Zıplanacak içerik

Featured Replies

Gönderi tarihi:

Hz. ÖMER

 

 

 

Hz. Hamza’nın Müslüman olması üzerine, Mekkeli müşriklerin telâş ve endîşeleri had safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan biri de Müslüman olmuş, Resûlullahın saflarında yer almıştı. Bu beklenmedik hâdise, müşrikleri, büsbütün çileden çıkardı.

 

Hz. Ömer bu sırada daha Müslüman olmamıştı. Bir gün, Resûlullah efendimizi, gördüğü yerde öldürmek niyetiyle evinden çıktı. Sevgili Peygamberimizi Mescid-i Harâm’da namaz kılarken buldu ve namazın bitmesini isteyerek, dinlemeye başladı. Habîb-i ekrem efendimiz, El-Hâkka sûre-i şerîfini okuyordu.

 

Kalbim meyletti

 

Hattâboğlu Ömer, Peygamber efendimizin okuduklarını hayranlıkla dinliyordu. Ömründe böyle güzel sözler duymamıştı. Bunu kendisi, sonradan şöyle anlatır:

 

“Dinlediğim bu sözlerin belâgatına, düzgünlüğüne, derli topluluğuna hayrân olmuş, niçin geldiğimi unutmuştum. Bu hâdiseden sonra, kalbimde İslâma karşı bir istek hâsıl oldu.”

 

Bu hâdisenin, Hz. Ömer’in Müslüman olmasında mühim te’sîri olmuştur. Çünkü kalbini yumuşatmış, Müslüman olmasına zemin hazırlamıştır.

 

Hz. Hamza’nın Müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû Cehil, müşrikleri toplayıp dedi ki:

 

- Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce gelen atalarımızın Cehennemde azâb gördüklerini, bizim de oraya gideceğimizi söyledi! Onu öldürmekten başka çâre yoktur! Onu öldürecek kişiye, yüz kızıl deve ve sayısız altın vereceğim!

 

Bir anda Hattâboğlu Ömer’in kalbinden, İslâma olan istek kayboldu ve yerinden fırlayarak dedi ki:

 

- Bu işi Hattâboğlundan başka yapacak yoktur.

 

- Haydi Hattâboğlu! Görelim seni! Bu işi senden başka yapabilecek kimse yoktur.

 

Hattâboğlu Ömer, kılıcını kuşanarak yola düştü. Giderken Nu’aym bin Abdullah’a rastladı.

 

Yolda Nuaym bin Abdullah kendisine sordu:

 

- Yâ Ömer, böyle şiddet ve hiddetle nereye gidiyorsun?

 

- Milletin arasına nifâk sokan, kardeşi kardeşe düşüren bir kimseyi öldürmeye gidiyorum.

 

- Yâ Ömer, güç bir işe gidiyorsun. Onun Eshâbı çevresinde pervane gibi dönmektedir. Ona birşey olmasın diye titremektedirler. Onun yanına yaklaşıp, zarar veremezsin!

 

Yakınlarınla uğraş

 

Bu söze çok hiddetlenen Hz. Ömer kılıcına sarıldı:

 

- Yoksa sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim.

 

Nuaym bin Abdullah cevap verdi:

 

- Sen benimle uğraşacağına, kardeşin Fâtıma ile enişten Saîd’in yanına git! Onlar, çoktan Müslüman oldular. Sen önce kendi yakınların ile uğraş!

 

- Hayır, onlar Müslüman olamazlar.

 

- Bana inanmazsan, git evlerine, kendilerine sor!

 

Bunun üzerine Hz. Ömer, kardeşini merak edip, öfkeyle hemen evlerine gitti. O sıralarda Tâhâ sûresi yeni nâzil olmuş, eniştesi Saîd ile kızkardeşi Fâtıma bunu yazdırıp, Hz. Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı.

 

Hattâboğlu Ömer, kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı çok sert çaldı. Onu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı saklayıp, Hz. Habbâb’ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. İçeri girince sordu:

 

- Ne okuyordunuz?

 

- Bir şey okumuyorduk.

 

- Hayır, okuyordunuz. İşittiğim doğru imiş. Siz de O’nun sihrine aldanmışsınız!

 

Niçin utanmazsın?

