Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İnsan "Malik-el-Mülk" Değil, Yalnızca "Halife"dir/Zübeyir Yetik


Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

İNSAN “MALİK-EL MÜLK”DEĞİL, YALNIZCA “HALİFE”DİR

Zübeyir YETİK

 

Müslümanların, konu geniş çerçevede ele alınırsa belki de bütün insanların, kâfiri ve mümini ile bütün bir insanlığın içinde bulunduğu sorunlara yol açan -ister düşünce isterse eylem bağlamında olsun- en büyük yanılgısı, “durumdan vazife çıkarmak” olmuştur; Kur’an’dan değil de durumdan vazife çıkarmak…

 

İnanmayanların Kur’an’dan vazife çıkarmak gibi bir derdinin olmadığı, olmayacağı varsayımıyla cümlenin bu bölümündeki vurgu tutarsız gibi görülse de, olayı, onların edip eyle-dikleri için “durum”dan “yorum” çıkararak buna dayalı “vazife” belirlemesinde bulundukları bağlamında irdelersek, söylemek istediğimiz daha bir açıklık kazanmış olur.

 

Yalnızca sınırlı bir alan için ve ancak kullanımcı/yerleşimci bağlamında “halife” olarak Yeryüzüne gönderilmiş olan İnsanın kendini “Malik-el-Mülk” sanıcı/sayıcı bir yorumlayışa/anlayışa kapılmasından kaynaklanan bu yanılgının gözlemlenebileceği bir zemini oluşturmak adına Kur’an-ı Kerim’deki haberlere/bilgilere dayalı kimi belirlemeler yapmak istersek, birbirini izleyen adımları şöylece sıralayabiliriz:

 

1. Mülk, Yüce Allah’ındır. Bu “Mülk”te de, her şeyde olduğu gibi, O’nun ortağı, kendisine muhtaç bulunduğu ya da olacağı bir yardımcısı, destekçisi, şusu, busu söz konusu edilemez.

2. O, “Malik-el- Mülk”tür. Bu malik olma yalnızca “sahiplik”, sahip oluş bağlamında değil, “Melikiyet” düzlemindedir de. O, mülkü üzerinde mutlak ve tek hükümrandır, biricik egemendir. Mülkünde, ancak ve ancak, onun hükmü yürür, buyruğu geçer, iradesi gerçekleşir.

3. Bu Mülk, bizim anlayış/kavrayış kapasitemize görelendiğinde gökleri, yeri ve tüm bunların arasındakileri ve de bunlarla ilgili olan ve olmayan tüm süreci kapsayıcı genişliktedir. Gerçekte nerelere kadar uzandığını, neleri kapsadığını ise, ancak, Yüce Allah bilir. Bizim söyleyebileceğimiz bu Mülkün her anlamda ve bağlamda sınırsız oluşudur. Bütün varları ve varlarla birlikte yokları ve gerçeğin ve gerçekliğin özünde bu ikisi dışında kavramlar, olgular, oluşlar, olaylar söz konusu ise, onları da kapsayıcı olduğudur. Ve, elbette, bu “gökler, yerler ve ikisinin arasındakiler” bizim boyutumuz ve dolayısıyla algı alanımız için bir bilgilendirmedir; dolayısıyla da Mülk kavramının gerçeği bizim algılayış, düşünüş, kavrayış, hayalleyiş alanımızın ötesindeki bir vakıadır.

4. Bu Mülkten bizim algılayabildiğimiz kadarı, Kur’anî bir belirlemeyle “gökler, yer ve bunların arasındakiler”, üstelik bir “ecel” belirlemesi/sınırlamasıyla İnsana “ram edilmiş”; ona uyarlanmıştır. Dikkat oluna, temlik edilmemiş/mülk olarak verilmemiş, yalnızca “ram kılınmıştır”. Bu kapsamdaki “ram edilmiş” olma, “boyunduruk altına sokulma” değil, “uyarlama/uyumlandırma” düzeyindedir. Ve İnsanın gerçekten de buyruğuna verilmiş, boyunduruğu altına sokulmuş olan Yeryüzündeki yaşamının gerçekleşmesi, dengelenmesi, sürmesi ve günü geldiğinde de sona ermesi görevini gerçekleştirici bir uyarlanmadır, bu.

5. Açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta: Yüce Allah, “Malik-i Yevm-id-Din” olarak, bizim algı alanımızda olan ve olmayan tüm süre-cin/süreçlerin sahibi iken, biz yaratıklar için olan süreç “ecel”den ibarettir ve “ecel” tüm yarattıkları için O’nun takdir ettiği, belirlediği akış halin-deki sonlu bir süredir.

 

6. “Boyunduruk altına sokulma, buyruğa verilme” bağlamındaki “ram kılınma”, yalnızca “Yeryüzü” için geçerlidir. Çünkü, İnsan, “Yeryüzünde bir halife” olsun için ve o donanımla yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “arz/uzantı, genişlik” olarak bildirilen ve önündeki “el” harf-i tarifi dolayısıyla da “Yeryüzü”ne hamledilen, “Yeryüzü” olarak yorumlanan bu alanın yalnızca şu yaşadığımız Yeryuvarlağını mı, yoksa onun da içinde bulunduğu Güneş Sistemini veya bu sistem içinde belli bir alanı mı, yoksa daha fazlasını mı kapsadığı, ancak, insanlığın zaman içinde uzanabildiği, ulaşabildiği sınırlarla belli olacaktır. Kesin olan şudur ki, İnsanın buyruğuna verilmiş olan alan, işte, onun şu kuşatadurduğu ve kuşatabileceği alandır.

7. Burada çok önemli bir nokta üzerinde duyarlılık göstermemiz gerekmektedir: Yeryüzü İnsan için yaratılmamıştır da, “İnsan Yeryüzünde bir halife olsun için” yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de kullanılan ifade, Yeryüzü’nün “İnsan”dan önce var olduğu anlamını taşımaktadır. Nalıncı keserini ille de İnsana doğru yontalım dersek, söyleyebileceğimizin en fazlası, Yeryüzü’nün bu “halife”ye uygun bir donanım içinde bulunduğu, bilemediniz, İnsanın gönderilişi aşamasında Yeryüzünün böyle bir donanıma kavuşturulduğu biçiminde olabilecektir.

8. Yeryüzüne sınanmak için gönderilmiş bulunan İnsan ile birlikte Şeytanın da oraya indirilmesi, bu alanın İnsana hasredilmediği, “mülk” kılınmadığı; onun tekeline verilmediği gerçeğine açıklık kazandırıcı bir başka göstergedir. Ve dahası, Şeytan boyunduruk altına da verilmemiş; tam tersine başına buyruk bırakılmıştır.

9. Ve, işte, Yeryüzü -Kıyamet Gününe dek- İnsanın ve Şeytanın özgürce yaşayabileceği bir eylem alanı olarak, yaratma iradesi ve fiili ile birlikte olacakların bilgisi de elbette münhasıran Yüce Allah’a ait olmak kaydıyla, onlara bırakılmıştır. Haliyle de buradaki savaşım Rahman ile Şeytanın değil, İnsan ile Şeytanın savaşımıdır.

10. Mülk’ten, bu andığımız varlıklara, bunun dışında da bir pay var mıdır sorusuna gelince, cevap “elbette vardır” olacaktır. Yeryüzü yaşamının sonrasında Şeytan için Cehennem, burada konumuz dışında kaldığı için anmadığımız Cin taifesinin bir bölümü için yine Cehennem ve de İnsan için Cennet ve Cehennem vardır.

Ve, “Mülk”ten İnsanın payına verilen işte bu bağlamda, bu çerçevede, bu anlamda ve bu kadarla, Yeryüzü, Cennet ve Cehennem alanlarıyla sınırlıdır ve üstelik bu alanlarda da, değindiğimiz üzere, “mutlak bir mülkiyet” değil, yalnızca bir yararlanma/kullanma/yerleşme imkânı vardır. Sözgelimi Araf diye bildiğimiz bir yer daha vardır ki, orası, İnsanın kullanımına verilen “mülk”ün dışında olup, insanların Hesap sonrası Cennet veya Cehenneme doğru yolculukları sırasında içinden ya da yanından geçecekleri bir alandır.

