Gönderi tarihi: 13 Ağustos , 2007 17 yıl Dinci Oligarşinin Panzehiri Toplumu ve siyaseti irdelemenin en sağlam yöntemi olan diyalektik bize çok önemli bir kural öğretmiştir: Herhangi bir siyasal ya da toplumsal olgu mutlaka bazı tepkiler yaratır. Bir başka deyişle, her olay karşıtını da yaratır, her olgu zıddıyla birlikte var olur. *** Her diktatörlükte demokratik tohumlar, her demokraside diktatörlük heveslileri vardır. Hele hele bizimki gibi çarpık, eksik, toplumsal, ekonomik ve kültürel temelleri çok zayıf olan bir "sözde demokrasi" , her türlü "anti-demokratik" öğeyi, fazlasıyla bağrında barındırır. *** Türkiye'deki Dinci Oligarşi de, adına "Demokrasi" diyerek büyük ölçüde kendimizi aldattığımız eksik, özürlü ve yoz "çok partili düzenimiz" içindeki feodal (feodal olduğu için de doğal olarak dinci) kalıntıları, uluslararası konjonktürün de yardımıyla kullanarak iktidara gelmiştir. *** Bu Dinci Oligarşi iktidarı, kaçınılmaz bir biçimde toplumda zaten var olan (ve hatta bir süre kendini iktidar sanan ) laik ve demokratik öğelerin bilincini diyalektik olarak yükseltecek, bu öğelerin etkinliğini arttıracaktır. *** Nitekim bu gerçeğin farkında olan Dinci Oligarşi , mevcut diyalektik oluşumları engellemek için görünüşte uzlaşmacı bir tutumu son günlerde uygulamaya koymuştur. Böylece kendisine karşı oluşacak olan laik ve demokratik tepkileri önlemeyi, önleyemezse de, azaltmayı umut etmektedir. *** Bu yazıda Dinci Oligarşi karşısındaki diyalektik tepkiyi bilerek "laik" ve "demokratik" olarak ikiye ayırdım. Çünkü hepimizin bildiği gibi her demokratik tepki laik olmak zorundadır, ama her laik tepki mutlaka demokratik değildir. Bu nedenle, Dinci Oligarşi karşısında oluşacak laik tepkiler yeterli değildir. Bu tepkilerin mutlaka demokrasi ekseninde birleşmesi ve bütünleşmesi gerekmektedir. *** Diyalektiğin doğal sonucu olarak oluşacak tepkilerin, Dinci Oligarşi ile etkili bir mücadelesini ve sonunda başarısını sağlamak için, bu oluşumların ülkemizdeki sahte (ya da sözde) demokrasiyi, gerçek demokrasi haline dönüştürecek bir bağlamda desteklenmeleri gerekmektedir. *** 1) Sınıfsal olarak: Demokrasinin temelini oluşturan iki çağdaş sınıfın, sermayedarların ve emekçilerin, ekonomik gücü ve demokrasi bilinçleri geliştirilmelidir. Uluslararası konjonktürün Türkiye'ye taşınmasını sağlayan Küreselleşme, emekçi örgütlerin güçlenmesine karşı, sermaye sınıfının güçlenmesine taraftardır. Buna karşılık AB standartlarında bile emekçi sınıfların lehine olan ilkeler ülkemizde de kullanılabilir ve geliştirilebilir. Sermaye sınıfına gelince, mevcut sermayenin, haksız rekabet yoluyla Dinci Oligarşi' nin yarattığı suni sermaye gruplarının egemenliğine geçmesi önlenmeye çalışılmalıdır. 