Hz. Sa’îd’i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi, efendisini kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma’nın canı yanmış, kana boyanmış idi. Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü teâlâya sığınarak dedi ki:

 

- Yâ Ömer! Niçin Allahtan utanmaz, âyetler ve mu’cizeler ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim, Müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen de bundan dönmeyiz.

 

Sonra Kelime-i şehâdeti okudu. Hattâboğlu Ömer, kızkardeşinin bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu. Yumuşak sesle dedi ki:

 

- Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarın.

 

- Sen temizlenmedikçe, onu sana vermem.

 

Ömer bin Hattâb gusül abdesti aldı. Ondan sonra Fâtıma, âyet-i kerîme yazılı sahifeyi getirdi. Ömer bin Hattâb güzel okurdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur’ân-ı kerîmin fesâhatı, belâgatı, ma’nâları ve üstünlükleri kalbini gitgide yumuşattı.

 

(Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve yedi kat toprağın altındaki şeyler hep O’nundur) [Tâhâ: 6] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye daldı. Dedi ki:

 

- Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allahın mıdır?

 

- Evet, öyle ya! Şüphe mi var?

 

- Yâ Fâtıma! Bizim binbeşyüz kadar altından, gümüşten, tunçtan, taştan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiçbirinin, yeryüzünde bir şeyi yok.Şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Biraz daha okudu.

 

(Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak hak bir ilâh, bir ma’bûd yoktur. En güzel isimler O’nundur) [Tâhâ: 8] meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. Sonra dedi ki:

 

- Hakîkaten, ne kadar doğru.

 

Ömer ile kuvvetlendir

 

Habbâb bu sözü işitince, gizlendiği yerden fırladı ve tekbîr getirdikten sonra müjdeyi verdi:

 

- Müjde yâ Ömer! Resûlullah efendimiz Allahü teâlâya duâ ederek, “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehil yahut Ömer ile kuvvetlendir, buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu.

 

Bu âyet-i kerîme ve bu duâ, Hattâboğlu Ömer’in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen;

 

- Resûlullah nerede? Beni, Resûlullaha götürür müsünüz? dedi. Zîrâ kalbi, Resûlullaha tutulmuştu.

 

Ömer bin Hattâb’ın Resûlullahı görmek için yola çıktığı sırada, Resûl-i ekrem, Hz. Erkâm’ın evinde Eshâbına nasîhat veriyordu. Hattâboğlu Ömer’in geldiği, Erkâm’ın evinden görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli olduğundan, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın etrafını sardı. Hz. Hamza dedi ki:

 

- Ömer’den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum.

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

 

- Yol verin, içeri gelsin!

 

Îmâna gel yâ Ömer!

 

Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, Ömer bin Hattâb’ın îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah efendimiz, onu, tebessüm buyurarak karşıladı. Ömer bin Hattâb, Resûlullahın önünde diz çöktü. Resûlullah efendimiz, onu, kolundan tutup buyurdu ki:

 

- Îmâna gel, yâ Ömer!

 

O da temiz kalb ile Kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâmın, sevinçten söyledikleri tekbîr sesleri göğe yükseldi.

 

Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı:

 

“Müslüman olduğum zaman, Eshâb-ı kirâm, müşriklerden gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm ve Resûlullaha suâl ettim:

 

- Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?

 

- Evet. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ister ölü ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz.

 

- Yâ Resûlallah! Mâdem ki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz, dîn-i İslâmı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke’de, hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insaflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız.

 

Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup İslâmı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır. Artık ortaya çıkalım.

 

Kabûl buyurulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı un edercesine, Mescid-i harâma girdik. Kureyşli müşrikler, bir bana, bir Hz. Hamza’ya bakıyorlardı."

 

Beni bilen bilir

 

Hz. Ömer’in bu gelişi üzerine, Ebû Cehil ileri çıkıp, “Yâ Ömer! Bu ne hâldir?” deyince, Hz. Ömer hiç aldırış etmeden Kelime-i sehâdet getirdi:

 

- Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh!

 

Ebû Cehil ne diyeceğini şaşırdı. Donup kaldı. Hz. Ömer bu müşrik gürûhuna dönerek dedi ki:

 

- Ey Kureyş! Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!

 

Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, bir anda dağılıp, oradan uzaklaştılar.

 

Böylece, ilk defa Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı.

