Gönderi tarihi: 1 Temmuz , 2006 19 yıl . Haşema Müslümanlığı... Avrupa Rönesans'la dinin aklın üzerindeki bağlarını koparırken, Müslümanların liderleri aynı yıllarda kişisel çıkarları için sakıncalı gördükleri aklı bağlamışlar, İslamı karartan haşema Müslümanlığını yaratmışlardır. Geçenlerde eşimle, başbakanı ''Eşim Arap asıllı, ben Rizeliyim'' diyen bir ülkeden, Türklüğümüzü bir haftalık gezimiz boyunca gururla, doya doya yaşadığımız Özbekistan'a gittik. Özbekistan, Rus işgalinden önce Kazakistan, Türkistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve kısmen Çin sınırları içindeki Uygur'dan oluşan büyük Türkistan'ın bir parçasıdır. Başkent Taşkent ilk uğrağımızdı. Geniş caddeleri ve her biri, içine cami yapmaya çalıştığımız Göztepe Parkı'ndan çok daha büyük onlarca parkı ile ve özellikle tarihi yapılardan esinlenmiş, Özbek kokan yeni devlet binaları ile mükemmel bir Türk başşehriydi Taşkent. Taşkent'ten uçakla 1100 km. uzaktaki Urgenç'e gittik. Daha doğrusu yeni Urgenç'e. Ruslar Urgenç'i bölmüş, eski Urgenç Türkmenistan'da kalmıştı. Urgenç'ten arabayla 30 km. uzaktaki 4. yüzyıldan itibaren Harezmilerin başşehri olan Khiva'ya gittik. Burada İslamiyetten sonra kurulan, Emir'in sarayını çevreleyen yüksek duvarları arasında yer alan 14 medreseyi, Matematik, Siyasal Bilimler, Terenni (müzik) vb. medreselerini gezdik. Anlaşılan Avrupa karanlık çağdayken bu adlar verilen medreseler Khiva'da modern bir üniversitenin fakülteleri gibiymiş. Khiva'dan sonra Semerkant'ı, Buhara'yı ve Timur'un doğum yeri Şahrizapz'ı gezdik. Sayın Kerimov'un hassasiyetle yenilediği, atalarımızdan kalan inanılmaz güzellikteki seramik işlemelerle kaplı medreseler ve yapıtlar bizi çok etkiledi. Buhara'da Avrasya'nın en büyük camisini gezerken, rehberin anlattıklarından, ''Allah'ın evidir'' diyerek girmesi önlenmek istenirken camiye atla girerek sabaha kadar içkili eğlenceden sonra camiyi yakan Cengiz Han 'ı görür gibi olduk. Semerkant'ta, zamanın bilginlerini Semerkant'a toplayan, vasiyetinde ''Beni hocamın ayakucuna gömün'' diyen Timur' un torunu Uluğ Bey 'in yaptırdığı, hocasının ayakucundaki mezarını gördük. 14. yüzyıldan önce Avrupa'da aydınlanma, Rönesans başlamamışken, Avrupa halkı ve aklı dinin kıskacındayken, bilimin ve düşüncenin sınırları papa ve rahipler trafından belirlenirken, Özbekistan'da El Biruni (matematik ve astronomi bilgini), El Harezmi (sıfırı bulan, cebire ad, logaritmaya adını veren bilgin), İbn-i Sina (Tıp kitabı Batı'da yüzlerce yıl okutulan tıp, felsefe, matematik bilgini), Uluğ Bey (astronomi, matematik, fizik bilgini ve devlet başkanı emir), Ömer Hayyam (astronomi, fizik, matematik bilgini ve şair) gibi devler yaşamıştı. Uluğ Bey'in, 1018 yıldızın tam olarak yerlerini belirlediği rasathanesinde, yerin 10 metre kadar altından başlayarak, inanılmaz bir hassasiyetle güneyden kuzeye uzanan 40 metre yarıçapındaki, gökyüzünü izlediği aleti taşıyan seramik kaplı kanal karşısında şaşkınlığa düştük. Ve sonunda ister istemez aklımıza ''Peki ne oldu? Neden bu yıldızlar söndü, bu devler yok oldu'' sorusu geldi. Bunun yanıtını, nehirlerinin sahillerine kadar uzanan çölleşmiş topraklarda ve medreselerindeki değişimde bulduk kanısındayım. Nüfus artışı ve