Gönderi tarihi: 27 Temmuz , 2006 19 yıl Yağmur, esir aldığı şehri yeni serbest bırakmış, Güneş bulutların arasından çıkıp çıkmamakta kararsız ihtişamlı şehri izlemekteydi. O sabah penceresinden bakan insanlar güneşin bu çekingen tavrına rağmen günün iyi geçeceğini anlamışlardı. Mutluluk kimilerine sabahın erken saatlerinde kendini belli etmişti. Ama mutluluk zaman ve mekan farklı olduğunda hep var olmuyordu, öyle anlar vardı ki, ne sıcak ne soğuk ne güneş, acıya engel olamıyordu bu büyülü şehirde bile. Bu şehir öyle bir şehirdi ki o muhteşem görüntüsünün altında nice zindanlar saklıyordu. Nice aşklara mezar olmuş hikayelerin, baş kahramanıydı bu şehir. Bu şehir ki nice ülkelerin yıkılışına, nice hükümetlerin bitişine nice yuvaların ve aşkların yok oluşuna tanık ve neden olmuştu. O masum, kendine hayran bırakan görüntüsünün altında, sarayların kıskanç cariyelerini taşıyordu ruhunda. Hep o sevilecekti, hep ona hayran kalınacaktı, en güzel şarkılar onun için bestelenecek, şiirler onun için dile getirilecekti. Bu şehir İstanbul’du.........İstanbul, o gece kendisini uzun yıllardan sonra görmeye gelecek aşkına hazırlıyordu. En güzel şalını giymişti. Üstünde binlerce yıldız olan lacivert şalını. * uzun yıllardan sonra tekrar gelmişlerdi İstanbul’a, adam elindeki bavulu, yıllarca bir çok ayrılığa, nice kavuşmalara tanık olmuş, garın emektar yolunda sürmeye başladı, bir eli ile de yaşlı kadının elini sıkıca tutuyordu, Birlikte martıların sesinin geldiği yöne baktılar, her şey sanki yetmiş iki yıl önceki gibiydi. Deniz yine mavi, martılar yine üzerinde dans ediyorlardı. Gözleri birbirine değdi ikisinin. Bir damla yaş akıyordu yaşlı kadının yanağından, ama gülümsüyordu. Adam yavaşça eliyle kadının yanağından akan gözyaşını sildi, eli bir süre öylece kaldı kadının yanağında... Yolun kenarından yürüyerek denizi seyrettiler, bir an olsun elleri ellerinden ayrılmadı. Şu an düşünecekleri en son şeydi ayrılık. Yıllarca ülke ülke dolaşmışlar, aşklarının doğduğu şehrin ve bu şehrin beslediği anıların özlemi içinde yaşamışlardı. Hiç çocukları olmadı ama çocukları gibi sevdiler İstanbul’u, onca sene sadece bir kez geldiler. Uzun yola dayanamıyordu kadın, hem astımı vardı hem de artık diğer hastalıklarını önemsiz yapan bir hastalığı. Onlarca doktor gezdiler ama hepsinin söylediği aynıydı...... Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra gelebildiler sahildeki parka, yetmiş iki sene önce burada tanışmışlardı, ilk kez kalplerinin şu anki gibi attığını o zaman anlamışlardı. Adam ilerdeki saat kulesini gösterip, kulenin yanında , eski lunaparkın yerinde duran büyük binayı işaret etti. Saat kulesine bakarken kadını ilk kez masumca öptüğü geceyi hatırladı, birde ilk işe başladığı zamanı, bu saat yüzünden geç kalmıştı ilk iş randevusuna. Kadının gözü başka yerdeydi, ilerde sandallarla gezen insanlara bakıyordu, onlarda kaç kez geçmişlerdi bu sahilden sandallarla, sonra ileride mendil satan çocukları