2) Siyasal olarak: Demokratik iradenin oluşmasını engelleyen, lider sultasına yol açan siyasal partiler yasası ve adaletsiz temsile yol açan yüzde on barajı gibi daha birçok engeli içeren seçim yasası değiştirilmeli, Dinci Oligarşi 'nin ardına sığındığı dokunulmazlık kaldırılmalı, başta ihale sistemi olmak kaydıyla tüm rejim mutlaka şeffaflaştırılmalıdır. 3) Hukuksal olarak: Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti, yargı erki siyasetten tamamen bağımsızlaştırılarak (örneğin Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'ndaki Bakan ve Müsteşar kuruldan çıkarılarak) güçlendirilmelidir. 4) Eğitimsel olarak: Hem örgün Milli Eğitim, hem de Kuran Kursları gibi yaygın eğitim, dogmatik dinci etkilerden arındırılmalıdır. 5) Mücadele kanalı olarak: Bu hedefleri benimsemiş olan sivil toplum örgütleri desteklenmeli ve yenileri kurulmalı; eşgüdüm, en azından bir siyasal parti bağlamında sağlanmalıdır. _________________________________________________________________ Emre KONGAR... / Cumhiriyet / 13.08.2007
Gönderi tarihi: 13 Ağustos , 2007 17 yıl Her diktatörlükte demokratik tohumlar, her demokraside diktatörlük heveslileri vardır. Emre KONGAR... / Cumhiriyet / 13.08.2007 bizim sözde demokrasi dedikleri şeyi zaten diktatörler idare ediyor. demokrasinin diktatörler tarafından çekip çevrilmesi sadece bize özgü degil dünyanın bir sorunudur. aristokratları yenen burjuva kendi sistemini kurmuşdur. gelecegi söylenen işçi sınıfı ise ya hala yolda ya da artık siyasal takılmayı bırakdı. şu anda burjuva sisteminin farklı tezahürlerini yaşıyoruz, zaten burjuva demokrasisinin en büyük özelligi, geniş kalabalıklara her zaman konuşacak 'boş' argümanlar sunması özelligidir. birde her demde 'avutmayı' çok iyi bilmesidir. emre amcam bu sistemin -burjuva iktisadına dayalı demokrasi- dindarlardan arınmasını istiyor. sundugu farklı hiç bir yeni şey yok, aynı masallar..
Gönderi tarihi: 13 Ağustos , 2007 17 yıl Yazar Emre kongar doğru söylüyor... İşte bunlar eksik, ******, yoz feodal kalıntıları başka birşey değil... Ama hala karanlıklarda kendilerine yer edebiliyorlar... Ne fark var ki..
Gönderi tarihi: 13 Ağustos , 2007 17 yıl biz zaten feodaliteyi aşamadık ki. cumhuriyet biraz rutuş yaptı ama kurtaramadı, eski sınıflar torunlarıyla beraber gene bu toprakları yönetiyorlar. hakikatde belki ilk devirlerde tırnagı ile kazanıp bir sistem, kültür ortaya koyacak bir burjuvamız olsaydı biraz farklı şeyleri konuşuyor olabilirdik bugün için... önce cumhuriyetin feodallerinden kurtulmak icap ediyor. ne garip degil mi? cumhuriyet ve feodal kavramını yan yana getirmek. ee ne yapalım buda bizim toplum olarak açmazlarımız.....
