Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

YÖRESEL EFSANELER

ÇOBAN DEDE EFSANESİ

 

Çoban dede Köprüköy bulunmaktadır. Çoban dede efsanesinin anlatıldığı yerde bulunana taşlar bir çobana ve koyunlarına ve birde ejderhaya benzetilmektedir. Efsaneye göre çok eskilerde bir çoban yaşarmış. BiEjderha çobanın sürüsüne musallat olmuş ve her geldiğinde bir koyunu alıp götürüyormuş günler sonra azalan sürüsüne üzülen çoban Allaha yalvararak ejderi taş etmesini ve buna mukabil kendisinin bir koç kurban edeceğini söyler. Allah duasını kabul eder fakat çoban kurbanını kesmez bu nedenle de Allah çobanı ve koyunları taş eder.

 

GELİN GELDİ EFSANESİ

 

Bu efsane Ilıca ilçemizde bulunan istasyon mevkiinde ki Gelin Geldi gölü ile ilgilidir.

 

Erzurum’a giderken gerek karayolu gerekse tren yolu ile içinden geçtiğimiz çok şirin ve turistik bir ilçemiz olan Ilıca çermikleri yani kaplıcaları ile meşhurdur. İlçenin hemen her yerinden mutlaka bir sıcak su kaynağı çıkmaktadır. Bu anlatacağımız hikâyede böyle bir kaynağın bulunduğu Ilıca istasyonundaki Gelin Geldi gölünün ismi ile ilgilidir.

 

Ilıca istasyonun bu günkü yerinde vaktiyle bir göl varmış. Zamanla kaybolan bu gölün yerine şu anki istasyon inşa edilmiş. Göl de kaybolmamış fakat eskisine göre nispeten küçük bir göl halindedir.

 

İşte bu gölün adı ile ilgili çok güzel efsaneler anlatılır. Onlardan biri şöyledir;

 

Çevredeki köylerden birinde güzel bir kız varmış. Bu kıza komşu köylerden bir delikanlı âşık olur. Kızında gönlü delikanlıda. Durumlarını ailelerine açarlar. Bu iki gencin evlendirilmesine karar verilir. Fakat araya delikanlının askerliği girer. Kız ile delikanlı murat alıp vermemeden ayrı düşerler. Kız baba evinde delikanlı asker ocağında kavuşacakları günü beklemeye başlarlar.

 

Bir gün köye delikanlının şehit olduğuna dair bir haber gelir. Gelinlik giymeyi bekleyen genç kız bu haber karşısında sarsılır. Ama elden ne gelir ki. Artık sevgilisi ölmüştür. Ağlamanın sızlamanın bir faydası yoktur.

 

Kızın yeni taliplileri olur. Babası bunlardan birine kızını verir. Düğün dernek kurulur. Davullar vurulup zurnalar çalmaya başlar. Gelin alayı vakti gelince gelinin atını çeker ve yola çıkarlar. Alay yolda bir gölünü kıyısına gelince bir müddet dinlenmeye karar verilir. Atından inip gölün berrak sularına dalgın dalgın bakan genç kızın aklı hep eski sevgilisindedir. Onu düşünmektedir. Gölün pırıl pırıl sularına bakarken onu sanki suyun içindeymiş gibi görüverir. Hemen doğrulur. Suya doğru koşmaya başlar. Suların sakin güzelliğini boza boza ilerler ve düğün alayındakilerinin şaşkın bakışları altında gözden kaybolur. Kafiledekiler her an gelinin sudan çıkacağını ümitle beklemeye başlarlar. Gölde görülen her hangi bir değişiklik gelinin geldiğine yorulur ve bekleyenler “gelin geldi!” “gelin geldi!” diye söylemeye başlarlar. Gölde meydana gelen su hareketleri bu; “gelin geldi!” “gelin geldi!” diye söylenen sözlerle daha çok hareketlenir. Günümüzde de bu hareketlenme yani gölde ki dalgalanmalar halen daha bu sözler üzerine devam etmektedir. Gölün adı da < Gelin Geldi Gölü > olarak anılmaktadır.

 

 

ILICA SÖĞÜTLÜ KÖYÜ BALIKLI GÖLÜ EFSANESİ

 

Erzurum Ilıca ilçesi güneyinde ilçeye yakın 5-6 km uzaklıkta Söğütlü Köy’ünde Balıklı bir göl vardır.