11. “Mülk”ün kendisine “ram edilmiş” bölümünde -halife sıfatıyla- mülkiyetine verilmişçesine kullanım/yararlanma yetki ve yetkinliğine sahip/malik kılınan İnsana göre “İnsan” ise, konum itibariyle “mülk”, bir “mülk ögesi” değildir de, “malik/melik”tir; obje değil, süjedir. Bu itibarla onun herhangi bir yolla boyunduruk altına alınmak istenmesi, ifsada, bozgunculuğa, yozlaşmaya kapı açar. Yüce Allah’ın buyruklarını insanlara iletmekle görevli tümünü de selâmla andığımız Elçilerin insanlar üzerine “bekçi” olarak değil de, insanlar arasına “tebliğci” ve de “Örnek İnsan” olarak gönderilmiş bulunması da, işte, bundan dolayıdır.

12. Yeri gelmişken bir cümle daha: Kıyamet, bize “mülk” imiş gibi verilmiş olan bu alan içindir. Bizim algımızın, kavrayışımızın, bilgimizin, boyutumuzun dışındaki başkaca alemler, elbette, kendilerine verilmiş olan ecele göre var oluş hallerini sürdüreceklerdir.

13. Şeytan, bu “mülk”te kendisine tanınmış olan etkinlik/eylem alanıyla yetinmek istemeyip, yeni alanlara el atma, ola ki mülk edinme umuduyla, arada bir semalara doğru yükselmeğe çalışırsa da, göktaşlarıyla taşlanınca, gerisin geriye yerine döner. “Halife” sıfatıyla andığımız anlam çerçevesinde “mülk”ün maliki ve meliki konumunda bulunmasından ötürü İnsanın bu doğrultudaki açılımıysa alan arayışı değil de, anlam arayışı biçiminde gözlemlenir. Bu yüzden, kendisine halifelik bağlamında tanınmış olan “malik-i mülk” olmaklığı, üstelik diğer insanları da “mülk” görücü bir anlayışla yorumlayarak, “Malik-el-Mülk” olmak biçiminde algılama/değerlendirme yoluna gider. “Halife” ile mutlak manada “Malik/Melik” kavramlarının birbirine karıştırıldığı nokta..

 

“Durumdan vazife çıkarma” yanılgısının başlıca/başat/hatta biricik itkisi, güdümleyicisi olan bu yorumlayış/algılayış/değerlendiriş hatası, İnsanı, ilk üçünü yaratılışının ardından yerleştirildiği Cennette Şeytanın yönlendirmesiyle yaşamış bulunduğu ve ancak tövbe ederek kurtulduğu, Yeryüzünde ise yine Şeytanın oyununa gelerek bir yenisiyle karşılaştığı, dört doğrultuda dört ayrı tutuma yönlendirir:

 

Bunlardan ilki, başkaca yerlerde değindiğimiz için burada ayrıntıya girmeyeceğiz, “kalıcılık” sevdasıdır. Bu; kendini piramitler, heykeller, yazıtlar, destanlar, yönlendirmelerden de öte, “fenafillah” sonucu /verimi “bekabillah”a erişme çabalarıyla gösterir. İnsan, şu ya da bu süreçlerden geçerek tanrılaşma yollarını arar. Ve Şeytan, ta ilk Cennete yapmış bulunduğu bu önerinin ardınca gidenlerin önlerini açar, tanrı yolunda yürüyüşle tanrısal bir güç edinmeğe başladıkları izlenimini ve bu yürüyüşü sürdürücü tüm malzemeleri vererek onların “mana/gayb alemi”nde yetkinleşmekte olduklarına inanmalarını sağlar.