ormanların ve ek ilebilen toprakların azalmasıyla, bu dünyanın nimetlerinden yararlanma ümidi kalmadıkça, insanlar ölümden sonraki yaşamın nimetlerine yönelmeye başlamıştı. Dini ya da siysal liderler günümüzde de olduğu gibi kendi zenginliklerini korumak, kendi paylarını arttırmak için halkı buna teşvik etmişler, bir za manların matematik, siyasal bilimler vb. medreseleri 17. yüzyıldan itibaren din medreseleri durumuna dönüştürülmüştü. Aklın egemen olduğu, Kuran'daki ''Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?'' ayetiyle bu bilginlere yol gösteren İslamın yerini dogmaların egemen olduğu yeni bir din almıştı. Bu yeni dinin medreselerinde, yıldızların yeri ve matematik değil, helaya hangi ayakla girileceği, girerken hangi duanın okunacağı tartışılır olmuştu. Ben bu yozlaşmış İslam anlayışına çağdaş uygulayıcılarımıza da atfen ''haşema Müslümanlığı'' (*) adını vereceğim. Aklın geri plana itildiği, düşünmenin yasaklandığı, toplumun cennet hurileriyle avutulduğu, peygamberin ''Ben ahlakı tamamlamak için gönderildim'' sözüne karşılık ahlakın türban, haşema içinde gizlendiği haşema Müslümanlığı, bugün bir milyar Müslümanın zavallılığının temel nedenidir. Avrupa Rönesans'la dinin aklın üzerindeki bağlarını koparırken, Müslümanların liderleri aynı yıllarda kişisel çıkarları için sakıncalı gördükleri aklı bağlamışlar, İslamı karartan haşema Müslümanlığını yaratmışlardır. Kuran'ın ''inanıp yararlı işler yapmayı'' öneren ayeti o zaman bilim medreseleri kurmak anlamında yorumlanırken, zamanımız Müslümanları tarafından üniversiteleri (medreseleri) dizginlemek, her köşe başına bir cami yapmak, gelecekte kişisel çıkarlarına hizmet edecek gücü yetiştirmek üzere Kuran kursları açmak olarak yorumlanmıştır. O yıllara ait bir örnek de İstanbul'dan vereyim. 1570 yıllarında İstanbul Cihangir'de Takuyiddin tarafından kurulan devrin en büyük rasathanesi, çıkan bir salgın hastalığın halk tarafından rasathanedekilerin ''Allah'ın sırlarını araştırıyor, meleklerin bacaklarını seyrediyor'' olmalarına bağlanması yüzünden şeyhülislamın verdiği fetva üzerine, padişahın emriyle rasathane Kılıç Ali Paşa tarafından yerle bir edilmiştir. Bu arada Sayın Kerimov'un, Özbekistan'da Rusların bombaları ile parçalanmış minareler dahil, tarihimizin övünülecek yapıtlarını kısa sürede imar ederken, bu yapıtların yeniden haşema Müslümanlığının yuvaları olmamasını da sağladığını görmekten çok mutlu olduğumuzu belirtmek isterim. Yazımı Uluğ Bey'in Semerkant Üniversitesi kütüphanesinde asılı şu sözü ile bitirmek istiyorum: ''Bütün kadın ve erkekler için kazanılacak en büyük şeref ilim öğrenmektir.'' ______________________________________________________________________________ (*) Haşema: Dincilerin giydiği, dizden aşağı uzunluktaki erkek mayosu. ___________________________________________________________ Yazar: Prof. Dr. Nihat G. KINIKOĞLU ___________________________________________________________
Gönderi tarihi: 1 Temmuz , 2006 19 yıl evet malesef..zaten rönesans ta osmanlı dan geçen eserlerin ve yetişen gençlerin katkısı büyüktür.. osmanlı da kız çocuklarının eğitimi batıdan önce başlamıştır.. ne zaman ki dine sapkın ve batıl fikirler girdi o da gerileme nedenlerinden biri oldu..