 

Bu gölde Anadolu’nun fethi sırasında buradaki Türk Akıncılarının savaşta su içerken arkalarından vurularak şehit oldukları ve Allah tarafından balık oldukları söylenmektedir.

 

Bir gün, köyden bir adam gölde tuttuğu balıkları eve getirir ve karısına balıkları kızartmasını söyler. Söyler ama bu balıklar balık değil balık gibi görünseler bile her biri Allah tarafından balığa çevrilen şehit akıncılar. Kadın balıkları tavaya koyar ve kızarmaya başladığında, kızaran balıklar tavadan kaybolur. Adam ve karısı gördükleri durum karşısında hayrete düşerler ve kendilerini korkudan dışarıya atarlar ve göle kadar giderler.

 

Kızartmaya çalıştıkları balıklar sırtları kızarık şekilde gölde yüzmektedirler. O günden sonra bu balıklar kutsal sayılır ve hiç kimse bu gölden balık tutmaz. Göldeki balıkların her birinin muhtelif yerleri yanık gibidir. Bunun tavadaki kızarıklıktan ileri geldiği söylenir.

 

 

KÜLHANCI BABA EFSANESİ

 

Hamam sahibi, hamamında tellaklık yapan genç delikanlı Külhancı babayla dertleşmiş.

 

Ben şimdi nereden külhancı bulacağım. Zor durumdayım, diye yakınmış.

 

Külhancı babada ustasını çok severmiş ustasını çok severmiş.

 

Hiç üzülme. Git sende dinlen. Kırk gün bu hamamın sorumluluğu bana ait. Yalnız gözünün arkada kalmayacağına söz ver. Giderken dönüp arkana bakma bile. Kırk gün sonra çık gel. Ama sakın şaşırıp ta kırk günden önce gelme, sözünde durmazsan tüm çabam boşa gider, diye hamam sahibine tembihlemiş

 

Hamam sahibi de:

 

- Bu deli oğlan bir şeyler kuruyor ama hadi hayırlısı. Dediğini bir yapalım bakalım, diye düşünmüş.

 

Gidip evine kapanmış. Yalnız her akşamüzeri hamama gelir hâsılatı Külhancı Baba'dan alırmış. Verdiği sözü tutar külhanı hiç dolaşmazmış.

 

Günler günleri kovalamış. Eskiden eşeklerle katar katır odunlar her gün hamam taşınırken; artık hamama kimsenin odun getirmez olduğu hamamcının ilgisini çekmiş.

 

— Yav, bu deli oğlan külhanı neyle yakar acep? İşin başına geçtiğinden beri hamama ne bir oduncu uğradı, nede bir eşeğin sırtında odun yüküne rastladım. Bu oğlan külhanı neyle ısıtır acep? Diye meraklanır dururmuş.

 

Hamamcının merakı her gün biraz daha artmış. Günlerde 39'a dayanmış. Otuz dokuz da bir, kırkta bir diyerek artık dayanamıyorum gidip bakacağım demiş. Doğru külhana yollanmış.

 

Bir de ne görsün Su haznesinin altında bir tek mum yanmakta. Koca hamam bu mum ile ısınmakta.

 

Tam bu sırada içeriye Külhancı Baba girmiş:

 

- 39 gün bekledin de, bir gün bekleyemedin mi? Bir gün daha bekleseydin hamamı gaipten ısıtacaktım, demiş.

 

Yani hamamcı bir gün daha bekleseymiş yeraltında sıcak su fışkıracakmış ve hamam öyle çalışacakmış. Hamamcının aceleciliği ve merakı yüzünden Külhancı Baba'nın kerameti bozulmuş. Hamamcı çok pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Hamamı mumla ısıttığını gelip görmeseymiş Allah'ta ona kudretten sıcak su gönderecekmiş.

 

TORTUM GÖLÜ EFSANESİ

 

Erzurum Tortum ilçesinde bulunan Tortum Gölünün güzel bir efsanesi halk arasında şöyle anlatılır..

 

Tortuma bağlı Uzundere Hars (Uludağ) köyünden bir çoban sürüsünü otlatırken, kulağına gaipten bir ses gelir...

