Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Evrim teorisini ilmî bir hakikatmiş gibi sürekli gündemde tutmaya çalışanlar, Miller’in denemelerine dayanarak, bir dönem yeryüzü şartlarında deniz dibinde protein yığılmaları meydana geldiğini ve ortaya çıkan kimyevî reaksiyonlar neticesinde aminoasitlerin teşekkül ettiğini, bütün bunların hem de kendiliğinden olduğunu iddia edebilmekte, fakat, Rusya’da Oparin’in, 20 yıl süreyle yeterince mükemmel kimya laboratuarlarında canlı hücre meydana getirmek için yaptığı çalışmaların sonunda, “Dünyanın en mükemmel kimya laboratuarlarında dahi saf kimyevî elementlerden canlı hücre yapmak mümkün değildir.” itirafında bulunduğunu hesaba katmamaktadırlar. Kaldı ki, sadece bir aminoasitin veya protein molekülünün bile tesadüfen oluşması için, dünyanın şu andaki yaşını kat kat aşan seneler gerektiği hesaplanmaktadır. Dünyanın şu ana kadarki ömrü, ihtimal hesapları içinde bir aminoasit veya protein molekülünün tesadüflerle oluşması için yeterli değilse, bir canlı hücrenin oluşması için nasıl yeterli olabilir? Esasen, yeryüzünde hayatın varlığı pek çok dengelere ve şartlara bağlıdır. Bir defa, üzerinde yaşadığımız yerküre, şu anda sahip bulunduğu bütün şartları haiz olmalıdır. Biz, güneşimizden 149,5 milyon kilometre uzaklıkta bulunan bir kürenin üzerinde yaşıyoruz. Sadece bu mesafe bile, kat’iyen tesadüflere verilemez. Küremiz, 23,5 derecelik bir meyil göstermektedir. Mevsimlerin teşekkülünde en önemli sebep olan bu meyil de asla tesadüfe verilemez. Yine, küremizi çepeçevre saran atmosferi oluşturan gazların % 21’inin oksijen olması da tesadüflerle izah edilemez. Tesadüf hesaplarıyla biliyoruz ki, bir görme özürlü yere bir iğne atsa, ardından atacağı bir ikinci iğnenin öncekinin deliğine girmesine % 1 ihtimal versek, peşi peşine atacağı 1000 tane iğnenin birbirlerinin deliklerine girme ihtimalindeki nispeti ifade için gerekli olan rakamı matematik, herhalde henüz keşfetmiş değildir. Halbuki, kâinatın ve yeryüzünün tesadüflerle halihazır vaziyetini alması, bunun kat kat ötesinde bir nispet ve rakam gerektirir ki, buna ihtimal vermek, bırakın ilmî bir tavır olmayı, kat’iyen akıl kârı olamaz. James Jeans, bu konuda şöyle der: “Sadece küre-i arzın, (tesadüflerle) şu andaki şeklini alması için, yeryüzündeki kumların tamamını elinize alın ve bunları saçın. Bunların birinin güneş, diğerinin yeryüzü, bunun gibi, her birinin yeryüzünü teşkil eden nesnelerden biri olarak yerli yerine gidip oturması hangi nispette mümkünse, yeryüzünün şu andaki şeklini alması da, ihtimal hesapları dahilinde o nispette mümkündür.” Yeryüzünde hayat, sadece yeryüzünün, güneşe 149.5 milyon km mesafede ve şu andaki şekli içinde var olmasıyla bitmiyor. Atmosferin yoğunluğu, güneş şualarını süzmesi, meteorları eritmesi bir mesele; üzerindeki gazların yutulması bakımından toprağın birkaç kademe aşağıda veya yukarıda olması bir başka mesele ve denizlerin zehirli gazları yutması da ayrı bir meseledir. Bitkiler ve hayvanlar arasındaki münasebetler, bitkilerin gece karbondioksit verip gündüz alması, meyveler için gerekli fotosentez hâdisesi, bir elma çekirdeğinden elma olabilmesi için, çekirdekte çimlenme, büyüme, ağaç olma, yapraklanıp çiçek açma ve meyve verme özelliklerinin varlığıyla birlikte, bu çekirdeğin güneş, su, hava ve toprakla tam bir yardımlaşma içinde bulunması.. kısaca, yeryüzü ve ondaki hayatın varlığı öylesine muhteşem ve çözülmez bir mekanizmayı, öyle bir ilim, irade, şuur ve kudreti gerektirmektedir ki, bunları tesadüfe, kör, sağır, hayatsız, şuursuz, bilgisiz maddeye veya varlıkların kendine vermek, ancak akıldan ve insanlıktan istifa ile mümkün olabilir. Bir başka misal olarak: Bir eczaneye veya ilaç fabrikasına girelim. Bir ilaç elde etmek istiyoruz ve bakıyoruz ki raflarda, elde etmek istediğimiz ilaç dahil, her türlü ilaç için gerekli maddeler, şişeler içinde bulunuyor. Acaba aklı olan bir insan, içlerinde elde etmek istediğimiz ilacı oluşturan maddelerin bulunduğu şişelerin rüzgâr gibi hâricî bir tesirle veya kendiliklerinden devrilip, içlerindeki maddelerin ilaç için gerekli dozda bir araya gelerek, o ilacı oluşturabileceğine ihtimal verir mi? Kaldı ki, misalimizde ilacı oluşturacak maddeler hazır, şişelere konulmuş. Burada, bu şişelerle veya içlerindeki maddelerle tesadüflere düşen, sadece hangi ilacı istediğimizi bilmeleri ya da söylediğimizi anlamaları, sonra da onların yere düşüp boşalarak ve uygun dozda bir araya gelerek, ihtiyacımız olan ilacı meydana getirmeleridir. Halbuki, varlık tesadüflere verildiğinde veya kendi kendine oldu dediğimizde ya da tabiata veya maddeye havale edildiğinde, bu ilacı oluşturacak çeşitli maddelerin de kendiliklerinden veya tesadüflerle ya da tabiat veya maddenin yönlendirmesiyle meydana gelmeleri, bunun da ötesinde, onları şişelere koyacak, sonra şişeleri raflara dizecek, fabrikayı yapacak insanın da, hayatdar, şuur, bilgi, irade ve kuvvet sahibi olarak yine tabiat veya madde veya tesadüfler tarafından ya da kendiliğinden hayat sahnesine çıkmış olması gerekmektedir. Bütün bunları hangi akıl kabul edebilir? Ama ne yazık ki, varlığı sadece Allah’ı inkâr adına, güya ilmîlik perdesi altında evrime, tabiata, tesadüflere veya maddeye verenler, böyle bir hurafeye inanmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Burada, şöyle bir itiraz gelebilir: Bilim, inanç üzerinde yürümez. O, kâinatta olup-bitenleri izah ve buradan çıkacak sonuçlarla geleceği kestirmek ve teknoloji üretebilmek için, objektif mu’talara (veri) dayanır. Biz de deriz ki: Pekalâ, varlık, apaçık bir şuur, irade, plan, ilim, inayet ve kudret ortaya koyarken, bu sebeple de, Allah’ın varlığını gösteren apaçık deliller ortada iken, varlığın menşeini madde, tabiat, tesadüf, kendi kendine olma gibi hurafelerle izaha çalışmanın bilime kazandırdığı, buna karşılık, Allah’ı kabul edip, bundan sonra çalışmalara devam etmenin bilime kaybettireceği nedir? Aslında, bırakın bütünüyle kâinatı, bir zerre, atom, hücre bile tek başına mutlak kudret, ilim ve irade sahibi Allah’ın varlığına yeter delildir. Çünkü kâinat, insan vücudu gibi, öylesine iç içe ve bütün parçaları birbiriyle, ayrıca kâinatın tamamıyla bütünlük içinde bir birlik, bir münasebet arz etmektedir ki, kâinatı yaratamayan bir atomu yaratamaz. Gerçek ilim ehli, bunu görecek ve itiraf edecektir. Nitekim, kendisini çok takdir ettiğim Sir James Jeans’le ilgili bir hatırayı, Pakistanlı İn’âmullah anlatıyor: “Amerika’da bulunuyordum. Sık sık Sir James Jeans’le görüşürdüm. Bir gün sokakta giderken baktım, şiddetli yağmur yağıyor. Üstad, şemsiyesi koltuğunun altında süratle kiliseye doğru gidiyor. Sessizce hemen yanına sızıverdim ve “Üstad” dedim, “dalgınsın galiba, yağmur yağıyor!.. Şemsiyen de koltuğunun altında!” Uykudan uyandırmışım gibi kendine geldi. Nazarları çok ileriye, bizim ufkumuzun çok ötesine müteveccih, bakışları çok derindi. İkazım üzerine şemsiyesini açtı. Beraber yürümeye başladık. Kiliseye gittiğini öğrenince, “Kiliseye nasıl gidebiliyorsunuz; çok kimseler, ilim yaptıkça dinden ve kiliseden uzaklaşıyorlar?” dedim. O anda çok doluydu, çok duygulanmıştı. Soruma cevap vermedi ve “İn’âmullah” dedi, “yarın evime gel; bir çayımı içersin ve bu arada konuşuruz.” Ertesi gün evine varıp, ziline bastığımda, beni nur yüzlü bir çocuk karşıladı ve babasının, kendi odasında çayını yapmış, beni beklediğini söyledi. Onun iç dünyasına girdiğim zaman, gözümde şefkatten damlacıklar, bir bulut gibi dökülmek için bir sâik bekliyordu. Yanına oturdum, o konuşmaya başladı. Yerin yaratılışını, hayata müsait hâle getirilişini anlattı. Allah’ın tasarruflarından söz ederken coşuyor, kendinden geçiyordu. Nebülozlardan bahsetti; bu geniş âlemde nasıl bir iradeye râm olduklarını, mekânın genişlemesini, Allah’ın bütün bu olup bitenlerdeki tasarruflarını izah etti. Bu şekilde kâh büyük âlemdeki (makrokosmos), kâh küçük âlemdeki (mikrokosmos) hakikatleri anlatırken, sanki, “İleride onlara dış âlemde ve kendi nefislerinde âyetlerimizi peyderpey göstereceğiz. O zaman hak ve hakikatin ne demek olduğunu anlayacaklar.” (Fussılet sûresi, 41/53) âyetinin mânâsı tecelli ediyordu. Bir aralık öylesine doldu ki, “İn’âmullah, hayret ediyorum” dedi ve ekledi: “İnsan ilim yapar, şu feza-i ıtlakı öğrenir, derinlemesine insanın içine girer, şu teşrihata vâkıf olur da, nasıl Allah’a inanmaz, hayret ediyorum!” Taşı tam gediğine koyacağım anı yakalamıştım. “Üstad (dedim) müsaade eder misin?” “Buyur” dedi ve şunu söyledim: “Kur’ân’da bir âyet var. Rasûlüllah’a Allah şöyle diyor: “Allah karşısında, kulları içinde ancak hakkıyla âlim olanlar saygıyla ürperir.” (Fâtır sûresi, 35/28). O zaman ayaklarının bağı çözülüverdi. “Bunu Hz.Muhammed mi söylüyor?” dedi ve ilâve etti: “Eğer bunu O diyorsa, sen şahit ol İn’âmullah, Hz.Muhammed, Allah’ın Rasûlü’dür.” Rica ederim, bir kere düşünün! İnsan gibi, varlıkların en akıllısı ve en kabiliyetlisi, en gelişmişi bir varlık, tahtaya çizdiği bir karenin aynı ebatta tıpatıp aynısını, bırakın bir kareyi, bir doğru parçasının bile ikizini (aletsiz) çizemezken, bir aminoasit dizisi, bir protein, bir hücre, bir organizma ve iç içe organizmalar gergefinde çok komplike olan sıra ve tertiplerin kendiliğinden veya tesadüflerle gözetilmiş ve meydana getirilmiş olmasına ihtimal verilebilir mi? Ve hele, bu mütedahil (iç içe) olmazlar halkasında hayâlen oluşturduğumuz bir aminoasit dizisini veya minik bir canlı organizmayı evrim potasında kaynata kaynata mükemmel organizmalar elde etme