gördü, çocuklar insanların peşinden koşuyor, ağlıyor yalvarırcasına mendil satmaya çalışıyorlardı, bu çocuklar yoktu eskiden diye düşündü , içinde var olan ağrısı bir kat daha arttı. Değişmişti İstanbul, onlara aşklarını armağan eden şehir değildi sanki burası, kendileri gitgide yaşlanırken İstanbul gençleşmişti, daha alımlı daha süslü gözüküyordu sanki, ama yüzüne tonlarca boya sürülmüş, masumiyeti alınmış uzak doğu kızları gibi. Saatlerce bankta oturup her gördükleri şehir izlerinden bir anı çıkardılar, kah güldüler kah birlikte ağladılar, kadın adamın gözyaşını adam kadının gözyaşını sildi, yıllarca olduğu gibi. Adam doğduğu şehrin bu kadar değişmiş olduğuna üzülürken bu garip değişime tanık olmadığı içinde mutluydu. Kadın çantasından çıkardığı eski resme bakıp, sonra şöyle bir etrafına baktı. Onca yolu, onun için geldikleri şehir değildi burası. Değişmeyen her iz onları mutlu etmeye yetmişti yinede, bir ara yanlarına tavşanıyla bir adam geldi, fal baktırdılar tavşana, çıkan yazı pek onlara göre değildi, evlilik var diyordu ama yinede mutlu oldular bu değişmeyen eski anıya. Evliliklerinin tam yetmişinci yılında idiler, aşkı tatmalarının da yetmiş ikinci yılı. Yine tam bu günde tanışmışlardı, kuyruklu yıldızın İstanbul’u son ziyaretinde.... İstanbul en güzel kokusunu sürünmüş en güzel giysilerini giymişti o gece, dolunay başında bir taç gibi duruyordu bu cazibeli şehrin, yıldızlar bu tacın sanki taşlarıydı. Balıkçılar o gece balığın çok olacağını düşünüyorlardı ve denizin üzerine birer oyuncak kayık gibi yayılmışlardı sandallarıyla, sandallar yakamozları delerken, dalgalar kıyıya vuruyor , rüzgar bir nefes gibi okşuyordu İstanbul’u, sevgililer parklarda birbirlerine sarılmış geleceği düşünüyorlardı, umut dolu. Yetmiş iki sene önceki gibi.... Kadın, başını adamın omzuna koymuş eskiden kalma bir şarkı söylüyordu nihavend makamında, adam sessizce eşlik ediyordu kadına. Elleri birbirine kenetlemiş, aynı noktaya bakıyorlar aynı şeyleri düşünüyorlardı. Burada başlayan o aşk dolu hayatları bir film gibi geçiyordu gözlerinden, farklı ülkelerde yaşadıkları o mutlu günler onları yine başlangıca getirmişti. Yetmiş iki sene önce yıldızın İstanbul’dan geçtiği güne İstanbul ellerini uzattı sevgilisine, yıldız bir öpücük kondurup öylece kayıp gitti uzaklara, İstanbul yine aldanmıştı, elleri yine boşluğu yakaladı. Sanki onca bitirdiği hayatların öcünü alıyordu yıldız ondan, kayıp giderken uzaklara.... Gözleri yıldızı izledi öylece adamın, kadının gözleri kapalı, cansız elleri adamın avuçlarındaydı, adam bir öpücük kondurdu kadının aralık dudaklarına, bu gecenin son gece olduğu biliyorlardı, bir başlangıcın ve sonun olduğu içlerine doğmuştu sanki, onca yolu bu sonun bir başlangıç olabilmesi için gelmişlerdi. Onca sevgi dolu geçen hayatlarının sonunda ayrılığa da bir başlangıç gibi başlamak istiyorlardı.Adam sımsıkı sarıldı kadına. Yakında kavuşacaklarının vermiş olduğu mutlulukla gözünden akan gözyaşını sildi. Kadının söylediği o nihavend şarkı şimdi uzaklarda yankılanıyordu. Şimdi uzaklardasın gönül hicranla doldu, hiç ayrılamam derken kavuşmak hayal oldu .......
