Gönderi tarihi: 28 Ocak , 2008 17 yıl KORKMAK VE KORKMAMAK ÜZERİNE … (¹) Günümüzde hiç kimse, “İslam dünyası/coğrafyası”nda yaşayan toplumların diğer monoteist (tek Tanrılı) toplumlardan daha geride kalmış bulunduğu gerçeğini yadsımıyor. Biliniyor ki İslam, tarihin bir dönemecinde “bilimsel bilgi” ile “inanç”ın yollarını ayıramamış ve yüzlerce yıllık bir gecikme yaşamıştır. Söz konusu coğrafyada yalnızca Türkiye, Kemalist Devrim yoluyla, bu açığı kapatma çabasına girmiştir. Ne var ki, bu yolda benimsenen laiklik ilkesi, Türkiye’de, bir başka dogma bütünü gibi algılanıp uygulanmıştır. Bir kutsallık alanı bir ölçüde daraltılmış, ama onun yerine başka kutsallıklar konmuştur. Sonuçta insan zihni özgürleşmemiş, “iman”a dayalı anlayış yapısı yerinde kalmıştır. İnsanımızı dinsel bağnazlığın tutsaklığından yine de belirli ölçülerde esirgemiş bulunan bu sistem, 85 yıl sonra artık tarih olmakta. Bir kesim aydınımız kutsallıklardan birinin yıkılışına bakarak mutluluk duyuyor. Onlar, ülkenin, kutsallık alanlarından birer birer arınarak demokrasi yoluna girebileceğini düşünüyorlar. Ancak dinsel referanslarla ilişkili bir yaşam biçimi benimsememiş yurttaşların bir kesimi ise kaygılı. Türkiye’nin, bu aşamada, kopkoyu bir bağnazlık ortamına sürüklenmesi kaygısıyla geleceğe güvensiz bakıyor. Bu kesimin korkularını besleyecek belirli faktörlerin bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Gerçekten de gözlemler, üç olgu/oluşum eşzamanlı olarak boy verdiğinde, tehlike sınırlarının zorlanabileceğini ortaya koymaktadır: “çoğunluk kültü”, “dip dalga” ve “uydum çoğunluğa sendromu”. Öncelikle, kimi iktidar çevrelerinin saplandığı “çoğunluk kültü” kaygı uyandırmaktadır. Bunlar, kendilerine oy veren çoğunluğun değerlerini halkın bütününün değerleriyle özdeş tutmakta, fırsat bulduklarında belirli anlayışları toplumun geneline dayatacakları izlenimi yaratmaktadırlar. Oysa demokrasi kuramı, çoğunluğun, çağdaş toplumları azınlığa “rağmen” yönetemeyeceğini öne sürer. Siyaset düşünürü Morlino’ya göre, demokrasi, önceden saptanmış kuralların uygulanmasıyla ürettiği “belirlilik” ortamına karşın, bu ortamda oluşacak ve alınacak kararların “önceden belli olmadığı” rejimdir. Recep Tayyip Bey’in bu türden demokrasi kuramlarıyla pek ilgilenmediği ve “demokrasi” deyince salt “seçim sandığı”nı anladığı, muhalefeti susturmak isterken öne sürdüğü “aldığın oy kadar konuş” tipi argümanlardan bellidir. Seçmen çoğunluğunun kendilerini “mutlak egemen” konumuna getirdiği düşüncesindeki bu tip otokratların davranışları, hele dengeleyici demokratik mevzilerin çoğunu yandaşlarıyla tuttuktan sonra, daha da kaygı vericidir. Nitekim Başbakan’ın, toplumu özellikle dine/inanca dönük konularda gerginleştirirken sergilediği pervasızlık, söz konusu kaygıyı pekiştirici niteliktedir. Bu bir. Öte yandan, Recep Tayyip Erdoğan’ın, yüreğinde öncelikle “İslam”ı taşıyan bir kişi olduğu bellidir. Olabilir. Ancak o, “laik ülke başbakanı” kimliğini çoğu zaman bir yana bırakıp din ekseninde siyaset yapıyor. “Müslüman terörist olmaz” gibi realite dışı ideal tanımlara yöneliyor. Yurttaşları “inançlı Müslüman” prototipine indirgiyor ve oranlarını –benim gibileri de dahil ederek- %99’a vardırdığı “inanan Müslümanları” muhatap alıyor. Dünyanın her köşesinde onlar adına konuşuyor. Bu tarzı, Recep Tayyip Bey’i toplum gözünde bir tür “İslami norm koyucu/İslami değer taşıyıcı” hatta “ülkenin/bölgenin imamı” konumuna getiriyor. Bütün bunların seçmen çoğunluğu gözünde pek fazla yadırgatıcı bir yönü bulunmayabilir. Ancak yakın tarih göstermiştir ki, söylemlerinde metafizik öğeler kullanan bu tip önderler, kendilerini de aşan fanatik/militan yığınlar üretebilirler. Türkiye’de de kitleleri kavrayabilecek bir “dip dalga” olasılığının ipuçları vardır. Örneğin, seçimden