iddiası..! Bu mevzuda en iyimser kimseler dahi, sırf zaman bakımından, bir aminoasit dizisinin meydana gelebilmesi için dünyanın ömrünün yetmeyeceği kanaatinde oldukları düşüncesinde ise, işte o zaman insanın sorası geliyor: Acaba evrim, öbür âlemde başlayıp olgunlaştıktan sonra, burada mı gelip meyvesini verdi!? Değilse, başka hangi yollarla şu muhteşem varlık, arkada kaoslar bırakarak hâlihazırdaki göz kamaştırıcı güzellik ve ihtişamı kazandı? Hayat, nasıl kendiliğinden entropiye karşı koyarak varlığa erme başarısını elde etti? Şu anda mevcut olan milyonlarca canlı kendi kendine nasıl meydana çıktı? Termodinamiğin ikinci kanununa rağmen, her şey yok olma tümseklerini aşarak nasıl basitten mürekkep ve mükemmele, sanatsızlıktan sanat harikası olmaya ulaştı? Bütün bunlara, ilimlerin ruhuna uygun cevap verebilecek miyiz? Yoksa, bir kısım kimseler gibi ilmî gerçeklerden kaçarak “Evrim bir kere nasıl olmuşsa olmuş; artık onu ispat etmeye gerek yok!” mu diyeceğiz? Sorarım size; o zaman her biri başlı başına birer sanat harikası olan bütün canlıların, o aşılmaz şâhikalarını tesadüf balonlarıyla mı aşacağız?! Neyin nasıl olacağının, en büyük canlıdan en küçük canlıya kadar daha baştan şifrelenmiş bulunmasını; bir baş döndürücü program içinde (DNA) ve (RNA)’ya en akıl almaz vazifelerin gördürülmesini; en küçük ve basit üniteden en komplikesine kadar her canlı bünyede fevkalâde mükemmel işleyen bir hiyerarşiyle her şeye en düzenli şekilde hizmet ettirilmesini rastlantılarla mı izah edeceğiz? Yoksa olup biten bunca işi, kafa kafaya vererek anlaşmış atom parça ve parçacıklarına mı vereceğiz? Bir bilgisayar dahi, önceden kendisine şifre edilen bir programla çalışırken, bu minik parçacıkların bu kadar harika işleri kendi kendilerinin yaptığına imkân ve ihtimal verilebilir mi? Böyle bir ihtimali mevcut ilimlerle telifimiz nasıl mümkün olacaktır? Muhalfarz, madde platformunda böyle bir şeye “evet” dense bile, çok komplike olan canlıların yapısındaki aşılmazlar nasıl aşılacaktır? İlim, aslında imanın kapılarını açar ve insanı Allah’a götürür. Fakat, terkibi yapılmayan, künhüne erilmeyen ilim ise, eğer bir de gurur, kendini beğenmişlik, yanlış bakış açısı ve zulümle birleşirse, bu defa dalâlete, küfre götürür. İlim adına piste ortadan giren ve ilmin mahiyetini kavrayamamış kimseler, yarışı kazandıkları zannıyla ve zafer sarhoşluğu içinde gururdan birer heykel halinde ortada gezinirlerken, aslında, Ziya Gökalp’e ait, bilmediğini de bilmeme, fakat biliyorum zannı taşıma mânâsında nasıl bir cehl-i mük’ab (katmerli cehalet) içinde olduklarının farkında değillerdir. Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Sabah kalktığınız andan itibaren karşılaştığınız şeyleri şöyle bir düşünün... Başınızın altına koyduğunuz yastık, üzerinize örttüğünüz battaniye, sizi uyandıran çalar saat, kalkar kalmaz aradığınız terlikleriniz, temiz hava girmesi için açtığınız pencere, dolapta asılı duran kıyafetleriniz, her sabah kalktığınızda baktığınız ayna, kahvaltıda kullandığınız çatalibıçak, dışarı çıkarken yanınıza aldığınız şemsiye, bindiğiniz asansör, arabanızın kapısını açmak üzere kullandığınız anahtar, yoldaki trafik ışıkları, tabelalar, iş yerindeki masanızda duran kağıt, kalem ve diğerleri... Kuşkusuz tüm bunlar pek çok kişi tarafından üzerinde düşünülerek, emek ve vakit harcanarak, belli bir amaç ile tasarlanarak karşınıza gelmiştir. Bu konuda hiçbir şüpheniz yoktur. Ve hiç kimse bunların sabah kalktığınızda tam olmaları gereken yerde, tesadüf eseri karşınıza çıktığını da iddia etmeyecektir. Örneğin kimse anahtarınızın tesadüf eseri tam arabanızın kapısını açacak şekilde yontulmuş olduğunu ve cebinize de tesadüfen girdiğini söylemeyecektir. Ya da yoldaki tabelaların tesadüf eseri bulundukları yerlere yerleşip ve yine tesadüf eseri saçılan boyalarla insanlar için bir anlam taşıyan yazıların oluştuğunu iddia etmeyecektir. Aynı şekilde masanızda duran ve şekillendirilmiş bir telden başka bir şey olmayan ataçın bile oraya tesadüf eseri, tam kağıtları birarada tutacak şekilde bükülüp konduğunu iddia eden kimse de çıkmayacaktır. Çünkü bunların her biri, boyutları, şekilleri, işlevleri ve daha pek çok detaylarıyla birer tasarım örneğidir. Sizin rahatınız için, ihtiyacınızı karşılayacak şekilde, bilgi kullanılarak bilinçli yöntemlerle üretilmişlerdir. Ve her birinin çevrenizde bulunmasının özel bir sebebi, belli bir amacı vardır. Peki ya yolda yürürken gördüğünüz insanlar, yanından geçtiğiniz ağaçlar, önünüze çıkan köpek, çatınızın saçaklarına yuva kuran güvercin, masanızda duran çiçekler, yukarı baktığınızda gördüğünüz gökyüzü? Sizce onların varlığının sebebi tesadüfler olabilir mi? Kuşkusuz böyle bir ihtimal üzerinde düşünmek bile son derece saçmadır... Çünkü çevrenizi saran canlı ve cansız tüm varlıklar, biraz önce saydığımız çevrenizdeki insan yapımı eşyalarla kıyas edilemeyecek, tesadüflere asla ihtimal bırakmayacak mükemmelliktedir. Bunların her biri üstün bilgi ve akıl gerektiren bilinçli bir yaratılışın örnekleridir. Tek bir ataçın, bir telin tesadüfen düzgünce bükülmesiyle masasına gelmesini mantıksız bulan her insan, insanların, kedilerin, kuşların, ağaçların ve tüm evrenin de tesadüfen meydana gelmesinin bunlarla kıyas edilemeyecek kadar imkansız olduğunu elbette ki görebilir. Ancak günümüzde, bu kadar açık bir gerçeği göremeyen, daha doğrusu gördüğü halde görmezlikten gelen insanlar bulunmaktadır. Bu kişiler, ağaçların, kuşların, bulutların, evlerin, arabaların, sizin, yakınlarınızın, çevrenizde gördüğünüz diğer insanların ve canlıicansız herşeyin, kısacası içinde yaşadığınız kainatın kör tesadüflerin eseri olduğunu iddia ederler. "Materyalist-Darwinist" olarak bilinen bu kimseler tesadüfleri üstün bir akıl gibi sunan, art arda meydana gelen milyonlarca tesadüfün toplamını "yaratıcı bir güç" olarak gösteren batıl bir fikrin savunucularıdır. Materyalist-Darwinistlere göre tesadüfler, dünyadaki bütün insanların aklından çok daha büyük bir akla sahiptirler. Yüz binlerce yıldır gelip geçmiş ne kadar insan varsa, hepsinin beynini, aklını, düşünme kabiliyetini, muhakeme ve hafıza gücünü, fiziksel özelliklerini ve daha yüzlerce binlerce özelliğini şekillendiren gücün, "tesadüf" isimli bir "deha" olduğunu iddia ederler. Materyalist-Darwinistlere göre bu dehanın olağanüstü olayları gerçekleştirmek için ihtiyacı olan tek şey ise "zaman"dır. Bu çarpık mantığa göre eğer tesadüfe zaman verilirse, cansız ve şuursuz atom yığınlarını insanlara, karıncalara, atlara, zürafalara, tavus kuşlarına, kelebeklere, incire, zeytine, portakala, şeftaliye, nara, karpuza, kavuna, domatese, muza, laleye, menekşeye, çileğe, orkideye, güle ve aklınıza gelenigelmeyen milyonlarca canlıya çevirebilir. Üstelik bunların yanı sıra gezegenleri, yıldızları, Güneş'i, bunların dolaştığı yörüngeleri meydana getirebilir. Ayrıca Darwinizm'e göre bütün öğrenciler, bürokratlar, doktorlar, mimarlar, iş adamları, mühendisler, bilim adamları da tesadüflerin sabırlı çalışmaları sonucunda biraz mineral, biraz su ve güneşin de desteğiyle zaman içinde meydana gelmişlerdir. Ne ilginçtir ki söz konusu batıl inancın temeli olan bu tesadüf putu, aynı zamanda, kitaplarında, konferanslarında, hararetli tartışmalarında kendi "tesadüfi varoluşlarını" anlatan materyalist-Darwinistleri de oluşturmuştur. Işte bazı evrimci-materyalist bilim adamlarının Latince kelimelerle, ağır ve anlaşılması özellikle zorlaştırılmış bir üslupla anlattıkları evrim teorisinin ve materyalist felsefenin özündeki iddia budur. Alıntı
Φ KaRaKuRt Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Bilim le din her ne kadar birileri kabullenemese de iç içe.. Neden Kuran ilk indiğinde İKRA ile başladı.. Neden Hz.Hz.Muhammed(sav)'İlim çin de de olsa gidip öğreniniz'dedi.. Neden Hz.Ali 'Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum'dedi Neden... İşte islamın bilime verdiği öneme küçük örnekler... Kabullenemeyenlere... Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Charles Darwin'in 19. yüzyılda ortaya attığı evrim teorisi, insanlık tarihinde yer alan en inanılmaz, en akıl dışı iddialardan biridir. Buna rağmen, 150 yıl boyunca çeşitli bilim adamlarından profesörlere, doktorlardan araştırmacılara kadar birçok kişi bu teoriye inanmıştır. Bu insanlar bilimsel gerçeklerle çelişmeyi dahi göze alarak, büyük bir kararlılıkla evrim teorisini savunmaya çalışmışlardır. Oysa bu teori akıl almaz bir iddia öne sürmektedir. Evrim teorisine göre, tüm insanlar, bitkiler ve hayvanlar kör ve şuursuz tesadüflerin eseridirler. Evrimciler, bundan milyarlarca yıl önce, bilinci, aklı, bilgisi ve hiçbir gücü olmayan cansız atomların, tesadüfler sonucunda, ilkel çorba olarak adlandırdıkları okyanuslarda veya su birikintilerinde, belli oranlarda biraraya geldiklerine; daha sonra tesadüfen gelişen olaylar sonucunda, bugün bilim adamlarının en ileri teknoloji ile laboratuarlarda dahi oluşturamadıkları proteinleri ve hücreyi oluşturduklarına inanırlar. Bununla da kalmaz daha da ileri giderek kör tesadüflerin meydana getirdiği hücrelerin de yine tesadüfi süreçler sonucunda, balıkları, deniz yıldızlarını, penguenleri, atmacaları, kedileri, aslanları, martıları, kuzuları ve hatta akıl sahibi insanları oluşturduklarını söylerler. Evrimcilerin ne kadar inanılmaz bir iddiada bulunduklarını anlamak için bir örnek verelim: Tesadüflerin yaratıcı gücü olduğuna inanan evrimciler, çok büyük variller alsalar. Bu varillerin içine, bir canlıyı oluşturmak için gerektiğini düşündükleri ne kadar madde varsa koysalar. Örneğin bu varile, canlılığı oluşturan tüm amino asitleri, proteinleri, lipidleri, karbon, fosfor, kalsiyum, karoten gibi elementlerin hepsini koysalar. Daha sonra bu karışıma dışarıdan ne etki vermek istiyorlarsa verseler. Örneğin varili ısıtsalar, soğutsalar, üzerine yıldırımlar düşürseler, elektrik verseler. Varile koydukları maddeleri istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsalar. Ayrıca bu karışımın başında milyarlarca hatta trilyonlarca sene, birbirlerine babadan oğula vasiyet ederek nöbet tutsalar. Ve hiçbir şeyi tesadüflere bırakmadan, karışımın her anını kontrol ederek, birbirlerine danışıp, dünyanın en önde gelen biyologlarından, genetikçilerinden, fizikçilerinden, evrim uzmanlarından görüşler alsalar. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanıyorlarsa hepsini kullanmakta serbest olsalar... Darwinistlere göre tesadüflerin olağanüstü olayları gerçekleştirmek için ihtiyacı olan tek şey "zaman"dır. Bu çarpık Darwinist mantığa göre eğer tesadüfe zaman verilirse, cansız ve şuursuz atom yığınlarını insanlara, karıncalara, atlara, zürafalara, tavus kuşlarına, kelebeklere, incire, zeytine, portakala, şeftaliye, nara, karpuza, kavuna, domatese, muza, laleye, menekşeye, çileğe, orkideye, güle ve aklınıza gelenigelmeyen milyonlarca canlıya çevirebilir. Tüm bu bilinçli ve ciddi çabalara rağmen bu varilden canlılığa dair bir şey asla çıkaramazlar. Ne yaparlarsa yapsalar yine de bu varilin içinden, bu kitap boyunca resimlerini göreceğiniz tavus kuşlarını, serçeleri, tavşanları, muhabbet kuşlarını, atları, gergedanları, karpuzu, mandalinayı, gülleri, yaseminleri, ıhlamur ağaçlarını, kirazları, çileği, muzları, hindistan cevizini, pamuğu, kestaneyi, mısırı, hurmayı, inciri, zeytini, limonu, üzümleri, kayısıyı, sincapları, baykuşları, karıncaları, balarılarını v.s. çıkaramazlar. Ne işlem yaparlarsa yapsınlar bu varilin içindeki atomlar; Einstein, Newton gibi karmaşık problemler çözen dahi bilim adamlarını; Picasso, Michalengelo gibi sanat ve estetik yönünden harikalar meydana getiren sanatçıları; Beethoven, Mozart gibi insan ruhuna zevk veren melodiler besteleyen müzisyenleri; buluşlar yapan, kendisini meydana getiren atomları mikroskop altında inceleyen bilim adamlarını; Humphrey Bogart, Charlton Heston gibi rol yeteneği olan aktörleri; Britney Spears, Ricky Martin, Michael Jackson gibi sanatçıları; dans eden, şarkı söyleyen, simetriden, estetikten, renklerin uyumundan zevk alan, araba tasarımı yapan, kitap yazan, kitap okuyan, öğrenen, öğrendiklerini hafızasında tutan, düşünen, akleden, muhakeme eden, heyecanlanan, sevinen, sevgi, merhamet ve şefkat duyan, özleyen, fırındaki kekin kokusunu duyunca iştahlanan, yediği yemeğin tadından zevk alan, komik bir olaya gülen, dostları ile neşelenen, bir fikri savunan, müzakere eden insan zekasını kesinlikle meydana getiremezler. Bilinçsiz atomları, her ne şekilde biraraya getirirseniz getirin, hiçbir zaman bu varlıklardan tek bir tanesini, hatta bunlardan herhangi birinin tek bir hücresini dahi oluşturamazlar. O halde tüm insanlığın bilgi birikimi ve çabası ile asla meydana gelemeyecek canlılığı, şuursuz atomların, kör tesadüflerin yardımı ile meydana getirdiğini nasıl iddia edebilirler? Açıkça anlaşılacağı gibi bir parça aklı ve vicdanı olan bir insan, tüm canlıların ve insanların, tesadüflerin eseri olmasının mümkün olamayacağını hemen anlar. Hiçbir ön yargıya kapılmadan, aklı ve vicdanı ile düşünen her insan, tüm bu varlıkları yaratanın, üstün bir akıl, sonsuz bilgi ve benzersiz bir güç sahibi Allah olduğunu kesin olarak bilir. Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Canlı ve cansız tüm varlıkları içinde barındıran evren, kusursuz bir tasarıma, eşsiz sistemlere, canlılığın var olabilmesi ve yaşayabilmesi için gereken tüm şartların oluştuğu bir ahenk ve düzene sahiptir. Özellikle 20. ve 21. yüzyılda elde edilen tüm bulgular evrenin üstün bir aklın, kusursuz bir planın ve tasarımın eseri olduğunu kesin olarak ortaya koymuştur. Evreni, üstün bir akla ve bilgiye sahip, sonsuz güce sahip bir Yaratıcı olan Allah yaratmıştır. Ne var ki bilimin 20. yüzyılda kesin delillerle ortaya koyduğu bu gerçek, Darwinistimateryalist felsefeyi benimsemiş kişiler tarafından görmezlikten gelinmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi materyalistler evrenin, kaosun, karmaşanın ve tesadüflerin ürünü olduğunu iddia ederler. Ancak, evrenin oluşumundan içinde işleyen sistemlerin ve barındırdığı varlıkların arasındaki kusursuz denge ve ahenge kadar incelenen her konu, evrenin kesinlikle tesadüf eseri olamayacağını ortaya koymaktadır. İngiliz fizikçi ve matematikçi olan Sir James Jeans evrendeki kusursuz düzeni şu şekilde ifade etmiştir: "Evren hakkında yapılan bilimsel bir araştırmanın sonucu tek bir cümleyle özetlenebilir: Evren, matematik bilgisi sonsuz bir varlık tarafından dizayn edilmiş olarak görülüyor." (Sir James Jeans, The Mysterious Universe, Cambridge University Press, 1932, s. 140) Evrendeki çok sayıda irili ufaklı gezegenin her biri büyük bir düzenin kritik önem taşıyan parçalarını oluşturur. Hiçbirinin ne uzaydaki konumları, ne de hareketleri gelişigüzel değildir; tam tersine bildiğimiz bilmediğimiz sayısız detaylarıyla özel olarak ayarlanmış, belli bir amaç üzerine yaratılmışlardır. Nitekim evrendeki dengeleri etkileyen sayısız kriterden sadece gezegenlerin konumlarındaki değişim bile içiçe geçmiş dengeleri altüst etmek, karmaşaya sebep olmak için yeterli olabilecek niteliktedir. Ancak bu dengeler hiçbir zaman şaşmaz ve evrendeki mükemmel düzen de hiçbir aksaklığa uğramadan devam eder. Bu, üstün güç sahibi olan Allah'ın kusursuz yaratmasıdır. Evrendeki mükemmel düzen, canlılığın varoluşunun tesadüfi mekanizmalarla meydana geldiğini öne süren evrim teorisinin mimarı Charles Darwin'i dahi, evrenin yaratılışında tesadüflerin yeri olamayacağını itiraf etmek durumunda bırakmıştır. Darwin'in bu itirafı şöyledir: "Bu muazzam ve harikulade evreni, çok geriye ve çok ileriye bakabilme kabiliyeti bulunan insan da dahil olmak üzere, kör tesadüf veya zaruretin eseri olarak görmek çok güç, hatta imkansızdır." (Robert B. Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, Tur Yayınları, Istanbul 1980, s. 289) Ay ile Dünya arasındaki mesafe Dünya'da hayatın devamı ve birçok dengenin sağlanması açısından son derece önemlidir. Öyle ki bu mesafedeki küçük değişiklikler bile önemli olumsuzlukların meydana gelmesine sebep olabilir. Örneğin Ay ile Dünya arasındaki mesafe; *Eğer biraz daha yakın olsaydı, Ay Dünya'ya çarpardı. *Eğer biraz daha uzak olsaydı Ay uzayda kaybolur giderdi. *Eğer biraz daha az yakın olsaydı, Ay'ın Dünya üzerinde meydana getirdiği geligitler tehlikeli boyutlarda büyürdü. Okyanus dalgaları, kıtaların alçak yerlerini kaplardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan sürtünme okyanusların ısısını artırır ve Dünya'da yaşam için gerekli olan hassas ısı dengesi yok olurdu. *Eğer biraz daha az uzakta olsaydı, gelgit olayları azalırdı ve bu da okyanusların daha hareketsiz olmasına neden olurdu. Durgun su denizdeki hayatı tehlikeye sokar, bununla birlikte soluduğumuz havadaki oksijen oranı tehlikeye girerdi. http://www.pathlights.com/ce_encyclopedia/...0.htm#Elemental Forces Evrendeki bütün gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Örneğin uzayda büyük boşluklar vardır. Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) isimli kitabında gök cisimleri arasında belli uzaklıkların olmasının önemini şöyle açıklar: Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır. (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 21) Fransız Akademisinin bir üyesi olan ünlü Prof. Jean Guitton: "Doğanın temel değişmezleri ve yaşamın ortaya çıkmasına neden olan ilk koşullar, şaşırtıcı bir kesinlikle ayarlanmıştır. Evrenin ne denli akılalmaz bir incelikle ayarlanmış gibi göründüğü hakkında bir fikir vermek için Yer'den Mars gezegeni üzerinde bir çukura topunu göndermeyi başarabilen bir golf oyuncusunun becerisini düşünmek yeter!" (Jean Guitton, Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, 1993, sf. 54) Eğer evrenin kanunları sadece maddenin katı ve gaz haline izin vermiş olsa, hayat hiçbir zaman var olamayacaktı. Çünkü katı maddelerde atomlar birbirleri ile çok içiçe ve durgundurlar ve canlı organizmaların gerçekleştirmek zorunda oldukları dinamik moleküler işlemlere kesinlikle izin vermezler. Gazlarda ise atomlar hiçbir istikrar göstermeden serbestçe uçuşurlar ve böyle bir yapı içinde canlı organizmaların karmaşık mekenizmalarının işlemesi mümkün değildir. Kısacası, hayat için gerekli işlemlerin gerçekleştirilmesinde, sıvı bir ortamın varlığı zorunludur. Sıvıların en ideali daha doğrusu tek ideal olanı ise sudur. Alıntı