Gönderi tarihi: 28 Temmuz , 2006 19 yıl buda benim çok sevdiğim Bir Öykü - HANENE AY DOĞACAK Yattığım yerden gökyüzünü görüyorum. Gökyüzu yıldızsız. Hava yarın kapalı olacak. Belli de olmaz ya, bazan böyle gecelerin sabahları günlük güneşlik olabiliyor. Toprağın kokusu geliyor. Unutmuşum pencereyi kapatmayı. Şimdi gelir birisi, sorması gerekliymiş gibi: ''Geçti mi başının ağrısı?'' der. Sesimi çıkarmam, uyudu sanırlar. O zaman pencereyi de kapatır gider . Sofrayı kaldırıyorlar. Tabak, çanak, bıçak, çatal sesleri içimi kıyıyor. Televizyon kimse tarafından izlenmese de açıktır. Bu evde yaşayan herkes sağırmış gibi de sesi ortalığı inletir. Babaanne de rahatsız olup kıstırmaz şunun sesini. Ablam kızını uyuturken kısar biraz. Ufaklık da yattığı yerden bağırır: ''Açın sesini, ben onu dinleyerek uyurum.'' Çocuklar nedense sever kalabalıkta, gürültüde bir yere kıvrılıp uyumayı. Ben de öyleydim küçükken. Düğünlerde masa üzerlerinde uyumasını severdim. Bütün çocuklar gazoz kapağı ve kamış toplama telaşındayken benim uykum geliverirdi. Orkestra ve insanların sesi uğultuya dönüşürdü. Annem başımın altına yastık niyetine hırkasını katlar koyardı. Bana zor gelen, uyandırılıp eve kadar yürümek zorunda kalmaktı. Uyanmamak için diretmiştim bir keresinde. Omuzlarımdan tutup sarsmıştı annem. Babam hafiften bir tokat da atmıştı. Kaç yaşındaydım o zaman? Altı mı... yoksa beş mi? Annem sinirli ve bıkkın, hırkamı giydirirdi. O zaman da gözaltlarında torbalar vardı. Zaten o kış bir böbreğini aldırmak zorunda kalmıştı. Alnındaki derin çizgiler de yeni yeni oluşmaya başlamıştı. Kırmızı ruju gecenin o saatinde çoktan çıkmış, dudakları beyaza yakın bir pembeye dönüşmüş olurdu. Saçlarının diri dalgalarıysa çoktan çözülmüştür . Düğünlere giderken yakası açık mor giysisini giyerdi. Oturmaktan etekleri buruşurdu. Giysisinin sedefli düğmeleri, düğmelerin içinde ise sadece benim görebildiğim renkler vardı. Düşündüğüm çıktı. Bizim küçük kız, televizyonun sesini açmalarını söylüyor. Birisi geldi; oğlan kardeşim olmalı. Komünistlerle birlikte duvarlara yazı yazıyor. Geçen gün okulun duvarındaki yazıyı işaret etti. 'Faşistlere ölüm.' O yazmış. ''Faşist ne demek?'' diye sordum. ''Anlatsam da anlamazsın,'' dedi. Sonra böyle söylediği için pişman oldu. ''Bizim karşımızdakiler ,'' dedi. Okuduğu kitaplardan bir şeyler anlatmaya başladı. Göz ucuyla tekrar baktım yazıya. ''Aceleyle yazmışsın,'' dedim. ''İbneler gelip sıkıştırırlar diye...'' ''Faşistler ibne de mi oluyorlar?'' ''Lafın gelişi.'' Babam küfrediyor. Ellerindeki boyaları iyice çıkarmamış olmalı ki, komünistlerle yazı yazdığını anladı. Kötü şeyler söylüyor: ''Sen de,'' diyor , ''sen de öteki **********ler gibi televizyon seyredip odana gidip otuzbir çeksen ne olur sanki?'' Aşağılıyor