarına göre buzun suyun dibine batması gerekirken su üstünde yüzmesinin sebebi budur. Suyun bu özelliği Dünya’daki yaşam açısından büyük önem taşımaktadır. Eğer suyun bu özelliği olmasaydı, Dünya üzerindeki suyun büyük bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde yaşam kalmayacaktı. Suyun bu mucizevi özelliği Dünya üzerindeki canlı yaşamının sürekliliğinde önemli bir rol oynamaktadır. Isı kaybı olduğunda suyun yoğunluğu diğer sıvılarda olduğu gibi artsaydı, ne olurdu? BU SORUYU şöyle de sorabiliriz: Buz suyun dibine batsaydı, ne olurdu? Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde donma üstten değil, alttan başlayacaktı. Yüzeyde soğuğu kesen bir buz tabakası da olmayacağı için, alttan başlayan donma yukarı doğru devam edecekti. Bunun sonucunda okyanusların, denizlerin, akarsu ve göllerin büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline geleceklerdi. Hiç şüphesiz bu da sularda hiçbir canlının yaşayamamasına yol açacaktı. Bu durum kara canlılarının varlığını da olumsuz etkileyecek, Dünya ölü bir gezegen haline gelecekti. Suyun bir başka önemli özelliği ise “gizli ısısı” ve “termal kapasitesi”dir. Buz eridiğinde ya da su buharlaştığında etraftan ısı çekilir. Bunun tersi gerçekleştiğinde ise dışarıya ısı verilir. Bu, gizli ısı olarak bilinir. Bütün sıvılar bir gizli ısıya sahiptirler. Suyun gizli ısısı olağanüstü yüksektir. Bunun yanı sıra suyun ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, yani termal kapasitesi de diğer sıvılarınkinden çok daha yüksektir. Suyun termal kapasitesi ile gizli ısısının yüksek değerlerde olması, denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarına yol açar. Bu da, kara üzerindeki ısı farklılıklarının yaşanabilir oranda seyretmesine neden olmaktadır. Suyun bir diğer özelliği olan “termal iletkenliği” sayesinde ise penguen, fok gibi kutup hayvanları denizin üzerindeki buzları delip aşağıdaki suya ulaşabilmektedirler. Termal iletkenlik ısıyı iletebilme gücüdür. Suyun termal iletkenlik gücü diğer sıvılardan en az dört kat daha yüksektir. Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür. Bu şu demektir: Hava -50°C bile olsa, buz, altındaki su tabakasına soğuğu çok az iletir. Bunun sonucunda denizin üstündeki buz tabakası 1-2 metreyi geçmez. Böylece kutup hayvanları yüzeydeki buz tabakasını kolayca kırabilirler. Suyun tüm bu özellikleri sayesinde yaz ile kış veya gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkları hep canlıların yaşamlarını devam ettirebilecekleri sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı daha az olsaydı, ne olurdu? GECE ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark aşırı derecede artarak karaların büyük kısmı çöle döner, yaşam imkansız hale gelir ya da en azından çok zorlaşırdı. Vücut için en gerekli besin öğesi SU aynı zamanda vücudumuzdaki birçok işlevin yerine getirilmesi için de olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Hücre içinde ve dışında vücutta gerçekleşen tüm fonksiyonlarda suya ihtiyaç vardır. Hücrelerde oksijen ve besin öğelerinin taşınması, gerek duyulmayan unsurların vücuttan atılması su ile mümkün olabilmektedir. Su aynı zamanda eklemlere ve organlar ile dokuların korunmasına destek sağlar. Vücut fonksiyonlarının düzenli olabilmesi için vücuda sürekli su takviyesinde bulunmak gerekir. 