 

-- Geliremmmmmm ...

 

Çoban şaşırır, sağına soluna bakar, hiç kimseyi göremez. Kendi kendine vehimlendiğini sanır. Akşama kadar bekler ve köyüne döner. Çoban ertesi gün yine aynı yerde aynı sesi bir kere daha işitir. Yine kimsecikler yoktur. Bu hadise üçüncü günde aynen tekrarlanınca çoban köyün büyüklerine konuyu açmak ister, konuşur. İçlerinden gün görmüş bir yaşlı köylü çobana derki:

 

-- Evladım, yarın da aynı sesi yine işitirsen, "Gel bakalım ne yapacaksın!" de bakalım ne olacak...

 

Dördüncü gün çoban ihtiyar köylünün dediğini yapar. Sesi işitir işitmez başlar bağırmaya:

 

-“Gel bakalım gel bakalım ne yapacaksın...”

 

Çoban bu sözleri söyler söylemez eteklerinde sürüsünü otardığı dağın yarısı kopar ve aşağıdan akmakta olan Tortum Çayının önünü kapatır. Böylece bir tarafta göl meydana gelir, diğer tarafta da kayalardan taşan su Tortum Şelalesini meydana getirir.

 

 

YÖRESEL HİKAYELER

...

ABDURRAHMAN GAZİ HİKAYESİ

 

Abdurrahman Gazi ismi Erzurum'da büyük izler bırakmıştır. Şehitlik ve gazilik mertebesine erişmiş bir insan olduğu için O'nun manevi şahsiyeti Erzurumluların daima gönlünde yaşamış, yüce insandır Palandöken Dağı'nın üst yamaçlarında türbesi bu¬lunan ve bir ziyaretgâh yeri olan Abdurrahman Gazi'nin Hazreti Peygamber'in sancaktarı olduğu halk arasında yaygındır.

 

Hazreti Peygamber'in İslam Orduları Erzurum'u fethederken, Sancaktarı Abdurrahman Gazi'nin kellesi bir düşman kılıcı ile koparılır ve yere düşer. Kellesini koltuğuna alan Abdurrahman Gazi elinde bulunan İslam’ın Sancağı'nı Palandöken'in en yüce noktasına dikmek üzere dağa yokuşa koşmaya başlar.

 

Kellesi koltuğunda, sancağı elinde olan Abdurrahman Gazi Palandöken Dağı'ndaki “Şığvaler" Mevkii'ne gelince dağda bulunan çobanlar evvela dona kalırlar, sonra biri dayanamayıp:

 

-“Olaaa hele bakın şuraya eskerin kellesi koltuğunda dağa doğru koşuyor”

 

diye bağırmağa başlar. Abdurrahman Gazi Efendimizin Sancaktarı ve Ashaptan evliyaullah bir zat kem göz onu orada nazara getirir ve olduğu yere düşer kalır. Hem gazilik hemde Şehitlik rütbesine ermiştir.

 

Palandöken'in Şığvaler tepesi denilen Sultan Sekisi yamaçlarında ruhunu teslim ederken Ona kavuşmaya çalışan kardeşi de Türbe Deresi'nde aynı anda şahadete erişir. Her iki kardeş Erzurum halkı tarafından ruhlarını teslim ettikleri yerde defnedilir. Ve o tarihten son¬ra da Abdurrahman Gazi'nin Kabri Erzurum için büyük bir ziyaret merkezi olur.Zamanın Valisi Yusuf Ziya Paşa buraya birde Camii yaptırmıştır. Erzuruma gelipte Abdurrahman Gazi’yi ziyaret etmeyenler bir daha Erzurum’a gelecekleri rivayet edilir. Allah makamını cennet etsin…

 

Amin…

 

 

CENNET ÇEŞMESİ HİKAYESİ

 

Erzincan’lı Terzi Baba Erzurum’a Habib Baba’yı ziyarete gelir. Habib Baba’nın uzun zamandır yanında bir müridi bulunmaktadır. Terzi Baba, Habib Baba’ya: “Hocam şu müridini çoktan beri senin yanında olduğunu görmekteyim irşad etsen de gitse” der. Habib Baba’da onun henüz yetişmediğini söyler.