 

Hz. Ömer, haksızlık karşısında çok hiddetli olduğu gibi, adâletin yerine getirilmesinde de o kadar şefkâtli idi. Bu yüzden adâleti ile meşhûr olmuştur.

 

Bir gün at satın almak istedi. Atı tecrübe etmek niyetiyle biniciye verdi. Ata binen kimse, koştururken, at tökezleyip kazâya uğradı. Hz. Ömer atı satıcısına geri vermek istediğinde, satıcı almadı. Sonunda durum, Kâdî Şüreyh hazretlerine intikal etti. Kâdî sordu:

 

- At, sahibinin izniyle mi koşturuldu?

 

Hz. Ömer dedi ki:

 

- Hayır, ben denemek için koşturdum.

 

Atı almak macbûriyetindesiniz

 

Bunun üzerine, kâdî şu hükmü verdi:

 

- Şâyet at sahibinin rızâsı ile tecrübe edilseydi, sahibine iâde edilebilirdi. Fakat, siz sahibinden izin almadığınız için geri veremezsiniz, atı almak mecbûriyetindesiniz.

 

Hz. Ömer;

 

- Hak ve adâlet husûsunda boynumuz kıldan incedir, deyip atın bedelini verdi.

 

Hz. Ömer, sonu pişmanlık olan iş yapmazdı.

 

Onun zamanında, Müslümanlar İslâmiyeti İran içlerine kadar yaydılar. İranlı meşhûr kumandan Hürmizân, teslîm olmamak için çok direndi, fakat hayatının tehlikeye girdiğini görünce teslîm oldu. Hz. Ömer, huzûruna çıkartılan Hürmizân’a sordu:

 

- Bize söyliyeceğin bir şey var mıdır?

 

- Var! Fakat önce ölecek miyim, kalacak mıyım bunu bilmem lâzımdır.

 

- Konuş, sana zarar gelmiyecektir.

 

- Ey büyük halîfe, önceleri biz İranlılar siz Arabları öldürüyor, zorla mallarınızı ellerinizden alıyorduk. Ne zaman ki, Allah size peygamber gönderdi. Ondan sonra bizim üstünlüğümüz sona erdi. Siz azîz, biz zelîl olduk.

 

Söz vermiştiniz

 

Hz. Ömer, Enes bin Mâlik’e sordu:

 

- Ne yapalım bunu?

 

- Öldürmeyelim! Çünkü arkasında büyük bir kalabalık vardır. Belki onlar, ileride Müslüman olabilirler.

 

- Fakat o, Resûlullahın kıymetli arkadaşlarını şehîd etti. Onu sağ bırakmamız uygun olur mu?

 

- Yâ Ömer bunu öldürmememiz lâzımdır. Çünkü, “Konuş sana benden zarar gelmez” diye söz de vermiştin.

 

Hz. Ömer, kim tarafından söylenirse söylensin, doğru sözü hemen kabûl ederdi. Enes bin Mâlik hazretlerinin bu sözleri üzerine, onu öldürmekten vazgeçti. Birçok sahâbînin şehîd olmasına sebep Hürmizân'ın hayatını bağışladı.

 

Bir müddet sonra da, Hürmizân Müslüman oldu. Ayrıca onun vesîlesi ile birçok kimse îmâna geldi. Hz. Ömer eski can düşmanını bile maaşa bağladı. Çünkü adâlet bunu gerektiriyordu. Adâlet, şahsî fikrin, hissiyâtın üzerinde idi.

 

Hz. Ömer Şam’ı ziyâret ettiğinde, ordusunun kumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri büyük bir kalabalıkla karşıladı.

 

Hz. Ömer ile kölesi beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe biniyorlardı. Şehre girişte, sıra köleye gelince, Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Devenin yularından tuttu. Ayakkabılarını çıkarıp dereden geçti.

 

Hakîr bir kavimdik

 

Uzaktan bakan; deveye binmiş köleyi halîfe, devenin yularını çeken Hz. Ömer’i de köle zannediyordu. Bunu gören Ebû Ubeyde bin Cerrâh dedi ki:

 

- Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halîfesini görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Bu yaptığınızı nasıl îzâh edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler.

 

Hz. Ömer buyurdu ki:

 

- Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelîl ve hakîr bir kavimdik. Allahü teâlâ, bizleri Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi zelîl eder, herşeyden aşağı eder.

