Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Featured Replies

Gönderi tarihi:

Tuncer Kılınç da Çevik Bir'in yolunda yürümüş!

 

Meğer “Ergenekon suçlusu” olarak sorgulanan MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç da, 28 Şubat’ın mimarlarından Çevik Bir gibi, İsrail’le gizli anlaşma yapanlardanmış.

1994 yılında Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmayı ile İsrail arasında “Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması” imzalanıyor. Anlaşmayı İsrail adına Milli Savunma Bakanı, Türkiye adına ise 28 Şubat’ın sivri isimlerinden Org. Çevik Bir imzalıyor. Bu anlaşma ile İsrail savaş uçakları Konya üzerinde eğitim uçuşu yapma imkânına kavuşuyor. Böyle bir anlaşmadan TBMM’nin haberi yok, Erbakan hükümetiyse, “Biz bu anlaşmayı kucağımızda bulduk” savunması yapıyor.

28 Şubat süreci böyle ilginç bir süreçti.Tankların yürüdüğü günleri hatırlıyorum. Sincan’da Filistin’le dayanışma gecesi tertiplenmesi gerekçe gösteriliyordu. Filistin halkı ile dayanışma ve İsrail’i eleştirme birilerini niye rahatsız etmişti, anlayamamıştık.

O dönem MGK’sının “beyni” olarak isimlendirilen kişi ise Mustafa Ağaoğlu idi. Ağaoğlu MGK’nın 1. Hukuk Müşaviri ve Başdanışmanı olarak görev yapıyordu. En büyük özelliği ise Defne Mason Locası Üstad-ı Muhteremliği görevini uhdesinde bulunduruyor olması ve bu özelliğiyle, “Başbakanlık İrticayı Takip Kurulu” üyeliği yapmasıydı. Ağaoğlu, “MGK’da mason olduğumu herkes biliyordu” diyordu.

“Mason” deyince bizim aklımıza hep İsrail gelir. Birileri ise, bu sizin vehminiz der, başka bir şey demez. Lâkin mason localarında İbraniceden gelen “Şibbolet, Boaz ve Jakin” kelimelerinin “Parola” olarak kullanıldığını ve Tevrat’tan alınan “Teşrin” bayramının Türkiye’deki mason localarında “Ayîn” biçiminde yaşatıldığını biz, eski bir mason olan Yüce Katırcıoğlu’ndan öğrendik.

Neyse konumuz bunlar değil..

İsrail’le gizli bir anlaşmanın da Erbakan’ın başbakanlığı döneminde Tuncer Kılınç tarafından imzalandığını, geçtiğimiz pazar Yenimesaj gazetesinin tertiplediği “Filistin Sempozyumu” nda, dünyada pek çok ülkenin kurtuluş reçetesi olarak gördüğü Milli Ekonomi Modeli mimarı Prof. Dr. Haydar Baş’ın okuduğu Hürriyet gazetesine ait 29 Ağustos 1996 tarihli, “İsrail’le gizli anlaşma” başlığı taşıyan kupürden öğrendik. Hürriyet’in haberine göre Tuncer Kılınç’a Erbakan, “Bu duyulmasın, millet bize ne der!” demiş ve bu anlaşma da Çevik Bir’in İsrail’le imzaladığı diğer anlaşma gibi “gizli” kalmış.

Sayın Kılınç son zamanlarda, “Ulusal çıkarlarımızın gereği olarak, Türkiye’nin artık NATO’dan çıkması gerektiğini ve ABD’nin Türkiye’nin dostu ve stratejik ortağı olmadığını; Türkiye’nin İran, Rusya ve Çin’le Avrupa Birliği benzeri bir örgütün içinde yer almasının ulusal çıkarlarımıza çok daha uygun olduğunu, terörün de bu suretle büyük ölçüde bertaraf edilebileceğini” dillendirmekte.

NATO’dan çıkalım, İran, Rusya ve Çin’e yaklaşalım” demek, “İsrail’e sırtımızı dönelim” demektir. Sayın Kılınç hangi düşüncesinde samimidir, merak ediyoruz. İçimize bir kurt düşmedi dersek yalan olur. Nedir o kurt?