 

Denemek isterler; Habib Baba müridini içeri sesler ve ona “al şu parayı da bir şişe şarap al getir” der. Mürid dışarı çıktıktan sonra kendi kendine “şu işe bak, bir de ikisi de âlim ulema geçinirler, ikisi de şarap içecekler” der. Tabii bu durum her iki zat tarafından da bilinmektedir, Habib Baba Terzi Baba’ya, “Gördün mü? Hocam der, henüz erken demiştim.”

 

Mürid şarabı alır Cennet Çeşmesinin bulunduğu yere gelir ve su içer iken şişeyi kırar, şişeden müthiş güzel bir koku yayılır. Mürid hata yaptığını anlar koşarak hocasının yanına gider ve afv diler.

 

Çeşmenin yanında bulunan koku uzun süre devam etmiş ve oradan geçenler “Bu ne güzel koku, Cennet kokusu gibi.” Derlermiş ve o tarihten sonra bu çeşmenin ismi Cennet Çeşmesi olarak kalmış.

 

"DÜN GECE YAR HANESİNDE" TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ

 

Erzurum'da bir oğlan, kızın birine sevdalanır. Ama ne sevda? Oğlan aşkından yanar tutuşur. Fakat kız oğlana yüz vermez. Çarşıda pazarda oğlan kızın peşinde gezer durur deli divane. Günlerden bir gün kız oğlana hafif bir tebessüm eder ve mendilini yere atar. Oğlanın içinde güller açar Erzurum'un ayazında, çiçekler tomurcuklanır. Mendili alır, doyasıya koklar. Akşam olunca gider kızın evinin bahçesine ve başlar bu türküyü söylemeye:

 

Dün gece har hanesinde yar bana yoldaş idi

 

Altım tiken üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi

 

Türküler bir sevdadır insanımız sevdasını aşkını eskilerde böyle dile getiriyordu. Toktu o zaman bugünkü gibi görsel ve sesli iletişim araçları ancak türkülerle şarkılarla manilerle dile getirebiliyordu.

 

 

ERZURUM'UN EKMEĞİNİN TUZU YOKTUR HİKAYESİ

 

Habib Baba Hazretleri zamanında Erzurum da vazife yapan Devleti Aliye’nin memurları vazife yapmağa geldiklerinde kaldıkları süre içinde halktan gerekli hürmet ve ikramı görülermiş. Daha sonraları vazifeleri bitip gittiklerinde gittikleri yerde Erzurum'u kötülerlermiş. Bu hadise Efendi Hazretlerine anlatılır ve nedeni sorulur. Efendi Hazretleri müridini çağırır ve derki: “Evladım yarın gün doğmadan İstanbul kapıya git bekle içeri ilk giren kim olursa olsun al getir.” Mürit aynen Hocasının dediğini yapar ve gidip İstanbul kapıda beklemeğe başlar.(O zamanlar şehirlere kapılardan girilirmiş) ilk giren tüyleri dökülmüş afedersiniz uyuz bir köpektir. Yapacak bir şey yoktur emri öyle almıştır alır ve götürür.

 

Hocasına sıkıla sıkıla durumu anlatır. Hocası gayet sakin şekilde “evladım bu hayvanı 40 gün mükemmel şekilde besle ve 41. günü aldığın yere ve sal gitsin ve olup biteni gel bana anlat” diye tembih eder. Mürid aynen Hocasının dediği gibi yapar köpeği besler köpek tanınmaz haldedir besili olmuştur. 41. gün İstanbul kapıdan sabah erkenden salınır köpek. O uyuz hayvan küheylan gibi olmuştur elli metre gider ve döner geri gelir üç beş kere havlar tekrar aynı şeyi yapar ve arkasına bakmadan çeker gider.

 

Durum Efendi Hazretlerine aynen anlatılır. Efendi Hazretleri aynen söyle der:

 

“Ah... Evladım ah bu hoş bir şehirdir ama EKMEĞİNİN TUZU YOKTUR.”

 

 

HABİB BABA VE 4. MURAT HİKAYESİ

 

Habib Baba Hz. 4. Murad devrinde, gemiyle Hacca gitmek için Erzurum’dan İstanbul’a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiş. Bunda da vardır bir hayır demiş içinden

 

Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış, uyuz olmuş.