 

Bu şekilde şehre girdiler. Gerçekten bu hareketi, onun şerefini küçültmedi, aksine büyüttü. Biz bile 1400 sene sonra, burada, örnek bir hareket diye anlatıyoruz. Eğer tersi olsaydı, o zaman orada unutulup gidecekti.

 

Halîfe Hz. Ömer, Şam'a gidiyordu. Şam'da vebâ hastalığı olduğu işitildi.Yanında

 

bulunanların ba’zısı;

 

- Şam’a girmiyelim, dedi. Bir kısmı da;

 

- Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım, dedi. Halîfe de buyurdu ki:

 

- Allahü teâlânın kaderinden, yine O’nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur.

 

İlk karantina

 

Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerini çağırıp sordu:

 

- Sen ne dersin?

 

- Resûlullahtan işittim. “Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!” buyurmuştu.

 

Halîfe de;

 

- Elhamdülillah, benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu, deyip, Şam’a girmediler.

 

Böylece ilk defa karantina uygulaması yapıldı. Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde, kirli hava ya’nî mikroplu hava, vebâ basilleri, herkesin içine yerleşince, kaçanlar, hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar.

 

Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiğinde, Hz. Ebû Bekir’e ta’yîn edilen maaş kadar ücret alıyordu.

 

Bu şekilde bir müddet devam edildi. Daha sonra, Hz. Ömer, geçim sıkıntısına düştü.

 

Bu durumu gören, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ba’zıları toplanıp, bu durumu görüştüler. Zübeyr bin Avvâm hazretleri şöyle bir teklifte bulundu:

 

- Kendisine söyliyerek maaşını artıralım.

 

Teklifi bildirelim

 

Toplantıda bulunan Hz. Ali buyurdu ki:

 

- Bu teklifi kabûl edeceğini zannetmiyorum. İnşâallah kabûl eder. Gidip teklifi bildirelim.

 

Bu arada, Hz. Osman söz alıp buyurdu ki:

 

- Ömer’in hak ve adâlette ne kadar ta’vîzsiz olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu teklifimizi bizzat kendimiz değil, kendisini kıramıyacağı birine söyletelim. Bunu, kızı Hafsa’ya anlatalım, o teklif etsin!

 

Hz. Osman’ın bu teklifi uygun görülerek, beraberce Hz. Hafsa’nın huzûruna vardılar. Aralarındaki konuşmaları anlattılar. İsim vermeden, yapılan teklifleri Hz. Ömer’e bildirmesini istediler.

 

Hz. Hafsa babasının yanına varıp dedi ki:

 

- Eshâbdan ba’zıları, senin maaşını az bulmuşlar. Bunun için maaşını artırmayı teklif ediyorlar.

 

Hz. Ömer, bu teklife celâllenip sordu:

 

- Kimdir onlar?

 

- Fikrini öğrenmeden kim olduklarını söylemem.

 

- Eğer kim olduklarını öğrenseydim, onlara gereken cezâyı verirdim. Allahü teâlâya duâ etsinler ki, arada sen varsın.

 

Sonra kızı Hz. Hafsa’ya sordu:

 

- Sen Resûlullahın evinde iken, Allahın Resûlünün giydiği en kıymetli elbise neydi?

 

- İki tane renkli elbisesi vardı. Elçileri onlarla karşılar, cum’a hutbelerini bunlarla okurdu.

 

- Peki yediği en iyi yemek neydi?

 

- Yediğimiz ekmek, arpa ekmeği idi.

 

- Senin yanında kaldığı zamanlar, yerde yaygı olarak kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi?

 

- Kaba kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de, yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik.

 

Artanı muhtâçlara vereceğim

 

Daha sonra Hz. Ömer buyurdu ki:

 

- Yâ Hafsa, benim tarafımdan, seni gönderenlere söyle! Resûlullah efendimiz kendisine yetecek miktarını tespit eder, fazlasını ihtiyâç sahiplerine verirdi. Kalanı ile yetinirdi. Vallahi ben de kendime yetecek olanını tespit ettim. Artanını ihtiyâç sahiplerine vereceğim. Ve bununla yetineceğim.