Türkiye’de gayet samimi, mantıklı ve haklı bir ABD, İsrail ve Avrupa Birliği aleyhtarlığı yükselen bir değer haline gelmişti. İşte birileri Türk halkının Kuvayı Milliye ruhunu andıran bu uyanışından oldukça rahatsızdı ve “Yükselen milliyetçiliğin önüne geçilmesi” isteniyordu. Yahudi Douglas Feith, “Türkiye’deki Amerikan aleyhtarlığı önlenemezse bu hükümetle ilişkilerimiz sürdürülemez” tehdidinde bile bulunmuştu.

İşte bu ortamda birileri yükselen bu Kuvayı Milliye ruhunu Türk halkının elinden alarak, bu ülkede Amerika, Avrupa Birliği ve İsrail aleyhtarlığı yapılacaksa, onu da biz yaparız dedi ve öyle de oldu... Saf Anadolu çocukları da bu işe pek sevindi...

AKP bitecekti..

Millet zannedecekti ki ABD, AB ve İsrail dostları gitti; Kuvayı Milliye Ruhu geri geldi..

Ayılmamız için bir on yıl daha geçecekti..

 

 

hasan DEMİR

 

YENİÇAĞ

Gönderi tarihi:

Tarih boyunca Türklerin ve Türk devletlerinin Musevi ve Arap nüfusla yakın ilişkileri olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Anadolu ve Orta Doğu coğrafyasında Türkler, Araplar ve Yahudiler aynı çatı altında yaşamayı başarmış ve bu dönemde Museviler Avrupa’da maruz kaldıkları sıkıntıları kesinlikle yaşamamışlardır. Türk-Musevi dostluğu Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un Fethi sonrası benimsediği hoşgörülü tavırlara dek götürülebilir. Ayrıca 1490’lı yıllarda İspanya’dan kaçan Sefarad grupların Osmanlı’ya sığındıkları bilinmektedir.

 

1930’larda da Nazi zulmünden kaçan Yahudilerin küçük bir kısmına Türkiye Cumhuriyeti kapılarını açmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Musevi unsurlar özellikle sanayi dünyasında önemli bir yer işgal etmeye devam etmiş ancak Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olayları gibi uygulamalar sonucu sayıları ve etkileri oldukça azalmıştır. Ayrıca özellikle komplo teorisyenlerinin çok sevdiği Sabetaycı kesimin Türkiye-İsrail ilişkilerine katkıda bulunduğu da iddia edilebilir.

 

Araplarla olan ilişkilere bakarsak öncelikle ortak din ve yüzyıllarca birlikte yaşamaktan doğan bir çok benzerlik karşımıza çıkmaktadır. Genelde Birinci Dünya Savaşı’daki İngiliz istihbaratı destekli küçük çapta Arap ayaklanmaları nedeniyle Araplar hakkında olumsuz bir takım basmakalıp düşünceler olmasına karşın, sanılanın aksine Arapların büyük bir bölümü Birinci Dünya Savaşı’nda da İngilizlerle işbirliği yapmamıştır. Osmanlı'ya ayaklanan Araplarla Çanakkale Savaşı'nda ölenlerin sayıları karşılaştırılırsa bu gerçeğe kolayca ulaşılabilir. Bu negatif imajın yaratılmasında daha sonra bahsedeceğim siyasi faktörler sanırım daha büyük bir rol oynamıştır. Ancak Araplarda da Türkiye hakkında olumsuz ve haksız ön yargılı bir düşünce sisteminin o dönemde oluştuğu bir gerçektir. Özellikle Kemalist Cumhuriyet’in laik kimliği ve Batı modeli bir yönetimi benimsemesi, Atatürk'ün yaptığı reformlar ve daha önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’na duyulan tepki Türk-Arap ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir.