 

Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gitmiş

 

Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş.

 

Büyük Sultan Murad Han’ın vezirleri vardır hamamda. Kimseyi almamam için emir verdiler der.

 

Yıkanmadan bu uyuz illetinden kurtulamayacağını bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya.

 

— İzin ver evladım, bir köşede yıkanıvereyim. Kimseler fark etmez beni demiş.

 

Hamamcı, yaşlı adamın ısrarlarına dayanamamış, vezirlere görünmeden yıkanmasını tembihleyerek almış içeriye

 

Biraz sonra, hamama, tebdil-i kıyafet, Sultan 4.Murad Han'da gelmiş, yıkanmak istediğini söylemiş

 

Hamamcı aynı şekilde, tanıyamadığı bu gence de durumu anlatmış ve içeri alamayacağını söylemiş.

 

Sultan'ın ısrarları hamamcıyı bir kez daha yumuşatmış, onada sıkı sıkı tembihleyerek almış içeriye ve Habib Babanın yanına göndermiş.

 

Başlamışlar beraberce yıkanmaya. Birbirlerine su döküyor, sırayla sırtlarını keseliyorlarmış.

 

Bir ara 4.Murad ihtiyarın düşüncelerini öğrenmek amacıyla sormuş: “Sen de istemez miydin baba şöyle vezir olmayı. Baksana koskoca hamamı kapatmışlar gönüllerince yıkanıyorlar. Biz ise şu daracık alanda debelenip dururuz.”

 

“A be evladım” demiş Habib Baba Hz. “Böyle vezir olacaksında ne olacak?”

 

”Şu dünyada öyle bir Sultana vezir olacaksın ki, vezirlerinin bile karşında tit tir titrediği, Sultana senin uyuzlu sırtını keseletsin” der.

 

4.Murad hemen bu kişinin boş biri olmadığını anlar, Habib Babanın eline gider ve ona gerekli ikramda bulunur.

 

 

“HUMA KUŞU” TÜRKÜSÜ HİKAYESİ

 

Huma kuşu adlı Erzurum yöremize ait olan uzun havamızın diğer türkülerde olduğu gibi bir hikâyesi mevcuttur. Kendini Erzurum’a adamış büyüklerimizden bizlere kalan bilgiler neticesinde hikâyemiz şöyledir.

 

Seferberlik ilan edilmiş ülkedeki tüm gençler okuyan okumayan tümü askere çağrılmıştır. Erzurum’un Ilıca nahiyesine bağlı Tikkir (Çiğdemli) köyünde Mustafa ve Gülbahar'ın dillere destan aşklarını bilmeyen yoktur. Evlenmelerine izin verilir ve evlenirler. Mustafa askere alınır. Gülbahar’ın iki gözü iki çeşmedir ama yapacak bir şey yoktur. Vatan savunmasıdır. Mustafa gitmiştir ve Gülbahar her sabah kalktığında bahçeye çıkar yavuklusunun yoluna uzun uzun bakarak geleceği günü bekler. Bekler ama ne gelen var nede haber. Gülbahar’ın bu durumu kaynanasını ve kayınbabasını çok üzmektedir. Gelin her geçen gün eriyip gitmektedir. Huma kuşuna bir cennet kuşu da denir. Çok yükseklerde uçar ve bu uçuşu günlerce sürer adeta bir haberci kuşu gibidir.

 

Mustafa’dan yıllarca haber gelmez. Ev halkı artık umutlarını kesmek üzeredir. Kayınbabası gelinin her sabah yavuklusunun yolunu gözlemesini uçan kuşlardan haber istemesine o kadar üzülür ki bu ağıtı yakar. Huma kuşu yuvasından havalanan ve çok yükseklerde günlerce uçan bir kuştur. Mustafa’yı da Huma kuşuna benzeterek ve yine Huma kuşunun çok yüksekte uçması haberci bir kuş olmasına atıf ederek başlar söylemeye. Gülbaharın ağlaya ağlaya göz pınarları kurumuştur.

 

Kayınbabası bakın nasıl söylemiş.