Φ kralx Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Sevgili dilku.. Bu yazıları pek okuyacaklarını sanmıyorum. Zaten okuma hevesleri olsa bu yazıların nerede yazdıklarını gayet iyi biliyorlar.. Daha öz ve daha isabetli gitmelisin. Can alıcı noktalara iyi vuruyordun devam etsene....)) Sevgiler.. Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Dünyada var olan ortamın yaşam açısından uygunluğu tesadüflerle asla açıklanamayacak kadar hayranlık uyandırıcı özelliklere sahiptir. Harvard Üniversitesi biyolojik kimya bölümü profesörü Lawrence Henderson bu durumu şöyle dile getirmiştir: Çevre, temel özellikleriyle (yani canlıları oluşturan çeşitli kimyasallar ve fizikoikimyasal işlemler ile hidrosferin fiziksel ve kimyasal özellikleri yönünden) yaşam için olabilecek en uygun çevredir. (Lawrence Henderson, The Fitness of the Environment, Boston: Beacon Press, 1958, önsöz) Allah, dünyadaki suyun miktarını da canlıların yaşamasına en uygun şekilde yaratmıştır. 18. yüzyıl Ingiliz doğabilimcisi John Ray bu durumu şu sözlerle ifade etmiştir: "Eğer Dünya üzerinde şimdi olduğunun yarısı kadar deniz olsaydı, o zaman su buharı miktarı da şimdikinin yarısı kadar olacaktı, dolayısıyla biz de kuru toprakları beslemek için şu an sahip olduğumuz nehirlerimizin ancak yarısına sahip olacaktık, çünkü su buharının miktarı, üzerinden yükseldiği yüzeyin genişliğiyle bağlantılıdır. Dolayısıyla Akıl Sahibi Yaratıcı, bunu öyle bir şekilde düzenlemiştir ki, denizler, karalar için gereken su buharını temin etmeye yetecek bir genişliğe sahiptir." (John Ray, The Wisdom of God Manifested in the Word of Creation, 1701; Michael Denton, Nature's Destiny, s. 73) Bütün bunları tesadüflerin meydana getirdiğini iddia edebilmek için bir insanın akıl ve vicdandan tamamen uzaklaşması gerekir. Moleküler biyolog Michael Denton: "Eğer akışkanlığı daha yüksek olsaydı, su, hayat için uygun bir temel olma özelliğini kesinlikle yitirirdi. Örneğin akışkanlığı sıvı hidrojen kadar yüksek olsaydı, canlıların yapıları, tahrip edici etkiler karşısında çok daha şiddetli hareketlere maruz kalacaktı... Hassas moleküler yapıların su tarafından desteklenmesi mümkün olmayacak, canlı hücresinin son derece hassas olan yapısı yaşamını sürdüremeyecekti... Öte yandan, suyun akışkanlığı biraz daha az olsaydı, (proteinler, enzimler gibi) makromoleküllerin ve özellikle mitokondri gibi özelleşmiş yapılar ile küçük organellerin kontrollü hareketleri imkansız hale gelecekti. Aynı şekilde hücre bölünmesi de imkansızlaşacaktı. Hücrenin tüm yaşamsal faaliyetleri fiili olarak donacak ve bizim bildiğimize benzer bir hücre yaşamı mümkün olmayacaktı. Hücrelerin embriyogenez (anne rahmindeki gelişim) sırasındaki hareket etme ve sürünme yeteneklerine bağlı olan daha yüksek organizmaların gelişimi ise, suyun akışkanlığının çok az bile daha düşük olması durumunda, kesinlikle gerçekleşemeyecekti." (Michael Denton, Nature's Destiny, s. 33) Yeryüzünde var olan su, bir döngü içinde sürekli olarak yeniden kullanılır hale gelerek insanların, bitkilerin ve hayvanların hizmetine sunulur. Ayrıca yeryüzündeki su Güneş'in ısısı sayesinde "arındırılmış olarak" buharlaşır. Buhar atmosferde yoğunlaşıp bulut halini alır, sonra da yağış şeklinde Dünya yüzeyine tekrar geri döner. Örneğin bir yılda Dünya'nın ekvator bölgesinden yaklaşık altıiyedi yüz milyon ton suyun buharlaşıp havaya yükseldiği, burada kuzey ve güney kutup bölgelerinin yakınlarına taşındığı, sonra da yağmur yoluyla temiz su olarak yeniden denizlere döndüğü hesaplanmıştır. Bahsettiğimiz bu dönüşüm olmamış olsaydı, yani su buharlaşıp yeryüzüne geri döneceğine yok olsaydı hiç kuşkusuz bu durum canlılığın sona ermesi için yeterli bir sebep olurdu. Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yeryüzündeki saymakla bitiremeyeceğimiz çeşitlilikteki bitkiler, milyonlarca yıldır ne zaman, ne yapmaları gerektiğini tohumlarında saklı program sayesinde bilmekte ve unutmadan, yanılmadan bu programı uygulamaktadırlar. Hiçbir zaman bir kiraz çekirdeğinden şeftali ağacı çıkmamış, limon ağacına ait bir tohumdan çilek gelişmemiştir. Beyni, gözü, aklı olmayan bir tahta parçasının böylesine kusursuz işleyen bir programı kendi kendisine uyguluyor olması elbette ki imkansızdır. Milyonlarca yıldır kusursuzca devam eden bu sistemin tesadüflerin başarısı (!) olduğunu düşünmek ise akıl sahibi herkesin gülünç bulacağı bir hayaldir. Bitkileri yaratan Allah'tır. "Bir meşe palamutu ayçiçeğine değil de meşe ağacına dönüşmesi gerektiğini nasıl biliyor?... Yaklaşık 40 yıl önce biyologlar canlı organizmalarda bilginin önemli bir rol oynadığını öğrenmeye başladıklarında biyoloji bilimi de çok önemli bir mesafe almış oldu. Organizmada ona nasıl işlev görmesi, nasıl büyümesi, nasıl yaşaması ve nasıl üremesi gerektiğini söyleyen bilginin yerini keşfettik. Bilgi bitkinin içerisinde olduğu gibi tohumun içerisinde de mevcuttur. Tavuğun içerisinde olduğu gibi yumurtanın içerisinde de mevcuttur. Yumurta bilgiyi tavuğa geçirir, tavuk yumurtaya, bu böyle sürer gider." (Dr. Lee Spetner, Not By Chance, Shattering The Modern Theory of Evolution, sf. 23) Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Bitkilerin içinde bazı atomlar biraraya gelerek bileşikler meydana getirirler ve bunun sonucunda birbirinden güzel kokular üretilir. Üstelik bu üretim dünyanın dört bir yanında aynı şekilde oluşur. Sözkonusu bileşikteki en küçük bir değişiklik, örneğin bir atomun sayısındaki farklılık kokuyu tamamen değiştirebilir veya tamamen ortadan kaldırabilir. Ancak, hiçbir zaman formül bozulmaz, bitkilerdeki koku laboratuvarlarında hiç hata yapılmaz. Bu mükemmellik sayesinde dünyanın her yerinde aynı çiçeklerden aynı kokuyu alırız. Koku üretiminde çok ince hesaplar söz konusudur. Bu işlem sırasında kompleks yapılı moleküller ortaya çıkar. Örneğin güller koku üretimi için 3 ile 10 arası miktarda bileşik kullanırlar, beyaz frezya 10, nilüfer ise 6 bileşik kullanan bitkilerdendir. Bu konuda eğitim almamış insanların formülünü çözmekte zorlanacağı hatta çözemeyeceği kimyasal bileşikler, bitki tarafından ancak mikroskopla görülebilecek bir alanda üretildiği gibi, her bitki ayrı bir koku ve kimyasal formül kullanır. Koku uzmanları ise birbirinden farklı, güzel kokular üretmek için uzun yıllar emek verirler. Bitkilere, ancak kimya mühendislerinin sahip olabileceği bu şuuru, aklı ve bilgiyi veren nedir? Koku laboratuvarlarından çok daha başarılı olan bitkiler Allah'ın yaratma sanatını gözler önüne seren delillerdendir. Ünlü evrimci paleontolog Niles Eldredge itiraf ediyor: "Aslında tüm biyolojik dünyada gördüğümüz düzen için tek alternatif açıklama özel yaratılıştır." (Niles Eldredge, Time Frames: The Rethinking of Darwinian Evolution and the Theory of Punctuated Equilibria, New York: Simon &Schuster, 1985, s. 29) Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Birçok balina ve yunus, deniz dibindeki karanlık bölgelerde bir tür doğal "sonar" kullanarak avlanır. Özellikle dişi balinalar ses dalgaları aracılığıyla "görebilir". Ses dalgaları, aynı görmede olduğu gibi, odaklanır ve bir noktaya gönderilir. Geriye dönen dalgalar, hayvanın beyninde analiz edilir ve yorumlanır. Bu yorum, hayvana karşısındaki cismin biçimini, büyüklüğünü, hızını ve konumunu açıkça belli eder. Bu canlılardaki sonik sistem inanılmaz derecede hassastır. Örneğin bir yunus suya atlayan bir kişinin "içini" de algılayabilir. Ses dalgaları yön bulmanın yanı sıra haberleşme için de kullanılır. Birbirinden yüzlerce kilometre uzaktaki iki balina ses kullanarak anlaşabilir. Bu hayvanların haberleşmek ve yön bulmak için çıkarttıkları sesi nasıl ürettikleri sorusu hala büyük oranda cevapsızdır. Ancak bilinenler arasında, yunusun vücudundaki çok şaşırtıcı bir ayrıntı dikkat çeker: Hayvanın kafatası yapısı, beyni bile tahrip edecek kadar sürekli ve şiddetli bir biçimde yaydığı ses bombardımanından korunmak için ses yalıtımlıdır. Şimdi tüm bunların üzerinde düşünelim. Deniz memelilerinin sahip oldukları tüm bu şaşırtıcı özellikler, evrim teorisinin yegane iki mekanizması, yani mutasyon ve doğal seleksiyon kanalıyla oluşmuş olabilirler mi? Hangi mutasyon bir yunusun bedenine sonar sistemi yerleştirebilir ve sonra da hayvanın beynini sonardan korumak için kafatasını ses yalıtımlı hale getirebilir? Elbette şuursuz süreçlerin, tesadüflerin eseri olarak böyle bir tasarımın gerçekleştirmesi mümkün değildir. Tüm bunlar Yüce Allah'ın eseridir. Bal arıları diğer bütün canlılar gibi kendi türlerine özgü davranışlara sahiptirler. Bu davranışlar evrimciler açısından çıkmazlarla doludur. Örneğin evrimciler peteklerin yapısı, on binlerce arının aynı kovanda yaşamasını sağlayan kusursuz iletişim gibi konulara "içgüdü" kavramıyla açıklık getirmeye çalışırlar. Oysa Charles Darwin, Türlerin Kökeni kitabında sorduğu bir soru ile, kurucusu olduğu teorinin içgüdü iddiaları konusunda içine düştüğü çelişkiyi şöyle vurgulamaktadır: ...Içgüdüler Doğal Seçme'yle kazanılabilir veya değişikliğe uğratılabilir mi? Arıyı, ibüyük matematikçilerin buluşlarından çok öncedeni petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz? (Charles Darwin, Türlerin Kökeni, s. 186) Kelebeklerin her iki kanadında aynı renk tonu ve aynı desen, aynı yerde mevcuttur. Herşeyin tesadüfler sonucunda ortaya çıktığını iddia eden evrim teorisi, kelebek kanatlarında olduğu gibi doğada sergilenen sanat, renk çeşitliliği ve simetri gibi örnekler karşısında tam bir çıkmaz içindedir. Charles Darwin bu konuda içine düştüğü çelişkiyi şöyle ifade etmiştir: Parlak renklilik..., parlak dişi kelebekler, bu güzelliğin doğal seleksiyonun kontrolü altında gerçekleştiğini düşünemiyorum. (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Vol.