 

Resûlullah efendimiz, ben ve Hz. Ebû Bekir, bir yol takip eden üç kişi gibiyiz. Onlardan ilki nasîbini aldı ve yolun sonuna vardı. Diğeri de aynı yolu tâkip etti ve O’na kavuştu. Sonra üçüncüsü yola koyuldu. Eğer O da öncekilerin takip ettiği yolu takip eder, onlar gibi yaşarsa, onlara kavuşur ve onlarla beraber olur. Eğer öncekilerin yolunu takip etmezse, başka yoldan giderse, onlarla buluşamaz.

 

Müslümanlar, bulundukları yerlerde oturan gayri müslim halkı korumaları altına aldıkları gibi, turist olarak gelen veya ticârî maksatla gelmiş olan gayri müslimleri de sınırları dâhilinde koruma altına alırlardı. Onların zarar görmemesi için, her türlü tedbiri alırlardı. Bunun geçmişte sayısız örnekleri vardır.

 

Bize sığınmışlar

 

Meselâ, Halîfe Hz. Ömer zamanında, bir ticâret kervanı gelip, gece Medîne’nin dışına konakladı. Yorgunluktan hemen uyudular.

 

Bu sırada, herkes uyurken, Halîfe Hz. Ömer, şehri dolaşıyordu. Dolaşma esnasında bunları gördü.

 

Hz. Ömer, Abdurrahmân bin Avf’ın evine gelip, yatağından kaldırarak buyurdu ki:

 

- Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat, bize sığınmışlar. Eşyâları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.

 

Abdurrahmân bir Avf cevap verdi:

 

- Çok iyi olur, çok güzel düşünmüşsün, hemen geliyorum.

 

Sabaha kadar nöbetleşe, bu kervanı beklediler. Sabah namazında mescide gittiler. Kervanda bulunan bir genç, o sırada uyanmıştı. Bunları takip edip, arkalarından gitti.

 

Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın Halîfe Hz. Ömer ile arkadaşı olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına şöyle anlattı:

 

- Arkadaşlar! Sabaha kadar iki Müslümanın bizi bekleyip, eşyalarımızın çalınmasına mâni olduğundan haberiniz var mı?

 

- Müslümanların başka işi yok da, bizi mi koruyacaklar? Üstelik bizim Hıristiyan olduğumuzu biliyorlar.

 

- Hem de kim korudu biliyor musunuz?

 

- Kimmiş?

 

- Müslümanların Halîfesi Ömer.

 

- Sen yanlış görmüşsündür. Halîfenin, gecenin bu vaktinde burada işi ne? O sarayında kuş tüyü yatağında yatıyordur.

 

- Sizin gibi önce ben de inanamadım.

 

- Sonra nasıl inandın?

 

- Sabah olup ortalık aydınlanınca, buradan ayrıldılar. Ben de merak edip arkalarından gittim. Câmiye girdiler. Yolda karşılaştığım birisine, “Bu kim” diye sordum. “Halîfemiz Ömer” diye cevap verdi.

 

Daha ne duruyoruz?

 

Bu konuşmaları dikkatle dinleyen kâfile halkı, derin bir sessizliğe büründü. Kimsenin konuşacak, birşey söyliyecek hâli kalmamıştı.

 

Uzun süren bir sessizlikten sonra, içlerinden biri sessizliği bozdu:

 

- Daha ne duruyoruz? Bu hâl İslâmiyetin gerçek din olduğuna delil olarak yetmez mi?

 

Diğerleri de bu söze katıldılar. Roma ve İran ordularını perişan eden, adâleti ile meşhûr yüce Halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar ve seve seve hepsi Müslüman oldular.

Gönderi tarihi:

Mehmet Akif'in Şiirinde Hz. Ömer ve Asr-ı Saadet'ten Bir Tablo Fatih ALPEREN

 

 

Mehmet Akif'in 1910 yılında Sırât-ı müstakim dergisinde, 1911 yılında ise I. Safahat'ta yayımlanan "Kocakarı ile Ömer" adlı şiiri, onun en başarılı şiirlerden biri olarak kabul edilir. Bu şiir hem Türk aydınları, hem de geniş halk kitleleri üzerinde büyük yankılar uyandırmıştır. Türk aydınları, bu şiirde çizilen, Hz. Ömer devri İslâm toplumunun ideal özelliklerine, bu toplumdaki devlet-halk, yönetici-yönetilen münasabetine hayran olmuştur.

