
syrawnia
Φ Yeni Üyeler-
İçerik Sayısı
6 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
syrawnia tarafından postalanan herşey
-
Yazıları Mu'dan başlayıp aşağıya doğru okuduktan sonra hala saçmalık olduğuna inanacaklar vardır mutlaka. Güzel ama eksik diyen arkadaşlar ile eksiklerini tartışalım. Bu yazılar bana ait değil ama benim de 5 senedir bıkmadan usanmadan uğraştığım ve araştırdığım konuları anlatıyor ve ömrüm boyunca yaşadığım duyguların nedenlerini anlamamı sağlıyor. Keza Tahsin Bey'in (Mayatepek) ve James Churchward'un araştırma ve uğraşları da uzun süredir takip ettiğim ve çok değerli olan bilgiler kanımca. Günümüz tarihi bir yalandır. Dinler bir yalan haline gelmiştir. Aklın ve Kalbin gözü kapalı bir dünya ve insanlar topluluğu içindeyiz. Bu gözü açmak insanı hem BİR'e ulaştıracak ve hem de BİR'i insanlara ulaştıracaktır. Esen kalın (ömer_hayyan arkadaştan çaldım ) Syrawnia
- 138 cevap
-
- Allah Putu
- Allah
-
(ve 2 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Yukarıdaki iki yazıdan sonra artık Mu dinin ve Osiris tapınağının gelişimini görmüş oluyoruz ve Hermes'in bu öğretilere ne kadar değer verdiğini görüyoruz. Hermes hakkında biraz daha bilgi vermek iyi olacak. Hermes-Thot Batı Uygarlığını derinden etkileyen en önemli öğretilerden biri Hermetizm’dir. Bu ezoterik felsefenin simgesi de Hermes veya Thoth’dur. O, “Ermişlerin Ermişidir”. Hermes, kendinden sonra gelen dinleri, akımları, sanatı, bilimi ve felsefeyi etkilemiştir. Rönesans dönemine ait ve içine Astroloji’yi de alan konulardan birisi de Hermetizm’dir. Bu sözcük Hıristiyanlık öncesi dönemde yer alan inançları içine almaktadır. Astroloji’de sık sık geçen “yukarıda ne varsa, aşağıda da o vardır” ilkesi yine Hermetizm’den gelmektedir. Çok özet bir anlatımla, Hermetizm insanoğlunun evrenle olan birliğini, onun bir parçası olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Yunanlılar, “Hermes” için hem kral, hem büyük rahip, hem de din kurucu olması nedeniyle, üç kere büyük ya da üç kere bilge anlamına gelen "Trismegistus" sıfatını kullanmışlardır. Sais'de bir tapınak inşa eden Hermes için, Mısır'ın "Ölüler Kitabı"nda, "ilahi kelamın efendisi ve ilahi sırların sahibi" denilmektedir. İslam’da Hermes Trimegistos, İdris Peygamber olarak geçer. İslam’da da Hermes bir kültür kahramanı olarak ele alınmış ve tüm sanat ve bilimleri icat ettiğine inanılmıştır. Osiris’ in müridlerinden olan ve ondan altı bin yıl sonra yaşayan Hermes, günümüzden onaltı bin yıl önce günümüz bilim dünyasının, nasıl olup da ortaya çıktığını açıklayamadığı ileri Mısır uygarlığının oluşumuna öncülük etmiştir. James Churchward’a göre, o, Mu ve Atlantis dönemindeki tek tanrılı dini İ.Ö.16.000 yıllarında Mısır’a getirmiş Atlantisli bir bilgedir. Aslında daha önce düşünülecek ne varsa zaten düşünülmüş. Güneşin altında yeni hiçbir şey yoktur, sözünü hatırlayalım. Ne 3 dinin kitapları otantiktir, ne de felsefe sistemleri, biraz araştırma yapan birisi bunların kadim bilgeliğe dair şeyler olduğunu görür. Yeni olan sadece dilegetiriş biçimidir. Evet özgün olan dilegetiriş biçimidir ancak, yoksa ne Platonun idealar kuramı, ne Pytagoras teorimi ne Thales'in suyu, ne de İsanın öğretileri kendi buluşları. Dikkat ederseniz tüm bu saydığım şahsiyetler Mısırda (Bazıları Mısıra ilaveten Hindistan ve Tibette) uzun yıllar inisiyatik eğitim almış kadim bilgelikler konusunda uzmanlaşmış kimseler. Yani ana fikir eski fakat sunum biçimi yeni diyebiliriz. Tabii gene de bunun böyle olması bu kişilerin biçim verdiği sistemleri önemsiz kılmaz. Çünkü eski fikirleri yeniden sistematize edip çığırlar açmışlardır; üslupları kendilerine hastır. Her şeyi gören zihin vasıtasıyla, Şahitlik ettim bizzat Göklerin görünmez yüzüne, Ve tefekkür yoluyla eriştim Hakikat bilgisine, İşte bu bilişle yazıyorum bu mısraları... Hermes Trismegistus “Şimdi sen bu sırları öğrenmiş olduğuna göre, Söz vermelisin sessiz kalacağına Ve asla açıklamamaya Tekrar doğuşun nasıl aktarıldığını. Bu öğretiler, özel olarak kaydedilmiştir Yalnızca Atum’un bilmelerini istediği Kişiler tarafından okunsun diye. Bulunmaz hiçbir ahenksizlik Mekânı gökyüzünde olanlar arasında.Tek amacı vardır hepsinin, tek zihin, tek his; Çünkü bağlanmıştır sevgi büyüsüyle onlar Tek ahenkli bütüne.” (Hermetika) Kaynak: -http://zamaninruhu.blogspot.com/2009/01/hermes-metinler.html- Ve işte Hermes'in durumu böyle ilginç bir hal alınca Hermes'in İnisiyasyonu'nu okuduğunuzda akıllarıza durgunluk gelecek, okuduğunuz satırlar karşısında donup kalacaksınız. Muazzam ve anlatılamaz bir duyguyu bu kadar duru ve dingin ve de içtenlikle, açıklıkla anlatabilecek başka sözcükler olamayacaktır belki de. Hermes'in İnisiyasyonu Duyularım mistik uykuda askıda kalmıştı; yorgun, yapay bir uyuşukluk değildi bu, uyanık ve şuurlu bir boşluktu. Bedenimden kurtulup, düşüncelerimle birlikte uçtum ve boşlukta süzülürken bana öyle geldi ki, engin ve sınırsız bir varlık ismimle bana seslendi: ''Hermes, ne arıyorsun? ''Kimsin sen? diye sordum. Ben Yolun--Rehberiyim, Yüce Zihin, Tek-Tanrı Atum'un düşünceleri. Ben seninleyim; her zaman ve her yerde. Arzularını biliyorum. Soruların şuurlu olsun ve onlar yanıtlanacaktır. ''Bana gerçekliğin yapısını göster. Beni Atum'un bilgisiyle kutsa,'' diye yalvardım. Ansızın değişti önümde her şey. Bir an da açıldı Hakikat. Gördüm sınırsız görüntüyü. Her şey Işığın içinde eridi; Sevgiyle bütünleşti. Ancak ışık bir gölge düşürdü, amansız ve korkunç, bu aşağı inerken çalkantılı sulara benzedi, duman gibi köpükler saçıyordu, karmakarışık. ve tarifsiz bir ağıt işittim; anlaşılmaz bir veda çığlığı. Işık o zaman bir kelam söyledi kaotik suları yatıştıran. Rehberim sordu: Bu vizyonun esrarını anlıyor musun? Ben o Işık'ım; Tanrının Zihni, öncesinde de varolan olasılığın karanlık kaotik sularının. Tanrının oğludur benim sakinleştirici kelamım; mükemmel düzen fikri, herşeyin herşeyle uyumu. Asli Zihin kelamın atsıdır, tıpkı sizin yaşantınızda ki gibi, sizin zihninizden konuşma doğar. Onlar ayrılamaz birbirinden, Çünkü Zihin ve Kelamın birliğidir hayat. Şimdi Işığın üstünde topla dikkatini ve onunla Bir ol. Tamamlayarak sözlerini içime baktı benim. Ben bana karşı, ta ki titreyerek gördüm düşüncemde Işık'ın içinde ki, sonsuz fakat düzenli bir dünya oluşturacak sınırsız gücü, ve hayran kaldım. Derinliklerin karanlığında gördüm, tanrısal kudretin süptil ve zeki nefesinin formu olmayan kaotik sulara nüfuz ettiğini. Atum'un Kelamı doğurgan suların üzerine düştü ve onları tüm formlara gebe bıraktı. Sözün ahengiyle düzen kazanarak vücut buldu 4 element, birleşerek yaratmak üzere canlı varlıklar neslini. Ateş elementi, yörüngelerde sonsuza dek dönecek takım yıldızlarda ve 7 gök cisminin tanrılarında ifade buldu. Kelam bundan sonra sıçradı doğanın elementlerinden ve tekrar birleşti yapıcı zihinle, salt zekadan yoksun maddeyi geride bırakarak. Rehberim dedi ki: Sınırsız asli fikri sezdin artık, başlangıçtan önce varolan. Doğanın elementleri, Atum'un iradesiyle, olasılığın suları içinde, bu ilksel düşüncenin yansımaları olarak doğdu. Bunlar ilksel şeylerdir; asli şeylerdir; evrende ki her şeyin ilk prensipleridir. Atumun Kelamı yaratıcı fikirdir; O kendi vasıtasıyla yaratılmış olan her şeyi besleyen ve destekleyen yüce sınırsız kudrettir. Sana her şeyi gösterdim. Neden bekliyorsun? Öğrendiğin bilgeliği yaz hiyerogliflerle, taşa kazınmış olarak kutsal tapınakta. Kendini bir ruhsal rehber kıl, bilgi nimetine değer bulduklarına; böylece, senin vasıtanla, Atum'un insanlığı kurtarabilmesi için. Şükranla dolup taşıyordum Babaların Babasına bana lütfetmiş olan Yüceler yücesi bu vizyonu. Yakardım korku ve saygı içinde, Ne olur beni asla uzak kılma senin varlığın hakkında ki bu bilgiden, ben onunla aydınlatan bileyim karanlıkta olanları. Sonra O'nun gücünü içimde bularak, konuşmaya başladım. Uzak duranlar alay ettiler sözlerimle, ama diğerleri ayaklarıma kapandılar. Onlara kalkmalarını ve bu öğretilerle içlerine ekeceğim bilgelik tohumlarını kabul etmelerini söyledim. Haydi dinleyiniz çamurdan insanlar. eğer çok iyi dikkat etmezseniz, sözlerim önünüzden uçup gidecek ve kanat açıp dönecekler tekrar aynı kaynağa, geldikleri gibi. Atum'un varlığı Bütün dikkatinizi bana veriniz ve düşüncelerinizi toplayınız, çünkü Atum'un varlığının bilgisiderin anlayış ister, sadece onun ihsanıyla gelen bir lütuftur. Engel tanımayan bir sel gibidir, hızıyla geride bırakanonu izlemeye çalışan herkesi, önüne geçtiği dinleyiciler değildir sadece, öğretmen bile yetişemez ona. Atum'un kavranması zordur. Onu tanımlamak imkansız. Mükemmel ve kalıcı olmayanlar kolay kavrayamazlar sonsuza kadar