Gönderi tarihi: 30 Mart , 2008 17 yıl Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'ndan Başbakan Erdoğan ve hükümete ağır eleştiriler.... AKP'nin dinci dikta hevesi Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu 'yla AKP'nin kapatılması davasını konuşuyoruz. Kanadoğlu, AKP'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini söylüyor. Hükümeti kuvvetler ayrılığı ilkesini yok etmekle de eleştiren Kanadoğlu, AKP'nin kapatılabileceğini açık bir biçimde dile getiriyor. Türkiye'deki rejimi "alaturka demokrasi" olarak niteleyen Kanadoğlu, bir de şu ilginç saptamayı yapıyor: "Ahlaksız demokrasiler kurulabilir, yeşerebilir ama yaşatılamaz." - AKP hükümetinin anayasa değişikliği yapmasıyla AKP'yi kapatma davası engellenebilir mi? KANADOĞLU - Engellenmeye çalışılabilir. Ama bu engellemeye çalışma doğrudan hukuk devleti ilkesine, hukukun üstünlüğüne aykırı olur. Ve bir davalı partinin elindeki Meclis çoğunluğuna dayanarak kendisini, eylemlerini ve laiklik karşıtı olduğu iddia edilen bu eylemlerin odağı olup olmadığını tespit edecek olan mahkemenin oluşumunu doğrudan doğruya yeni bir hukuk devleti ilkesine aykırı eylemlerin odağı olduğunu ortaya koyabilir. Ayrı bir kapatma davasının nedeni olabilir. - Nasıl ayrı bir kapatma davası? - Anayasanın 68. maddesi siyasi partilerin hukuk devletine aykırı eylemlerin odağı olamayacağını da hüküm altına almıştır. Yani, 69. maddenin 6. fıkrasında 68. maddenin 4. fıkrasına yollama yapılarak o eylemlerin odağı olma hali kapatma davasının nedeni olarak gösterilmiştir. 68. maddenin 4. fıkrasında hukuk devleti ilkesine aykırı eylemlerde bulunamayacağı öngörülmüştür. Bir davalının kendisini yargılayacak mahkemenin oluşumunu etkilemesi düşünülemez. Kendisi hakkında uygulanması istenen anayasa ve yasa hükümlerini hiç düşünülemez. Bu, aslında meşruiyet çizgisinin de son hattıdır. Çünkü meşruiyet ancak anayasa ve yasalara uygun hareket etmekle muhafaza edilir. Meşruiyeti sandıkta halktan alırsınız. Meşru bir iktidar olursunuz. Ama bu meşruiyeti, "Ben halktan oy aldım. Sandıktan çıktım. İstediğimi sonuna kadar yaparım" zihniyetiyle devam ettiremezsiniz. Onun için de anayasa ve yasalar içinde kalmak zorundasınız. Anayasa ve yasalar içinde kalmak zorunda olduğunuz halde siz o eylemlerin odağı haline geldiğiniz iddia edilince bunları değiştirmeye kalkarsanız biraz önce söylediğim meşruiyet çizgisinin tam üstünde olursunuz. Buna teşebbüs ettiğiniz ve bunu yapmaya başladığınız anda da o çizgiyi öbür tarafa doğru geçersiniz. Aslında siyasi iktidarı bu yönden uyarmak gerekir. Bu, çok tehlikeli bir yoldur. - Peki, bugünkü hükümet bu yola girerse ne olur? - Meşruiyetini kaybetmiş her iktidarın başına gelen onun da başına gelir. Zaten tarih geçmiş olaylardan ders almayanların aynı sonucu bir kere daha yaşayacaklarının örnekleriyle doludur. - Peki, tarih tekerrür eder mi? - Ders alınmadığı takdirde tarih tekerrür eder. Siz bu anayasaya göre iktidar oluyorsunuz. Anayasaya göre siyasi partiler demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu doğru. Ama yine aynı anayasa, "Siyasi partiler anayasa ve yasalar hükümleri içinde faaliyet gösterirler" diyor. Anayasa ve yasaların dışına çıkmaya başladığı anda meşruiyetini bu anayasadan alan bir iktidarın meşruiyet çizgisini zorladığını söylemek fevkalade doğru bir tespit olur. 'Suç işleyen acısına katlanır' - Bunlar Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın yetkilerini azaltarak bir yere varmaya çalışıyorlar. Bunu yapabilirler mi? - O bir intikam alma duygusunun gerçekleştirilmesi biçimini taşır. O düşüncenin bir ürünü olur. Ama bir şey hiç unutulmasın. Yetkili bir merci tarafından açılmış bir dava o merciin yetkileri kaldırılsa bile dava olarak devam eder. Onun için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın yetkilerinin azaltılması açılmış olan davaya hiçbir etkide bulunmaz. - Beş yıldır bu hükümetin laiklik ilkesi, ulusal birlik ve ulus devleti zedeleyici pek çok söylem ve davranışları oldu. Ancak bu dava şimdi açılıyor. Sizce neden? - Siyasi partilerin anayasa içinde kalıp kalmadıklarını incelemek, irdelemek, gereğinde yasak getiren bu eylemlerin tekrarlanarak ya da o yetkili merciler tarafından söylenerek odak haline gelmesini takdir etmek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın görevidir. Tabii ki bu takdir ancak odak olmanın gerçekleştiği an davaya dönüşür. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu odak olma noktasının gerçekleştiği anı dava açma tarihi olarak tespit etmiştir. Niye daha önce olmadı, niye beklenmedi, niye bu tarihte açıldı, demek sorunu çözmez. Takdir tamamıyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'na aittir. - Varsayalım ki Anayasa Mahkemesi davayı açtı. Sonunda da başta Cumhurbaşkanı olmak üzere 71 AKP'li yasaklı oldu ve AKP de kapatıldı. TBMM'deki durum ne olur? Bir erken seçim olabilir mi? Bir de partileri kapatılan eski AKP'liler yeni parti kurup yerel seçimlere katılabilirler mi? - TBMM'nin yüzde 10'u boşalırsa o zaman erken seçim olur. Ama siyasi yasaklı haline gelmesi istenen milletvekillerinin sayısı 55'in altında. Onun için zorunlu bir erken seçim akla gelmez. Ara seçim zorunlu olur. Erken seçim olmaz ama bir siyasi iktidar her zaman Meclis çoğunluğuna dayanarak erken seçim kararı alabilir. Ona engel hiçbir şey yok. Partileri kapatılan milletvekillerinin durumuna gelince... Orada Türk demokrasisinin bir zafiyeti ortaya çıkar. Anayasada bir hüküm var. O da şu: Temelli kapatılan bir siyasi partinin devamı olan siyasi partiler kurulamaz. Bu hüküm ne yazık ki Anayasa Mahkemesi'nin