 

Bu şiir, Hz. Ömer devrinde ulaşılan sosyal devlet anlayışını ortaya koyması açısından da çok önemlidir. Bu yüzdendir ki, gerek şiirin yazılıp yayımlandığı İmparatorluk, gerekse Cumhuriyet Türkiye'sinde birçok yönetici-aydın, Hz. Ömer gibi mesuliyet duygusuna sahip bir yönetici olmayı hayal etmiş, hiç değilse öyle görünmeyi arzulamıştır. Bu sebeple, Akif'in bu meşhur şiirinde geçen,

 

 

Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu!

mısraları, küçük bir değişiklikle,

Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu

Gelir de adl-i İlâhî sorar bizden onu!

 

 

şekline girerek dillerden düşmemiş; meydanlarda geniş halk kitlelerini, iyi bir yönetici olacakları konusunda ikna etmek için ter dökenler tarafından ısrarla kullanılmıştır.

 

Biz bütün bunları bir yana bırakarak, Akif'in bu meşhur şiirine konu olan hâdiseyi, o muztarip şairin dilinden bir daha dinlemek, üzerinde düşünmek ve genç nesilleri Asr-ı Saadet'ten bir tablo ile yüz yüze getirmek istiyoruz.

 

Akif'in şiirine konu olan hâdise, Hz. Ömer devrinde cereyan eder. Hâdiseyi bize, İslâm tarihlerinde, Peygamberimiz?in amcası Hz. Abbas anlatır. Bu çarpıcı hâdiseyi şiirleştirmek de Akif'e nasip olur.

 

 

Hz. Ömer'in halifeliği devrinde (634-644) bir gece, Hz. Abbas evinden çıkar. Devlet başkanı konumunda olan Hz. Ömer'i görmek, ziyaret etmek ister. Akşam olmuş, gece epeyce ilerlemiştir. Hz. Abbas, Medine'nin ıssız sokaklarından, Hz. Ömer'in evine doğru ilerlerken, karanlığın içinde bembeyaz bir hırkaya bürünmüş, heybetli heybetli yürüyen bir adamla karşılaşır, selâmlaşırlar. Kâinatın Efendisi'nin amcası, bir bakar ki, karşısındaki Hz. Ömer'dir. Ona, Ya Ömer! Böyle geç vakit, bu ne iş ? diye sorar. Hz. Ömer, Medine'nin mahallelerini dolaşmaya çıktığını söyler ve gel beraber dolaşalım diye onu da davet eder.

 

 

İki büyük insan, Medine sokaklarını birlikte dolaşmaya başlar. Etraf, büyük bir sessizlik içindedir. Medine, huzur içinde uyumaktadır. Çünkü başında, insanlık tarihine adalet timsali olarak geçecek, hükmettiği geniş İslâm coğrafyasına hak ve hukuku hâkim kılacak Hz.Ömer bulunmaktadır. Hz. Abbas bir huzur içinde uyuyan mutlu ve kutlu beldeye, bir de halifeye bakar. Ömer, o yüce kâmetiyle ona, bir sıyanet meleği, bir nur yığını içinde uyanık bir yıldız gibi görünür. Ömer her evin önünde durur, içerdekilerin haberi olmadan dinler. Böylece, en harap bir yapıyı, en küçük bir evi bile ihmal etmeden, Medine sokaklarını adım adım dolaşırlar. Nihayet evler biter, şehrin dışına çıkarlar. Orada bir çadırla karşılaşırlar.

 

 

Çadırda, ihtiyar bir kadın ve açız açız! diye feryat eden minnacık çocuklardan başka kimse yoktur. Akif, bu manzarayı ne güzel anlatır:

 

 

Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın,

"Açız! Açız!" diye feryâd eden çocuklarının,

Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini;

Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini

-Durundu yavrularım, işte şimdicek pişecek?

Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek

Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri?

Bu hazin tablo karşısında Hz. Abbas ve Hz. Ömer, selâm verip çadıra girerler. İhtiyar kadın, asık bir yüzle selâmlarını alır. Ömer, ihtiyar kadına sorar:

-Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle?

Kadın:

-Bugün ikinci gün, aç kaldılar? diye cevap verir.?