ıı, s. 305) Eski bir evrimci profesör olan Gary E. Parker da idiğer pek çok bilim adamı gibii paleontoloji ve biyoloji alanında yaptığı çalışmaların sonunda bilimin evrimi yalanladığı sonucuna varmış ve türlerdeki çeşitlilik karşısındaki samimi düşüncelerini şöyle dile getirmiştir: "Canlılarda ne kadar inanılmaz bir çeşitlilik var, hem türlerin kendi içinde gösterdiği farklılıklar hem de muazzam sayıdaki değişik türler. Çoğumuz renkte, şekilde, boyutta, özellikte, fonksiyonda gördüğümüz bu çeşitlilik karşısında saygı dolu bir korku, haşyet hissediyoruz. Neden bu kadar çok çeşit mevcut?" (http://www.icr.org/pubs/imp/impi008.htm; ımpact no. 88, Yaratılış, Seleksiyon ve Çeşitlilik, Gary E. Parker, ıCR, October 1980) Hayvanlar arasında görülen fedakarlıklar, Darwinizm'in en önemli çıkmazlarından birini oluşturur. Çünkü Darwinizm doğada kıyasıya bir mücadele olduğunu, güçlü olanın zayıfları her zaman ezeceğini öne sürerken, canlılar bu iddiaları yalanlayan pek çok davranış sergilemektedirler: Birbirlerini tehlikelerden korur beslerler, temizler tedavi ederler, birbirlerine yuva hazırlarlar... Hatta kimi zaman kendi canlarını dahi bir diğeri için feda edebilirler. Bu durum evrimciler açısından tam bir çıkmazdır. Darwin bu çıkmazı şöyle ifade eder: "Birçok içgüdü o kadar harikadır ki büyük ihtimalle gelişimleri okuyucuya teorimin tamamını yıkmak için yeterli bir engel olarak gözükecektir." (Animal Mind, sf. 22, [Charles Darwin, Türlerin Kökeni, 1859]) Bir evrimci yayında canlılardaki fedakarlık örnekleri konusunda yaşanan sıkıntı şöyle dile getirilir: "Sorun, canlıların niye birbirlerine yardım ettikleridir. Darwin'in teorisine göre, her canlı kendi varlığını sürdürmek ve üreyebilmek için bir savaş vermektedir. Başkalarına yardım etmek, o canlının sağ kalma olasılığını azaltacağına göre, uzun vadede evrimde bu davranışın elenmesi gerekirdi. Oysa canlıların özverili olabilecekleri gözlenmiştir." (Bilim ve Teknik Dergisi, sayı: 190, s. 4) Evrim teorisinin kurucusu Charles Darwin, teorisini geçersiz kılan canlılardaki mükemmellikleri görmekten duyduğu sıkıntıyı şöyle dile getirir: "Gözü düşünmenin beni titrettiği günleri hatırlıyorum. Ama şimdi bu şikayetlerimin üstesinden geldim. şimdi bu yapının küçük önemsiz parçaları beni genellikle oldukça rahatsız ediyor. Bir tavus kuşunun tüyü ise, ne zaman baksam beni hasta ediyor. (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.ıı, s. 90 ) Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Evrimci bilim yazarı Roger Lewin: "Fiziksel anlamda, insanın evrimi hakkındaki herhangi bir teorinin, güçlü çeneleri ve iri kesici dişleri olan ve bizden dört kat hızlı koşan maymun benzeri bir atanın nasıl yavaş yavaş, iki ayaklı bir hayvana dönüştüğünü açıklaması gerekir. Bu güçlere aklı, konuşmayı ve ahlakı ekleyin, bunların hepsi evrim teorisine baş kaldırmaktadır." (John Peet, The True History Mankind, http://www.mesozoic.demon.co.uk/mankind.htm) İnsan, bilinçli, irade sahibi, düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, karar verebilen, muhakeme yapabilen bir varlıktır. Tüm bu özellikler Allah'ın insanı ruh sahibi kılmasının bir sonucudur. Ancak evrimcilerin iddialarına göre ülkeleri için politik, sosyal, ekonomik kararlar alan başarılı başarısız, gelmiş geçmiş tüm devlet adamları da tesadüflerin yönettiği (!) hayali mekanizmalar sonucu var olmuşlardır. Bu iddianın imkansızlığını Darwin de fark etmiş ve kitabında şöyle demiştir: "Son iki bölümde, insanın, vücut yapısında aşağı bir biçimden türediğinin izlerini taşıdığını gördük, ama insan zihin gücü bakımından bütün öbür hayvanlardan öylesine farklıdır ki, varılan bu sonuçta bir yanlışlık olabileceği ileri sürülebilir." (Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, Onur Yayınları, Nisan 1995, s.85) Tesadüfen biraraya gelen şuursuz ve cansız atomlar düşünemezler, fizik kanunlarını bilemezler, matematiksel hesaplar yapamazlar, mühendis olup tonlarca suyu tutan dayanıklı barajlar, devasa gökdelenler inşa edemezler, bilgisayar kullanamazlar, piyano çalıp, hoşa giden besteler yapamazlar. Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 DARWINİZM FORMÜLÜ: Zaman + Çamur + Tesadüf ? İnsan Evrimcilere göre milyonlarca yıl önce yeryüzünde mevcut olan çamurlu sulardan tesadüflerin yardımı ile insan meydana gelmiştir. İnsan beynini, aklını, düşünme kabiliyetini, muhakeme ve hafıza gücünü ve daha binlerce maddi manevi özelliğini şekillendiren, evrimcilere göre bu üç gücün biraraya gelmesidir. Bu durumda evrimciler, söz konusu 3 gücü "ilah" olarak kabul etmekte ve bu sahte ilahın zaman içinde teleskopla gökyüzünü inceleyen, fiber optik kablolar üreten, bilgisayar kullanan, gelişmiş teknoloji ile robotlar yapan, hologram görüntüler elde eden, cep telefonu icat eden insan zekasını oluşturduğuna inanmaktadırlar. Paul Davies (Avustralya'daki Adelaide Üniversitesinden ünlü matematiksel fizik profesörü): Eğer doğanın derinliklerinde gerçekleşen işlerin kompleksliği, dünyanın en zeki beyinleri tarafından bile zor anlaşılıyorsa, bu işlerin sadece birer kaza, birer kör tesadüf eseri olduğunu nasıl düşünebiliriz? (Paul Davies, Superforce, New York: Simon and Schuster, 1984, s. 243) Bir insan bir tablo gördüğünde, hemen bu tabloyu yapan yetenekli, tecrübeli, bilgili bir ressamın varlığını anlar. Ressamı görmese bile varlığından asla şüphe duymaz. Hiç kimse bu tablonun boyaların tesadüfen tual üzerine dökülmesi ile oluştuğunu iddia etmez. Bu tabloları beğenen kişi ise, övgü ve takdirlerini bu tablolara değil, bunların mimarına, ressamına iletir. Çevremizde gördüğümüz tüm güzellikler, onların yaratıcısı olan Allah'a aittir. Övgüye ve şükre layık olan ise sadece Rabbimiz olan, her yarattığını benzersiz yaratan Allah'tır. Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Uçakla büyük bir şehre iniş yaparken aşağıda görünen manzara son derece çarpıcıdır: Birbiriyle planlı bir şekilde kesişen sokaklar, caddeler, anayollar, yolların kenarında düzgün bir biçimde sıralanmış binalar, fabrikalar, farklı farklı tesisler, şehri bir ağ gibi saran enerji ve haberleşme hatları, yaklaştıkça daha çok belirginleşen pekçok detay ve şehrin her noktasında aralıksız devam eden bir hareketlilik... Özellikle uçağa ilk binen bir kimse insan zekasının ve emeğinin ürünü olan bu düzenli, planlı ve aynı zamanda karmaşık şehrin görünümü karşısında etkilenmeden edemez. Bu görünümden etkilenen insan, eğer kendi vücudundaki milimetrenin 100'de biri büyüklüğündeki hücrelerden birini bu şehrin boyutlarında büyütebilme imkanı olsaydı, göreceği manzara karşısında hayretler içinde kalacaktı. Çünkü, şehirle aynı karmaşıklıkta bir düzen, çok ince tasarlanmış bir plan ve bitmek tükenmek bilmeyen bir faaliyetle karşılaşacaktı. İnsanoğlunun Karşılaştığı En Kompleks Yapı... Gerçekten de mikroskobik bir canlı hücresi, çalışma sistemleri, enerji üretimi, haberleşmesi, ulaşımı ve yönetimiyle, büyük bir şehirle eşit düzeyde bir tasarıma ve kompleksliğe sahiptir. İnsanoğlu içinde yaşadığı şehri kendisi imar etmiştir ancak, kendi vücudunu meydana getiren ve herbiri birer yaratılış mucizesi olan yaklaşık 100 trilyon hücrenin hiçbirinin oluşumuna ve gelişimine katkısı olmamıştır. Katkısı olmadığı gibi, bedeninin mikroskobik boyutlarında her saniye gerçekleşen milyonlarca işlemin farkında bile olmadan yaşamını sürdürür. Binaların yapıtaşı olan tuğlaların görevini hücrede pekçok sayı ve çeşitteki proteinler görür. Şehrin binalarındaki tuğlalar genelde birkaç çeşitten fazla değildir, fakat canlı hücresinin yapıtaşı olan proteinlerin binlerce çeşidi vardır. Bu proteinlerin herbiri kendinden çok daha küçük moleküllerin yüzlerce, kimi zaman binlercesinin özel bir sayı, çeşit ve sıralamada dizilmeleriyle meydana gelir. Proteinler hücrenin ve hücrenin içindeki binlerce organelin yapıtaşlarıdır. Hücredeki organel adı verilen bu küçük parçacıklar şehirdeki binaların karşılığıdır. Organellerin kimisi hücrenin ve tüm vücudun yaşamı için gerekli olan proteinlerin ve proteinlerden oluşan enzimlerin, hormonların üretildiği fabrikaları oluşturur; kimisi hücrenin pekçok karmaşık faaliyetinde gereken enerjinin üretildiği santrallerdir; kimisi dışarıdan gelen hammaddeleri hücrede kullanılacak biçimde ayrıştıran gelişmiş laboratuvar ve rafinerilerdir; kimisi de depolama işlemlerinde kullanılır. Bunların yanısıra hücrede, bir bölgeden diğerine hammaddeleri ve ürünleri nakleden içiçe geçmiş ulaşım ağları, boru hatları ve taşıma sistemleri bulunur. Hücrenin merkezinde yer alan çekirdekte, sağlam koruma altına alınmış bir bilgi bankası bulunur. Bu bilgi bankası hem bu hücrenin hem de vücuttaki diğer tüm hücrelerin yapıları ve ihtiyaçları hakkındaki her türlü bilgiyi içerir. DNA adı verilen bu bilgi bankası milyarlarca şifreyi barındıran dev, kompleks bir moleküldür. DNA molekülündeki bilgi kapasitesi, herbiri 500 sayfalık yaklaşık 900 cilt kitap içeren bir kütüphaneyle eşdeğerdir. Her hücre vücuttaki görevine ve faaliyetlerine göre bu bilgi bankasından gerekli olan bölümü kullanır. Hücre, içindeki tüm organeller, sistemler, hücrenin sıvısı ve malzemeleriyle birlikte, hücre zarı adı verilen bir zar tarafından çevrelenir. Fakat bu hiç de öyle basit bir zar değildir. Hücreyi birarada tutması, hücrenin güvenliğini sağlamasının yanı sıra bu zarın akıllı ve bilinçli bir şekilde karar verme yeteneği vardır. Zarın üzerinde bulunan ve adeta bir bilgisayar hassasiyetinde işlem gören uzmanlaşmış hücre zarı proteinleri her an hücrenin içindeki ihtiyaçlar, fazlalıklar, ve hücrenin dışındaki gerekli veya zararlı maddeler hakkında bilgi edinir ve buna göre hücrenin içine alınacak veya dışına gönderilecek malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yaparlar. Hücre zarının bu akıllara durgunluk veren bilinçli hareketleri bilim adamlarını yaşayan en küçük canlı biriminin hücre değil, belki hücre zarı olabileceği düşüncesine yöneltmiştir. Yağ ve protein moleküllerinden meydana gelmiş br katman olan hücre zarının