 

Kemalist Devrim ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde girişilen Batılı anlamda bir ulus devlet yaratma projesi yüksek dozda anti-emperyalist bir söylemi bulunmasına karşın, çağdaş uygarlıkları yakalama hedefiyle kendisine batıyı model olarak seçmiştir. Ancak bu dönemde Batı ile olan ilişkilerde şüphecilik ve güçlü bir bağımsızlık çabası olduğunu görüyoruz. Yeni ve modern bir adam yaratma amacındaki genç Cumhuriyet, siyasi devrimlerini kültürel devrimlerle desteklemiş ve önce ki sistemin çökme nedeni olarak gördüğü doğuya has kabul edilen özelliklerden halkını sıyırmaya gayret etmiştir. Bu ani ve şiddetli değişimin yarattığı sıkıntılar Türkiye Cumhuriyeti tarihini oluşturan gelişmelere gebedir.

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında oldukça coşkulu ve cesur bir devlet olarak ön plana çıkan Türkiye, Sadabat Paktı ve Balkan Paktı gibi antlaşmalarla kendini bir bölgesel güç olarak konumlandırmış ve 1940’ların ikinci yarısına kadar batıyla olan ilişkilerini sınırlı düzeyde tutmuştur. Aynı dönemde doğuyla olan ilişkilerin de çok sınırlı olduğunu görmekteyiz. Bu ilk dönemde Türkiye’nin temel hedefi Misak-ı Milli sınırlarını korumak ve iç meselelerini, kültürel dönüşümünü tamamlamak olduğu için dış politikada çok atılgan bir Türkiye görmemekteyiz. Kadro Hareketi gibi Kemalist Devrim i bir öncü dünya devrimi olarak formüle eden gruplara rağmen rejim öncelikle içine kapanarak, iç meselelerini çözmeye yönelmiştir. Sanıyorum devletin birkaç sene öncesinde topraklarında işgalci olarak bulunan güçlere karşı bu şüpheci yaklaşımını anlayışla karşılamak gerekir. Yine bu dönemde doğu topraklarında mandater sistemlerin var olduğunu ve bu nedenle Türkiye’nin ilişkileri sınırladığını biliyoruz. Bu dönemde eski rejime duyulan tepki ve Birinci Dünya Savaşı’ndan gelen ve Araplara duyulan abartılı tepki nedeniyle Arap imajının oldukça kötü olduğunu söylemek zorundayız (°bkz: pis Arap). Rejimin laik hassasiyetleri de bu konuda oldukça etkili olmuştur.

 

Çok partili siyasal hayata geçilmesinden ve batıyla ilişkilerin kuvvetlendirilmesinden sonra Türkiye’nin Orta Doğu ve Arap ülkeleriyle olan ilişkilerinin değişmeye başladığını görüyoruz. Özellikle Stalin’in İkinci Dünya Savaşı sonrası toprak talepleri ve Boğazlar üzerinde hak iddia etmesi, Türkiye’yi batının kucağına itmiş ancak bu birliktelik fazlasıyla bağlayıcı bir şekilde gerçekleşmiştir. 1949 yılında Türkiye batılı devletlerin de isteğiyle İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştur (Müslüman nüfusu yoğun laik ülke).

 

Özellikle CHP sonrası iktidara gelen Demokrat Parti dönemi Türk Dış Politikası için bir utanç kaynağıdır. Ülke içerisinde dini bir söylemi oy adına benimseyen Demokrat Parti ve lideri Adnan Menderes, Nato üyesi olmak için Kore’ye asker yollamanın yanı sıra Fransa’ya yaranmak adına 1955’te Birleşmiş Milletler’de Cezayir’in bağımsızlığının aleyhinde oy kullanmış ve Türkiye’yi dünyaya rezil etmiştir. Merkez sağ demokrasisinin kurucusu olan Demokrat Parti böylelikle batı ile ittifakı batıya yalakalık olarak algılayarak tarih boyunca utanç duyacağımız bir karara imza atmışlardır. Böyle bir karar sonrası Türk-Arap ilişkilerinin de bozulmuş olması gayet doğaldır. 27 Mayıs sonra askeri hükümetin Cezayir’i tanıdığını da hemen ekleyelim.

