Gönderi tarihi: 9 Temmuz , 2006 19 yıl Yazın en yakıcı günlerinden biri. Yola çıktığımda güneş tepeye varmış. Salkım söğüt düşleri kurmaktayım. Gölge olmazsa, ihtiyar bir çınarın kovuğu da olabilir pekâlâ. Oysa yanından geçtiğim yalnızca cansız ot yığınları. Ve biraz daha susuzluk, aşk acısı, dinmeyen kin. Şehir halkına ancak bunları vaat edebilir bu kül renkli öğle vakti. Kalabalık caddelerden geçiyorum. Ter kokusu, erimiş asfalt, hıncahınç dolu otobüs, susuz yapraklar... Yalnızca şu ana devam edebilmek kaygısında herkes. Şu an ise uzak ile yakın arasında bir vehim sanki. Devasa bir buğunun ardına gizlenmiş şehrin kristal aynaları. Şehir ve hız. Birbirine ruh ve ten gibi bağlı. Yavaşlığın keşfi belki yüzyıllar alacak. Bir ağaç gibi durmak, gökyüzüne, çatı ve pencerelere, toprağa odaklanmak mümkün değil. Baktığım her şey seyyal bir görüntü. Acele ettikçe daha da hızlanıyor zaman. Kendini İlahi ritme teslim etmiş bir varlık bulamıyorum. Zaman, bütün cüretkârlığıyla çözülüp gidiyor ellerimden. Yetişemiyorum. Toprak korkusu Yol boyunca etrafımda hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlar var. Zamanı tenlerinde dondurarak ölümü alt edebileceklerine inanıyorlar. Çok sevdiği kedisinin ölümünü kabullenemeyerek, cesedini samanla dolduruyor ve süs diye divanlarına yerleştirebiliyorlar mesela. Sevilen nesnenin kalplerde bir ömür boyu yaşayabilmesindeki mucize onları tatmin etmiyor bir türlü. Gömmeye kıyamadıkları taş kedilerle avunuyorlar. Dünyaya kendini anti aging haplarıyla, botoks ve estetik operasyonlarla, bakım setleriyle çapalayan birtakım ‘dünya yaltakçıları’ var sonra yol boyunca etrafımda. Yaşam mücadelesini yaşlanmaya karşı veriyorlar. Bu dünyayı kendilerinin icat ettiğine inandıkları için dünyada olmak kendi ellerindedir sanıyorlar. Artık tabutun hiç gerekmediği bir gelecek inşa edeceklerinden eminler. İnsanın kendi sanrılarına tapınması tam bir batıl inanç. Ama gerçekçi olmakla övünüyor onlar... Nihayet, adımlarım beni ışıkta parıldayan bir kubbenin altına ulaştırıyor. Şehrin şakaklarında, Süleymaniye Camii’nin geniş avlusundayım. Sütunlardan, kapılardan, sessiz karaltılardan geçiyorum... Egzoz kokuları, araç gürültüleri, bağırış çağırış dışarıda kalırken, avlunun gerisinden usul usul bir ses duyuluyor. Çevremde olup biteni unutturan ve beni kendi içime yollayan ses “sahip olduğunuz her şey size emanettir” diyor. Daha duyarlı bir kımıldanışla dirilip boynumu yeniden doğrultmaya başlıyorum. Canım gibi, ruhum da emanet bana. Dünyam ve zamanım da. Zaman, bize emanet edilmiş nimetlerden biri. Onu biz yapmadık. Ne de ölümü yarattık biz. Ama ölümsüzlük iksirinin peşinde koşanlar su, hava, toprak ve ateş onların emrinde olsun istiyorlar. Hep bu dünyayı kutsuyor ve ebediyetin merkezi rolünü veriyorlar ona. Oysa gaybı inkâr ederken bile aslında yalnızca itaat ediyorlar insan yazgısına. Adını koymadan. Bastığım taş birazdan tenimle birlikte ruhumu isteyecek benden. Emekle sınanmayan inançları, ameli olmayan niyetleri dışarıda bırakacağım. Benim gereksindiğim bu taş, bu kemerli avlu. Kulağımda fısır fısır dualar ve yüzümü tevhid abidesine çevireceğim. Bugün cuma. İçeride boş yer yok. Aynı niyetteki insanlar alınlarını yere koyacaklar. Cennetle cehennemin bizi burada beklemediğini bilerek kişisel miraçlarına yükselecekler birlikte. Ama ayrı ayrı uçacaklar. Cenneti kazanmak için değil, O’nun sevgisini kazanmak, O’nu daha çok sevmek için secdeye varacaklar yeniden. Ölümü son nokta olarak görüp iyice dünyanın kenarına süpürenler ise ona yalnızca bir şiddet, kaçınılacak bir son gibi bakıyorlar. Kendi ölümünden korkanların başkalarının ölüsü üzerinden kâr ettiği, reyting yaptığı bir dünyada ölmek, en çok, estetik bir kötülük olarak sanal âlemlere yakışıyor galiba... Cumayı üst katta kılıyorum. Ve ölümü şiddet olmadan, füze, bomba, kalaşnikof olmadan tasavvur ediyorum. Yaşamdan çok daha takvimsiz bir seyri var ölümün... Son nefese dek devam etme zorunluluğumuz, ölüm ile dirim arasında dar bir yolda tutuyor bizi. O dar yol ki, ucu olmayan bir önceye ve sonraya uzuyor, uzanıyor... Bu dünyayla sınırlı olmadığınızı sezdiğinizde insan olarak burada bulunmanın sorumluluğunu yüklenirsiniz. Yeniden kaldırılacağını bilmenin sorumluluğuyla kıyam edersiniz omuz omuza. Kıyam ile kıyamet. Bu dünyada ölümsüzlüğü yakalama telaşındakilerin toprak korkusundan çok daha aşinadır size artık. Emanet nefesler Süleymaniye’de aldığım nefesin bana bir lütuf olarak emanet edildiğini biliyorum. Beş vakit, zamanı düz bir çizgide ilerletmez. Döngüseldir. Her yeni vakit, her devam ediş, sizi İlahi bir iple kaynağınıza bağlar. Tutunursunuz sıkı sıkı. Ölüme karşı koyma mücadelesi verenlerin yanında, ölüm gerçeğiyle birlikte devam edersiniz yaşama. O’ndan ödünç aldığınız akıl ve iradeyle mutlak hakikatin bin bir yansımasına yer açarsınız kendinizde. Ve gerçek bir özgürlükle kalpten teslim olursunuz... Dışarıda bu cumaya vesile olan kadın dostlar var, muhabbet var. İkindi vakti girerken bu dünyada olacak mıyız? Bilmemek ve bilmediğime teslim olmak. Bunca katliam, kıyım ve yıkımın ortasında yaşama umudu veriyor bana. Avludan çıkıyorum. Şehrin sıcağı bana esenlik veren bir serinliğe dönüşmeye başlıyor giderek. Şükran duyuyorum... LEYLA İPEKÇİ
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.