 

İnsanı bu açılıma, başta kendisi olmak üzere (kendi ifadeleriyle kendilerinin payına verilmiş ve dolayısıyla da “mülk”leri konumundaki diğer) insanları daha iyi, daha ahlaklı, daha şu ve daha bu haline getirmek için Kur’an’dan değil de “durumdan vazife çıkarmak” sürükler. Her “durum” yeni bir “vazife” çıkarımına zemin hazırlar ve İnsan Şeytanın omzuna yüklediği bu ağır yük altında yürüyüşüne devam eder. Bu yürüyüş sırasında “hal”den “hal”e geçerek “makam”lara “yükselir. Her “hal/durum” yeni bir vazife çıkarımına yol açar.

 

Bu yolda olanların (hepsini de selâmla andığımız) Elçilere bile yetki tanınmamış alanlarda yetkin kimselermişçesine gerçekleştirdikleri uygulamaları ve özellikle velayetin nübüvvetten üstün olduğu savına dayalı inançlarını ve böylece “veli”nin “marifet” yoluyla edindiği bilgileri “nebi”nin haberlerinin önüne geçirmelerini, “Nebevî Haber”i yalnızca bir stepne gibi kullandıklarını hatırlarsak, niçin Kur’an’dan değil de “durum”dan vazife çıkarılmakta olduğu savını öne sürdüğümüz daha iyi anlaşılır. Burada, bu “yol/tarik” üzere olanların “hal”i niçin çok önemse-dikleri de açıklığa kavuşur.

 

İkincisi, “sarsılmaz bir saltanat” tutkusudur. Bu, İnsanı “zalim melik”e dönüştürür. İster iç aleminde, ister evinde, ister işinde, ister çevresinde, isterse ülkede, kısacası etkin olabildiği yer neresi ise, orada “zalim bir melik”tir, o.. Burada da, insanların yaşamlarını düzenleme, onları her bakımdan daha iyi bir toplum haline getirme konusunda “durumdan vazife çıkarma” vardır. Nemrut ve Firavun dahil, hiçbir melik yoktur ki, halkına ya da kendi halkından saydıklarına, yani “mülk”lerine kötülükte bulunmak için hareket etmiş olsun. Ancak, bunlar, Nebevî Öğretiler yerine “durum”dan vazife çıkarınca, işte, olan olur. Ve gariptir ki, “zalim melikler” de –zaman zaman ve bazen her zaman- Nebevî Öğretiyi bir stepne gibi kullanmakta hiçbir sakınca görmez ve bu gibi durumlarda insanlara “Allah adına” bile zulüm yapılır. Şu var ki, kolayca görüleceği gibi, burada Nebevî Öğreti’den “vazife çıkarmak” değil de, “durumdan vazife çıkarma” doğrultusunda/gereğince Nebevî Öğretiyi kullanma, yani bir kötüye kullanım vardır.

 

Çünkü, “ durum” onlara “malik-el mülk” oldukları izlenimini vermiş; Şeytan, süslendirilmiş sözlerden oluşan öneriler getirerek mülklerine hizmetin ancak sözlerinin yürümesiyle mümkün olacağı kanısını “ilka” etmiş olarak bu yolda her türlü “tedbir”i “maslahat” ya da “zorunluluk” olarak etiketleyip, ortaya sürmüştür. Şeytanın insanı Yüce Allah ile bile aldatması gerçeği, bu perspektifte daha bir anlam kazanmaktadır.

 

Üçüncüsü, “melekleşme” eğilimidir. Yaşadığı ortamdan memnuniyetsizliğin ve “müdahale” bağlamında çaresizlik/yetersizlik/umutsuzluk içinde bulunmanın sonucu ortaya çıkan bir bunalım ve bunun itkisiyle “kaçış” yolları aramayarak “mülk”ünü sağlama almak isteyici tutum.. Bu tutumun bir yanında “meleklere has” bir ortama istek duyma, öbür yanında da kendini bulunduğu ortamın kirliliğinden kurtulmuş/kurtulabilecek bir “melek-zat” sanma ve bu istek ve sanının gerçekleşeceği bir “mülk” oluşturma hırsı vardır. “Ruh”unun arınması/arındırılması gerektiği yolundaki ilkel inanca dayalı yöntemlerle bunalımı aşma çabası… Diğer iki öbekte olduğu gibi burada da içi boşaltılarak farklı anlamlar yüklenme yoluyla değişime uğratılmış Nebevî Öğreti kavramlarının işlevlendirilmesi olayı vardır. Rahatsızlık duyulan, bunalıma sürükleyen “durum”, işte bir “vazife çıkarma”ya güdülemiş ve durumdan çıkarılan bu vazife için gerekli malzeme olarak da, yine, ortalarda Nebevî Öğreti diye dolaştırılan “dönüştürülmüş” yol, yordam ve kavramlara başvurulmuştur. Burada da Nebevî Öğreti bir “şiar”, bir “ilke” değil, yalnızca bir “malzeme”dir.