mükemmelleşmiş olanı. Atum bütündür ve süreklidir. O, hareketsizdir kendi içinde, yine de kendini hareket ettirendir. O, Kusursuzdur, bozulmaz ve süreklidir. O, yücelerin yücesi mutlak gerçektir. O, fikirlerle doludurduyuların algılayamadığı ve herşeyi kucaklayan Bilgiyle. Atum Asli zihindir. O, çok büyüktür, Atum adıyla anılmayacak kadar. O gizlidir, gene de apaçıktır heryerde Onun varlığı bilinir düşünce yoluyla ancak, yine de onun suretini görürüz gözlerimizin önünde. O bedensizdir, yine de her şey de vücut bulmuştur. Onun mevcut olmadığı bir şey yoktur. Ona hiçbir ad verilemez, çünkü bütün adlar onun adıdır. O her şey de ki birliktir, bu yüzden Onu bütün adlarla bilmeliyiz ve herşeye Atum demeliyiz. O her şeyin köküdür, kaynağıdır. Herşeyin bir kaynağı vardır, kendinden başka, hiçlikten doğan bu kaynağın Atum bir sayısı gibi tamdır o, kendisi kalır çoğalsa da bölünse de, yine de tüm sayıları üretir. Atum Bütün'dür; O her şeyi içerir. O Bir'dir İki değil. O bütündür çokluk değil. Bütün birçok parça değildir, sadece kısımlardan oluşmuş bir bütündür. Onlara ayrı ayrı baktığınız zaman, herşeyin çok olduğunu düşünürsünüz. Ama gördüğünüz zaman hepsinin bire ait olduğunu ve bir'den aktığını, tüm parçaların bütünleşmiş olduğunu ve birbirleriyle bağlantılı olduğunu anlayacaksınız. En yücesinden en alttakine kadar her şeybir varlık zinciriyle Atumun iradesine bağlıdır. Evren birdir, güneşin bir olduğu gibi, Ay birdir ve dünya birdir. Bir çok tanrı olduğunu mu sanıyorsun? bu saçmadır tanrı birdir. Yalnız atum yaratıcısıdır ölümlü olan herşeyin, ve değişken olan her şeyin. Eğer inanılmaz görünüyorsa bu, bir de düşün kendini. görüyor, konuşuyor, işitiyor, dokunuyor,tadıyor, yürüyor, düşünüyor, ve soluk alıyorsun. Farklı bir sen değildir yapan bu çeşitli şeyleri, sadece bir varlıktır onların hepsini yapan. Anlamak için Atumun nasıl yaptığını bütün şeyleri, düşün tohum eken bir çiftçiyi buraya buğday, şuraya arpa, şimdi bir asma dikiyor, sonra bir elma ağacı. Aynı adamın bütün bu tohumları ekmesi gibi, Atum'da ölümsüzlüğü eker gökyüzüne ve yeryüzüne değişimi, Kozmoza baştan başahayat ve hareket saçar; iki büyük unsuru Atumu ve yaratısını kapsayan ve de var olan her şeyi. Atum'a baba derler çünkü o herşeyi vücut vermiştir. Ve bundan dolayıdır ki bilgeler çocuk dünyaya getirmeyi insan hayatının en kutsal işi sayarlar. Atum, yasaların icapları çerçevesinde işler doğayı; tükeniş ve yeniden oluşlarla ve yaratılışı sürekli tekrarlayarak kendi bilgeliğini ortaya koyar. Yine de gözün görebildiği şeyler fontomlar ve illüzyonlardır ancak. Göze görünmeyen o şeyler gerçektir yalnızca. Hepsinin üstündedir güzellik ve iyilik fikirleri. Göz, Atumun varlığını göremediği gibi, bu büyük fikirleride göremez. Onlar Atumun nitelikleridir sadece ve ondan ayrılmaları mümkün değildir. Öylesine kusursuzdurlar ki onlar Atum'un kendiside çok sever. Atumun yoksun olduğu birşey yoktur, bu yüzden arzu ettiği bir şey de. Atumun kaybedeceği bir şey yoktur, bu yüzden hiçbir şey ona üzüntü veremez. Atum her şeydir. Atum her şeyi yapar ve her şey Atumun bir parçasıdır. Demek ki Atum kendi kendini yapandır. Atumun azameti budur; O her şeyi yaratandır ve bu yaratma onun hakiki varlığıdır. Yaratmaya son vermek imkansızdır onun için çünkü Atum varoluşunu sona erdiremez asla. Atum her yerdedir. Zihin hapsolunamaz, çünkü herşey zihnin içinde varolmaktadır. Hiçbir şey öyle hızlı ve güçlü değildir. Sen sadece kendi tecrübene bak. Kendini yabancı bir ülkede hayal et ve niyetin gibi süratle orada olacaksın! Okyanusu düşün ve işte oradasın. Cisimlerin hareket ettiği gibi hareket etmemişsindir, ama yolculuk etmişsindir mutlaka. Göklere uç, yüksel; kanatlara ihtiyacın olmayacak! Seni engelleyemez hiçbir şey; ne güneşin yakıcı sıcaklığı, ne de dönüp duran gezegenler. Yaratılmış olanların sınırlarına ilerle. Taşmak ister misin hiç Kozmozun sınırlarının ötesine? Senin zihnin için o dahi mümkündür. Hissedebilirmisin hangi güce sahip olduğınu? Eğer bütün bunları yapabiliyorsun, öyleyse ne düşünüyorsun seni yaratan için? Anlamaya çalış Atum'un zihin olduğunu. Böyle kontrol eder Kozmozu. Her ne varsa düşüncedir, yaratıcıdan doğan düşünceler. Kaynak: -http://zamaninruhu.blogspot.com/2009/01/hermesin-inisiasyonu.html-
- 138 cevap
-
- Allah Putu
- Allah
-