onu. Babam böyle konuşur, ama televizyon seyretmez. Tanrı bilir otuzbir de çekmez. Babaannem araya girmeye çalışıyor. Ablamsa avazı çıktığı kadar bağırıyor. Annemin birazdan böbrek sancısı tutar. Kasılır kalır. Salondaki sert kanepeye sırtüstü uzanır. Gözü duvardaki gençlik resmine takılacak olursa başını çevirir. Belki ağlar da... Gözyaşları, dinmeyen sızılarına mıdır, yoksa mutsuz çocuklarına mı? Annesine: daha başka bir yaşam yakıştırdı: İnce uzun parmaklı elleriyle elyazması değerli bir kitabı karıştırmalıydı. Pahalı parfümünün cezbedici kokusundan kendisini alamayan antikacı, ''Kaçıncı yüzyıldan kalma bu kitap?'' sorusunu ikinci soruşunda anlayabilmeliydi. Uyandığında başucunda sevgilisinin bıraktığı iki dizelik şiiri bulmalıydı. Uzun kirpiklerini aralayarak bir sis perdesinin ardından ince uçlu siyah mürekkepli kalemle yazılmış şiiri ağır ağır okumalıydı.. Gülümsemeliydi. Gülümseyişini yatağına gelen kahvaltı tepsisindeki gümüş şekerliğin üzerinde de görmeliydi. ''Ne kadar mutluyum,'' diye geçirmeliydi aklından. Hemen ardından düşünmeliydi: ''En son ne zaman mutsuz oldum?'' Hatırlaması biraz zaman almalıydı, inci kolyesinin kopuverip tanelerinin ortalığa saçıldığı günü...Hayır, inci kolyesinin kopması mutsuz etmemişti onu, yalnızca yere eğilip o kalabalıkta inci tanelerini toplamak istemeyişine üzülmüştü. Annemin ağrıları dinmiş olmalı ki ayak sesleri geliyor. Sonra ablama çocuğun üzerini örtmesini söylüyor. Ablam yine telefon başında. Bu konuşması da ötekiler gibi uzun sürecek ve yine mutsuz evliliğini anlatıp duracak. Küçük kardeşinin komünist olduğuna ne kadar üzüldüğünü de söylemeden edemeyecek. Şimdi konuşurken sol bacağını sürekli sallayıp duruyordur. Annem kaş göz işaretleriyle konuşmasını bitirmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordur . Babaanne, her zamanki gibi şeytan tırnaklarını kesiyordur. 'Şeytan tırnağı' ne kötü bir deyim. Küçükken bende de çok çıkardı. Televizyonu kapattılar. Babaanne birazdan sessizlikten sıkılır, radyoyu açmalarını söyler. Sevdiği şarkıları duyunca kendisi de başlar mırıldanmaya. Uçuk eflatun giysisi üzerinde, 'Sahibinin Sesi' marka gramofonun kolunu çeviriyor. Evin üç kızı ve arkadaşları tango öğrenmeye çalışıyorlar. Ayakkabıları yeni. Rengi gülkurusu gibi. Elörgüsü alacalı halının üzerinde ne kadar zarif kalıyorlar. Kaşları yok denecek kadar ince alınmış. Dudaklarını artık hafifçe boyayabiliyor. Ara sıra kapatıyor gözlerini, başlıyor tangonun sözlerini mırıldanmaya... Annesi, daha doğrusu babası, saçlarını kestirmesine izin vermiyor. Oysa ne çok istiyor kısacık saçları olmasını. Birden şeytan tırnaklarını fark ediyor. Bırakıyor tangoyu, şeytan tırnaklarını kesmeye gidiyor. Çok yaşlandı babaanne. Birazdan tango öğrenmeye başladığı gençlik yıllarını anlatmaya başlar. Annem yine bir karafatma yakalamış. Yan tarafta fırın var. Bu yüzden ev karafatma kaynar. Yine tuvalete attı yakaladığı karafatmayı. Sifonu da çekti. Babam