 

Dördüncü tutum, ne yazık ki, bir tür “isyan” ediştir. Şeytanın “kalıcılık, sarsılmaz saltanat, melekleşme” önerilerinin ucunun nerelere vardığının idraki içinde bulunan ve İnsanın sadece “Yeryüzünde bir halife” olduğu bilincine erişmiş olan kimseler arasından çıkan bu tutumun sergileyicileri, idrakleri ve bilinçlerine bakıldığında şaşkınlığa düşürücü bir “isyan”a tutuklanmışlardır. Olaylar karşısında Nuh Aleyhisselâm gibi “Yarabbi ben mağlup oldum” diye acı çekerek Yüce Allah’a sığınacakken, “niçin ben galip değilim, galip olamıyorum” deyici tavırda gözlemlenen ve Efendimiz Aleyhissalâtvesselâm’ın menedildiği tutumdan habersizmişçesine sorgulayıcı, kendini yargıladığını sanırken olayları, olanları, takdiri sorgulayıcı duruma düşme tutumunun doğurduğu isyan..

 

Ve, elbette bu da, “durumdan vazife çıkarma”nın; Kur’an-ı Kerim’den çıkarak olayları tartımlayacakken, olayları kendince değerlendirip/yorumlayıp bu kendi yorumu/değerlendirmesi penceresinden/gözlüğünden Kur’an-ı Kerim’e bakmanın, yönelmenin so-nucu bir yanılgıdan kaynaklanan isyan.. Burada da İnsan, evet, “halife”liğini unutarak, “melik”leşmiş; “Yeryüzünde halife”lik gömleğini çıkarıp, “malik-i mülk” kaftanını kuşanmıştır. Mülkünü düzeltmek/yönetmek için Kur’an-ı Kerim’den “reçete”ler çıkarmaktadır. Duruma yönelik değerlendirmesi sonucu belirlediği vazifesini yerine getirmede kullanacağı reçeteler.. Ve reçetelerin tutmamasından doğan bir isyan..

 

Kur’an-ı Kerim’in Kur’an olarak kendisinin, kendince konuştuğu değil, sorulan sorulara yanıt verme çizgisinde tutulduğu, bir bakıma soru sorulma yoluyla “konuşturulduğu”, soruyu sorana göre “konuşturulduğu” bir açılım. Ve, buradan edinilen “reçete”, elbette “Kur’anca” değil, “soranca” olmakta; haliyle de derde deva olamayınca, tanımladığımız türden bir çeşit isyana sürüklemektedir.

 

“Kalıcılık” sevdalılarının yalnızca bir “kul” olduklarını idrak ve itiraf etmeleri, “sarsılmaz saltanat” tutkunlarının Hakka teslimiyet içine girmeleri, “melekleşme” eğilimindekilerin sabra sarılmaları, isyanları yaşayanların tevekkülü benimsemeleri, ancak, “malik-i mülk” ile “halife” arasındaki farkı görebilmeleriyle mümkün. Bu ise, “durumdan” değil de, Kur’an’dan vazife çıkarmakla, daha açık bir deyişle Kur’an ahlakıyla ahlaklanmakla gerçekleşebilecek bir durum..

 

Bu ahlakı edinmenin tek yolu ise, onun kalbimize ağarak/yerleşerek bizi biçimlendireceği inancı içinde Kur’an-ı Kerim’in orijinalini sık sık ve çokça okumaktan geçiyor..

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.