(ve 2 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Yukarıdaki Mu ile ilgili yazıdan sonra Mu dininin yayılması ve nasıl semavi dinleri oluşturduğuna dair bir yazı aşağıdadır. Yazılar biraz uzun ancak ilginizi çekeceğinizden eminim. Bu aşağıdaki yazıda Kabala oluşumunun da detaylarını bulacaksınız. Ayrıca Babil ve Musevi dinin temellerinin nereden geldini de gösteriyor. Osiris Dini, Musa ve Yahudi Ezoterizmi Mısır'da büyük bir gizlilik perdesi altında saklanan tek Tanrı öğretisi hiçbir zaman kitlelere mal olmamış ve sadece inisiye edilmiş rahiplerin tekelinde kalmıştır. Bu durum, biraz öğretinin yapısından kaynaklanmışsa da, biraz da tarihi gelişmeler, gizliliği zorunlu hale getirmiştir. Milattan 4 bin yıl kadar önce, dünyanın hemen her yerinde dinlerde büyük bir yozlaşma olduğu ve birçok bölgede çok tanrılı dinlerin ortaya çıktığı, eski sembollerin her birinin putlaştırıldığı görülmektedir. Bu yozlaşmadan, kadim Uygur İmparatorluğunun önde gelen eğitim merkezlerinden Babil gibi, Mısır da kurtulamamıştır. Babil'de gerileme doğaldı. Çünkü ana kaynak Mu'nun ışığı uzun zaman önce yok olmuştu ve rahipler, kitleler üzerindeki güçlerini daha da artırmak için, dini yozlaşmaya çanak tutmuşlardı. Ancak durum Mısır'da daha farklıydı. Mısır'daki okul Mu'ya değil, Atlantis'e dayalıydı ve öğretiyi bu ülkeye, Naacallere (Mu rahipleri) kıyasla çok daha yeni olan Osiris'in bir müridi, Hermes getirmişti. Peki ama ne oldu? Hermes rahipleri ile tek Tanrılı din öğretisinin hakim olduğu Mısır'da bu ekol niçin geriledi? Bunun cevabını Mu ve Atlantis arasındaki savaşta aramak gerekiyor. Tufandan uzun zaman önce Atlantis'liler Nil deltasında bir koloni kurunca, Mu'lular da bunu dengelemek ve stratejik önemi olan bu ülkenin tamamen Atlantis eline geçmesini engellemek için Güney Mısır'da bir başka koloni kurdular. Tufan öncesinde bu iki koloni arasında savaş, taraflardan herhangi birinin üstünlüğü olmaksızın devam etti. Ana kıtaların batmasına rağmen bu koloniler arasındaki savaş, bölgenin tufandan fazlaca etkilenmemesinden olacak, Firavun Menes (M.Ö. 5.000) dönemine kadar devam etti. Savaş, dini yozlaşmanın daha yoğun yaşandığı güneydeki krallığın galibiyeti ile sona erdi (1). Tanrı Ptah'a ve yanısıra pekçok ikincil tanrıya inanan Güney Mısır dini, tüm ülkenin resmi dini olarak kabul edildi. Kermes rahipleri yeraltına çekildiler ve öğretilerini de gizli olarak sürdürme kararı aldılar. Herşeye rağmen Kuzey Mısır halkı, tanrı Osiris, İsis ve Horus üçlemesi ile Hermes'i unutmadı. Zaman içerisinde bunların herbiri ayrı birer tanrı ya da tanrıça olarak Mısır tanrıları panteonundaki yerlerini aldılar. Yenilgiye kadar Kuzey Mısır'da yönetici firavunlara, Osiris'in oğlu Horus unvanı sadece bir sembol olarak verilirken, bu dönemden sonra tüm Mısır firavunları kendilerinde bir ilahi güç görmeye, birer Tanrı olduklarına inanmaya başladılar. Bu düzene sadece bir tek firavun, gizli Osiris dini rahiplerince inisiye edilmiş olması kuvvetle muhtemel olan 4. Amenofis (M.Ö. 1353 - 1335) karşı çıktı. Amenofis, çok tanrılı dini kaldırmaya ve "Aton Dini" (2) adını verdiği tek Tanrılı bir din oluşturmaya çalıştı. Ancak gücü, çok tanrılı dinin rahipler kastını yok etmeye yetmedi ve bu yobaz rahipler, içine cinler girdiği iddiasıyla firavunu beyninden ameliyat ettiler. Beyinciği çıkarılan Amenofis kısa süre sonra öldü. Firavunluğu döneminde nispeten ortaya çıkan Osiris rahiplerinin büyük bölümü de, çok tanrıcılar tarafından öldürüldü. Mısır'ın Babil ve Pers istilalarına uğraması da Osiris dinine ayrıca darbe vurdu ve kardeşlik-örgütü faaliyetlerini büyük bir gizlilik altında yürütmek durumunda kaldı. İşte Musa da, bu üç kat sır perdesinin altına saklanmış olan tek Tanrıya inanan kardeşlik örgütünün inisiye bir üyesiydi (3). Musa'nın eski tek Tanrılı inancı ihya etmesi ve meydana çıkardığı Musevi dininden, önce Hristiyanlık sonra da İslamiyet'in etkilenerek doğması ile dünya, anlatımları biraz daha karışık ve amaçları daha farklı da olsa, yeniden tek Tanrılı dinlerin büyük çoğunlukça benimsendiği bir yer haline geldi. Musa'nın ortaya koyduğu öğretinin en büyük özelliği, Tanrı fikrini semboller vasıtasıyla değil, kitlelere doğrudan anlatmaya çalışmasıydı. Sembollerin cahil insanlar veya çıkarcı rahipler tarafından gerçek anlamlarından saptırıldığını ve putlaştırıldıklarını