Zıplanacak içerik

Featured Replies

Gönderi tarihi:

Aşkla çıkılan o yolda, kadınla erkek arasındaki şey zamanla yol arkadaşlığı olmaktan çıkıp ağır sözlerle, iri kin tohumları ve sabır taşlarıyla doldurulmuş bir çuvala dönüşüyor nedense. Kimin kimi taşıdığı meselesi de böylece çözümsüz kalıyor.

 

İki Budist rahip Mayıs güneşi altında, yüce bir dağın zirvesindeki tapınaklarına gidiyorlarmış. Dağın eteklerine geldiklerinde, önlerinden akan nehrin kıyısında bir kadınla karşılaşmışlar. Kadın kendisini karşıya geçirmeleri için yalvarmaya başlamış.

 

Rahipler yardım edemeyeceklerini söylemişler. Dinleri bir kadına dokunmalarını yasaklıyormuş çünkü.

 

Ama kadın orada günlerdir beklediğini, yüzme bilmediğini, karşıya geçmek için başka hiçbir aracın olmadığını söyleyerek yalvarmaya devam etmiş. Dövünmüş, sızlanmış, rahiplerin karşısında gözyaşı dökmüş.

 

Sonunda rahiplerden biri diğerinin tüm itirazlarına rağmen sırtlayıp suya girmiş ve karşı kıyıya geçirmiş kadını. Kadın böylece muradına ermiş olsa da, yardımsever rahip için yolun geri kalanı pek kolay geçmemiş. Çünkü tapınağa ulaşana kadar diğer rahibin eleştirilerini dinlemek zorunda kalmış.

 

Arkadaşı kadını taşımakla yasağa karşı geldiğini, bunun büyük bir günah olduğunu, bu hatasının asla bağışlanmayacağını tekrar tekrar söyleyip durmuş ona. Yardımsever rahip bunları dinlemekten o kadar sıkılmış ki, sonunda dayanamayıp “yeter” demiş: “Ben kadını sadece beş dakika taşıdım. Oysa sen iki gündür sırtından indirmiyorsun”.

 

Aşkla çıkılan o yolda, kadınla erkek arasındaki şey zamanla yol arkadaşlığı olmaktan çıkıp ağır sözlerle, iri kin tohumları ve sabır taşlarıyla doldurulmuş bir çuvala dönüşüyor nedense. Kimin kimi taşıdığı meselesi de böylece çözümsüz kalıyor.

 

Yol arkadaşlığını ağır bir yüke dönüştüren o sevimsiz şey ne olabilir?

 

Bu öyküyü bize aktaran arkadaşım, sözlerinin sonuna geldiğinde “işte böyle” dedi: “Ben de kendime yük yaratmak, sonra da o yükü sırtımda taşımak konusunda çok yetenekliyimdir.”

 

Budist rahiplerin kadına dokunmama kurallarına benzeyen erkek kurallarımızı düşündüm ben de. Kimin ne zaman koyduğunu bilmediğimiz kurallarımızı. Yazılı olmayan ama göz yaşartıcı bir inatla itaat ettiğimiz kuralları.

 

Erkekliğin doğasında olduğunu varsaydığımız, çoğu zaman da iç tembelliğimizle gayet iyi uyuştuğundan daha da benimsediğimiz…

 

Bu kurallar duygularımızı göstermeyi yasaklıyor bize. Sevgilimizle uluorta öpüşmeyi, sabah uyanır uyanmaz sevişmeyi, birlikte eski bir Turgut Uyar şiiri okuyup gözyaşı dökmeyi bize çok görüyor. Küçük ve kolay bir bakışla bile sevdiğini anlatamayan, aşkına bakım yapmaktan aciz, hafta sonları bira içip maç seyretmekle görevli o yaratıklardan biri haline geliveriyoruz.

 

Hayat insanı o tatsız noktaya taşıyor, biz farkında olmadan.

 

Kadınlardan bizi taşımlarını bekliyoruz sonra da. İletişimsizliğin ve biranın şişirdiği gövdemizi sırtlayıp bizi hayatın nehrinden tekrar tekrar geçirsinler istiyoruz.

 

Unutuyoruz çünkü: Aynı nehre iki kez giremiyor aynı insan. Nehir değişmese bile insan değişiyor çünkü. Duyguları değişiyor. Ruhu değişiyor.

Bir de bakıyoruz hayatın dalgaları yola birlikte çıktığımız kadını değiştirip bambaşka biri yapmış.

 

Üstelik asıl yük bizde aslında. Aşkımızdan geriye kalanlarla doldurduğumuz çuvalı sırtımızdan indiremiyoruz. Öyle bir çuval ki bu, bir köşeye bırakılıp kaçılamıyor. Nehre fırlatıp atılamıyor. İlişki bitene kadar çaresiz taşıyacağız; kendi sonunu simgeleyen çarmıhı omuzlarında taşıyan İsa Peygamber gibi.

 

Oysa yardımsever rahibin yaptığı ne kadar kolay görünüyor aslında…

 

Yol arkadaşımızı sırtlayıp beş dakikada karşıya geçirivermek ne kadar zahmetsiz, ne kadar hafif.

 

Üstelik öyküdeki rahibin yaptığının gerçek hayattaki karşılıkları çok daha küçük. Ufak bir gülümseyiş, biraz özen göstermek, aşka her sabah fırından gelmiş bir un kurabiyesi gibi taze gözlerle bakmak...

 

Bunlar sevdiğimizi sırtımıza alıp nehri beş dakikada geçmemize yetiyor işte. O zaman nehrin hırçın dalgaları da, acımasız akıntısı da gerilerde kalıyor.

 

Zaten sevgiliyi taşımak, din taşımaya benziyor bazen: İkisi de bize cennetin kapılarını vaat ediyor. Öyküdeki rahiplerin tapınağa ulaşmak için dağa tırmanması gibi, biz de yüreğimizdeki aşk tapınağına varmak için dere tepe düz gidiyoruz.

 

Sevgiliyi taşımak, bir kayayı ite ite dağın zirvesine çıkarmaya da benziyor. Tam zirveye gelmişken kaya büyük bir gürültüyle yeniden iniyor aşağı. Bize düşen de arkasından tıpış tıpış inmek ve işe yeniden başlamak. Bu çabanın dışarıdan çok hüzünlü göründüğünü bilsek de vazgeçemiyoruz.

 

Sevgiliyi taşımak, bir giysiyi taşımak gibi: Şık takımların yaptığını yapıp bizi olduğumuzdan daha çekici gösterebiliyor sevgililer. Onlarla yara izlerimizi örtebiliyor, kusurlarımızı gizleyebiliyoruz.

 

Tek fark, elbisenin çok daha az bakım istemesi.

 

Aşkımızın sık sık tozunu almaz, onu en iyi koşullarda saklamazsak, ağır bir yüke dönüşmesi işten bile değil. O zaman birbirimizi değil, aşktan geriye kalanları, hüzün ve umutsuzlukla ağırlaşmış o tatsız şeyi sırtlamış oluyoruz. Kurallara uyma merakımız bizi beş dakikalık bir yolculuk yerine uzun ve anlamsız bir hamallığa mahkum ediyor.

 

Kimin kimi taşıdığıysa önemli olmuyor artık. İkimizin omuzları da çok ama çok ağrıyor.

TUNA KİREMİTÇİ

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.