sinirlendi: ''Bir böcek için bu kadar su harcanır mı?'' diye. Sonra ben o böcek oldum: Kocaman bir insan eli tiksinerek kavradı bedenimi. Derin bir su çukuruna düştüm. Buradan çıkamayacağımı biliyordum. Bu kadar ağır olabilir miydi su? Binlerce kez döndüm. Sonsuza kadar sürecek bir devinimdi bu. Vazgeçtim. Devinim sürüyor. Bağırmalıyım. İşte odama birisi girdi. Sorması gerekli soruyu soruyor. Devinim sürüyor, ben sesimi çıkaramıyorum. Savaşça kapatıyor pencereyi. Artık toprak kokusunu duyamıyorum. Bir kolum yataktan aşağıya sallanıyor. Kolumu alıp bedenime bitiştiriyor. Anne, vazgeçtim. Yanağımdan öpüp saçlarımı okşuyorsun. Belki daha soğumadım, ama artık soluk almıyorum, görmüyor musun? Anne, gözaltındaki torbalara ne oldu. Alnındaki derin çizgiler? Düğüne mi gidiyoruz yine? Yoo, siz düğünden gelmişsiniz, üzerindeki giysinin etekleri buruşmuş. Bu giysi mor değil miydi? Yoksa bir de fıstık yeşili vardı? Sedefli düğmelerini niçin söktün? Saçlarının diri dalgaları çözülmüş. Oysa kırmızı rujun hâlâ dudağında. Anne, vazgeçtim diyorum. Duymuyor... Kardeşim giriyor odaya. Elinde bir kutu boya ve fırça var . ''Babamın odasına," diyor gülerek; -gülmekten konuşamıyor-"duvarlarına yazılar yazdım. Dedim ki: 'Faşitlere ölüm, kurtuluşumuz yakın.' Bunları kıpkırmızı boyalarla yazdım duvarlara." Hala gülüyor. Gözlerini kısmış, bazan iki büklüm oluyor. ''Sonra çıkardım bıçağı,'' diyor. ''Senin gibi faşist köpeği doğramalı dedim. Korktu. Şişko bedenini duvara dayadım. Pantolonunun önünü açıp otuzbir çek, diye bağırdım. Bıçağı iyice yaklaştırdım karnına. Otuzbir çekti gözlerimin önünde. Ben gülmeye başlayınca durdu bir an. Tekrar dayadım bıçağı karın boşluğuna, devam etti.'' Odadan gülerek çıkıyor. Merdivenleri ağır ağır çıkarken kahkahası geliyor hala Elinde fincan, babaanne giriyor odaya. Üzerinde uçuk eflatun bir giysi, fermuarını kapamamış. Fala niyet tutulmuş kahve fincanını aynalı dolabın üzerine koyuyor . ''Makas nerede?'' diyor aceleyle. Çekmeceleri hızla çekip kapatıyor. Makası buluyor sonunda. Uzun beyaz saçlarını bir kerede kısacık kesiveriyor. Sonra eline saç fırçasını alıp özenle tarıyor . ''Ne güzel oldum,'' diyor. ''Niçin izin vermediler ki bunca zaman saçlarımı kestirmeme. Önce babam, sonra kocam, sonra da oğlum. Bak ne güzel oldum. Bak ne güzel oldum.'' Şimdi kendi kendine dans ediyor. Sonra birden iki elini yan yana getirip bana doğru uzatıyor. ''Bak, şeytan tırnaklarımın hepsini kestim.'' Aklına dolabın üzerine koyduğu kahve fincanı geliyor. Senin için kapattım bu falı,'' diyor. Başucuma oturup başlıyor fal bakmaya: ''Hanene ay doğacak; apak fincanının dibi.'' Sonra hızla pencerenin kenarına gidiyor. İçeri sızan soluk ışıkta tekrar bakıyor fincana, diyor ki: ''Bir tek kahve tortusu bile yok.'' Gözlerini dehşetle üzerime çeviriyor: ''Sen ölmüşsün.'' Yattığım yerden gökyüzünü görüyorum. Gökyüzü yıldızsız. Hava yarın kapalı olacak...
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.