 

Huma Kuşu Yükseklerden Seslenir

Yar Koynunda Bir Çift Suna Beslenir

Sen Ağlama Kirpiklerin Islanır

Ben Ağlim ki Belki Gönül Uslanır

 

Sen Bağ Olki Ben Bahçende Gül Olim

Layık mıdır Yanim Yanim Kül Olim

Sen Bey Olki Ben Kapında Kul Olim

Koy Desinler Buda Bunun Kuludur

 

 

Daha sonraları bu ezgi ağızdan ağıza dolaşır. Rahmetli Fazlı FİDAN ağabeyimizin 15.12.1967 yılında derlemesi ve Hulusi SEVEN ağabeyimizin de radyoya notalayıp söylemesi Erzurum türküleri literatürüne kazandırılmıştır.

 

 

İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ VE KIRIK TESTİ HİKAYESİ

 

Erzurum'un büyük velisi İbrahim Hakkı (k.s.) hazretlerini çocukken

 

İsmail Fakirullah (k.s.) hazretlerine teslim ederler. İyi bir terbiye alması için çocukluğunun mühim bir devresini Fakirullah hazretlerinin yanında geçiren İbrahim Hakkı hazretleri, bir gün eline aldığı bir testiyle çeşmeye gider, doldururken oraya gelen bir atlı:

 

— Çekil bakayım önümden be çocuk! diye İbrahim Hakkı hazretlerini azarlayarak atını çeşmeye sürer. O da testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. Testisini bırakıp kendisini kurtarmak zorunda kalır İbrahim Hakkı hazretleri... Bu esnada at da üzerine basıp testiyi kırar. Ağlayarak hocasının huzuruna gelir ve:

 

— Çeşmeden su alırken atını koşturarak gelen biri, atını üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya çalışırken testimi de tepeletip kırdı! der. Hocası sorar:

 

— Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?

 

— Hayır, der, hiçbir şey söylemedim.

 

— Çabuk git ve o adama bir-iki laf söyle, der.

 

İbrahim Hakkı hazretleri gider, çeşmenin başında atını tımar etmeye başlayan adamın yanına varıp bekler. Fakat bir türlü terbiyesini bozup da:

 

— Benim testimi niye kırdın zalim adam diyemez.

 

Dönüp geldiğinde hocası Fakirullah hazretleri sorar:

 

— Ona bir şeyler söyleyebildin mi?

 

— Söyleyemedim efendim; niyetlendim, lakin bir türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim! Hocası bağırır:

 

— Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şeyler söyle, mukabele et yoksa sonu felaket

 

İbrahim Hakkı hazretleri bu defa kararlı olarak koşup çeşmenin başına gelir. Bir de bakar ki, testisini kıran adamı, kendi atı, attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlamış, ölüsü yatmaktadır! Koşarak gelip, hocası İsmail Fakirullah hazretlerine bu vahim vaziyeti anlatır. Hocası bu hale üzülür:

 

— Vah vah bir testiye bir adam. Üzüldüm buna doğrusu der.

 

Huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını söyleyince, büyük veli şöyle izah eder. O atlı adam, İbrahim Hakkı'ya zulmetti. Zulme uğrayan da tek kelimeyle olsun mukabelede bulunmadı, zalimi Allah'a havale etti. Allah Teala'nın da gayretine dokunup zalimi cezalandırdı. Şayet İbrahim Hakkı da onun zulmüne karşılık verip, ona bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi.

 

Fakat İbrahim, büsbütün mazlum oldu. Bense ödeştirmek için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım!

 

 

SARI GELİN TÜRKÜSÜ HİKAYESİ

 

Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu Erzurum coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları "sarışın" anlamına gelen "Kuman" adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmış ve tanımışlardır.

 

Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ırmağı boyunda yaşayan Hıristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Erzurumlu bir delikanlı sarışın Kıpçak beyinin kızına âşık olur ve Erzurumlu delikanlı ile sarışın Kıpçak kızının arasında Erzurum ve yöresinde yaşamaktadır.

 

Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Böyle bir şey yoktur. Sarı gelin türküsünde Ermenice kelime yoktur.

 

Sarışın Kıpçak kızına âşık olan delikanlıyı ailesi kız ile evlenmesine karşı çıkar. Delikanlı ise kıza deli gibi âşık olur ve aşkını şiirle mırıldanarak söyler. Kız bey kızıdır zaten bey de kızını vermez bu delikanlıya.