bir kararıyla yaptırımsız olduğu kabul edilerek sadece bir dilek, bir felsefi düşünce olarak anayasanın özünde kaldı. Ben, FP'nin, RP'nin bir devamı olması nedeniyle de kapatılmasını istemiştim. Anayasa Mahkemesi bunu 7'ye 4 oyla reddetti. Bizim iddiamız anayasaların bir dilek, bir felsefi, edebi metinler olmadığıydı. Kurulamaz, dendiği zaman kurulursa kapatılır, demiştik. Ama kabul ettiremedik. İşte, Türk demokrasisinin hastalığı dediğim bu. Kapatılan partinin siyaset yasaklısı dışındaki kişileri yeni bir parti kurarlar ve diğer bağımsız kalan milletvekilleri oraya katılırlar. Erken seçim kararı da alıp seçime de girerler. - Neden? - Çünkü yine anayasaya göre bir siyasi partinin seçime girmesinin koşulları vardır ama TBMM'de grubu varsa ne zaman kurulursa kurulsun, genel kongresini ne zaman yaparsa yapsın seçime girer. Hep varsayımlar üzerine konuşuyoruz. Kapatılırsa yeni kurulacak ya da yedek olsun diye bir süre önce kurulmuş bir siyasi parti meclis grubu oluşturacaktır. Böylece seçime girer. Yerel seçimlere de girer. Aslında söylemek istediğim şu: "Bu kadar çok siyasi parti kuruluyor. Siyasi parti mezarlığına döndük. Bu nasıl bir demokrasi?" diyeceğimize ve yargıyı kınayacağımıza anayasa ve yasalara uygun hareket etmeyen partileri kınamamız lazımdır.Ve böylece kapatılan bir partinin tekrar siyasi hayata dönmesinin nasıl önleneceğini düşünmeliyiz. Biz tam tersini yapıyoruz. Ondan sonra da bundan hayıflanıyoruz. "Nasıl olur da siyasi parti kapatmak bir sonuç vermediği halde hâlâ siyasi parti kapatılmasına gidiyoruz?" diyoruz. Bu çok yanlış bir düşünce. Buna sebebiyet veren partileri kınamak yerine sistemi ve bu kapatma kararını veren ve başta davayı açan olmak üzere yargı organlarını suçlamaya başlıyoruz. 'Ayıplı demokrasi' - Yani bizim bu duruma gelmemizin nedeni siyasi partiler mi? - Evet. Elbette ki siyasi partiler bireylerin oluşturduğu, belirli biçimdeki düşüncelerinin iktidara geldiği zaman uygulamasını nasıl yapacağını ileri sürerek o iktidar üzerinde iddia sahibi olan tüzel kişiliklerdir. Bu siyasi partilerin anayasa ve yasa hükümleri içinde hareket edeceğini var sayıyorsak ve anayasaya o hükmü koymuşsak o zaman demokrasinin olmazsa olmaz koşullarına bakmamız lazımdır. Bunların başında laiklik ilkesi gelir. Laiklik ilkesi olmadan o rejimin adı demokrasi olmaz. Biz laiklik ilkesini de yanlış anlıyoruz. Demokrasiyi yok etme özgürlüğü yoktur. Bu yoksa mücadeleci demokrasi dediğimiz anlayış kendisini korumak zorundadır. Özgürlüklerden yararlanarak iktidar olacaksınız. Ondan sonra da bu anayasanın dayandığı temelleri kendi ideolojinize göre değiştirmeye çalışacaksınız. Buna izin veren bir demokrasi yok olmaya mahkûmdur. Aslında bütün bu parti kapatmalar demokrasinin gereğidir. Yoksa demokrasiye karşı bir eylem değildir. - Ama birileri de buna demokrasi ayıbı diyor... - Bizim demokrasinin zaten ayıpsız bir yeri yok. Siz, Türkiye olarak yolsuzluk liginde dünyada 66. sıradaysanız ve dokunulmazlıkları sınırlandırmaya, kendiniz aleyhinde bir durum ortaya çıkar diye karşı çıkarsanız bu demokrasi ayıbıdır. Siz genel başkan sultasıyla katılımcılığı bir tarafa bıraktırıyorsanız bu demokrasi ayıbıdır. Eğer siz kuvvetler ayrılığını anayasada tarif edildiği ve gerçek, çağdaş demokrasilerde uygulandığı gibi değil de "Sandıktan ben çıktım. Yüzde 46.7 de oy aldım" diye düşünerek davranıyorsanız bu demokrasi ayıbıdır. Siz çoğulculuktan çoğunlukçuluğu anlıyorsanız bu demokrasi ayıbıdır. Siz, "Hukuk devleti ilkeleriyle istediğim gibi oynarım. Ben, beni yargılayacak mahkemeyi kendi düşüncelerime göre seçerim. Bana uygulanması gerekli maddeleri de değiştirir böylece hakkımda açılmış davadan kurtulurum" diye düşünüyorsanız bu demokrasi ayıbıdır. Olay budur. ______________________________________ ______________________________ ________________________ ____________________ ________________ _____________ __________ _______ _____ ___ __ _ Kaynak: LEYLA TAVŞANOĞLU / Cumhuriyet...30.03.08
Gönderi tarihi: 30 Mart , 2008 17 yıl Yazar DEVAMI... Anayasayı okuma ****** - AKP hükümeti sürekli olarak milli irade vurgulamasıyla yasama ve yürütmeyi yargının önüne koyuyor. Kuvvetler ayrılığı ilkesi içinde yargının yeri yasama ve yürütmenin gerisinde mi? - Anayasanın başlangıç bölümünü okuduğunuzda şunu görürsünüz: Kuvvetler ayrılığı herhangi bir üstünlük sıralaması olmayıp sadece devlet organlarının anayasa yetkilerini kullanırken yaptıkları medeni bir iş bölümü ve işbirliğinden ibarettir. Üstünlük anayasa ve yasalardadır. Kuvvetler ayrılığı da zaten budur. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden üstünlüğü yoktur. Her biri millet adına yetki kullanır. Diyorlar ki: "Milletten yetkiyi almış olan yasamanın karşısına yargı nasıl çıkar?" Anayasayı açıp 9. maddeyi okuduğunuz zaman yargı organının millet adına yetki kullandığını görürsünüz. Yasama organı nasıl millet adına yetki kullanıyorsa yargı da aynı biçimde millet adına yetki kullanır. Onun için bu üç kuvvetin birbirleri arasında hiçbir üstünlük farkı yoktur. Böyle bir iş bölümü de zaten devlet organları arasında olmalıdır. Bu bir düzendir. Bunu sakatladığınız anda zaten biter. Yasama yürütmeyi denetler. Ama yasamayı da Anayasa Mahkemesi denetler. Yürütmeyi yargı, yani Danıştay denetler. Denetim mekanizmalarını kaldırdığınız zaman ortaya çıkacak rejim demokrasi filan değil, bal gibi çoğunluk diktasıdır. Bir bölüm kesinlikle ortada yok. O da yasamanın yürütmeyi denetlemesi. Yasamanın yürütmeyi denetlemesinin yolları var. Meclis araştırması, gensoru, soru, Meclis soruşturması var. - Nasıl denetleyecek? Çoğunluk partisi bu yolları tamamıyla tıkamadı mı? - Tıkadı. Şimdi, yasama yürütmeyi denetleyemiyor. Yürütmenin başı, yani Cumhurbaşkanı o siyasi partinin tayin ettiği bir kişi. Yasamayı, kişileri, sıralamalarını, o siyasi partinin lideri tayin ediyor. Yargıyı da yasama ve yürütmenin egemenliği altına aldığınız zaman o rejim zaten demokrasi filan değildir. Ben bunu tam bir dinci dikta olarak tanımlıyorum. Yargının denetim görevini ortadan kaldırdığınız zaman ortaya çıkacak rejim eğer dinci bir karakter taşıyorsa o, dinci bir kişinin diktası haline gelir. DEVAMI... Demokrasilerde siyasi pişkinlik ve yüzsüzlüğe yer yok - Cumhurbaşkanı'nın hakkında işlem yapılacak AKP üyeleri arasında yer almasının hukuksal anlamı nedir? Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı hakkında bir karar alırsa bunun sonuçları ne olur? - Dava kişiler aleyhine açılmaz. Bu kapatma davası bir siyasi parti hakkında açılır. "Cumhurbaşkanı hakkında vatana ihanet suçu dışında dava açtığı için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yargılanmalıdır" diyenler ya cehalet eseri böyle konuşuyorlar ya da art niyetliler. Vatana ihanet suçundan yargılanmak başka bir şey, bir partinin herhangi bir şekilde laik Cumhuriyete aykırı eylemlerin odağı olması nedeniyle kapatılmasında etkileri, eylemleri olan bir kişinin siyasetten yasaklanması başka bir şey. Zaten hukuki olarak bu kapatma davası siyasi haklardan yasaklanması açısından Cumhurbaşkanı'nı görev süresi içinde etkilemez. Cumhurbaşkanı seçildiği anda anayasanın 102. maddesi gereği partiyle ilişiği kesilir. Yani tarafsızdır. Ama görev süresi bittikten sonra siyasi yasaklılığı başlar. Yani siyasi etik her şeyden önce istifasını gerektirir. Bu olayı belirli bir tartışma konusu haline getirmemek gerekir. - Gayet pişkince, "Canım, siyasi etik de neymiş?" tavrı içine girerse ne olur? - Ben buna alaturka demokrasi demiştim. Demokrasilerde böyle bir soru sorulamaz. Böyle bir olasılığın olabildiği bir ülke demokratik bir rejim içinde değildir. Demokrasi bir uzlaşma rejimidir. Demokrasi kültürü ve demokrasi etiği ister. Ahlaksız bir demokrasi kurulabilir, yeşerebilir ama yaşatılamaz. Türkiye siyasi pişkinlik ve siyasi yüzsüzlüğün çok rahat kol gezdiği bir ülkedir. Hiçbir zaman çağdaş, demokratik bir ülke olamamıştır. - Bu dava sürecinde gerek AKP'liler gerekse AKP yandaşı medya ağzına geleni söylüyor. Bülent Arınç Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nı üstü örtülü biçimde ölümle tehdit edebiliyor. Cumhuriyet savcılarının bu söylemler karşısında görevleri nedir? - Bülent Arınç böyle bir amaç gütmediğini söyledi. Tehdit amacı olmasa dahi o sözlerle dini yine siyasete alet ediyor. Hakkınızda bir kapatma davası açılmış. Biri çıkıyor, Kuran'dan ayetler okuyor, öbürü yine ayetlerle cevaplar veriyor. Kapatılma tehdidi altındaki bir siyasi parti yine din kanalıyla siyaset yapma yolunda gidiyor. Anayasanın zorunlu kıldığı eylemleri yapmamanın Türkiye'de tek takipçisi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'dır. İddianameler davanın açıldığı tarihe kadar olayları irdeler. Bu FP davasında oldu. Benim selefim ( Vural Savaş ) sonradan birtakım deliller ibraz etti. Anayasa Mahkemesi de iddianame tarihinden sonra ibraz edildikleri gerekçesiyle o delilleri reddetti. Bunun üzerine Ceza Muhakemesi Kanunu'nun kendisine verdiği yetkiyi kullandı. O delillerle ikinci bir kapatma davası açtı. O iki kapatma davası birleşti ve o deliller de incelemeye girdi. Bu arada değerli halefim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'na yapılan bu saldırıları büyük bir üzüntüyle izliyorum. Cumhuriyet savcıları tarafından bunların gereği yapılmalıdır. - Ergun Özbudun 10 yıl önce RP'nin kapatılmasına AİHM'de olumlu görüş bildirdiği halde Tayyip Erdoğan ona kendi anayasa taslağını sipariş etti. Siz bu çelişkiyi nasıl karşıladınız? - Olumlu görüşü bırakın, orada Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni temsil etmişti. AİHM'de söylediği şuydu: " Bu parti yüzde 21 oy aldı. Yakın bir tehlike teşkil ediyor." Şimdiyse, "Uzaydan halk getirelim. Bu halkı da kapatalım" diyor. Söyleyecek söz bulamıyorum. Değişimin de bir hududu olmalıdır. Kitaplarında, "Dinden esinlenen bir laiklik olamaz. Yasalarınızı dinden esinlenmiş biçimde hazırlıyorsanız sizin laik bir ülke olduğunuz söylenemez," diyordu. Siyasi partilerin laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davranışların odağı olması halinde kapatılması gerektiğini sipariş üzerine hazırladığı anayasanın 38. maddesinde kendisi kaleme aldı. Değiştiği iddiasında bulunan sipariş veren ve sipariş alan belirli bir noktada buluştular, diyebiliriz. _______________ BİTTİ...
Gönderi tarihi: 5 Nisan , 2008 17 yıl Yazar Dünyanın düşmanı silahlı rekabet... Prof. Dr. Büşra Ersanlı Başarılı akademisyenler arasında yer alan Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Büşra Ersanlı, günümüzde yaşanan siyasi, sosyal ve eğitimle ilgili olaylara farklı bir bakış açısı getiriyor. Ersanlı, uluslararası ilişkilerde uygulanan politikalarla ilgili değerlendirmeleri, siyasette yeni ufuklar açıyor. Avrupa Birliği’ne girmeyi bir rüya olarak değil “tarihi coğrafi paylaşılmışlıkların en doğal sonucu” olarak gören Ersanlı, silahsızlanmaya da dikkat çekiyor. “En çok kadınlara ve doğaya zarar veriyor” diyen Prof. Dr. Ersanlı’yla; üniversiteler, eğitim sorunları, türban, globalizm, siyaset, uluslararası ilişkiler ve hayatı üzerine konuştuk. - Globalizmin etkisini bütün ülkelerde göstermeye devam ediyor. Günümüzde uluslararası konjonktürde globalizm senaryosunun baş aktörleri