 

1950’lerde İsrail’le çeşitli ticaret anlaşmaları yapılmış ve Amerika’nın da arabuluculuğuyla Türk-İsrail ilişkileri gelişmeye başlamıştır. Washington’da önemli bir yeri olan Yahudi lobisini kullanma alışkanlığı ülkemizde 1950’lerde ilk olarak gelişmiştir. Ancak bu dönemde dahi Türkiye, Filistin halkının bağımsızlık mücadelesine karşıt bir tutum takınmamış ve bölgede kurulacak 2 devlet fikrini desteklemiştir. Türk-Arap-İsrail ilişkilerinin değişimi ancak 1960’lı yıllarda mümkün olabilmiştir.

 

27 Mayıs’ın getirdiği bağımsızlık coşkuları, 1961 anayasasının özgürlükçü ortamı, güçlenen sol hareket ve 1965 Johnson Mektubu ile birleşince Türkiye’nin dış politikasında önemli değişmeler yaşanmıştır. O güne kadar tamamen batıcı ve adeta batıya bağımlı bir tutumu gözlenen Türkiye çok taraflı, çok boyutlu bir dış politika anlayışı benimsemiş ve Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye gayret göstermiştir. Sol hareketle beraber yükselişe geçen anti-emperyalist ve anti-kapitalist söylem etkisini hem Türkiye, hem de Orta Doğu’da göstermiş ve Cemal Abdülnasır önderliğindeki Arap dünyasında da Arap milliyetçiliği ve sosyalizm el ele büyümüştür.

 

1960’ların sonlarında başlayarak sosyalist grupların silah edinmek ve eğitim için Filistin’de ve çeşitli Arap ülkelerinde Sovyetler desteğiyle kurulmuş kamplara gittiklerini ve Filistin sorununun sol siyasetin gündeminde olduğunu biliyoruz. Bu dönemde özellikle başkan Lyndon Johnson’ın İsmet İnönü’ye yazdığı ve Kıbrıs’ta yaşayan soykırımlara karşı Türkiye’nin Kıbrıs’ta NATO silahlarını kullanamayacağını ve NATO ülkelerini karşısına alacağını belirten ünlü Johnson mektubu bir milat niteliği taşımaktadır. Bu mektup sonrasıdır ki Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile ilişkileri gelişmiş ve çeşitli ekonomik anlaşmalar yapılmıştır. Ancak bu dönemde de Türkiye’nin çok boyutlu ve dengeli bir dış politika anlayışı olduğunu söyleyebiliriz. Mesela Türkiye Bağlantısızlar Hareketi’ne katılmayı ciddi anlamda hiç düşünmemiş ve Arap milliyetçiliğine mesafeli yaklaşmıştır.

 

1969 yılında Türkiye, İslam Konferansı Teşkilatı’nın kurucu üyelerinden biri olmuş ve Yom Kippur Savaşı’nda ABD’ye askeri üs ve hava sahasını kullanma izni vermemiştir. Aynı savaşta Türkiye’nin SSCB’ye Mısır ve Suriye’ye yardım için hava sahasını açtığı bilinmektedir. 1973 yılında yaşanan Opec Oil Crise Türkiye’yi fazla etkilememiş ayrıca 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda Libya lideri Muammer Kaddafi’nin desteği Arap dünyasıyla ilişkilere katkıda bulunmuştur. Kıbrıs Harekatı sonrası batının şiddetli ambargosuna maruz kalan Türkiye, Arap devletleriyle ticari ilişkilerini arttırmış ancak İsrail’le olan ilişkilerini hep sınırlı ve mesafeli bir düzeyde tutmuştur. Yani 1950’lerin tam tersine rüzgarların estiğini görüyoruz 1965 sonrası.