0.5-1 kilogramlık su kaybı hemen susama hissini oluşturur. Susama hissi Rabbimizin insanlara verdiği çok önemli bir nimettir. Nitekim vücuttaki sıvı miktarının azalması hayati risk oluşturmaktadır. Bizler bu uyarının yaşamsal öneminin farkına bile varmadan, belki sırf susama hissimizi gidermek için su içerken, vücudumuz ihtiyaç duyduğu besine ulaşmaktadır. İnsanlar vücutlarındaki proteinlerin yarısını ya da karbonhidratların tamamını yitirseler bile hayatlarına devam edebilirler. Ama % 10'luk bir su kaybı vücutta büyük aksaklıklara, % 20'lik su kaybı ise ölüme yol açmaktadır. Suyun sahip olduğu tüm özellikler, bu sıvının canlılık için özel olarak yaratılmış olduğunu göstermektedir. Allah (c.c.) yaşamımızı sürdürmemiz için suyu yaratmış, sayısız özellik vererek onu canlılık için vazgeçilmez kılmıştır. Bir ayetinde Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: De ki: Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akar su kaynağı getirebilir? (Mülk Süresi, 30)
Gönderi tarihi: 29 Temmuz , 2006 19 yıl Yazar -Alinti- Fenerbalığı Fenerbalığı (Myctophidae sp.) adı verilen bir balığın alnının üzerinde madenci baretlerindeki lambaya benzer, parlayan bir ışık vardır ve bu ışık derin sularda yüzen balığa yol gösterir. Bu ışık o kadar parlaktır ki, önündeki 60 cm’lik bir alanı aydınlatabilir. Yapılan deneylerde odadaki bir akvaryuma konan fenerbalığının yanında oturan bir insanın gazete okuyabileceği kadar ışık yayabildiği gözlenmiştir. Karıncalar Birbirini Uyarıyor! Firavun karıncalarının su ya da yiyecek bulma konusunda “olumlu” feromonlarla (bir böcek türünün, kendi bireyleri arasında haberleşmelerinde kullandıkları koku) iletişim kurdukları yapılan araştırmalarla ortaya çıkmıştı. Konu üzerindeki çalışmalarına devam eden bilim adamları bu karıncaların, türdeşlerinin gereksiz bir yola girmelerini engellemek için ise “olumsuz” feromonlar yaydıklarını farkettiler. Sheffield Üniversitesi’nden Elva Robinson başkanlığındaki araştırmacılar, ortalama 3 milimetre boyundaki firavun karıncalarının, türdeşlerinin gereksiz bir yola girerek boş yere yorulmamaları için, birçok yöne ayrılan yol ağızları gibi bazı kritik noktalara koku bıraktıklarını belirlediler. Araştırmacılara göre, havayla yayılan koku, insanlar için sapaklardan önce yol kenarına yerleştirilen levhalar gibi karıncaların önceden birbirlerini uyarmalarını sağlıyor. Karıncalar arasındaki bu dayanışma işareti, insanlara örnek olacak derecede dikkate değer, değil mi? BECERİKLİ KARGALAR KARGALAR gürültücü ve bazen de rahatsız edicidir. Fakat McGill Üniversitesi profesörü Louis Lefebvre’nin araştırmaları ve ortaya çıkan sonuçlar bizi kargalara verilen zekâya hayran bırakacak derecede enteresan. Japonya’da kargaların, kırmak istedikleri kabuklu yemişleri kırmızı ışıklarda duran araçların lastiklerinin altına yerleştirdikleri görüldü. İnsan dışındaki canlılar arasında alet kullanma alışkanlığı son derece az ve kargalar bu konuda en beceriklilerden biri gibi görünüyor. Örneğin yabanıl ortamlarda kurtçuk bulma amacıyla ağaç kütüklerini eşelerken ince dallar kullanıyorlar. Betty adı verilen bir kafes kargasının ise, dar bir tüpün içine konulan yiyeceğe ulaşabilmek için bir tel parçasını bükerek kanca haline getirdiği İngiliz araştırmacılar tarafından gözlemlendi. Ayrıca ornitolog Kevin McGowan’ın yaptığı araştırmalar kargaların çok da duyarlı canlılar olduklarını ortaya koyuyor. 