kimler? Başlıca aktör uluslararası sermayedir, ancak küreselleşmeye neden olan tabii ki sadece zengin ve iştahlı ülkelerdeki sermaye değil… 1970’lerden sonra teknolojinin hızla gelişmesi ve çevre sorunlarının yaygınlaşması da küreselleşmenin diğer etkenlerinden. Uluslararası ilişkiler dediğimizde esas aktörlerin ulus devletler olduğu gerçeğinden hareket edilir. Uzun bir süre böyleydi ama son yıllarda giderek değişti. Artık ulus devletlerin dışında da aktörler dünya siyasetini etkiliyor, zaten küreselleşme de geniş anlamda bu demek. “Uluslararası ilişkiler” kavramı yerine “dünya siyaseti” kavramını kullanarak tüm etkenleri ve etmenleri hesaba katmak daha gerçekçi... - Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal gelişmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? <LI>Türkiye’nin yaşadığı gelişmeleri daha çok bir siyasi kültür çerçevesinde değerlendirme eğilimindeyim. Ülkemizde siyasal kültürde otoriterlik ve pragmatizm çok ağır basıyor. Dayatma ve fetih üslubu çok yaygın, fazlasıyla erkek egemen bir siyasal kültür oluşu özellikle bu üslubu kuvvetlendiriyor. 100 kadar üniversite var, ancak sadece 9 kadın rektör var. Kadınlar karar alanında görünmez durumdalar, dolayısıyla bu dayatmacı üslup da kolay kolay değişemiyor. Üstelik partiler yasası değişmediğinden, hiçbir siyasi parti demokratik paylaşımcı ilkelerle çalışmıyor. Liderin, başkanın peşinden sürüklenmek gelenekselleşmiş. Paylaşmak, uzlaşmak alışkanlığı hemen hemen hiç yok. Ben bugünkü iktidarı daha öncekilerden pek farklı görmüyorum. Ancak fetih ve dayatma üslubu diğer alıştığımız şehir kültürüyle beslenmiş üsluptan daha yabancı geliyor bazılarımıza. - Türkiye'de eğitimde birçok sorun yaşanıyor. Sizce üniversite öğrencilerin günümüzde en büyük problemi nedir? Bu problemler nasıl çözülebilinir? Üniversite adı üstünde evrenselliği özendiren eğitim alanı demek, yani bilginin üretildiği özgür tarafsız bir zihinsel ve toplumsal yükselme alanı. Bu alanı iktidar ve muhalefet dayatmalarından azade tutabilmek en büyük haslet. Üniversite öğrencileri eskisine oranla (yani mesela 10 yıl öncesine) daha birey gibi davranıyor, kendi özgün seçimlerini daha kolay dile getiriyor, ama daha az okuyor. Öğrencilerin yaratıcılıklarını geliştirebilecek şey, sosyal ve kültürel faaliyetlerin ideolojisiz olarak arttırılmasıdır, özgürlüklerin sağlanmasıdır. Kendi gündemlerini sınıflara, dergilere duvarlara taşıyabilmeleridir. Yaşadıkları şehir hakkında dersler almaları da gerekiyor. Yaşama adabı konusunda yeterli titizliği gösteremiyoruz. Tabii alt yapı yetersizliklerini de saymak lazım. Her şeye rağmen en büyük umut üniversite gençliğindedir. Onların fikirlerine önem vererek kendileri ne gibi çareler düşünüyor ve sorunları hangi sıralama içinde görüyorlar onlara sormak lazım. Bugünün gereksinimleri 20-30 yıl öncesinden farklı. - Gelecekte uluslararası ilişkileri size göre hangi ülkeler yönlendirecek? Uluslararası ilişkileri değil de dünya siyasetini etkileyecek diyelim… Önce ülke ve olay değil de fikri katkılardan söz edelim. Konu olarak kadına karşı ayrımcılıkla mücadelenin ve çevre felaketlerine karşı tedbirlerin ön sırada yer alacağını hatta teorik atılımlara yön vereceğini düşünüyorum. Belli bir coğrafyadaki halkları ve kültürleri dikkate alırsak Rusya Federasyonu’nu da, İran’ı da, Hindistan’ı da önemli buluyorum. Özgün seçenek yaratma gücü olan ülkeler bunlar, Rusya’nın 150 milyon insanı okur-yazar ve hatta iyi eğitimli hale getirebilmesi, Avrupa’nın daha gündeminde bile yokken tüm halklara kendi dillerinde eğitim yaptırabilmesi, kadınları güçlü bir biçimde eğitimli kılması; Iran’ın dünyanın tek süper gücü karşısında dirayetli bir dış politika sürdürebilmesi, sanatıyla bütün dünya aydınlarına ilham kaynağı olabilmesi, Hindistan’ın barış/şiddet karşıtlığı ve bağlantısızlık konusunda dünya siyasetinin önünü açmış olması önemli. İran’a nükleer enerji konusunda haklı karşı çıkış eğer silahsızlanma çalışmalarıyla birlikte sürdürülseydi şimdiki zıtlaşma olmazdı. Ama silahlanma rekabetini bu kadar özendiren bir büyük ülkeler topluluğu, katkısı olabilecek ülkeleri bu şekilde alt etmiş oluyor. Dünya insanları üzerinde olumlu etki yaratabilecek en önemli şey, bence silahsızlanmanın samimiyetle sağlanması. Bunun dışındaki her şey ikincildir. Silahlı rekabet dünya insanlarının en büyük ve tek düşmanı. En çok da kadınlara ve doğaya zarar veriyor.
Gönderi tarihi: 2 Mayıs , 2009 16 yıl Yazar Teslime Nesrin: Tüm dinler kadınlara düşman... Bangladeşli kadın yazar Teslime Nesrin, köktendincilere karşı sürdürdüğü mücadelesi nedeniyle önce kendi ülkesini terk etmek zorunda kaldı. 10 yıl boyunca sığındığı Avrupa’da aşırı İslamcıların tehditleri ve ölüm fermanları peşini bırakmadı. Ardından gittiği Hindistan’da da istenmeyen isim olup, saldırıya uğrayınca soluğu bu kez Fransa’da aldı. Laiklik ve kadın hakları kavgasını, bu yılın başında kendisine verilen “Onursal Hemşeri” unvanıyla Fransa’dan sürdürüyor. Dünyadaki bütün sol ve ilerici güçleri, ilerleyen her türlü köktenciliğe karşı laik ve kadın hakları kavgası için bentler kurmaya çağırıyor Teslime Nesrin. Üstelik onun savaşı kendisine de çok acı çektiren İslamla sınırlı değil, o bütün dinlerin kadına düşman olduğunu söylüyor: “Hepsi kadına baskıyı teşvik ediyor, hepsi kadınların erkeklerle aynı haklardan yararlanmasını engelliyor. Hiçbir biçimde kadının özgürlüğüyle bağdaşmayan ataerkil sistemlerin ilelebet sürmesini istiyor.” Nesrin, geçen hafta Fransa’da yayımlanan L’Humanité gazetesinden Dominique Bari ve Rosa Moussaoui’nin sorularını yanıtlarken de hakkında yeni ölüm fetvaları çıkmasına neden olacak cesur açıklamalarda bulundu. İşte o söyleşiden bölümler. - Köktendinciliğe karşı mücadeleniz İslamcılıkla sınırlı değil. Hıristiyan, Musevi, Hindu köktenciliklerini de mahkûm ediyorsunuz. Ortak noktaları neler? - Her boydan ve soydan köktenciliğe karşı çıkıyorum. Şahsen hayatım boyu İslam köktenciliğinden çektim. Müslüman bir ülkede doğup büyüdüm. Köktencilikleri Hinduizm, Hıristiyanlık, Musevilik, Budizm olsun kadınlara baskı yapan dinleri eleştirdiğim zaman hiç kimse beni ölümle tehdit etmiyor. Ama söz konusu din İslam oldu mu, İslamcı köktendinciler hakkımda derhal fetvalar çıkartıp öldürülmemi, asılmamı istiyorlar. Kelleme fiyat biçiyorlar. Bu nedenle kendi memleketim, Bangladeş’ten atıldım. 