 

Delikanlı sarışın güzel kızı kaçırmağa karar verir ve kaçırır. Kıpçak beyinin adamları iki kaçağın peşine düşer ve uzun bir takipten sonra bulurlar ve oğlanı öldürürler. O günden beri halkımız arasında bu hikâye dilden dile dolaşır.

 

Türkü Dadaş türküsüdür ve Rahmetli Faruk KALELİ hocamız türküyü derleyerek bugünkü hale getirmiştir.

 

Kıpçakların, güzel, sarışın, mavi gözlü oldukları tarihte bilinmektedirler.

 

 

KIRMIZI GÜL DEMET DEMET TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ

 

Nenni ya! Nenni ki nenni!. Yavrum nenni! Bir demet kırmızı gülle

 

gelen nenni!. Nasıl oluyor derseniz, türkünün dilini açmak gerek...

 

Varıp sormak gerek türküye : ''Ey türkü nedir bu demet demet kırmızı gül ve de nenni!. Yavrum nenni... Balam, nenni''. Bu demet demet gül hem de kırmızısından, sevgiliye duygu mu taşıyor? Neden kırmızı gül de kır papatyaları değil? Şöyle sarılı beyazlı, düz sarılı, öküz gözü gibi, kırdan toplanmış papatyalar değil de, demet demet kırmızı gül? Onların sevgi dili yok mu?. Onlar duygu simgesi gül kat... Ama bir tek!. Benim tek gülümsün, gönlümdeki yerin kır çiçekleri kadar engin, kır çiçekleri kadar zengin ve doğal, demiş olmaz mısın? Ama senden iyisini bilecek değiliz ya!. Kırmızı gülü seçmişsin sen. Hem de demet demet...

 

Ha bir de 'balam' meselesi var! Yavrum diyorsun... 'Nenni' diyorsun 'Gitti gelmez' diyorsun. Yoksa bir ananın balasına, yavrusuna çağrısı mı bu? Şol Revan'da kalan balası üstüne mi söylenmiş?. REVAN, bugünkü adıyla ERİVAN, yani günümüzde Ermenistan'ın başkenti... Türkümüze konu olan olayın geçtiği zaman ise, büyük olasılıkla 17. yüzyıl sonrası... Neden derseniz, REVAN Osmanlının önemli bir ticaret merkezi o zamanlar. Ama bir ara elden çıkmış, Safeviler işgal etmiş. Yıl 1635. Dördüncü Murat iki yüz elli bin kişilik bir orduyla REVAN seferini düzenlemiş. Sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda, REVAN yeniden Osmanlı topraklarına katılmış. Eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuş. Mal götürüp, mal getirmişler... Memet de gidip gelen kervancılardan birisi... Anasının da tek 'balası'... Tek oğlu!. Erzurum yöresinde üç beş dönümlük tarlalarını ekip dikiyorlar... Yetiştirdikleri ürünü de kervana katıp, REVAN'da satıyor Memet... Memet de Memet hani... Karayağız bir delikanlı... Taşı tutsa, suyunu çıkaracak kadar güçlü. Bir de alışkanlığı var Memet'in. Her akşam tarla dönüşü, bahçelerden derlediği demet demet gülleri getiriyor anasına.. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti... Sevgi saygı simgesi. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor ana... Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor... Hele Memet kervandaysa. Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Rüyaları hep Memet üstüne... REVAN yollarını düşlüyor hep. Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kan ter içinde uyanıyor. Hayra yormaya çalışıyor. Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı. Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri. Kara yağız, kaytan bıyık Memet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor. Sözün kısası günü gelip de kervan REVAN'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.

 