16 yıl boyunca New York’a yakın bir bölgedeki bir grup kargayı gözlemleyen Kevin McGowan, birkaç yıl önce bir virüs türünün kargaları kırıp geçirdiğinde, kargalarda, insanlarda görülen bazı davranış biçimlerini gözlemledi: Sağlıklı kargalar ölmekte olan eşlerinin başında bekledi ve dul kalan bir kuş, yavrularını alıp ana babasının yanına taşındı. Galiba kargalara bundan sonra daha dikkatli olmamız gerekecek. Bir ıslık çaldığımızda ağızlarındaki beyaz peyniri düşürmelerini beklersek, sonsuza kadar beklememiz gerekebilir. n KOVANDAKİ DEMOKRASİ BAL ARILARI yerleşmek üzere yeni bir kovan seçiminde kendi aralarında bir tür oylama yapıyor. Bal arılarının toplumsal işleyişlerini 10 yılı aşkın bir süredir inceleyen Cornell University profesörü Thomas Seeley, bal arıları arasındaki kararların çoğunluğun tercihine göre şekillendiğini vurguluyor. Seeley, bu süreci, “Kurumsal şirketlerin yönetim komitelerinde yapılanlardan çok daha karmaşık bir müzakere” sözleriyle tanımlıyor. Seeley ve University of California-Riverside profesörü Kirk Visscher, 10 bin bal arısının kovan müzakerelerini videoya çekerek takip etti. Deney kovanının yakınına yeni ağaçlar koyan uzmanlar, bal arılarının yeni kovan araştırmalarını sağladı. Uzmanlar, bal arılarının mevcut kovanlarının kalabalıklaşması sonucunda yeni kovan aramak üzere motive olduğunu gözlemlediler. Süreç söyle işliyor: Kraliçe arı, kovandan birkaç yüz arıyı yeni bir yer bakmaları üzere görevlendiriyor. Keşif arıları, taramalarını yaptıktan sonra kovana dönüşte özel bir dans yapıyorlar. Söz konusu dans sırasında kaşif arılar, ’8’ şeklinde yürürken karınlarını titretiyorlar. Bir anlamda bir sunum toplantısına benzetilen bu dansın uzunluğu, kovandaki arılar tarafından keşfi yapılan aday kovanın fiziksel özelliklerinin iyi olduğu şeklinde yorumlanıyor. Kaşif bal arıları daha sonra, kovandaki arılara kendi buldukları aday kovanları beğendirmek ve özendirmek için kendi aralarında bir dans rekabetine tutuşuyor. Zaman içinde kovandaki izleyici bal arıları kendi aralarında, kaşif arıların danslarından yola çıkarak koalisyonlar oluşturmaya başlıyor. Kovandaki dans demokrasisi en fazla 16 saat sürüyor ve kovan en sonunda bir karara varılıyor. Sonuçta bal arıları, kaşif arıları takip ederek, aday kovana doğru uçuyor. Uzmanları hayrette bırakan arıların bu tavrı, son derece demokratik görünüyor. Seeley, “Arıların kararı kavgadan ziyade, işbirliği ve karşılıklı tavizler sonucunda şekilleniyor” diyor. Araştırmayı yürüten uzmanlara göre, arıların kovan seçimi “herkese açık bir forum, hiyerarşi ve merkeziyetçiliğin olmadığı, serbest fikirlerin çarpıştığı bir müzakere ortamı”