gören Musa, farklı bir yaklaşımı denemek istedi. Soyut Tanrı kavramına kitleleri inandırmak için Musa, insanların bu Tanrıdan korkmalarını sağlamak zorundaydı. Tek Yaratıcıya inanan ve ibadet edenlerin ödüllendirileceğini, inanmayanların ve kötülük edenlerin ise cezalandırılacaklarını söyleyen Musa, Tanrı eliyle cezalandırma yöntemini kendisi uyguladı. Alıştıkları gibi bir sembol vasıtasıyla Tanrıya tapınıma geri dönmeye çalışan İbranileri Musa ve yandaşları tamamen kılıçtan geçirmekten çekinmediler. Musa'nın kimliğine ve öğretisinin Ezoterik yönüne göz atmadan önce, onun dinini kabul eden kavimin, İbranilerin nereden geldiklerini ve Musa ile yollarının nasıl kesiştiğini görmemiz gerekiyor (4). İbraniler, Mezopotamya'da ve özellikle de Harran ovasında yaşayan bir kavimdi. Göçebe krallıklar şeklinde örgütlenen ve Asur devletine bağımlı olan İbraniler, Saabi dinine bağlıydılar. Tek Tanrılı inancın.yozlaşmış bir biçimi olan bu din, kadim Babil okulu öğretisinin halk arasında yayılmış şeklinden başka birşey değildi. İbranilerin bir bölümü, ülkelerinde yaşanan kuraklık ve diğer kavimlerin topraklarını istila etmeleri nedeniyle göç etmek zorunda kaldılar ve kralları İbrahim komutasında Mısır'a kadar gittiler. İbrahim'in, yeni vatanının yöneticilerine hoş görünmek amacıyla oğullarına, tanrıça İsis'e ithafen "İshak" ve "İsmail" adları verdiği öne sürülmekte. Ayrıca, bir diğer İbrani büyüğü olan Yakub'un, üzerinde Tanrı ile konuştuğunu iddia ettiği merdivenin, Babil'in ünlü kulesine ve "Ziggurat" adı verilen mabetlerine atıftan başka birşey olmadığı, bunun da İbranilerin, Asur kökenli olduklarının bir ispatı olduğu iddia edilmekte. Bu bilgilere kısaca göz attıktan sonra, Saabi inancına ileride değinmek üzere, Musa'ya geri dönelim. Tevrat'ın, bir Yahudi kadının oğlu olduğunu iddia ettiği, aslında Firavun 2. Ramses'in öz yeğeni olan Musa (5), Ezoterik öğretiyi ve tek Tanrı inancını Osiris rahiplerinden almış bir üstaddı. Tek Tanrı inancının geniş kitlelere benimsetilmesi yanlısı olan Musa, bunu denemiş olan 4. Amenofis'in başına gelenleri biliyordu. Çok tanrılı yaşama alışmış olan Mısır halkına ve çok tanrılı din sayesinde yaşamlarını sürdüren rahipler sınıfına fikirlerini kabul ettiremeyeceğinin bilincinde olan Musa, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için en uygun halkın, o sıralar Mısır'da tuğlacılık ve taşçılık işleriyle uğraşan İbraniler olduğunu gördü. İbraniler, Mısır'a geldikten sonra, çeşitli mabet ve diğer yapıların inşasında çalıştırılmışlar ve zamanla taşçı ustalarını barındıran Mısırlı loncalarda çoğunluğu ele geçirmişlerdi. Lonca sistemini İbraniler, göç ettikleri ülkelere de götürdüler ve Ortadoğu'da bu sistemin yayılmasında etkin oldular. Son derece iyi yetişmiş olması ve Osiris rahiplerince kabul edilecek nitelikte bir kişiliğe sahip bulunması Musa'nın güçlü bir aristokrat soydan geldiğinin göstergesidir. Osiris rahiplerinin, firavunun yeğeni olan Musa'yı inisiye ederek yönetim çevresinde güçlenmeye çalıştıkları tahmin edilmektedir. Nitekim Musa, firavuna yakınlığı sebebiyle, kısa sayılabilecek bir sürede, oldukça önemli bir görev olan, Osiris Mabedi Kutsal Yazı Katipliği'ne getirilmiştir (6). Musa'ya verilen bu görev onun ancak Başrahiplerin elde edebileceği sırlara ulaşmasını sağlamıştır. Bu görevini yürütürken, bir yandan da İbraniler ile diyalogunu güçlendiren Musa'nın, bu kavimle olan yakınlığı firavunu korkutmuştur. Musa'nın kendisine İbranilerden bir ordu kuracağı ve tahtta hak iddia edeceği kuşkusuna kapılan 2. Ramses, Musa İbraniler'le birlikte Sina'ya çekilmek üzere harekete geçtiği zaman arkalarından askerlerini bu sebeple göndermiştir. Halbuki, Musa ve yandaşlarını Mısır'dan kaçmaya zorlayan sebep, Musa'nın tahta göz dikmesi değil, bambaşka bir olaydı. İbranileri hemen her ortamda Mısırlılara karşı elinden geldiğince koruyan Musa, bir gün, bir İbrani'nin Mısır'lı bir görevli tarafından dövüldüğünü görünce olaya müdahale etmiş ve itişkakış sırasında Musa, Mısır'lı görevliyi öldürmüştü (7). Osiris yasaları çok açıktı. Bir insan öldüren kişi, kim olursa olsun mabetten kovulur ve yargılanırdı. Mısır'da kendisine bir gelecek kalmadığını gören Musa, yandaşı İbranilere birlikte Sina'ya çekildi. Musa burada, Saabi "Elohim" inancı ile Osiris dinini birleştirerek, "On