 

O halde niçin önlerine biraz yemek koyup, karınlarını doyurmuyorsun?? diye soran Hz. Ömer'e kadın, ekmeklerinin ve yemeklerinin olmadığını, çömleğin içinde çakıl taşları bulunduğunu, onları kaynatarak çocukları avutmaya çalıştığını anlatır. Bunun üzerine Ömer, kadına; kocası, oğlu, kardeşi, bir yakın akrabası, onlara yardım edecek hiçbir kimsenin de mi olmadığını sorar. Kadın bütün erkek akrabalarının öldüğünü, kimi kimsesi olmadığını, yanında açız diye feryat eden bu çocukların torunları olduğunu söyler. Bunun üzerine Ömer, kendini tanıtmadan, hâlini niçin emire (halifeye) anlatmadığını sorar. Fakat kadından hiç beklemediği çok ağır bir cevap alır. Kadın karşısındakinin Halife Ömer olduğunu bilmeden şöyle beddua eder:

 

Emir?e öyle mi? Kahretsin an-karîb Allah!

Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun?

Ömer, belâsını dünyada isterim bulsun!

 

 

Halife Ömer, büyük bir hayret içindedir. "Ne yaptı teyze, Ömer böyle beddua edecek" diye sorar. Kadın, kendisinin yetim avuturken, halifenin uyumaması gerektiğini, kendilerinin halifenin idaresinde, ona Allah'ın bir emaneti olduklarını, ama arayıp sorulmadıklarını yana yakıla anlatır. Ve kendisine "Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez, gidip söylemezsen ne haldesin bilemez." diye mazeret sayıp döken Ömer'in hiçbir mazeretini kabul etmez. "Mademki, insanlarıyla gereğince ilgilenemeyecekti, o halde niçin hilafeti zamanında kabul etti." der, bu özrün çürük bir özür olduğunu ifade eder.

 

 

Bu arada, çocukların feryatları daha da yükselir. Torunlarının bu içler acısı durumu karşısında ihtiyar kadının öfkesi artık çılgın bir hâl alır. Ve kadın bu öfke ile ellerini açar. Halife Ömer'e beddualar yağdırır:

 

 

-Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine,

Ömer! Savâik-ı tel'in olur, iner tepene!

Yetîmin âhını yağmur duâsı zannetme:

O sayha ra'd-ı kazâdır ki gönderir ademe!

"Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver?"

"Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!"

Gidip de söyliyeyim hâ?... Dilencilik yapamam!

Ömer de kim? Benim ondan kerim adamdı babam,

Ölür de yüz suyu dökemem sizin Halîfe'nize!...

 

 

Ömer, kadının bu son sözleriyle, beyninden vurulmuşa döner. Sesi titreyerek "Haklısın teyze, avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim." der. Sonrasını ise Allah Resûlü?nün amcası Hz. Abbas şöyle anlatır:

 

 

Halife önde, bitik, suçlu, münfa?il, nâdim;

Ben arkasında, perîşan, çadırdan ayrıldık

Sabaha karşı biraz başlamıştı aydınlık.

Köyün köpekleri ejder misâli saldırıyor,

Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor!

Medîne'nin dalarak münhanî sokaklarına;

Dönüp dönüp hele geldik zahîre anbarına.

Halîfe girdi açıp, ben de girdim emriyle

Arandı her yeri, bir mum yakıp ale?l-acele.

-Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana;

Bu testi yağ doludur, el verir o yük de sana.

Çuval Halîfe?de, yağ bende, çıktık anbardan;

Kilitleyip geri döndük deminki yollardan.

Mesâfe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı;

 

 

Dedim ki:

-Ben götüreydim? Verir misin çuvalı?

-Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:

Vebâli kendine aittir İbni Hattâb'ın.

Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?

Yarın huzûr-ı İlâhî?de, kimseler Ömer'in

Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;

Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle

Kenâr-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer?den onu!

Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes'ûl!

Yetîmi, girye-i hüsrân alır, Ömer mes'ûl!

Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:

Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!

Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri,

O damla, bir koca girdâb olur boğar Ömer'i!

Ömer duyulmada her kalbin inkisarından;

Ömer koğulmada her mâtemin civârından!

Ömer halîfe iken, başka kim çıkar mes'ûl?

Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl!

Ömer'den isteniyor beklenen Muhammed'den?

Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı (yükü) sırtına sen?

 

 

Medine'nin karanlık sokaklarında, yük altında inleyen ve mesûliyet duygusuyla perişan olmuş Ömer'i, Hz. Abbas teselli etmeye çalışır. Un çuvalının altında yorulan ve iki büklüm olan Ömer: ?Uzak mı yol? Daha çok var mı?' diye sorar. Hz. Abbas çok az kaldığını söyler. Nihayet ihtiyar kadının çadırına gelirler. Ömer'in artık mecali kalmamıştır. Nefes nefese sırtındaki un çuvalını indirir. Kenara koyar. Ardından tenceredeki çakıl taşlarını atar, tencereye un ve yağ katar. İhtiyar kadın da yakmak için yaş diken getirir. Bu yaş dikenleri tutuşturmak için Ömer, beyaz sakalları ile yerleri süpürerek terler içinde mücadele eder, dumanlar içinde kalır. Nihayet ocak tutuşur, yemek pişer. Ömer, pişen yemeği çocuklara bir bir yedirir. Çocuklar doyunca, çadırda mâtem havası biter, cıvıl cıvıl, sevinç dolu bir hava eser. Çocuklar oynamaya başlar, ihtiyar kadın da neşe içindedir. Bu tabloyu gören Ömer, mutluluktan kendinden geçer. Bu arada neredeyse sabah olmaktadır. Bundan sonrasını yine Allah Rasûlü'nün amcasından dinleyelim:

 

 

-Dedim:

-Sabah oluyor kalkalım?

-Evet, haydi!

Yarın Emâret'e gel teyze, öğleyin beni bul;

Emîr'e söyleriz, elbette hayr olur me'mul. (bir hayır umulur)

 

İhtiyar kadın, hâlâ karşısındakinin, mü'minlerin emîri Hz. Ömer olduğunu bilmemektedir. Sevinç içinde, yüzü güler ve geleceğini söyler. Sonrasını yine Hz. Abbas anlatır:

 

Biz de çıktık vedâ edip artık

Hiç görünmeksizin gelip geçene,

Doğru indik Halîfe'nin evine

"Şimdi nerdeyse gün doğar, kalıver."

Diye, koyvermiyordu, çünkü, Ömer.

 

 

Az sonra sabah olur. Etraf aydınlanır. Gece boyu huzur içinde uyuyan şehir, tamamen uyanır. Allah Rasûlü'nün Halifesi Ömer'le, Allah Rasûlü'nün amcası Hz. Abbas sabahleyin erkenden birlikte halifenin makamına gelirler. Öğleden sonra, akşamki ihtiyar kadının yanlarına çıkagelir. İhtiyar kadını büyük bir sevgi ve saygıyla karşılayan Hz. Ömer, ona şöyle hitap eder:

 

 

-Galibâ, teyze, uykusuz kaldın!

İşte bağlanmak üzredir nafakan,

Alacaksın her ay gelip buradan.

Şimdi affeyledin, değil mi beni?

 

 

İhtiyar kadın, büyük bir şaşkınlık içindedir. Akşam çadırına gelen, onca beddua ettiği, lânetler yağdırdığı, daha sonra sırtında çuvalla un getiren, ocağı yakan, yemeği pişiren, torunlarını bir bir doyuran adam, uçsuz bucaksız ülkelerin hâkimi, Allah Resûlü'nün Halifesi Hz. Ömer'dir. Bunca bedduayı işitmesine rağmen, hiç kızmamış, hiç öfkelenmemiş, büyük bir mesuliyet duygusu içinde hareket etmiş, şimdi de kendisine hazineden maaş bağlamış, karşısında iki büklüm olmuş af dilemektedir.

 

 

Bu tablo karşısında hayretler içindeki ihtiyar kadın, mütebessim çehresi ve sevinç dolu ışıl ışıl gözleriyle Allah Resûlü'nün Halifesi'ne bakar, başı dimdik bir şekilde, ona, bir tek cümleyle cevap verir:

 

 

 

"BÖYLE GÖSTER, FAKAT ADALETİNİ."

 

 

 

Evet gerçekten iman insanı insan eder belki sultan eder.. Hz. Ömer'lere ne kadar ihtiyacımız var değil mi????

 

Saygılar..

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.