Gönderi tarihi: 29 Temmuz , 2006 19 yıl Yazar -Alinti- Genler ve Tesadüf .. Dr. Ömer Yavuz İNSAN yaklaşık 100 trilyon hücreden yaratılan muazzam bir varlık. Her hücremizde dört farklı nükleotidin (dAMP, dGMP, dCMP ve dTMP) farklı şekilde sıralanmasından meydana gelen ucuca sıralandığında yaklaşık 2 metre uzunluk oluşturan ve gözle görünmeyen, hücreye özenle yerleştirilmiş DNA (Deoksiribo Nükleik Asit) denilen moleküller var. Buna göre bir insandaki toplam DNA moleküllerinin uzunluğu 200 trilyon metre veya 200 milyar kilometredir. Dünyanın çevresinin 40 bin kilometre olduğunu düşünürsek, dünyanın çevresini 5 milyon defa dönecek kadar DNA moleküllerinin bir insanda mevcut olduğunu görürüz. Her bir hücrede bulunan bu moleküller üzerinde, insanın birçok karakterlerini ve vücudumuzdaki bütün organların şifrelerini taşıyan 30 bin civarında gen var. Her bir gen, DNA üzerinde bir protein (daha doğru ifade ile bir polipeptid zinciri) şifreleyen DNA üzerindeki belirli bölgeleri teşkil eder. İnsan ilk yaratılırken annenin yumurtalık hücresi ile babanın sperm hücresi birleşerek zigot denilen hücre yaratılmakta ve 30 bin genlik şifre ve program bu anda oluşturulmaktadır. Daha sonra hücre bölündükçe bu şifre hücreden hücreye aktarılmakta ve her hücre aynı programa tamamen sahip olmaktadır. İnsandaki 100 trilyon hücrenin her birinde aynı 30 bin gen yapısı olmasına rağmen hepsi her hücrede aktif değildir. Örnek olarak göz hücrelerinde sadece gözden sorumlu genler aktif iken, diğerleri baskı altındadır ve bunların şifrelenmelerine izin verilmemektedir. Böylece her organ veya dokuya has genler aktiftir. Yani insanın yaratılışı esnasında vücudunun her yerinde her türlü organ çıkma ihtimali varken sadece en uygun organ yaratılmaktadır. Yine insan vücudu yaratıldıktan sonra her organ için gerekli olan genler aktifleştirilmekte, diğerleri baskılanmakta ve yanlış bir organizasyona izin verilmemektedir. Örnek olarak diz kapaklarımızda göz çıkma ihtimali yanında, sırtımızda kollarımız da çıkabilir. Nitekim sineklerde larva safhasında iken mutasyon, yani DNA baz sırasında değişiklik yapılmış ve dünyaya gelen sineklerin ayaklarının başlarından çıktığı görülmüştür. Halbuki yaratılan her insanda baş aynı yerde, gözler, kulaklar ve diğer azalar en uygun bölgelerde yaratılmaktadır. Benzer şekilde her hücrede ihtiyaca göre gerekli genler açılır. Örnek olarak bir E.coli bakteri hücresinde dışarıda gıda olarak kullanılacak olan süt şekeri (laktoz) varsa, bu şekeri hücre içine taşıyacak ve sindirecek enzimleri şifreleyecek genler o anda açılır. Aksi takdirde bu genler baskı altındadır. Yani her hücrede ihtiyaç duyulduğu kadar madde yapılır, fazla veya eksik yapılmaz. Bu insan hücresi için de geçerlidir. Buna göre her hücrede ekonomi prensipleri tam olarak uygulanmaktadır. Bu olay insan için geçerli olduğu gibi, bugün ilmin tesbit ettiği 1.600.000 (bir milyon altıyüz bin) hayvan ve bitki türü için de geçerlidir. Her canlı türü genetik kontrol altında kendisi için en mükemmel bir organizasyonda yaratılmaktadır. Bu durum, kâinatta tesadüfün olmadığına ve her şeyin sonsuz bir ilimle idare edildiğine büyük bir delildir.
Gönderi tarihi: 29 Temmuz , 2006 19 yıl paylaşımın için teşekkürler.. gerçekten çok güzel bilgiler... Allah kimseyi dinsiz imansız bırakmasın
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.