Gönderi tarihi: 13 Ağustos , 2007 17 yıl Sakallı, gözlüklü, kültürlü bey... Bu başlığı seçerken, ilhamı, değerli sosyolog Prof. Dr. Emre Kongar'dan aldım... Çünkü, Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman'a verdiği mülakatta, "Nilüfer Göle ve Tülin Bumin adlı iki hanım var" diyordu, kendisinden beklenmeyen (aslında nicedir beklediğimiz) bir nezaketsizlikle. İki hanım... Belli ki, Göle ve Bumin'i istihfafla karşılıyor. Dün Nuray Mert de değinmişti: Konu türban olunca, türbana karşı ılımlı yaklaşan herkese, hemen her düşünce ve görüşe "hoyratça", "küçümseyici" bir eda ile karşılık verme, üst perdeden konuşma üslubu benimseniyor. Kongar da üst perdeden bakıyor. Daha doğrusu (tabirimi mazur görün), üst perdeden atıyor. Biri sosyolog, diğeri felsefe profesörü olan "bu iki hanım" fevkalade yanlış analizler yapıyorlarmış; bu iki hanımın farklı yorumları ya olayı "bilimsel olarak" (yine "bilimsel"; bu nitelemeden artık daral geldi) yanlış değerlendirmelerinden kaynaklanıyormuş, ya da daha kötüsü popüler kültürün esiri olmalarından... Bakar mısınız? İstihfaf kesmemiş olacak ki, Kongar "bu iki hanımı" bir de "popüler kültürün esiri olmakla" itham ediyor. Sanki ortada (yine Nuray Mert'in sözleriyle söylersek) bu mevzulardan tamamen uzak ve durduk yerde enteresan fikirler ileri sürme gayretiyle çırpınan "iki hanım" varmış gibi... O iki hanımdan biri Türkiye'nin en parlak siyaset felsefecisi: Prof. Tülin Bumin... Diğerini zaten tanıyorsunuz: Prof. Nilüfer Göle... Arada bir kendine hakim olamayıp, cefelkalem "aydınlanma" ve "Türk aydınlanması" (!) konularına da dalan ve güncel/ideolojik görüşleriyle seçkin gönüllerde taht kuran Kongar'ın, boş bir zamanında Tülin Bumin'in aydınlanma felsefesi konusunda yazdığı kitaba (hiç değilse "şöyle bir") göz atmasını salık veriyorum; çünkü "aydınlanma felsefesi" konusunda esaslı bir "aydınlanmaya" ihtiyacı var. Diğer hanımın (Nilüfer Göle'nin) "Modern Mahrem"ini illa ki okumuştur. Konusunda yazılmış neredeyse tek temel kitap... Ama bir kez daha okumasında yarar görüyorum. Fakat beni, şimdilik, kendisinde "istihfaf" yetkisi vehmeden bir "bey" olarak Emre Kongar'ın türban ve özgürlükler konusundaki düşünceleri ilgilendiriyor. Kongar'a göre türban kadının özgürleşmesi, modernleşmesi simgesi olamaz; nerden bakarsak bakalım, "ortaçağ simgesi" bu... Nerden bakıyoruz? Militan bir cumhuriyet geçmişine sahip Fransa'dan mı, yoksa din-devlet ilişkilerinde farklı bir tarihsel geçmişe sahip Türkiye'den mi? Kongar'ın "hazır kalıp yargılardan" medet umması acıklı bir defans çabasına işaret ediyor. Çünkü türbanı bireyselleşmenin, özgürleşmenin ya da bir tür cemaatsel karşı koyuşun simgesi olarak değil, ısrarla "dinin dönüşü" (egemenlik iddiasıyla dönüşü) olarak düşünüyor. (Başbakan'a sosyoloji dersleri veren bir sosyolog olarak Kongar'ın, bu cemaatsel karşı koyuşu nasıl anladığını/anlamlandırdığını ayrıca çok merak ediyorum.) Hulasa: Bu sakallı, gözlüklü, kültürlü bey türbandan hoşlanmıyor. Kendisi için istediği özgürlüğü başkasına çok görüyor. Hatırlayacaksınız, 12 Eylül'ün sıkıdüzeninde, bireysel özgürlüğünün simgesi olan "sakalına" sahip çıkmış, geniş kesimlerin takdirini kazanmıştı... Konu "türban" olunca işin rengi değişiyor. İnsan hiç değilse sakalına gösterdiği özeni gösterir yahu... [email protected]
Gönderi tarihi: 13 Ağustos , 2007 17 yıl Yazar Rutaşa gerek yoktu evet... O kelimeyi cumle halem biliyor... Değilmi adı üstünde.. .........