Gönderi tarihi: 1 Temmuz , 2006 19 yıl Hoş geldin dipnot kardeş bayadır görmüyodum inşallah iyisindir. Yazına gelince katıldığım yerler var bazı yönlerde haklısıın hemde çok diğer bazı yerlere varsın gelmeyelim
Gönderi tarihi: 1 Temmuz , 2006 19 yıl "Ziya ve Nur" “Sual ve cevap, dai ve sebep ikisi de Hak’tandır.” — Sözler GÖZ VEGÜNEŞ, kulak ve ses, akciğer ve hava, balık ve deniz ve daha da artırabileceğimiz nice ikililerle etrafımız adeta kuşatılmış. Bunlardan birinciler sual, ikinciler cevaptır. İkisi de Hak’tandır. Yani, Güneş kimin ise göz de O’nundur. Kulağı yaratan ancak sesi yaratan olabilir. Bunun çok önemli iki misali de ruh dünyamızda mevcut. Kalp ve akıl ikisi de birer sual. Kalbin en önemli görevi inanmaktır. Bu manevî gözün ziyası ise hak dindir. Kalp ancak böylece gerçek imana erer. Akıl ise anlama aletidir. Kâinattaki mânâları ve hikmetleri keşfetmeye çalışmak aklın görevidir. Bu yönüyle bütün fen ilimleri aklın gıdasıdır. Ama bu akıl, bu kâinat kitabına, bu sonsuz mânâları kimin yerleştirdiğini bilmek istediğinde kalbin ziyasına muhtaç olur. Ona ancak dinî ilimlerle aydınlanmış bir kalp öncülük edebilir, yol gösterebilir. ‘Ziya-yı kalb’ ve ‘nur-u fikir’den kastedilen manalar şu cümlelerle açıkça ortaya konuluyor: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” (Münazarat) Burada vicdan kalp yerine kullanılmıştır. “Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver” cümlesiyle “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir” cümlelerinin ortak bir yanı dikkatimizi çeker; her ikisinde de kalp ve vicdan için ziya, akıl için nur kelimeleri kullanılmıştır. Bu tespit bir âyeti kerimeye dayanmaktadır. “O, Güneşi bir ziya, Kameri bir nur kılandır.” (Yunus, 5) Bu âyetin tefsirinde Güneş’in ziya, Ay’ın ise nur kılınması bir çok yönden ele alınmış ve konuya değişik yorumlar getirilmiştir. Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır bunları sıraladıktan sonra şu noktaya dikkatimizi çeker: “Bir de denilmiştir ki, ziya bizzat olana (ışığı kendinden olana), nur bil’araz (başkasının ışık vermesiyle) olana ıtlak edilir. Şu halde burada Ay nurunun, Güneş dolayısıyla verildiğini iş’ar vardır. (Hak Dini Kur’an Dili, 4 – 2673) Kalb, İşârât-ü’l İ’caz adlı eserde şöyle tarif edilir: “Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.” ( İşârât-ü’l İ’caz) Demek oluyor ki, ruhta esas olan kalptir. Hissiyat da ona bağlıdır, akıl da. Şu var ki, kalbin his yönü vicdan ile icra edilmektedir, anlama yönü ise dimağla, yani akılla. Kalp imanla aydınlanınca akla da ışık saçar, onu da aydınlatır; ona rehberlik eder. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin helâl neyin haram olduğuna karar verme gücüne sahip olmayan akıl, imanlı bir kalbin rehberliğinde bütün bu soruların cevaplarını bulur. Kendisinin anlama aleti olduğunu bilir ve bunu iyi değerlendirir. Allah’ın razı olduğu işlerin, hâllerin, hareketlerin ne olduğunu anlar. Dünya işlerini helâl dairesinde ve meşruiyet çizgisinde görmek için çabalar. Kâinat hakkında fennî araştırmalar yaparken de Allah’ın harika bir eserini incelediğinin