bu tür akılcı hareketlerinin ve bilinçli kararlarının kendisinden kaynaklanmadığı açıktır. Bu durum yalnızca hücre zarı değil, hücredeki tüm organeller için geçerlidir. Bunlar, değil düşünecek, karar verecek bir beyne, bir sinir sistemine bile sahip olmadıkları halde kendilerinden beklenmeyecek türden karmaşık işleri başarırlar, ince hesaplar yapar, hayati kararlar alırlar. Çünkü, bunların herbiri yalnızca kendilerini kusursuzca yaratan ve hayatta tutan Allah'ın ilham ettiği emirleri yerine getirmektedir. Bu ilahi kural Talak suresinin 12. ayetinde şöyle belirtilmektedir: Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. Buraya kadar hücrenin içindeki belli başlı yapıları ve sistemleri en kaba hatlarıyla özetledik. Gerçekte, hücrenin her fonksiyonu ayrı birer kitap konusu olan ayrıntılar ve karışık işlemler içerir. Yalnızca tek bir proteinin üretilmesi bile son derece kompleks işlemlerin gerçekleştiği, pekçok enzimin birbiriyle uyumlu ve bağlantılı olarak çalıştığı, sayısız ara aşamalardan, organizasyonlardan oluşan bir olaylar zinciridir. Hücrenin içindeki binlerce küçük organel her saniye binlerce karmaşık işlem gerçekleştirir. Bu işlemler sırasında her an binlerce enzim görev yapar, bütün organeller birbirleriyle kusursuz bir uyum ve işbirliği içinde çalışır, hiçbiri bir diğerinin faaliyetini engellemez. Bu organeller sahip oldukları mikroskobik boyutlara rağmen herbiri en az bir fabrika ya da laboratuvar kadar kompleks ve özelleşmiş yapılara sahiptir. Tüm bu özelliklerinden dolayı hücre, bilim dünyasının ortak kanaatiyle, insanoğlunun bugüne kadar karşılaştığı en kompleks yapı ünvanını taşımaktadır. Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Evrim Teorisi'nin En Karanlık Noktası... Halen keşfedilmemiş pekçok sırrı içinde barındırmayı sürdüren hücre, evrim teorisinin en büyük açmazını oluşturur. Neden mi? Çünkü evrim teorisi canlıların Allah tarafından yaratıldığı gerçeğini inkar eden bir felsefeden yola çıktığı için, bu gerçeğin yerine öne sürecek uydurma bir model bulmak zorunda kalmıştır. Bulduğu uydurma model ise tesadüflerdir. Dolayısıyla evrim, canlılığın en temel yapıtaşı olan hücrenin var oluşunu da ancak bu tesadüf modeliyle açıklamak durumundadır. Oysa, az önce yapısı ve özellikleri hakkında sadece başlıklar halinde verdiğimiz birkaç örnek dahi hücrenin hiçbir tesadüf ve rastlantıyla açıklanamayacak mükemmellikte, üstün ve kusursuz bir yaratılış mucizesi olduğunu ortaya koymaya yeterlidir. Zaten Allah'ın sonsuz aklı ve bilgisi karşısına "tesadüf" gibi bir alternatifle çıkan evrim teorisi daha en başından yenilmiş ve küçük düşmüş bir iddia olarak yola çıkmaktadır. Bu durumun evrim teorisi için çok büyük bir çıkmaz olduğunun evrimciler de farkındadırlar. Nitekim ünlü Rus evrimci bilim adamı Alexander I. Oparin, Origin of Life isimli kitabında bu kaçınılmaz gerçeği, "maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı teşkil etmektedir” şeklinde ifade etmektedir. Canlı bir hücrenin yaşamını sürdürebilmesi ve işlevlerini yerine getirebilmesi için bütün parçacıklarının ve sistemlerinin kusursuz ve eksiksiz olarak birarada ve yerli yerinde bulunması şarttır. Tek bir organeli dahi eksik ya da tamamlanmamış olan bir hücrenin hayatta kalması ve çoğalarak neslini sürdürmesi mümkün değildir. Örneğin yalnızca mitokondrileri eksik olan bir hücre enerji üretemez ve hiçbir fonksiyonunu yerine getiremeyerek anında ölür; veya proteinlerin üretildiği ribozom adındaki organel bulunmasa, hücre kendini yenileyemez ve çok kısa bir sürede yok olur. Çekirdekteki DNA molekülü eksik olsa hücre tek bir proteinin üretim bilgisine bile sahip olamayacağı için bunları üretemez. Mesajcı-RNA molekülü eksik olsa DNA'daki bilgi ribozomlara aktarılamayacağı için yine protein üretimi gerçekleşemez. Taşıyıcı-RNA molekülü olmasa ribozomlara protein sentezi için gerekli olan amino asit molekülleri taşınamaz. Hücre içi hammaddelerin ve organellerin yüzdüğü sitoplazma diğer bir deyimle hücre sıvısı olmasa hücre hiçbir işlevini gerçekleştiremez. Hücre zarı olmasa zaten hücre diye bir kavram olmaz. Bu örneklerdeki gibi, hücrenin her türlü parçasının eksikliği hücrenin ya hiç varolmamasına ya da varlığını sürdüremeden ve çoğalamadan yok olup gitmesine sebep olur. Bu nedenlerle, eğer hücre evrim sonucu meydana gelmiş olsaydı, milyonlarca parçasının tesadüflerle aynı anda ve aynı yerde birarada oluşmuş olması, bunların da hiç vakit kaybetmeden belli bir plan ve tasarım içinde birleşmesi gerekirdi. Ancak akli dengesi yerinde olan hiçbir insan böyle bir olayın tesadüflerle gerçekleştiği gibi bir iddiada bulunamaz. Laboratuvarlarda Bile Üretilemiyor... İngiliz matematikçisi Sir Fred Hoyle, kendisi de bir evrimci olmasına rağmen, 12 Kasım 1981 tarihli Nature dergisinde yer alan bir açıklamasında, tesadüfler sonucu hücre gibi kompleks bir yapının meydana gelmesiyle, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 oluşmasının aynı ihtimale sahip olduğunu belirtmiştir. Evrimciler çaresiz bir inatla, canlılığın ilkel dünya ortamında tesadüfler sonucu meydana gelen bir canlı hücreyle başladığını savunurlar. Oysa, ilkel dünya şöyle dursun, günümüzün en ileri teknolojiye sahip laboratuvarlarında bile canlı bir hücre yapay olarak üretilememiştir. Olabilecek en kontrollü ortamda, her türlü imkan ve teknoloji kullanılarak, zeki ve bilinçli bilim adamlarının başaramadığı bir işi, ilkel dünya ortamının kontrolsüz doğal şartlarının, fırtınanın, yağmurun, çamurun, yıldırımların başardığını savunmak gerçekten de evrim teorisinin içine düştüğü aczin ve ümitsizliğin çok güzel bir göstergesidir. Böyle bir düşüncenin hiçbir bilimsel ya da mantıklı yaklaşımla ilgisi yoktur. En basit ihtimal hesapları, en bilinen fizik ve kimya kanunları bile, değil canlı bir hücrenin o hücrenin yapıtaşı olan proteinlerden tek bir tanesinin bile tesadüfler sonucu oluşamayacağını bilimsel olarak kanıtlamıştır. Bu durumda, gelmiş geçmiş milyonlarca canlı türünün varlığına ve çeşitliliğine gerçek-dışı senaryolar üretmeye çalışan evrim teorisinin daha canlılığın ilk ortaya çıkışı aşamasında tıkandığı ve daha fazla ileri gitme şansının kalmadığı çok iyi anlaşılmalıdır. Henüz hücrenin hatta hücreyi meydana getiren proteinlerin, hatta proteinleri meydana getiren amino asitlerin dahi meydana gelişini açıklayamayan bir teorinin canlılığın diğer safhaları hakkında ahkam kesmesi son derece gülünç bir tutumdur. Sonuçta canlılığın en küçük parçasının dahi tesadüfler sonucu ortaya çıkması mümkün değildir. Tüm canlılar, cansız varlıklar da dahil olmak üzere, Alemlerin Rabbi olan Allah tarafından yaratılmışlardır ve O'nun üstün kudret, ilim ve sanatının birer eseridirler. Bir sonraki sayımızda, hücrenin derinliklerine inerek hücrenin yapıtaşı olan proteinlerin kompleks yapı ve işlevlerini ele alacak, evrim teorisinin bu konudaki çaresizliğine de tanık olacağız. DARWİN ZAMANINDAKİ İLKEL BİLİM DÜZEYİ Darwin döneminde bilim dünyası, hücrenin yapısı ve fonksiyonları hakkında son derece yüzeysel bir bilgiye ve anlayışa sahipti. O dönemin ilkel mikroskopları altında canlı hücresi basit bir leke gibi görülüyordu. Bu nedenle, hücrenin doğal şartlarla, kendi kendine kolayca oluşabileceği gibi batıl bir zihniyet hakimdi. İşte Darwin böyle batıl bir zihniyetten yola çıkarak evrimci düşüncelerini ortaya atma cesareti buldu. Eğer Darwin elektron mikroskobu gibi bir teknolojiye sahip olsaydı, hücredeki ve hücrenin organellerindeki akıl almaz karmaşıklığa bizzat şahit olacaktı. İçiçe geçmiş böyle muhteşem bir sistemin, kendi iddia ettiği gibi, küçük küçük değişimlerle meydana gelemeyeceğini gözleriyle görecekti. Eğer biyomatematik gibi bir bilim dalından haberi olsaydı, değil hücrenin, tek bir protein molekülünün bile rastlantı ve tesadüflerle oluşamayacak kadar kompleks yapılar olduğunu anlayacaktı. Darwin’in, varsayımlarını öne sürdüğü dönemde "genetik", "mikrobiyoloji", "biyomatematik" gibi bilim dallarının daha hiçbiri ortada yoktu. Sözünü ettiğimiz bilimler eğer Darwin’in bu tezinden daha önce keşfedilmiş olsaydı, Darwin, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu görecek ve böyle anlamsız bir iddiaya kalkışmayacaktı. İşte tüm canlılığın ilkel dünya şartlarında rastlantılar eseri oluşan bir canlı hücreyle başladığı safsatasını öne süren evrim teorisi bu ilkel bilim anlayışı altında ortaya atıldı. Kısa bir süre sonra, gelişen bilim ve teknolojiyle, teorinin bütün tezlerinin bilimsellikten çok uzak gerçek-dışı iddialar oldukları birer birer ortaya çıksa da iş işten geçmişti. Çünkü yıllar öncesinden sırtlarını bu teoriye dayamış ve bu teoriyle kendilerine sözde bilimsel bir geçerlilik sağlamak isteyen ideolojik çevrelerin artık bu teoriden vazgeçme şansları kalmamıştı. Buna hiç niyetleri de yoktu. Bu nedenle teori her ne pahasına olursa olsun sayısız yalan, çarpıtma, sahtekarlık, aldatmaca, göz boyama, telkin, beyin yıkama yöntemiyle yamanmaya ve ayakta tutulmaya çalışıldı. Bu boşa gayret, bugün de kaçınılmaz sonuna doğru umutsuz çırpınışlarla süregitmektedir. Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 DARWINİZM, DNA'DAKİ BİLGİLERİN KÖKENİNİ VE HER TÜRDE FARKLI OLUŞUNU AÇIKLAYAMAZ Evrimciler DNA'nın ilk olarak nasıl ortaya çıktığı konusuna kesinlikle bir açıklama getiremezlerken, DNA konusunda çıkmaza girdikleri önemli bir nokta daha vardır: Balıklar, sürüngenler, böcekler, bitkiler, kuşlar veya insanlar nasıl olup da, farklı DNA'lara, farklı genetik bilgilere sahip olabilmişlerdir? Evrim teorisi, bu soruya cevap olarak, DNA'daki bilgilerin zaman içinde gerçekleşen tesadüflerle arttığını ve çeşitlendiğini ileri sürerler. Sözünü ettikleri tesadüfler "mutasyon"lardır. Mutasyon DNA'da radyasyon ya da kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen değişikliklerdir. Bazen bir radyoaktif ışınım DNA zincirine isabet eder ve oradaki bir veya birkaç basamağı tahrip eder ya da yerini değiştirir. Evrimcilere göre, canlılar, tek bir DNA'nın, bu mutasyonlar (yani kazalar) sonucunda farklılaşması ile bugünkü mükemmel hallerine ulaşmışlardır. Bu iddianın akıl dışı olduğunu göstermek için, DNA'yı yine bir kitaba benzetelim. DNA'nın bir kitapta olduğu gibi yanyana dizilmiş harflerden oluştuğunu söylemiştik. Mutasyonlar, bu sitenın yazılımı sırasında meydana gelen harf hatalarına benzerler. İsterseniz bu konuda bir deney yapalım. Kalın bir dünya tarihi kitabının baştan sona bilgisayara yazılmasını isteyelim. Bu iş yapılırken de bir kaç kez dizgiye müdahale edelim ve dizgiyi yapan kişiye tuşlardan birine gözü kapalı ve rastgele basmasını söyleyelim. Bu şekilde yazılmış olan harf hatalı metni, bir başkasına verip yine aynı şeyi yaptıralım. Bu yöntemle kitabı birkaç bin kez baştan aşağı yazdıralım, her seferinde metne rastgele birkaç harf hatası ekleyerek... Acaba tarih kitabı bu yöntemle gelişir mi? Örneğin daha önce kitapta var olmayan "Eski Çin Tarihi" gibi bir bölüm oluşabilir mi? Elbette ki kitaba eklediğimiz harf hataları kitabı geliştirmez, aksine tahrip eder, anlamını bozar. Hatalı kopyalama işlemini ne kadar artırırsak, o kadar bozuk bir kitap elde ederiz. Ama evrim teorisinin iddiası, "harf hatalarının bir kitabı geliştirdiği" yönündedir. Evrime göre DNA'da meydana gelen mutasyonlar (hatalar) birikerek tesadüfen faydalı sonuçlara yol açmış, örneğin canlılara göz, kulak, kanat, el gibi kusursuz organları; düşünmek, öğrenmek, mantık yürütmek gibi şuur gerektiren özellikleri kazandırmıştır. Kuşkusuz bu iddia, biraz önce söz ettiğimiz, bir dünya tarihi kitabına harf hatalarının birikmesi sonucu "Eski Çin Tarihi" bölümü eklenmesinden bile daha akıldışıdır. (Kaldı ki doğada, hata yapan dizgici örneğinde olduğu gibi düzenli olarak mutasyonlar meydana getiren bir mekanizma yoktur. Doğadaki mutasyonlar bir kitabın yazımı sırasında meydana gelebilecek harf hatalarından çok daha nadir oluşurlar.) Evrim teorisinin canlılığın kökeni hakkında getirmeye çalıştığı her türlü "açıklama" işte bu denli akıl ve bilim dışı iddialardır. Bu gerçeği kabul eden açık sözlü otoritelerden biri, Fransız Bilimler Akademisi'nin eski başkanı olan ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé'dir. Grassé de bir evrimcidir, ancak Darwinist teorinin canlılığı açıklayamadığını savunmakta ve Darwinizm'in temelini oluşturan "tesadüf" mantığı hakkında şunları söylemektedir: Şanslı mutasyonların havyanların ve bitkilerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladığına inanmak, gerçekten çok zordur. Ama Darwinizm bundan fazlasını da ister: Tek bir bitki, tek bir hayvan, binlerce ve binlerce tam olması gerektiği şekilde faydalı tesadüflere maruz kalmalıdır. Yani mucizeler sıradan bir kural haline gelmeli, inanılmaz derecede düşük olasılıklara sahip olaylar kolaylıkla gerçekleşmelidir. Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir.6 Gerçekten de, cansız maddelerin kendi kendine bir araya gelip DNA gibi muhteşem sistemlere sahip canlıları oluşturduğunu iddia eden evrim teorisi, bilime ve akla tamamen aykırı olan bir hayalciliktir. Tüm bunlar bizi apaçık bir sonuca götürür. Yaşamın bir planı (DNA) olduğuna ve tüm canlılar bu plana göre yapıldıklarına göre, açıktır ki bu planı ortaya çıkaran üstün bir Yaratıcı vardır. Yani tüm canlılar, sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah tarafından yaratılmışlardır. EVRİMCİLERDEN DNA İTİRAFLARI DNA gibi olağanüstü bir tasarıma sahip bir molekülün nasıl ortaya çıktığı sorusu, buraya kadar incelediğimiz gibi evrimcilerin binlerce çıkmazından biridir. Tüm canlılığı "tesadüf" cevabıyla açıklamaya kalkan evrim teorisi, DNA'da özenle ve kusursuzca kodlanmış bulunan olağanüstü bilginin kaynağını asla izah edememektedir. Kaldı ki konu DNA zincirinin nasıl ortaya çıktığı sorusundan ibaret değildir. Çünkü DNA zinciri, daha önce de belirttiğimiz gibi, içindeki olağanüstü bilgi kapasitesi ile birlikte var olsa bile, bu tek başına hiçbir şeye yaramamaktadır. Canlılıktan söz edilebilmesi için, mutlaka bir de bu DNA zincirini okuyan, kopyalayan ve bu kopyalara göre proteinler üreten enzimlerin bulunması gerekir. (Enzimler hücrede belirli görevler üstlenmiş ve bunları bir robot titizliğinde yerine getiren büyük moleküllerdir.) Yani canlılıktan söz edilmesi için, hem DNA adı verdiğimiz bilgi bankasının hem de bu bankadaki bilgileri okuyarak üretim yapacak makinaların var olması gerekmektedir. İşin daha da ilginç yanı ise, DNA'yı okuyup ona göre üretim yapan enzimlerin kendilerinin de yine DNA'daki şifrelere göre üretilmeleridir! Yani hücrenin içinde öyle bir fabrika vardır ki, bu fabrika hem çok çeşitli ürünler üretmekte, hem de bir taraftan bu üretimi yapan robot ve makinaları da inşa etmektedir. Tek bir noktasında eksiklik olsa işe yaramayacak olan bu sistemin nasıl ortaya çıktığı sorusu, evrim teorisini tek başına yıkmaya yeterlidir. Alman evrimci Douglas R. Hofstadter, bu soru karşısındaki çaresizliklerini şöyle itiraf etmektedir: Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (enzimler ve diğer moleküler yapılarla) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor.7 Bir başka evrimci otorite, dünyaca ünlü moleküler biyolog Leslie Orgel, bu konuda biraz daha açık sözlü davranmaktadır: Son derece kompleks yapılara sahip olan enzimlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla İNSAN, YAŞAMIN KİMYASAL YOLLARLA ORTAYA ÇIKMASININ ASLA MÜMKÜN OLMADIĞI SONUCUNA VARMAK ZORUNDA KALMAKTADIR.8 "Hayatın kimyasal yollarla ortaya çıkması imkansız" demek, "hayatın kendi kendine oluşması imkansız" demektir. Bu gerçek, canlılığın bilinçli bir biçimde yaratıldığının açık bir ispatıdır. Ancak evrimciler açık delillerini gördükleri bu gerçeği, sırf ideolojik nedenlerle kabul etmezler. Sırf Allah'ın varlığını kabul etmemek için, imkansız olduğunu kendilerinin de bildiği saçma senaryolara inanırlar. Bir başka evrimci Caryl P. Haskins ise DNA şifresinin tesadüfen oluşmasının imkansızlığını ve bu gerçeğin Yaratılış için güçlü bir delil olduğunu şöyle ifade eder: Biyokimyasal genetik düzeyinde evrime ait en kapsamlı sorular hala cevaplandırılmamıştır. Genetik şifre ilk kez nasıl ortaya çıkmıştı ve nasıl evrimleşmişti? Bugün yaşayan tüm organizmalarda hem DNA'nın replikasyonu hem de DNA şifresinin etkili bir şekilde çevirimi süreçleri, son derece kesin enzimlere gereksinim duymaktadır. Aynı zamanda bu enzimlerin moleküler yapılarının DNA'nın kendisi tarafından kesin bir şekilde belirtilmiş olması, dikkate değer evrimci bir gizemi ortaya çıkarmaktadır... Şifre ve şifreyi çevirme yolları evrim sürecinde kendiliğinden mi ortaya çıkmıştı? Böyle bir rastlantının gerçekleşmiş olabileceğine inanmak neredeyse akıl almazdır. Bu bulmaca Darwin'den önceki dönemde olduğu gibi Darwin'den sonra da evrimden kuşku duyanlar tarafından özel yaratılış için en güçlü kanıt türü olarak yorumlanmıştır.9 Evrim teorisinin geçersizliğini anlatan "Evolution: A Theory in Crisis" (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabın yazarı olan ünlü moleküler biyolog Prof. Michael Denton, Darwinistler'in bu akıl dışı inancını şöyle anlatır: Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, İNSAN AKLINA YÖNELİK BİR SALDIRIDIR. AMA BİR DARWİNİST, BU DÜŞÜNCEYİ EN UFAK BİR ŞÜPHE BELİRTİSİ BİLE GÖSTERMEDEN KABUL EDER! Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Tesadüf ve "rastgele" kelimeleri, ihtimaller teorisinde çok geçer. Bu teoride bir çarpma kaidesi vardır. Kaideyi kısaca şöyle ifade edebiliriz. Birbirinden bağımsız olayların birlikte meydana gelmeleri ihtimali, bunların ayrı ayrı meydana geliş ihtimallerinin çarpımına eşittir. Bu kaideyi, çoğu zaman başvurulan "torbadan harfler çekip kelime yazma" misaliyle izah edelim. Bir torbaya yirmidokuz harfi koyalım ve harfleri torbadan sırayla çekerek herhangi bir kelime yazmak isteyelim. Çektiğimiz bir harfi tekrar torbaya iade ettiğimiz takdirde, her harfin çekilme ihtimali her seferinde 1/29'dur. Bu harflerle bir kelime, meselâ "bahçe" yazmak isteyelim. Torbadan çektiğimiz ilk harfin "b" olması ihtimali 1/29'dur. Bu harfi torbaya iade ettiğimizde, ikinci çekilişte "a" gelme ihtimali yine 1/29'dur. Birincinin "b", ikincinin "a" gelme ihtimali ise bu iki ihtimalin çarpımına, yani 1/29'un karesine eşit olur. Bu ise yaklaşık, "binde birlik bir ihtimal" ifade eder. Yani, yaptığımız iadeli çekişlerle iki harfli bin ayrı kelime yazabiliriz; in, ak, sn, mb, au, ik.. gibi.. Bunlardan birisi de "ba" kelimesidir ve sırayla yaptığımız iki ayrı çekişle bu kelimeyi yazma, ihtimalimiz binde birdir. Birinci harfin "b", ikincinin "a", üçüncünün "h" gelme ihtimali ise 1/29'un üçüncü kuvveti kadardır ve "yirmibeşbinde bir" lik bir ihtimal demektir. Sözün kısası, "bahçe" kelimesini bu çekişlerle tesadüfen yazma ihtimalimiz "yirmi milyonda bir" lik bir ihtimal. Şimdi düşünelim, beş harfli bir kelimenin tesadüfen yazılma ihtimali yirmi milyonda bir olunca bir satırın, paragrafın, hele bir kitabın bu tip çekişlerle rasgele yazılması mümkün mü? Kaldı ki, insanın yazı yazması bu misalle açıklanacak cinsten