Bazen kışın yola saldığı oğlu yazın dönüyor. Bazen de tersi oluyor. Kervanın dönüşü, bayram gibi! Kimi kocasını, kimi yavuklusunu karşılıyor. Kimi analar da oğlunu. Sarılıp, ağlayanlar, sevinç gözyaşı dökenler. Yemen seferinden döner gibi. Gerçi savaş dönüşü değil ama hastalığı sağlığı var... Karı var, ayazı var!. Bir de salgın hastalık söylentisi yayılmış. Veba hastalığı kırıp geçiriyor ortalığı. İlkin bir ateş sarıyor bünyeyi. Kusma, iltihap, baş dönmesi. En sonunda da sayıklama. Artık kurtuluşu yok. Sayıklaya sayıklaya götürüyor insanı. En erken üç gün. En geç yedi gün içinde başlıyor sayıklama... Kurduğu tüm dünya yok oluyor bir anda insanın. Sevgiliye özlem, alınan armağanlar. Söylenecek güzel sözler. ''Sensiz olamam. Sen benim her şeyimsin. Güne seninle başlıyorum. Seninle bitiyor gecem. Zaman yitirmemek gerek demiştin. Oysa günler su gibi geçti. Ne bir ses, ne bir nefes. Düşlerdeki yerin hariç. Oysa seninle her şeye yeniden başlayacaktık. Öyle demiştik. ''Yaşam o kadar kısa ki; hiç zaman yitirmek istemiyorum seninle olmak için''. Bunları sen söylemiştin. Sıcaklığın avuçlarımdaydı. Kuytu bir sokak arası mıydı?. Yoksa âşıklar yoluna girişte miydi? Bir tek gözlerin kalmış belleğimde. Bir de kuşların bitmeyen şakımaları. Ne de güzel batmıştı güneş. Alaca ışığın, alaca karanlığa dönüştüğü an. Akşam güneşinin, yavaş yavaş yok oluşu muydu güzel olan?. Yoksa alaca ışığın, alaca mutluluğa dönüştüğü an mıydı en güzeli. Bahar mı kokuyordu saçların. Yoksa gerçekten bahar günleri miydi? İşte böyle sevgili. Ben şimdi senden uzak. Seni sayıklıyorum. Ellerini tutabilsem yeniden. Yüzüme dokunsa saç tellerin. Ama ne gezer!. Kuytulardan kaybolmayı severim demiştin. Aniden yok oluyorsun düşlerimden. Ellerim boşta kalıyor. Hem anamın hıçkırığı niye. Uzattığım ellerimi tutsa ya! Ateşler içindeyim. Bildiğim türküleri mırıldanıyorum; yokluğunuzda.

 

Gurbet elde baş yastığa gelende,

Gayet yaman olur işi garibin,

Gelen olmaz giden olmaz yanına,

Bir çalıdır mezar taşı garibin.

 

Bir çalının dibine gömüyorlar Memet'i. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına. Gençmiş... Sevenleri varmış... Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu! Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor. Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!. Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç. Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan. Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Memet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''. Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı. Yedi gün dayandı Memet. Sonra... Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Söyleyebil!. Hem de anasına... O ana deli olup dağlara düşmez mi?. Avuçlarını göğe açıp ol tabipten medet dilemez mi?. Kırmızı gülden merhemlik istemez mi?. Kara yağızın güzeli oğlunu, canından parçayı alıp götüren ölüme, ilenmez mi? Ölümün hepsi kötü. Ana, baba, anneanne, dede. Hepsi kötü. Dün var olan... Soluyan, nefes alan, nefes veren. Bir anda yok artık. Yerinde yeller esiyor. Şekli şemali, son sözleri, yavaş yavaş yok oluyor. Belleklerden siliniyor. Yaşlı ölümü neyse ne! ''Öldü de kurtuldu" diyor insan. Ya gencecik ölümler. Muradı gözünde gidenler. Anadır, alıyor veriyor. veriyor alıyor. Oluru yok. Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor. Olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü. Gönlünde oğlunun hayali. Deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde ''Kırmızı gül demet demet. Sevda değil bir alamet Şol Revan'da balam kaldı. Yavrum kaldı''... diye diye haykırdığını söylediler.

 

Kırmızı gül demet demet

Sevda değil, bir alamet

 

Balam nenni, yavrum nenni,

Gitti gelmez ol muhannet,

Şol Revan'da balam kaldı,

Yavrum kaldı,

Balam nenni,

 

Kırmızı gül her dem olmaz,

Yaralara merhem olmaz

Balam nenni,

Yavrum nenni,

 

Ol tabipten derman gelmez

Şol Revan ' da balam kaldı,

Yavrum kaldı,

Balam nenni.

 

Kırmızı gülün hazanı,

Ağaçlar döker gazalı,

Karayağızın güzeli

Şol Revan ' da balam kaldı,

Yavrum kaldı,

 

 

 

 

 

 

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.