10 yıl Avrupa’da yaşadıktan sonra Hindistan’a, Kalküta’ya gittim. Orada da fetvalar boynuma yapıştı. Kitaplarım meydanlarda yakıldı. Haydarabat’ta bir kitabımı tanıtırken bir İslamcı köktendincinin saldırısına uğradım. Sınırdışı edilmem için yürüyüşler düzenlediler. Solcu Hindistan hükümeti cevaben, beni sınırdışı etmezden önce Yeni Delhi’de bir evde göz hapsine aldı. Bu köktendincilerden ötürü şimdi bir kez daha iltica etmek zorunda kaldım. Çok zor bir durum. Ben her şeyden önce Bangladeşli bir yazarım. Ülkemden uzakta kalmak bana çok acı veriyor. Halbuki orada kadınların özgürlük hakkı için mücadelelerini teşvik edip güçlendirebilirdim. HİÇBİR DİNDE ÖZGÜR DEĞİLİZ - Köktendinciler kadın haklarını niçin ayrıcalıklı hedefleri olarak seçiyorlar? - Onlara göre erkeklerin gücü kadınlar üzerinde kurabildikleri baskıyla ölçülüyor. Köktencilik kaynağını dinden alıyor. Yani hiçbir din kadın-erkek arasında eşitliği övmüyor, öğütlemiyor. Tüm dinler kadınlara düşman. Hepsi kadına baskıyı teşvik ediyor, hepsi kadınların erkeklerle aynı haklardan yararlanmasını engelliyor. Hiçbir biçimde kadının özgürlüğüyle bağdaşmayacak ataerkil sistemlerin ilelebet sürmesini istiyor. - Son yıllarda Fransa’da, Avrupa’da okullar veya kamuya ait alanlarda dinsel simgelerin taşınmasına dair yaşanan karşılıklı cepheleşmeler, tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? - Fransa’da kamu okulları içersinde alenen dinsel simgelerin taşınmasını yasaklayan yasayı hararetle destekliyorum. Laik bir toplum için okulu vicdan özgürlüğü alanı olarak korumak temel bir gereklilik. Burada dinsel simgelere yer olamaz. Bütün bu tartışmaların odaklandığı türban (sıkmabaşörtüsü), şahsi kanıma göre baskının simgesidir. Kadınlar türban taşımayı reddetmeli. Eğer bir biçimde takmak istiyorlarsa o zaman, bu onların özel hayatı olmalı. Her laik toplum, okul ve daha geniş bir biçimde kamu mekânlarını her türlü dini simgeden arındırılmış olarak korumalı. - Avrupa’da dinci çevrelerin siyasi ve kamusal alanları ele geçirme çabaları sizi şaşırtıyor mu? - Bu soru, sorunun bir tek Müslüman ülkelerde yaşanmadığının kanıtı. Köktendincilik Avrupa’da da ilerliyor. Yalnızca Müslüman köktendinciler yok, hıristiyan köktendinciler de mevcut. ABD’de kürtaj yapan doktorlara saldırıp ölümle tehdit ediyorlar. Evangelik (Protestanlar) kişilikler dünyanın bir numaralı gücünün en yüksek iktidar alanları, mercilerine kadar sızabiliyorlar. Köktendinci İslamcılar İngiltere’de Müslüman vatandaşlara şeriat yasalarının uygulanmasını talep edebilecek kadar cüretkâr olabiliyor. Bazı politikacılar ve Anglikan episkoposlar bu taleplere karşı olmadıklarını söyleyebiliyor. Eğer köktendincilerin bu gelişmelerini frenlemezsek, eğer hiç denetimsiz dilediklerini yapmalarına izin verirsek, eğer sol ve ilericiler her türlü köktencilik ve aşırı tutuculuğa karşı verilen laik ve hümanist savaşıma katkıda bulunmazsa günümüz uygarlığında dev gerilemeler yaşanabilir. - Sol güçleri köktenciler karşısında fazla mı hoşgörülü (uzlaşmacı) buluyorsunuz? - Avrupa’da yaşayan çeşitli Müslüman mezhepli yurttaşlar azınlıktır. Bir kısım sol, ayrımcılık kurbanı olduğu gerekçesiyle İslam dinini, uygulamalarını eleştirenleri şimdiden yasaklayıp, köktenci birtakım sapmalarına göz yumuyor. Şahsen bunun ağır bir hata olduğuna inanıyorum. Sol olmadan laiklik ve kadın hakları mücadelesini nasıl verebiliriz? Bu sorunların çözümünü, ele alınmasını sağa bırakmak öldürücü olur. Sağ özünde Müslümanlar ve İslamdan nefret ediyor. Kendi ırkçı emellerini güçlendirmek için laikleri kullanmaya hazır. Bizim inançlarımız sol içerikli. Toplumun ilerleyen, aydınlanan bir çizgide değişiminden yanayız. Sağın laik mücadelemizi saptırmasına izin veremeyiz. Ayrıca köktendinciler, çoğunluk veya azınlık olsun, herhangi bir din veya cemaati adına, farklılık gerekçesiyle bir cinayet veya suç işledikleri zaman mutlaka cezalandırılmalı. ÖLDÜRMEK CAİZ, ÇÜNKÜ… - Amerika’nın son yıllarda sürdürdüğü sözde “terorizme karşı savaş”ın İslamcı köktendincilerin tezlerine hizmet ettiğini düşünüyor musunuz? - Köktendincilerin tezleri, argümanları hiç eksilmez. SSCB varken, din düşmanı oldukları gerekçesiyle cihatları komünistlere karşıydı. SSCB’nin yıkılmasından sonra şimdi de ABD’yi İslamın düşmanı ilan ettiler. Hedefleri ne olursa olsun köktendinciler hiçbir biçimde sempatimizi hak edemezler. Yıkıcı ideolojilerini haklı kılmak için uydurdukları gerekçe ne olursa olsun tavır ve düşüncelerine karşı aralıksız mücadele verilmeli. Özünde kimi düşman belirlediklerinin pek önemi yok. Eylem ve hedeflerinin temelini daima dinde bulacaklar. Uzlaşmazlıklarının ilham kaynağı din; kendi dünya görüşlerini paylaşmayan herkesi tehdit etmek, öldürmek din adına caiz. Kadınları baskı altında tutmalarının nedeni ABD’nin yürüttüğü savaş değil. Bu baskı her zaman varoldu. Yani