 

1970’li yıllarda Birleşmiş Milletler oturumlarında daima Filistin lehine oy kullanan Türkiye, 1979 yılında Filistin konsolosluğu da açarak Arap dünyasında sempati kazanmıştır. Aynı yıl Yaser Arafat ilk defa Türkiye’ye resmi ziyarette bulunmuştur. 1980 yılında Knesset’in işgal ettiği Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmesi Türkiye’de de şiddetli tepkiler yaratmış ve Türkiye İsrail büyükelçiliğinden görevlilerini çekmiştir. Bu yıllarda İsrail’le kötü değil ancak neredeyse hiç var olmayan ilişkilerden söz etmek sanırım doğru olacaktır.

 

1980’lerin başında da darbeye rağmen Türkiye’nin Arap dünyasına bakışında fazla bir değişim olmamış ve Türkiye 1988 yılında Filistin Devleti’ni ilk tanıyan ülkelerden biri olmuştur. Ancak Arap dünyasının Kıbrıs konusunda Türkiye’ye destek vermemesi ve daha önemlisi Suriye ve Irak’la yaşanan su problemi ilişkilerin seyrini değiştirmeye başlamıştır. Türkiye’nin GAP nedeniyle Irak ve Suriye’yi zor durumda bırakması ve bu iki ülkenin de koz olarak PKK ve ASALA terörünü desteklemeleri Türkiye’yi İsrail’le yakınlaşmaya itmiştir. Yine aynı dönemde gerçekleşen İran İslam Devrimi ve İran'ın kökten dinci teröre desteği laik rejime bir tehdit olarak görülmüş ve Arap devletleriyle ilişkiler sınırlandırılmıştır.

 

Türk-İsrail yakınlaşmasının başlangıcı dolayısıyla 1980’li yıllardır. Turgut Özal’ın bir koyup üç almak politikaları ve Türkiye’nin Birinci Körfez Savaşı’nda ABD’ye verdiği destek de ilişkilerin bozulmasında önemli bir etkendir. 1986 yılında Türkiye önceden geri çektiği diplomatlarını İsrail’e geri yollamış ve çeşitli ticari anlaşmalar imzalanmaya başlanmıştır. Ancak bu dönemde de Türkiye Filistin davasına sırtını dönmemiş ve İsrail’le gelişmeye başlayan dostluğuna karşın bölgede barış ve istikrardan yana bir tutum belirlemiştir. 1990’larda dönemin Dış İşleri Bakanı Hikmet Çetin’in İsrail ziyareti ve turizm sektöründe imzalanan anlaşmalar gelişmeye başlayan bu dostluğun önemli işaretleridir. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Türkiye’nin ABD ile daha da yakınlaşması da Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkilerine büyük ölçüde katkıda bulunmuştur. 1994 yılında başbakan Tansu Çiller’e İsrail’e ziyarette bulunmuş ve çeşitli anlaşmalarla yurda dönmüştür. Bu anlaşmalara anti-terörizm ve silah anlaşmaları da dahildir. Ayrıca Türkiye’nin İsrail’e su aktarma projesi ilk olarak bu zaman gündeme gelmiştir.

 

Dostluğun doruk noktası ise 1996-97 yıllarında yaşanmıştır. Refahyol hükümetine ve başbakan Necmettin Erbakan’a duyulan tepkilerin de etkisiyle olsa gerek Türk Silahlı Kuvvetleri İsrail Ordusu ile çok önemli işbirliği anlaşmaları imzalamış ve özellikle askeri entelijans anlaşmaları gündeme getirilmiştir. Necmettin Erbakan’ın kuvvetli batı ve İsrail karşıtı söylemine karşın böyle anlaşmalara imza atması kuşkusuz 28 Şubat sürecinde TSK’nın nasıl bir tavır takındığının göstergesidir. Ancak Fatih Üniversitesi akademisyenleri Bülent Aras ve Gökhan Bacık’ın makalelerinde iddia ettiklerinin aksine, Türk-İsrail yakınlaşması 28 Şubat’tan çok önce gerilen Türkiye-Suriye, Türkiye-İran ve Türkiye-Irak ilişkileri neticesinde 1980’lerde başlamıştır.