hemen sonra oğlunun düğününü Bebek Camii’nde yapan imamın, bir TV muhabirinin kendisine yönelttiği “Müftülüğün haberi var mı?” sorusuna verdiği “Müftülüğün de var, Meclis’in de!” şeklindeki yanıt düşündürücüdür. Abdullah Gül’ü Çankaya’ya, Başbakan’ın iradesini de aşan bir dalga taşımıştır. Bazı İslamcı yazarlar, “işi rast gitmiş azınlığın” Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana sürmüş egemenliğinin artık sona erdiğini açıkça belirtiyorlar. Başbakan ve yakın çevresi ise kendileri gibi düşünmeyenlerin kaygılarına duyarsızdır. Onların “laik dönemin rövanşı” doğrultusundaki tutumları, “şimdi sıra bizde” düşüncesiyle davranan aşırılığa eğilimli kitleleri etkileyerek kendilerini de aşan bir dip dalgaya yol açabilir. Bu da iki. Sosyolojik gözlemler, her dönemde, “yükselen” söylem ve eylem kalıplarının toplumca kendiliğinden benimsendiklerini ortaya koyuyor. Nitekim şimdilerde, her düzeyden eğitim kurumunda, sayısız “münferit olay” bağlamında, laik anlayışlar rafa kaldırılıp İslamcı uygulamalara yöneliniyor. Üretilmiş olan “milliyetçi-softalık” ortamında, “münferit mütecaviz”ler başka dinden insanlara saldırabiliyor. Son Kurban bayramı mesajlarında “İslam aleminin mübarek bayramı” ya da tam bir “İslamcı jargonu” olan “bayramın hayırlara vesile olması” deyimleri, “laik anlayışlı” bildiklerimizce de pek sıklıkla kullanıldı. Bu türden sosyo-psikolojik güdümlenmeler, “mahalle baskısı” diye de nitelenebiliyor. “Türban serbest bırakıldığında üniversitelerde kısa sürede türbansız kız kalmayacağı” yolundaki uyarı önemli ölçüde bu olgudan kaynaklanır. Düne kadar laik demokratik normlara uyan ideolojisiz/apolitik çoğunluk, normları İslamcılar koyunca bu kez kalabalığa bakarak İslam toplumu normlarına uyacaktır. “Uydum çoğunluğa sendromu” da işte budur. Bunların da ötesinde ve bunlara ek olarak, “içe kapanmacı eğilimler” söz konusu olduğunda, “laikçi-şoven” kesim İslamcılarla yarışmakta hatta onları aşmaktadır. Müslüman göçmen barındıran Avrupa ülkelerinin hemen her kentinde bir cami bulunur. Oralarda İslam propagandası özgürce yapılabilir. Durum böyle iken bu kesim, kafasını Türkiye’de bulunan çok az sayıda Hıristiyanın kendi dinine dönük etkinliğine takmaktadır. Ülkeyi tehdit etme gizilgücü içerdiği vehmedilen “misyonerlik” faaliyetlerinden söz edilmekte; yeni saldırılara adeta ortam hazırlanmaktadır. Bize karşı yapıldığında yakındığımız “çifte standart” belirgin biçimde uygulanmaktadır. Ayrıca, bu türden anlayış ve davranışların, Batı’da İslam’a ve Müslümanlara karşı bir takım olumsuz tepkileri tetikleme gizilgücü taşıdıkları açıktır. Öte yandan bu yolla, “dinler arası çatışma” ortamı güçlenebilecek ve dolaylı olarak Türkiye’de de kutuplaşma eğilimi artabilecektir. Sonuçta, tüm olumsuzlukların bir araya gelerek belirli korkuların gerçeğe dönüşmesine yol açacağını düşünmek için belki yine de fazla karamsar olmak gerektir. Ancak, günümüzdeki gidişten ürken ve kendisine güvence sağlayan “laiklik” ilkesine zaman zaman paranoyak bir titizlikle sarılan kesimin duygularını anlamak, toplumun bütünlüğü açısından zorunludur. Gerçi “çağımızda geçerli olan türden” bir dinselliğin, uzun dönemde hiçbir coğrafyada, “bilimsel bilgi” ve onun getirdiği “başarımlar” karşısında direnemeyeceği varsayılabilir. Ne var ki, T.C. yurttaşları olarak bizler, yaşam serüvenimizi bugünün Türkiye’sinde sürdürüyoruz. Yeryüzündeki bu “tek” şansımızı, dinsel bağnazlığın pençesinde kıvranan ve bizi de kıvrandıran bir toplumsal ortam içinde ziyan etmekten haklı olarak ürküyoruz. Mevcut gidiş, eğer iktidarın yönlendirici kesimi için “planlı bir kopuş” değilse, gereken; daha az inat daha çok empatidir. Hepsi bu! DİPNOT... ______________________________________
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.