Emir" ismi altında kendi öğretisinin temellerini attı. Ancak, on temel başlık altında yazılan bu eserde Musa'nın kullandığı dil, Osiris mabedinde öğrendiği sembolleri içeren Hiyoroglif dildi. Musa'nın kullandığı bu dili İbraniler'in çok büyük bir bölümü bilmemektedir. Musevi dininin handikapı da burada başlar. Çünkü, anlatımda ve yazımda muazzam bir kısalık ve kolaylık getiren bu dilin gerçek anlamını sadece inisiye edilmiş özel yol mensupları bilebilir ve Musa'nın yandaşları arasındaki bu kişilerin sayıları son derece azdır. Bu anlatım tarzı, sıradan insanlar için hiçbir ifade taşımamaktadır. Örneğin, Musevilerin Tanrıya verdikleri ad olan "Yehova', köken olarak "Y", "H" ve "V" harflerinden meydana gelmektedir ve Ezoterik doktrindeki, Tanrının eril ifadesi olan "Yod" ile dişil ifadesi olan "Eve"in yani Osiris ile İsis'in birleşimidir (8). Bu durum, ileriki yüzyıllarda Museviliğin biçim değiştirmesine ve dinin içine birçok efsanenin karışmasına yol açmıştır. Musa, aldığı eğitim nedeniyle başka türlü yazamazdı. Bu dili de, sadece inisiye edilmişler anlayabilirdi. Nitekim, Musa'ya inananlar arasında çok küçük bir azınlık olan inisiye edilmişler, diğerlerinden farklı bir yol izlediler ve Tevrat'ın Ezoterik yorumu "Kabbala" üzerinde çalışarak, diğer Yahudi gruplarından ayrıldılar. Öte yandan, Kral Süleyman döneminde Fenike diline tercüme edilen Tekvin, ilk anlatımından büyük ölçüde saptı. Yahudilerin Babil tutsaklığı sırasında Arami dilinde yeniden derlenen Tevrat'da orijinale biraz daha yaklaşıldıysa da, yer yer anlaşılmayan bölümlerin yerine, farklı inançlardan gelen kimi efsaneler yerleştirildi. Tevrat'ın yeniden derlenmesi zarureti, Yahudi rahiplerinin Babil tutsaklığı sırasında "Caldi" adı verilen Babil Ezoterik okulunda inisiye edilmeleri ve bu inisiasyon sayesinde rahiplerin, Musa'nın gerçek öğretisi hakkında daha gerçekçi görüşlere sahip olmaları neticesinde ortaya çıkmıştı. Ancak Musa'nın kullandığı dil Mısır Hiyoroglif diliydi ve İbraniler tarafından hiç bilinmiyordu. Musa'dan 800 yıl sonra Tevrat'ı yeniden yazan Kaideli rahiplerin başı Ezra, varoluşu dahi yanlış algılamış ve Tanrıyı, kendisinden sudur edilen değil, tüm alemin yaratıcısı olduğu tezini savunmuş ve Tevrat'a da böylece geçirmiştir. Bunun neticesinde birlik ortadan kalkmış ve yaradan ve yaratılanın olduğu bir ikili sistem üzerine din oturtulmuştur. O güne kadar Tanrının birliğini savunan tek Tanrılı inanç, temellerinden değişmiş ve amaç insanların Tanrıya ulaşması çabasından, birer kul olan yaradılmışların ödül olarak cennete gitmelerine dönüşmüştür. Benzeri bir yanlış yorumlama da Tanrının cinsiyeti konusunda ortaya çıkmış, o güne kadar hem eril, hem de dişil yanlarının varlığı kabul edilen Tanrıya Ezra tamamen eril bir görüntü vermeyi uygun bulmuştur. Bunun neticesinde, hem Yahudilikte hem de onun etkisindeki İslamiyette kadın daima ikinci plana itilmiştir. Ezra'nın Tevratın'daki, diğer birçok efsane gibi kitaba sonradan eklenmiş olan Adem ile Havva efsanesinde Havva'nın, Adem'in kaburga kemiğinden yaradılması, kadının doğrudan Tanrıdan değil, Tanrı tarafından topraktan yaradılmış erkekten geldiği düşüncesini doğurmuş ve kadınların toplum içinde tamamiyle ikinci sınıf yaratığa dönüşmeleri ve erkek tahakkümüne girmeleri sağlanmıştır. Efsanelerinde batıl inançların, gerçek bilginin eksikliği yüzünden tek Tanrılı dinlerin bünyelerine girmesi, bu öğretilerin dogmalaşmalarına, giderek son derece tutuculaşmalarına ve tamamiyle akılcılıktan uzaklaşmalarına yol açmıştır. Tek Tanrılı dinin gerçek anlamını bilen ve Ezoterik öğretiyi savunanlar ile daha sonra ortaya çıkan yaradancı dinlerin ortodoks inanırları arasındaki amansız çatışma da, bu tarihten sonra başlamıştır. Bu çatışma, Yahudilerin Kabbalacıları, Katolik kilisesinin Ezoterik inançlı Şövalyeleri, Sünni Müslümanların da Mutasavvıfları sapkın olarak nitelendirmelerine yol açmıştır. Bu yöndeki tavır da, papalığın Tapınakçıları yok etmesine, Masonluğu afarozuna, Sünni Müslümanların "Enel 'Hak" diyen Hallacı Mansur'un derisini yüzmelerine, İsmaililer ve Babailer gibi Batıni görüşü savunanları daima ezmeye çalışmalarına neden olmuştur. Musa'dan sonra Yahudiler ancak Davut döneminde güçlü bir krallık kurabildiler. Mitolojide Davut'un dev Goliat'ı yenmesi şeklinde ifade edilen olay, Davut'un