 

Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda umutlu olan gruplar bu ilişkinin Orta Doğu’da barış ve istikrarın sihirli anahtarı olduğunu düşünmektedirler. Çevik Bir, Thomas Patrick Carroll, Martin Sherman ve Robert Kaplan’ın makalelerinde bu anlayış açıkça göze çarpmaktadır. Bu isimlere göre Türkiye ve İsrail bölgede “yabancılık” hissi çeken, diğer bölge ülkelerinden farklı, demokratik ve laik ülkelerdir (İsrail’i laik kategorisine nasıl sokuyorlar bende anlamıyorum). Türkiye sözde Ermeni soykırımı, Kıbrıs ve ekonomik problemler gibi bir çok konuda İsrail ve Yahudi lobisine ihtiyaç duyarken, İsrail de bölgede nefret edilen bir ülke olarak güçlü bir ortağa sahip olma şansını bulacaktır. Zaten İsrail’in kurulduğu günden bu yana Türkiye ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştığını görüyoruz. Bu isimlerin makalelerinde vurgulanan iki ülkenin birbirini çok iyi tamamlayacağı (Türkiye’de dinamik ve genç nüfus, İsrail’de para ve teknoloji) ve bu yakınlaşmanın Orta Doğu’ya güvenliği getireceği vurgulanmaktadır. Cengiz Çandar, Hakan Yavuz ve Gökhan Bacık gibi isimlerse bu konuda daha şüpheci bir tavır takınmaktadır. Çandar’a göre bu yakınlaşma devam ederse Türkiye bölgede yalnız kalacak ve çok zor duruma düşecektir. Gökhan Bacık ve Hakan Yavuz ise olaya sübjektif yaklaşmakta ve bu yakınlaşmaya TSK’dan kaynaklanan suni bir proje gözüyle bakmaktadırlar.

 

Oysa önceden söylediğim gibi Türk-İsrail yakınlaşması temellerini 1980’lerden almaktadır ve direk 28 Şubat’la açıklanabilecek bir süreç değildir. Bacık’a göre bu suni yakınlaşmanın devam etmesi çok zordur çünkü halkın görüşlerine karşıt ve anti-demokratik bir şekilde ilerlemektedir. Bacık’a göre İslam’ı dışlayan bir politikanın Türkiye’de başarılı olma şansı yoktur. Ayrıca Bacık’ın düşüncesinde Kürt sorunu konusunda Türkiye ve İsrail’in çıkarlarının çatışması bu dostluğu imkansız hale getirmektedir. Irak’ta uydu devlet olarak kullanılabilecek ve Suriye ve Türkiye’de de karışıklıklara yol açacak bir Kürt devleti bu düşünceye göre İsrail’in işine gelirken, Türkiye’nin varolan kırmızı çizgileri bu dostluğun ilerlemesine izin vermeyecektir.

 

AKP hükümeti de son dönemde yaptığı hareketlerle Filistin konusunu gündemde tutmuştur. Özellikle Tayyip Erdoğan’ın “İsrail’in devlet terörü uyguladığı” yönündeki açıklaması Arap ve dünya basınında büyük yankı uyandırmıştır. Ayrıca Türkiye’nin 1 Mart tezkeresini reddederek Irak’ta savaşa müdahil olmaya karşı çıkması ve İslam Konferansı Örgütü’nün başına Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçilmesi yeniden dalgalanmaya başlayan politikaların bir göstergesidir.

 

Özellikle Kürt devleti, Büyük Orta Doğu Projesi gibi bir çok konuda değişik aktörlerin zaman içerisinde göstereceği tutumlar yeni milenyumun başlangıcında Türkiye’nin Arap ülkeleri ve İsrail’le olan ilişkilerinin şekillenmesinde önemli rol oynayacaktır. AKP hükümetinin iç siyasete malzeme yaptığı anti-emperyalist, anti-siyonist tutumunun gerçekçi olmadığı Galaport ihalesi ve her altı ayda bir yapılan ABD ziyaretleriyle ortaya çıkmıştır. Önümüzdeki yıllar çok önemli değişikliklere gebedir ve umuyoruz Türkiye, Filistin halkını haklı davasında yalnız bırakmayacaktır…. ( Alıntı )

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.