köktenciliklerinin nedeni de, kaynağı da din. Amerikan savaşı bir başka tartışma konusu. Karşı çıkabilir, protesto edebiliriz. Ama köktendincilerin eylemciliği Irak, Afganistan savaşları olmaksızın da bir gerçekliktir. İslam adına kadın haklarını yok etmek, vurmak, işkence etmek, kırbaçlamak, taşlamak, kadınları öldürmek için bu savaşları beklemediler. Müslüman ülkelerdeki kadınların çektiği acının tarihi çok uzun. - Afganistan’da Talibanla müzakere edilerek barış sağlanabileceğine inanıyor musunuz? - Mümkünse niçin denemeyelim? Ama Talibanları üreten sistem radikal bir biçimde değişmediği sürece hiçbir kalıcı sonuç alınamaz. Köktendinci üreticisi fabrikalar olan Medreseler ve Kuran kursları kapatılmalı, laik ve bilimsel bir eğitim teşvik edilmeli. Bu kural hayati. Sistem aynı kaldığı sürece Talibanlarla müzakere etmişiz veya dövüşmüşüz pek bir şey fark etmez. Sorunu kökünden ele almak gerekir. Afganistan’daki kaosun sorumluluğunu Talibanların üzerine atmak istemiyorum. Küçük çocukları iki yaşından itibaren Kuran kurslarına gönderdiğiniz zaman, onlara elleri silah tutuncaya kadar hatmettirilenler sadece Kuran’dan ezberlenen alıntılar, İslam devleti kurmaya teşvik; kadınlara, Müslüman olmayanlara ölüm oluyor. Hepsinin aşırılığı hiç şaşırtıcı değil. Dünyaya açılan hiçbir pencereleri yok. Kamusal ve laik bir eğitimden yararlanmak gibi bir olanakları mevcut değil. Benim onlarla bir alıp veremediğim yok. Sorun masum çocukları Talibanlara dönüştüren sistemin teşvikçilerinde. İslam dünyasında medreseler, dine dayalı okullar siyaset, seçimler vesilesiyle köktendincilerin nüfuzundan yararlanmak isteyen iktidarların işbirliğiyle her yerde mantar gibi bitiyor. Doktrinlerle çocukların beyinlerini yıkayan radikal imamların görevli olduğu eğitim yapılarına derhal son verilmeli. Çocuklara ifade özgürlüğü, demokrasi, eşitlik öğreten okullar kurulmalı. Şayet şimdi kimse onlara bu değerleri aktarmazsa, ilerde onların bu değerleri talep etmesini nasıl bekleyebiliriz? Köktendinciliğe karşı tek etkili silah laik eğitim. ______________________________ Cumhuriyet. 02.05.09
Gönderi tarihi: 2 Mayıs , 2009 16 yıl EROL MANİSALI İle Söyleşi: Ilımlı İslam, Uyumlu İslam... Ilımlı İslam, Uyumlu İslam!.. Erol Manisalı'nın 5 ciltlik 'Hayatım Avrupa' (Cumhuriyet Kitapları) dizisi sözün konusu. 'Ortak Pazar'dan Avrupa'ya', 'Askeri Darbeden Sivil Darbeye', 'Türkiye'nin Askersiz işgali: Gümrük Birliği', 'Avrupa'nın Askerle Kavgası' ve 'Avrupa'yla Derin Bağlar' başlıklarını taşıyan dizide Türkiye-Avrupa (AB) ilişkilerinin yakın tarihini büyüteç altına alıyor Manisalı. -Bunun yanında Türkiye içinde oluşturulmakta bulunan önceki ve yeni dengeleri ve oligarşinin yanar döner kimliğini de sergiliyor. İktisadi, siyasi, askeri ve kültürel faktörlerin nasıl iç içe geçtiklerini ve kullanıldıklarına yakın plan yapıyor. Sermaye çevreleri ve siyasal İslam arasındaki yeni bağların Türkiye'nin iç dengelerinde ve dış (yani yüzde 90 AB ve ABD) ilişkilerinde en önemli belirleyici öğe olmaya başladığını okuyoruz. Ve Türkiye-AB ilişkilerinde kurulan tek yanlı bağların siyasal sermaye ve siyasal İslam için ortak bir 'kaldıraç işlevi' gördüğünü... AKP iktidarının kimliğinin tüm ayrıntılarıyla ortaya konulduğu dizide, Manisalı'nın eski öğrencisi Abdullah Gül'ün yanı sıra Tayyip Erdoğan'ın dönüşümü de örnekleriyle sunuluyor. Erol Manisalı ile 'Hayatım Avrupa' dizisini konuştuk. -'Avrupa'yla Derin Bağlar' kitabınızda AKP iktidarının ve yönetiminin kendi hesaplarını, AB üzerinden nasıl yürüttüğünü ayrıntılarıyla okuyoruz. Hangi yeni kapıları araladınız? - AKP üst yönetiminin, Avrupa Birliğini arkasına alarak, Türkiye'de siyasal İslama karşı çıkan odakları ortadan kaldırmak veya zayıflatmak en önemli amaçtı. Bu pencereden baktığımız zaman, 'AB'nin AKP için sadece bir maşa, bir araç olarak kullanıldığını' gördüm. Bu durum AB'nin de işine geliyordu, onlar da AKP'ye içerde verdikleri desteğin karşılığında, 'Türkiye'yi içeri almadan', her türlü ödünü alabileceklerdi. AKP ile AB arasında böyle bir alış veriş düzeni kuruldu. Vatikan'ın Papa'sı bile AKP'ye yardım etti. 2002-2009 döneminde fiilen yaşananlara baktığımızda, bu alış verişin her iki taraf açısından da başarılı bir biçimde gerçekleştiğini gördük. AB, AKP iktidarından istediği iktisadi, siyasi ve kültürel ödünleri bir bir aldı. Bunu da açık bir biçimde söyledi: AKP iktidarı, bugüne kadar Türkiye'de gördüğümüz en iyi yönetimdir dediler. Bu ifade, AB'nin çıkarları açısından tamamen doğrudur. Türkiye piyasası AB'nin çıkarları doğrultusunda işlemeye başladı. Avrupa tekelleri, 'sigortacılıktan gıdaya', her alanda sektörleri ele geçirmeğe başladılar. Siyasal ve kültürel olarak, 'Türkiye'nin çözüştürülmesine yönelik' yasalar çıkarıldı, uygulamalar başladı. Bu 'özgürlük ortamında', AKP de kendi dinci yapılanması yolunda ilerledi. Yeni muhafazakârlar ve AKP - İlerledi ve günümüze gelindi. Şimdi mevcut koşullarda Türkiye içindeki yeni oluşumları ve dış ilişkilerdeki yeni dengeleri de ortaya koyuyorsunuz kitabınızda. Okurlara bir ön rehber olması adına yeni ambalajı nedir bu yeni dengelerin? Teslimiyet sürüyor, ne değişecek? - Prof. Davutoğlu, Dr. Yalçın Akdoğan gibi AKP danışmanları ve teorisyenleri AKP ile Batı'nın talepleri arasında, 'ilk defa örtüşmelerin ortaya çıktığını' vurguluyorlar. AKP'nin Batı Kapitalizmindeki yeni muhafazakârlara iyice yaklaştığını görüyoruz. Yeni muhafazakârların Batı kapitalizmindeki girişimleri Türkiye'de AKP tarafından bir boyutu ile kullanılmaya başlandı. Özellikle devletin küçültülmesi ve serbest piyasa ekonomisinin esas alınmasında