idaresindeki Yahudi kavminin, kendisinden sayıca çok daha fazla olan diğer kavimleri yenmesine ve vaadedilen topraklarda krallığını oluşturmasına bir atıfdır. Davut, krallığı ile birlikte, kendilerini bir arada tutan en önemli şey olan tek Tanrılı din inancını da pekiştirmek istemiş ve başkenti Kudüs'de bu tek Tanrı için çok görkemli bir mabed yapılmasını emretmişti (9). Bu mabedi yaparken Yahudiler, Mısır'daki 400 yıllık yaşamları sırasında öğrenmiş oldukları taşçılık ve duvarcılık sanatını konuşturdular. Bu denli büyük bir mabedin yapımı için zorunlu olan örgütlenmeyi de Mısır meslek loncalarını kopya ederek sağladılar. Mabedin yapımı için hazırlıklar hızla sürerken Davut öldü ve yerine oğlu Süleyman geçti. Kadın ve içkiye düşkünlüğüyle tanınan Süleyman (10), mabedin yapımıyla çok ilgili değildi. O nedenle de çevresinde inşaatın başına geçirilebilecek yetenekli bir insan aradı. Aradığı insanı da Sur kentinde buldu: "Hiram"... Hiram'ın tek Tanrılı inancın bir müridi olduğu sanılmıyor. Ancak Hiram, son derece yetenekli bir örgütleyici ve bronz işçiliği konusunda bir deha idi. Mabedin yapımında binlerce kişi çalışıyordu. Çeşitli meslek dallarının loncaları, çıraklar, kalfalar ve ustalar şeklinde üç dereceli olarak örgütlenmişlerdi ve sorumluluk da ustalar arasında pay edilmişti. Her görevli derecesine göre ücret alıyordu. Binlerce insanın hangisinin hangi derecede olduğunun ezberlenmesi imkansızdı. Yürürlükte olan lonca sistemine göre çıraklar ancak belli bir süre eğitildikten sonra kalfa olabiliyorlar ve sadece çok yeteneklileri ustalığa terfi edebiliyordu. Hiram, bu sistemi biraz daha geliştirdi ve ücret dağıtımında kolaylık olması için, aynı meslek sırlan gibi, her derece salikinin hayatı pahasına saklayacağı birer parola verdi. Bu sistem işlerin hızlanmasını sağladıysa da, Hiram'ın sonunu da hazırladı. Daha önce kendilerini usta gibi gösterip haksız yere yüksek ücret alanların bu yolu kapanmıştı. Haksız kazanca alışmışlardan bir grup kalfa Hiram'dan ustalık parolasını zorla almaya karar verdiler. Ancak bunların çoğu korkup eylemden vazgeçti. İçlerinden sadece üçü Hiram’ı mabette sıkıştırıp parolayı zorla almaya çalıştılar. Hiram parolayı vermeyi reddedince de onu öldürdüler. İşler bir süre için aksadıysa da, Süleyman ölen Hiram'ın yerine başkasını buldu ve mabet bitirildi. Mabedin yapısı, burasının Mısır'daki tek Tanrı mabetlerinin daha basit de olsa, bir benzeri olduğunu ortaya koymaktadır (11). Kapının girişinde iki sütun bulunması, içeride üçgen içinde göz, güneş, ay sembollerinin varlığı, yerin siyah ve beyaz taşlarla kaplanması, sunak ya da mikap taşının bulunması bu mabedin, Mısır'dakiler örnek alınarak yapıldığını göstermektedir. Dinle ve mabetle pek ilgisi olmayan Kral Süleyman, bir süre sonra tek bir Tanrıya mı, yoksa birçok tanrıya mı inandığını dahi unuttu ve sefahat içinde yaşamını sürdürdü. Yahudi devleti de giderek zayıfladı ve Süleyman'ın ölümünden bir süre sonra, M.Ö. 587'de Babil kralı Nabukadnezar tarafından yıkıldı. Ülkede yaşayanların önemlice bir bölümü işgalciler tarafından köle olarak kullanılmak üzere Babil'e götürüldü. Tapınak işgalciler tarafından yıkıldı (12). Yahudiler Babil'de 50 yıl yaşadılar. Babil'de Sümerlerden kalma Ezoterik inanışlar yozlaşmış biçimde süregeliyordu. Tek Tanrılı din yerini çok tanrılı inanışa bırakmış, eski sembolik öğretilerin hepsi birer efsane haline gelmişti. Babil okulu, çok tanrılı dine, inisiasyon yöntemi ile "Caldi" rahibi yetiştiriyordu. Yahudi toplumuyla birlikte Babil'e getirilen Museviler inisiasyonun yabancısı değildiler. Lonca sisemleri tamamıyle inisiasyona dayalıydı. Bu nedenle, ne Babil yöneticileri ne de Yahudilerin kendileri bu okula devam etmekte mahzur görmediler. Böylece Yahudi din adamları, ne denli yozlaşmış olursa olsun, Ezoterizmi ve, Musa'nın Ezoterik öğretisinde ne demek istediğini daha iyi anladılar. Ancak Tevrat'a getirdikleri yeni yorumda pekçok efsanenin öğretiye karışmasına da neden oldular. Yahudilerin Babil tutsaklığı, Pers kralı Kyros'un Babil'il işgali (M.