şuurunda olur. Böylece bir yandan aklı, fikri, bilgisi inkişaf ederken, ötede kalbi feyizden feyze koşar. Aksi halde; “O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır.” Kalbin vazife görmemesi zulüm, aklın fen ilimlerinden geri kalması ise cehalet olarak tespit edilmiş. Her ikisi birlikte zulmettir, karanlıktır. Birisi iman hakikatlerinden mahrumiyet zulmeti, diğeri ise Allah’ın bir eseri olan bu kâinatı anlamama yahut yanlış değerlendirme zulmeti. Bu hale göre aklı kalpten ayırdınız mı, Ay’ı Güneşsiz bırakmış olursunuz. Kalbin ziyası olan imanla aydınlanmayan bir akıl, ne yapacağına, hangi yoldan gideceğine kendi başına karar verecektir. Bu ise başlı başına bir karanlıktır. Kendi hayat felsefelerini kendi akıllarıyla, daha doğrusu kendi nefisleriyle çizen insanlar egoist, kibirli, menfaatperest birer problem tip olmaktan kurtulamamış ve şairin “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur” dediği türden bir huzursuzluk kaynağı olmuşlardır. ••• Nur Müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin tâ gençlik yıllarında ortaya koyduğu ve şarkın âlimlerinden başlayarak padişaha kadar ulaştırdığı bir idealini bu ifadelerde de yakalamak mümkün. O ideal, kısaca, Medresetü’z-Zehra namını verdiği bir ‘darü’l-fünun’ açma ve bu üniversitede, dinî ilimlerle fen ilimlerinin birlikte okunmasını sağlamaktı. Bu ideali Nur Külliyatının birçok bahsinde görebiliyoruz. Bunlardan sadece birisini kısaca değinmek isterim. Nur Müellifi Kur’ân-ı Kerimi kelâm sıfatından, bu kâinatı ise irade ve kudret sıfatlarından gelmiş birer kitap olarak değerlendirir. Kur’ân’daki kanunlar gibi, kâinattaki kanunların da ilâhî olduğuna dikkat çeker. Ve insanın her iki kitabı da iyi okuması, her ikisindeki kanunlara da riayet etmesi gerektiğini öğütler. Bu ders ile yazımıza konu olan vecizeyi birlikte değerlendirdiğimizde, kalbin ziyasının Kur’ân hakikatleri, aklın nurunun ise kâinat kitabıyla ilgili ilimler olduğu anlaşılır. Not: Demek oluyor ki, Dini ilimler ve Fenni ilimler birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Hakikat yani gerçeğin ta kendisi bu karışımın, yardımlaşmanın ve birleşmenin neticesinde ortaya çıkabilmektedir. Sadece dini ilimlerle veyahut sadece Fenni ilimlerle hakikate ulaşılamaz. Ulaşılan neticeler fayda verebilir fakat birçok yönü eksik faydalardır bunlar... Bizler ne zaman İslamiyetin hakettiği doğruluğu üzerimizde gösterir ve yaşarsak ve İslamiyeti doğru kaynaklarından öğrenir uygularsak işte o zaman İnsanlık huzuru ve mutluluğu yakalayacaktır. Tek kurtuluş formülü, "İslamın öğretisini" "doğru anlayıp" "uygulamakla" mümkündür. Bilim ve Din arasında herhangi bir ayrım ve mesafe yoktur. Olduğunu iddia edenler dini temelden yanlış anlamış insanlardır. Bu durum kendilerini bağlar. Hakikate engel olamaz ve değiştiremez.. Unutmayalım ki insan yanılabilen bir varlıktır. Bu sebeple Yanılma ihtimalimizin her zaman mümkün olabileceğini aklımızdan çıkarmamak gerekir. Mutlak ve kesin ifadeleri kullanırken dikkat etmelii öyle değil mi? Sevgiler Saygılar
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.