büyük bir örtüşme görülüyor. Ancak AB'nin ve AKP'nin niyetleri farklı tabii. Meclis'in ve bürokrasinin AB süreci içinde 'Batı güdümüne sokulması' devletin ve Cumhuriyetin 'alışılmış değerlerinin gevşetilmesi ve silkelenmesi' anlamına geliyor. AB ve AKP talepleri bu konuda örtüşüyorlar. Bu örtüşme içinde, 'Türkiye ve Batı'nın karşılıklı çıkarlarının geliştirilmesi ve dengelenmesi' yoktur. Batı'nın Türkiye'nin ve bölgenin aleyhindeki taleplerinin yerine getirilmesi daha bir esastır. Batı'nın yeni Türkiye politikasında da ABD ve Avrupa birleşmişlerdir. Ve gözlerini daha da karartmışlardır. Ilımlı islam, uyumlu islam! - Ortaklaşa ağız ve gömlek değiştiren Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül lokomotifliğinde AKP'nin ABD'ye biatına, yani 'ilk ve demirbaş örtüşmeye' dönersek' Kitabınızı henüz okumayanlara rehber olması adına ne derece bir örtüşmeydi bu, yani sonuçta zeminleri belli bu insanların, İslamcılar' - Batı kapitalizminin ve emperyalizminin 'ılımlı İslam' dediği aslında 'uyumlu İslam'dır: Batı'nın her dediğine uyan bir İslam... Bir kere önce metazori sonra gönüllüce hemen her şeyleri değişmişti. Antiemperyalist ve anti Amerikan kimlikleri yerine şimdi 'onunla işbirliği' yapan bir duruş vardı. Ama İslamcı ve şeriatçı kimlikleri değişmemişti ki, o değişmez. Benim görebildiğim kadarı ile 'programlı bir değişim süreci' başlatıldı. Ne kadarı sahte, ne kadarı gerçek; bunu şimdiden tam olarak kestirmek zor olsa da elde bazı net kanıtlar var! Abdullah Gül'e çok dikkat edin! Abdullah Gül'ün 1995 ve 1996 yıllarındaki söylev ve değerlendirmeleri çok tutarlı idi; kendi içinde bütünlüğü vardı. Kapitalizme ve emperyalizme karşı yapılan eleştiriler siyasal ve iktisadi bütünlük görülüyordu. O tarihte, emperyalizmle yüzleşen; ona meydan okuyan; kendi düşüncelerinin arkasında inatla ve inançla duran bir Abdullah Gül var. 'İslamcı, muhafazakâr, milli öğeleri emperyalizme ve kapitalizme karşı kullanan' bir yaklaşım söz konusu. 2000'li yıllara geldiğimizde AKP ve Abdullah Gül'ün tutarsız ve emperyalizmle işbirliği yapan bir konumda olduğunu görüyoruz. Yani 28 Şubat Süreci'ne kadar antiemperyalist kimliğini dimdik TBMM kürsüsünde dile getirme cesaretini gösteren Abdullah Gül 180 derece dönmüştür. 1994-1997 dönemindeki Abdullah Gül ile AKP yönetiminin tepesindeki Abdullah Gül siyahla beyaz kadar farklıdır. Bu farklar, AKP iktidarı döneminin, toplumla çatışmasının nedenlerini de anlatıyor. Dönüşümün böylesi - Ya Tayyip Erdoğan? - Abdullah Gül'ün dönüşüm sürecini Tayyip Erdoğan da gösterdi tabii. 2000-2001 yıllarında birdenbire, 'ben değiştim' diyerek ortaya çıktı. Televizyon ekranlarında insanlar Tayip Erdoğan'ın 1990'ların başındaki kasetleri ile 2001'deki konuşma kasetlerini karşılaştırdıklarında şaşkına dönüyorlardı. 27 Ağustos 2001'de Cumhuriyet'teki köşemde 'Kasetteki İki Yüz' başlıklı bir yazım çıkmıştı. Bu yazıda '1990'lı yılların başında ümmetçi ama Sultan Galiyev'i andıran bir Tayyip Erdoğan var; 2001'de ise boynu bükük, Ensesine vur lokmayı azından al misali, süklüm püklüm; mahcup, utangaç bir Tayyip görüyoruz' demiştim. Evet, Erdoğan da Gül gibi birdenbire değişmişti. Sanki her ikisi de, bilim kurgu filmlerindeki gibi; onların kılığına giren başka insanlar olmuşlardı. Avrupa ve Amerika diyorlar, başka bir şey söylemiyorlardı. Sanki efsunlaşmışlardı. Tayyip Erdoğan'ın, Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök'ten randevu almak için Paul Wolfowitz'den ricada bulunması nasıl olabilirdi? İnsanın inanası gelmiyordu. Yazıldı, yayımlandı ve itiraz dahi etmediler; olay doğruydu, insanlar şaşkınlık içindeydi. Hale bakın! - Abdullah Gül ile tanışıklığınız öğrenciniz olduğu yıllara dayanıyor. Hayatım Avrupa dizisinde, Gül ile 1979-1996 döneminde hayatınızın üç noktada kesiştiğini de yazıyorsunuz. Bu kesişmeleri anlatır mısınız? - Gül ile ilk defa 1979'da Sakarya Üniversitesi'nde karşılaştım. 4-5 aylığına, cuma günleri burada ders vermem için öneri geldi, kabul ettim. Bana geçici bir asistan tahsis edildi. Asistanın adı Abdullah Gül idi. Bana refakat ediyor, işlerimde yardımcı oluyordu. Gül ile daha sonra Ocak 1982'de karşılaştım. Doktora sınavında jürideydim. Benden başka Toker Dereli, Erdoğan Alkin ve Nevzat Yalçıntaş da jürideydiler. Gül, pekiyi derece ile geçti. 'Türkiye'nin Ortadoğu Ülkeleri ile İktisadi İlişkileri', tez konusunu oluşturuyordu. Abdullah Gül ile üçüncü karşılaşmamız Temmuz 1996'da oldu. Necmettin Erbakan-Tansu Çiller (Refah Yol) koalisyonunda, Kıbrıs'tan sorumlu devlet bakanı idi. Gümrük Birliği konusunda benim görüşlerimi savunuyordu. Antiemperyalist ve milliyetçi bir çizgideydi. Denktaş'a hayrandı. Benim ricam üzerine, Erbakan'ı 20 Temmuz 1996'da, günübirlik de olsa, ite kaka KKTC'ye getirmeyi başardı. Radikal mi verelim, ılımlı mı? - AB olayını daha geniş perdeden çözmenizde Gül'ü tanımanızın nasıl bir etkisi olduğu söylenebilir? - Şöyle, bu kitabımda iki bölüm ayırdığım Abdullah Gül'ün 'değişen kimliğinde', AKP'nin oluşumunu ve ABD ile derin bağlarını gördüm. Onun çizgisini mercek altına alıp izlerseniz, AKP'nin kimliğini, misyonunu ve derin bağlarını yakalarsınız. Bir turnusol kâğıdı gibi her şeyi ortaya çıkarır. - Batı, sadece ılımlısına değil radikaline de mavi boncuk dağıtıyor' Kimin ne zaman işlerine yaracağı belli olmaz değil mi? - Avrasya'nın geleceğinde İslam ülkeleri etkili olacaklar. 'Radikal İslam' ve 'uyumlu İslam' yapay olarak bu nedenle üretildi, zorla oluşturuldu. Usame bin Ladin Amerika'nın, Kaplan Almanya'nın, Mollalar Fransa'nın ürünleri değiller mi? Kendileri beslediler ve geliştirdiler, her şey belgeleriyle ortada duruyor. Onlar Mustafa Kemal'lere, Musaddık'lara ve Nasır'lara karşıydılar. Bugün de Mustafa Kemal Cumhuriyeti'nin yerine aynı nedenle İslam Cumhuriyeti koymak istiyorlar. 