Gönderi tarihi: 13 Ağustos , 2007 17 yıl “Şerif Mardin, “Türkiye’de entelektüel yok; yalnızca literati var”, demişti. “Emre Kongar”, tipik bir laik Türk literati’sidir. Aydın değildir. Entellektüel hiç değildir. Düşünürse, aslâ değildir. Sadece literati, yani okumuş yazmıştır. Literati, “ezbere konuşan”, yani bildiklerini mutlaklaştıran, bilmediklerini ise yoksayan; dolayısıyla aklıyla ve özgür iradesiyle değil, yalnızca hisleriyle (=vaziyeti kurtarma güdü/m/leriyle) hareket eden bir figürdür. Dahası, literati, başkalarını, nasılsalar öylece görebilme, kabul edebilme kabiliyetine de, özgüvenine de sahip değildir. Literati, mesela, Müslüman bir toplumu, Müslümanlığın temel kodlarıyla değil, Marksizm’in anakronikleşmiş kodlarıyla veya Batılı toplumların spesifik koşullarının ürünü olarak üretilen laik sosyal bilimin kavramsal çerçeveleriyle açıklamakta bir sakınca görmez. Böyle yapmakla, “kendi dili”ni değil, Batılıların geliştirdiği dili konuştuğunu, bunun Batılıları Özne, kendisini Nesne konumuna yerleştirdiğini; bu oryantalist, mutasyona ve metamorfoza uğratıcı dilin, kendisini Batılıların karikatürü yaptığını, kendi kendini sömürgeleştirmeye neden olduğunu ve felç olmuş, zihinsizleştirilmiş bir zihne mahkûm ve mahpus ettiğini göremez. O hâlde, soru/n şu: “Emre Kongar”’ı (dolayısıyla laik Türk literatisini) ciddiye almak gerekir mi? “Emre Kongar”ı ciddiye alabilmemiz için, “Emre Kongar”ın, öncelikle kendisini ciddiye alması, onun için de “sömürgeci aydın”ı gibi hareket etmemesi; dolayısıyla Müslüman bir toplumu, Müslümanlığın dışındaki laik ve/veya kaba pozitivist kavramsal şemalarla açıklamaya kalkışmamasıgerekir. “Emre Kongar”, böyle bir şeyi yapabilir mi? Batılı düşünürlerin, Batı’daki akdeminin insan bilimleri departmanlarının laikliği bütün yönleriyle tartıştıkları, “seküler aklın ötesi”, “post-seküler felsefe” gibi arayışlar içine girdikleri bir zaman diliminde, “Emre Kongar”, literati olarak kalmayı sürdürdüğü (yani Müslüman bir topluma, laik bir kimliği dayatmaya kalkıştığı, laikliği tartışılmaz bir ilâhî yasa gibi gördüğü) sürece böyle bir şeyi yapamaz. Ya ne/yi yapar? Önceki hafta pazartesi günü, üstelik de “Aydınlanma” (!) adını verdiği köşesinde, “Uzlaşalım: Hem Dayak Ye, Hem Sus” başlıklı yazısında yazabildiklerini yazar; başka bir şey yapamaz. Emre Kongar, sözkonusu yazısında, tam bir literatinin algılama biçimi ve diliyle, “demokratik rejimimizin” AKP iktidarından “gözünün morardığını, dudağının patladığını, sürekli dayak yediğini” iddia ediyor ve “gerçeklerin saptırıldığını, düşünceye ambargo konulduğunu, … eğitime önce sızıldığını, şimdi tümüyle el konulduğunu, … kuran kursları ve imam hatip okullarında çocukların ve gençlerin beyinlerinin yıkandığını, şimdi aynı işin tüm eğitimde yapıldığını” söylüyor! Danıştay ve Cumhuriyet gazetesine yapılan saldırıların, belli bir süredir bu tür söylemleri daha yüksek sesle dillendiren laik literatilerin sözlerinden sonra gerçekleşmiş olmasına dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Emre Kongar’ın yazısını şöyle bitirmesi bana oldukça ürkütücü gelmişti: “Hiç merak etmesinler, demokratik rejimin nakavt olup tümüyle sesinin kesilmesi yakındır.”