değil.. Biz harfleri torbadan çekmiyor, zihnimizde teşekkül ettiriyoruz ve öylece kaleme alıyoruz. Buna göre bir insanın herhangi bir kelimeyi tesadüfen yazması mümkün değildir. Bir kere, adam eline kalem almaya mecbur değil. Alsa da kalemini hareket ettirmeye, ettirse de yazı yazmaya mecbur değil, rastgele bir çizgi, yahut bir şekil, bir resim de çizebilir. Harfleri rastgele de sıralayabilir. Sonsuz denecek kadar çok şekil, resim ve kelime içerisinden bahçe kelimesinin tesadüfen yazılma ihtimali sonsuzda birdir ve sıfıra eşittir. İhtimal sıfır olunca iki hâl söz konusu oluyor. Ya o kelime meydana gelmeyecektir; geliyorsa bu hâdise ihtimalle değil irade ile izah edilecektir. Buna göre yazı vücut bulmuşsa, o insan "bahçe" yazmayı irade etmiş demektir. Bir misal de kâinattan verelim. Şu üzerinde oturup her yıl güneş etrafında bir tur attığımız arz küresi, kâinattaki sonsuz denecek kadar çok cisimden sadece bir tanesi.. Bu kürenin meydana gelişini ihtimalle izah etmek mümkün değil.. İlim bize bildiriyor ki, arzımız şu hazır yerinden başka bir yerde bulunsaydı, şu mevcut süratinden daha farklı bir süratle dönseydi, yahut hiç dönmese sabit kalsaydı, şu eğiminden daha ayrı bir eğime sahip olsaydı, üzerine hava sarılmasa toprak döşenmeseydi ve böyle daha nice şartlar tahakkuk etmeseydi dünyada hayat olmazdı. Ben bu sayılan ve sayılmayan binlerce faktörden sadece birisi olan "mekân faktörü" üzerinde durmak isterim. Arz küresinin şu sonsuz fezada şu hazır mekânda bulunma ihtimali sonsuzda birdir ve sıfıra eşittir. Bu hadise ihtimalle izah edilemez. Alıntı
Φ dilku Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 Yazar Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2005 ilginc bir yazi.... ................. "Yaratılış" Paradigmasından Evrime Bakış Bugün evrim teorisi ile ilgili tartışmalar da yukarıdaki çerçevenin dışında değildir. Önce temel bir metafizik paradigma olarak "ilk Yaratılış"ı kabul ediyoruz (bu "ilk Yaratılış" ifadesi garipsenmemeli ve "daha sonraki bütün varlık ve süreçler Yaratıcı irade dışında mı ortaya çıktı?" gibi bir soruyu akla getirmemeli. İlk Yaratılış ile daha sonraki Yaratılışlar arasında önemli bir fark var: sebepler-üstü olan ilk Yaratılış bilimin faaliyet alanına girmiyor, daha sonra varlık sahnesine çıkan bütün varlık ve süreçlerin ise sebeplerini araştırabileceğimizi, bunu yapacak akıl ve muhakemeye, dolayısıyla bu konuda hak ve hürriyete sahip kılındığımızı, Kur'an'ın ifadesi, hattâ emri olarak görüyoruz). Çünkü Darwinci evrim düşüncesi nasıl peşinen (a priori) "tesadüf" denilen metafiziksel bir paradigma ortaya koyuyor, bununla bütün herşeyi ilk baştan itibaren tesadüflere veriyor ve daha sonraki süreci de bilime konu ediyorsa, biz de peşinen, bir paradigma olarak (daha doğrusu akıl, mantık ve ihtimal hesapları açısından) tesadüfü reddediyor ve (yine akıl, mantık, muhakeme ve gözlemlerimizin, Kâinat üzerindeki tefekkürümüzün tabiî bir neticesi olarak) her an, herşeye, her yere ilim, irade ve kudreti hâkim ve hükümran olan Yaratıcı tek bir Allah'ı hem ilk Yaratılış'ta hem de o andan sonraki her yerde, her süreçte Müsebbibü'l-esbab olarak kabul ediyoruz. İnsanın, ilk Yaratılış'ı takiben, emrine verilmiş olan ve bu yüzden aklına hitap eden Kâinat'ı çözmesini, ondan istifade etmesini sağlamak üzere (yine Müsebbibü'l-esbabın irade ve takdiri altındaki) her oluşumun bir sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde cereyan edebileceğini, dolayısıyla ilk Yaratılış'tan sonraki her sürecin bilime konu olabileceğini kabul ediyoruz (işte bu noktada, çok uzak bir tarihten bugüne, genellikle ihmâl edegeldiğimiz bir görev olarak, Yaratılış'ı ve sonraki süreçleri de analitik yöntemlerle anlamaya çalışmak zorunda olduğumuzu bir kere daha düşünmeliyiz). Meselâ tek hücreli bir canlının kendi kendine ortaya çıkması tesadüflerle açıklanamayacak kadar kompleks bir olaydır. Fakat buna rağmen, canlının adının çağrıştırdığı basitlik (tek hücre) bu olayın tesadüflere verilmesi konusunda tesadüfçüleri cüretkâr kılmaktadır. Biz gerek ilk tek hücreli canlının, gerekse bütün bir hayat tarihi boyunca basitten komplekse doğru sayısız canlı türün arka arkaya dünya sahnesine çıkmasının tesadüflerin sonucu olmadığını, herşeyin bir ilim ve kudretle yaratıldığını kabul ediyoruz. Peki ama bu nasıl oldu? Yaratıcı nasıl yarattı? İlk tek hücrelilerden başlamak üzere hayat hiyerarşisinin farklı basamaklarını temsil eden daha kompleks canlılar zamanı geldiğinde (tıpkı bir sihirli değnek darbesi imajında olduğu gibi), bir anda, durduk yerde yoktan mı var edildiler, yoksa belli bir sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde, belli bir süreç içinde mi yaratıldılar? Her familya, her cins ve her tür ayrı ayrı mı yaratıldı? Yoksa tek hücreliler zamanla çok hücrelilere, onlar da daha kompleks canlılara mı dönüştü, ve çok uzun zaman ölçeğinde çok daha farklı tür, cins ve familyalar bu öncekilerden mi türediler? "Allah her canlıyı sudan yarattı. Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kâdirdir" (24/45). Bu ayet, her canlı grubunun ayrı ayrı fakat aynı hammaddeden yaratılmış olduğuna işaret ediyor. Peki ama, 3,8 milyar yıl önceki ilk tek hücreliden insanın yaratılışına kadar canlıların belli zamanlarda bir anda yoktan veya zaman içinde su gibi belli bir maddeden yaratılması, ya da yavaş yavaş öncekilerden türemesinin Allah'a inanma veya inanmama açısından ne önemi var? O dilediği mekanizmayla yaratır ve bunların hepsi de hikmetlidir; biz hemen keşfetsek de keşfedemesek de. Tek hücreliler de işe yarıyor tabiatta ve yaratılmaları sebepler açısından çok normal. Fakat daha sonra değil de ilkönce yaratılmışlar. Ortamın daha kompleks canlılar için yaşanır olması açısından tek hücrelilerin de rol aldığı bir ön hazırlık dönemi gerekiyor sebepler açısından. Tıpkı ağaçsız, çalısız, otsuz bir bölgede orman meydana getirmek istediğimizde, doğrudan ağaç dikilememesi, bunun çok uzun vadeli ve kademeli bir çalışma gerektirmesi gibi. Önce otların yetişmesi ve buranın bir çayırlık hâline gelmesi, böylece toprağın kalitesinin artması, maki ve çalılık gibi daha yüksek yapılı bitkiler için elverişli hâle gelmesi, daha sonra da bu bölgenin hem belli bir bitki örtüsünün varlığından dolayı buharlaşma-terlemeye bağlı olarak daha fazla yağmur alması, hem de toprağın organik maddece zenginleşip hem kalınlık, hem muhteva bakımından ağaç dikmeye hazır hâle gelmesi gibi. Dolayısıyla, yoktan bir anda veya inorganik maddelerden yavaş yavaş yaratılsınlar, ya da tek hücrelilerden türesinler; çok hücrelilerin ve daha kompleks canlıların daha sonra ortaya çıkması çok normal ve mantıklı. Ve de en önemlisi, bunun tesadüflerle ne ilgisi var?!.. Tesadüfün bir mantığı ve gayesi, insanı en son ve en mükemmel bir meyve olarak meydana getirme gibi bir hedefi olabilir mi?!... Burada bütün mesele, tesadüfün yoktan bir anda bir şey yapamayacağı, fakat canlıları birbirinden türetebileceği düşüncesinin kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Bu baskı karşısında Yaratılışçılar bu düşünceye hiçbir zaman yanaşmadılar, çünkü son aşamada, insanın da maymundan türemiş olduğu iddiasını kabul etmek zorunda kalmaktan korktular. Peki ama Yaratıcı da yaratma sebebi olarak, birbirinden türeme gibi bir mekanizma işletmiş ve insanı bundan istisna tutmuş olamaz mıydı? İnsanı bir kenara bırakacak olursak, kuş ile at, tavşan ile balina gibi, fil ile maymun gibi çeşitli canlıların çok uzak bir geçmişte aynı ortak atada birleşmelerinin, bir Yaratıcı'ya inanıp inanmama noktasında ne gibi bir önemi olabilirdi? Bunun, Yaratıcı'nın irade ve kudretine halel getirirmiş gibi düşünülmesi iki farklı uç nokta meydana getirdi. Fakat bu doğru değildi. Evet Yaratıcı yaratıyor ve zaman içinde sebeplere bağlı bazı değişiklikler de yaratıyor. Zira, Marifetullah bizi, O'nun ilim, irade ve kudretinin sadece belli anlara münhasır ve sadece yoktan var etme şeklinde tecelli etmediği bilgisine götürüyor. Kitap ve Peygamber'in ifadelerine dayanan akideye göre, O'nun sıfatları her an, çeşitli fiillerle yansımaktadır. Burada tabiatın kendisi, tabiattaki tüm kanunlar, prensipler, olaylar ve süreçler bu yansımanın görüntüleridir. Çünkü O'nun her icraatı, sıfatlarının her yansıması sebep-sonuç perdesi üzerinde olmaktadır. Dolayısıyla O'nun Yaratma işini sadece yoktan var etme şeklinde, yani bilimsel kriterlerle izah edilemeyecek sadece sebepler-üstü bir mekanizmadan ibaret görmüyoruz (fakat nedense böyle anlaşılıyor). O'nun iradesi dışında geçen bir an bile yoktur ki. Tabiatta herşey, her an, her lâhza O'nun emri, iradesi ve takdiri altında cereyan ediyorsa, zaman içinde ortak bir atadan itibaren böyle farklı türlerin ortaya çıkmasının akide açısından bir problem teşkil etmesi düşünülemez. Fakat yukarıdaki ihtimali destekleyen, örneğin ortak bir atadan bütün yumuşakçaların, kedigillerin, sürüngenlerin, kuşların ve diğer bütün canlıların türediğine (dolayısıyla aynı familya içinde bile cinsten cinse, türden türe geçiş olabileceğine) dair hiçbir ardalanmalı fosil veri bulunmamıştır. Farklı familyaların birbirinden türediğini, tabiattaki bütün bir biyolojik çeşitliliğin ilk tek hücreliden itibaren geliştiğini -tıpkı bir film şeridi gibi- gösteren herhangi bir bilimsel veriden sözetmek mümkün değildir. Böyle bir veri bulunduğu takdirde, yukarıda da belirttiğimiz gibi bunu reddetmek için herhangi bir engel yoktur. Yrd.Doç.Dr. Ö. Said Gönüllünün görüsü..... Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.