'Uyumlu İslam' ile işbirliği içindeler. Yanına da gayri milli sermayeyi ortak etmişler. Onlar bugün de Hugo Chavez'lere, Lula da Silva'lara bunun için karşı duruyorlar. ABD daha tutucu hale geliyor; Avrupa'da tutucu partiler oylarını soğuk savaş sonrasında arttırıyorlar. Batı kapitalizmi kendi içinde yeni Roma İmparatorluğu'nu kurma hazırlığı içinde. Onun için Vatikan'ın Papası Fidel Castro'ya gidip elini öptürüyor. Katolik kimliği sosyalist kimliğinin yanında bir sigorta olarak korunuyor. Ama aynı Papa 2002'de Ermeni Patriği ile birlikte 'Türkler 1915'1922 arası soykırım yaptı, Hitler Türkleri örnek aldı. İlk soykırımı Türkler yapmıştır' deklarasyonu yayımlıyor. Ve aynı Papa 30 Kasım 2004'te Fener Patriği'nin daveti üzerine yeni bir 'ittifak için' İstanbul'a geliyor. Batı'nın (ve kapitalizmin) 'Radikal ve ılımlı İslam karşısındaki durumlarını anlayabilmek için' bütün bu gelişmeleri birlikte değerlendirmek gerekiyor. Ayrı ayrı seyredilen kareler hiçbir anlam taşımaz, en azından Türkiye için... Kurtuluş Savaşımıza Batı'nın verdiği 'soykırım referansı' esasında 'emperyalizmin kırımı' anlamındadır... Denktaş'a atılan kazık - Bir Kıbrıs konusunda AKP iktidarının taahhütlerinin arkasında yatan nedenleri de inceliyorsunuz kitabınızda. Yaptığınız özel görüşmelerde en çok neye dikkat çekti, uyardı Denktaş? Neler dönüyordu? - Abdullah Gül'ün iki farklı Kıbrıs penceresi olmuştur: 1996'ya kadar olan birinci pencerede KKTC'nin sonsuza kadar varlığını ve egemenliğini savunan Denktaşçı bir Gül görürüz. İkinci dönemde ise Mehmet Ali Talat'ı tercih eden, ABD ve AB'nin taleplerine açık bir yaklaşım ve uygulama geçerlidir. Denktaş bu değişim karşısında şaşkındı, bir türlü anlayamıyordu. AKP hükümeti 1 Mayıs 2004'te, uluslararası anlaşmalara aykırı olarak AB'ye tam üye yapılırken Abdullah Gül, Selanik'te kutlamalara katılıyordu. Bir de Denktaş'a atılan büyük bir kazık vardı: Şubat 2004'te Annan Planı'nı pazarlık etmek üzere New York'a gittiğinde Kofi Annan kendisine, 'Senin edecek bir pazarlığın yok, Ankara Hükümeti planı zaten kabul etti, bana söz verdiler' diyordu. >Denktaş bu acı gerçeği bana, Haziran 2005'te, 'eski' Kanal Türk'teki söyleşimizde, canlı yayında söylüyordu. Bütün bunları kitaba aktardım, insanlar ne olup bittiğini bilmeli. - Bu gerçeği sansür eden televizyon ve gazeteler sansür ediyor, sizin ise Cumhuriyet'te 'Davos ve Kıbrıs' diye bir yazınız yayımlanıyor. Bir Davos tanımınız yer alıyor dizinin beşinci kitabında. Söyleşimizde mutlaka yinelemeli.. - Davos ilginç bir yerdir. Orada en değerli 'KİT'ler alınır,' 'KİT'ler satılır;' hatta adalar bile alınır satılır. Hatta hatta insanlar bile alınıp satılırlar. Davos, İsviçre dağlarının yüce doruklarında kurulmuş 'prömiyer bir piyasadır'. Birileri alır birileri verir. Çok kez kimsenin ruhu bile duymaz. Bazen de biri kalkar, derin bir kuyunun içine haykırır: 'Midas'ın kulakları, Midas'ın kulakları...' Aynen Denktaş'ın çığlığı gibi... İlahi Davos - 'Hayatım Avrupa' dizinizde çarpıcı tespitlerden biri de Tayyip Erdoğan'ın Kıbrıs konulu veryansınlarına ilişkin.. Tayyip Erdoğan'ın Kıbrıs konusunda da esip gürlediği dönemler'- Hem de daha 3 Kasım 2002 seçimleri ertesinde henüz milletvekili bile değilken esip gürlüyor, Rauf Denktaş'ı ve Ankara'nın eski Kıbrıs politikasını adeta yerin dibine batırıyor. Erdoğan'ın söyledikleri Brüksel'in, Washington'un ve İstanbul patronlar kulübünün söylediklerinin aynı idi. 40 yıllık Kıbrıs politikamız değişecek; bu iş Denktaş'la olmaz diyordu. Bunlar; Batı'nın ve Türkiye'nin içinde 'kimi büyük sermaye çevrelerinin' söyledikleri ile örtüşüyordu. Hayatında Kıbrıs konusunda teknik meselelere girmemiş bir insan şimdi 'Kıbrıs için Belçika modeli uygulanabilir' diyordu. - Zamanlama da müthiş!- Tabii 'Çözümsüzlük çözüm değildir' sloganını Batı çevreleri gibi tekrarlamaya başladı bir kere. Erdoğan 'çözümsüzlük de bir çözümdür' diyenin Denktaş değil de Klerides olduğunun farkında bile değildi. Zamanlama evet. Klerides bu sözü ta 1970'lerin başında söylemişti. AKP üst yönetiminin daha hükümet bile olmadan 3 Kasım 2002 seçimleri biter bitmez bunları söylemesi dikkat çekiciydi. Bütün bu açıklamalar, 'Washington ve Brüksel gözlüğünün AKP iktidarında egemen olacağını' ortaya koyuyordu. Anlaşılan sözler verilmiş, şimdi bunun pazarlanması başlatılmaktaydı. Zaten 2003 Davos doruğunda Cüneyt Zapsu, 'çözüm için gerekenleri ve istenenleri' BM ilgililerine veriyordu.- Turgut Özal, S. Demirel, Necmettin Erbakan, Tansu Çiller ve Bülent Ecevit ile görüşmelerinizi de okuyoruz Hayatım Avrupa dizisinde. Her biri için özet tespitleriniz nedir?- Turgut Özal 'sermaye çevrelerinin siyasette mutlak egemenliğini' benimsemişti ve Türkiye'nin bu bağlamda, 'Batı kapitalizminin himayesine sokulmasını', tek çıkış yolu olar görüyordu. Demirel, konjonktüre göre vaziyet alan bir esneklik içindedir. Gerektiği zaman, Batı'dan alamadığını, gidip Sovyetler Birliği'nden çatır çatır alabilmiştir. Erbakan siyasal İslamı, İslam dünyasını esas alan bir anti kapitalisttir. Tansu Çiller, Amerika'ya biraz fazla bağımlı bir piyasacıdır. İdeal bir kapitalisttir. Politikacı olamayacak kadar dürüst ve idealist bir insandır. İçlerinde sisteme karşı çıkabilen iki kişi vardı: Ecevit ve Erbakan, bu nedenle Amerika her ikisini de devirdi. [email protected] Perşembe, Nisan 16, 2009
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.