(!) Kongar, ister darbe imasında bulunmuş olsun, isterse AKP’lilerin veya “dincileri”n demokratik-laik rejimi nakavt edeceklerini kastetmiş olsun; buradaki “tersinden tehdit” havası, ürkütücüdür Elinizi vicdanınıza koyun ve cevap verin: Bu ülkede yaklaşık 100 yıldır “dayak yiyen” kim? Evet, bu milletin tarih yapmasını mümkün kılan büyük rüyalarını, Braudel’in deyişiyle “dünya-tarihsel” iddialarını ve ideallerini yok ederek, batılı seküler projeleri sorgusuz sualsiz tepeden monteleyerek bu milleti laik Batılıların karikatürü, ülkeyi de kendi kendini sömürgeleştiren tuhaf bir ülke yaparak Batı’ya “teslim” eden, böylelikle yok olmanın eşiğine getirenler kim/ler? Laikliği pekiştirmek için düzenlendiği ve tam bir tezgâh olduğu anlaşılan, çorap söküğü gibi aydınlığa kavuşmaya başlayan Danıştay ve Cumhuriyet Gazetesi saldırılarında da son kez görüldüğü gibi, ülkeyi karıştırmaya çalışanlar kim/ler? Ürktücü olan şey şu: Türkiye’de laikliğin pekişmesi adına, laik “aydın”lar öldürülüyor. Birileri de, bu işin gerçek azmettiricilerini bildikleri hâlde, bizi aptal yerine koyarak, dikkatlerimizi, “dinci” süsü verilen taşeronlara çekiyorlar: Ortaya çıkan şey, ülkenin karışması ve kriz yönetimi oluyor. Ülke, kriz durumlarından medet umularak yönetiliyor. Bu, çok tehlikeli bir şey. Tam bir akıl tutulması hâli yani. Batılı düşünürlerin çoktan aştıkları pozitivizmi, çatır çatır tartıştıkları laik aydınlanma düşüncesini kutsayan literatileri, ülkeyi çıkmaz bir sokağın eşiğine sürüklediklerini hatırlatmak için ciddiye alabiliriz yalnızca! Laik literatilerimizi, laiklik misyonerliği’ne soyunarak Batılıların karikatürü olmak ve “gönüllü acentalığı”nı yapmak yerine, hiç olmazsa, artık kendilerini ciddiye almaya, söylediklerini ve eylediklerini gözden geçirmeye; kaba oryantalist ve anakronik pozitivist gözlüklerini çöp tenekesine atarak bu toplumla bütünleşmeye, bu toplumun derinlikli medeniyet iddiası ve rüyasını yeniden benimseyerek özgürleşmeye davet ediyorum.” Yusuf Kaplan’ın yazısı da böyle.. Bu analize menfi bir şey söylenebilir mi? Muhakkak söyleyenler olacaktır. Ama ben kesinlikle Yusuf Kaplan’ın söylediklerine katılıyorum. “Zihni iğdiş edilmiş” sözüyle kastettiğim tam da bu şekilde kendi kendini sömürgeleştiren aydın müsveddeleridir. Eklemlenme meraklısı olanların bu “aydınlanma” gayretleri bütün hızlarıyla devam ediyor. Bari takip ettiklerinin bugünkü fikrî yapılarından haberdar olsalardı. 200 yıldır bir netice vermeyen bu maceranın, bu anlayış ve geçmişe bakışla, ne bugün ne de gelecekte bir netice vermesi beklenemez. Batının bizi görüp tanımladığı oryantalist bakışı sahiplenerek aynı açılardan kendi medeniyetine bakan “bilimadamları” nı gördükçe derin bir üzüntü duymamak elde değil. Sömürgeci aydınlarının artık gözlerini açmaları dileğiyle..
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.