Ö. 530) ile son buldu. Kyros Yahudilere, ülkelerine geri dönerek mabetlerini yeniden yapmaları için izin verdi. Bazı kaynaklar, Pers kralının, o dönemde oldukça yaygın olduğu anlaşılan inisiasyon yöntemlerini, Ezoterizmin Zerdüşt dininindeki yorumunu bildiğini ve bu nedenle mabetlerini yapmak için Yahudilere izin verdiğini belirtmektedirler. Kudüs'e dönen Yahudiler, eskisi kadar görkemli olmasa da, Kyros'un sağladığı maddi katkı ile yeni bir mabetin yapımına başladılar. Mabed yapılırken Yahudi rahipleri, tüm kutsal metinlerin ve Musa'nın on emrinin yazılı hale getirilmesi gerektiğine, aksi takdirde yeni bir kölelik halinde tüm dinin yok olup gideceğine karar verdiler. Böylece Ezra ve arkadaşları, daha önce değindiğimiz Tevrat'ın yazımı işlemine başladılar. Kutsal kitaba Babil'de öğrenilen bir sürü efsanenin sokuşturulmasına çok küçük bir gurup karşı çıktı ancak seslerini yeterince duyuramadılar. Bu grup Musa'nın eserini, Mısır Hiyoroglif diliyle üç kat sır perdesi altında yazdığını ve öğretinin sırlarını da kendi seçtiği ve inisiye ettiği 70 kişilik bir gruba verdiğini açıkladı. "Kabbalacılar" denilen bu küçük grup ve onların inanırları bir süre sonra Yahudi toplumundan tamamen tecrit edildiler ve sapkın olarak nitelendirildiler. Peki bu Kabbalcılar kimlerdi ve Musa'nın gerçek öğretisi neydi? (13). Osiris Mabedinde inisiye edilmiş olan Musa, yeni dini de Osiris dini üzerine inşa etmiş, Saabi inançlarından da bir ölçüde faydalanmıştı. Ancak Osiris dininin gerçek sırları, sadece inisiye edilen ve belli bir eğitimden geçen kişilerin anlayabileceği nitelikte olduğu için Musa da, öğretisini müridlerine anlatabilmek maksadıyla nispeten basitleştirmiş, basitleştiremediğini de semboller kullanarak anlatmaya çalışmıştı. İşte Ezra'nın anlayamadığı ve değiştirerek Musa dininin bambaşka bir hüviyete dönüşmesine neden olduğu semboller bunlardı. Musa, Öğretisinin yozlaşmaması ve sembollerin gerçek anlamlarının yok olup gitmemesi için eski bir yöntemi kullandı. Müridleri arasından en uygun gördüğü 70 kişiyi seçti ve onları inisiye etti, zaman içerisinde eğitimlerini tamamladı ve sırların gerçek manalarını öğretti. Onlara, İbrani dilinde "kabul edilmişler" anlamında Kabbalcılar ismini verdi. Kabbala öğretisini benimseyen ve zorunlu göçler sırasında Yahuda çölünde kalan gruba Esseniler adı verilir. Ancak bu konu ilerde inceleneceği için Kabbala öğretisine geri dönelim. Oldukça uzun bir süre Musa'nın gerçek öğretisini inisiasyon yöntemi ile takipçileri arasında yayan Kabbalacılar, yaşadıkları yerlerin İsmaililer tarafından işgal edilmesinden sonra, daha özgür davranabileceklerini gördüler. Ezoterik içerikli sufi tarikatların ortaya çıktığı bu çağda Kabbalcılar da ortamın özgürlüğünden yararlanarak, öğretilerini basılı hale getirdiler. Kabbalacıların en önemli iki eseri M.S. 1200'lerde İspanya'da yazıldı. Müslüman Endülüs devletinde ortaya çıkan bu eserler "Zohar" ve "Seferitsire" idi. Bazı araştırmacılar İslami Tasavvuf hareketinin Kabbala'nın da kökeni olduğunu öne sürmektedir. Ancak tam aksine, İslami Tasavvufu yaratan kaynakların başında, Mısır Hermetik inançları, Yunan Pisagor-Eflatun felsefesi kadar, Kabbala felsefesi de gelmektedir. Kabbala'nın önde gelen kitabı Seferitsire'ye (14) göre Evren, çeşitli elemanların aracılığıyla yüce bir varlıktan tezahür etmiştir. Bu elemanların ilki, Tanrının ışıksal varlığı olan Ateş'dir. İkinci eleman bu yüce ışıktan çıkan Ruh'dur ve sembolü Hava'dır. Üçüncüsü Su'dur ve havadan doğan su, oksijen ve hidrojen'in bileşimidir. Bu sembolün Ezoterik anlamı, suyun yaşamı bünyesinde barındırdığıdır. Dördüncü eleman ise, ateşin katılaşmış türevi olan Toprak'dır. Seferitsire, dünyanın oluşumunda bu dört temel elemanın yanısıra, altı yan gücün de kullanıldığından bahsetmektedir. Bunlar dört yön, yani kuzey, güney, doğu ve batı ile iki kutup, yani aşağı ve yukarı yönlerdir. Tüm evren Yüce Varlıktan sudur etmiştir, halen onun içinde yüzmektedir ve herşey sonunda ona geri dönecektir. İşte bu nedenle tüm varlıklar birdir ve tüm insanlar kardeştir. Kabbalacılar Tanrı için, insanın idrakinin dışında atılanıma gelen "En-Soph" kelimesini kullanmışlardır. Tanrının önsüz ve sonrasız olduğunu ifade eden bu kelimenin Mısır kökenli olduğu ve Yunanca'da "akıl ve hikmet" anlamına gelen "Sophus" kelimesiyle aynı kökten geldiği sanılmaktadır. Kabalacıların diğer önemli eseri Zohar'da aynı Ezoterik anlatı daha da geliştirilmiştir. Zohar'a göre, yaşamın üzerine kurulu olduğu tüm sistemin amacı, Tanrıdan bir parça olan ruhun tekamül ederek yine ona dönmesidir. Ancak Kamil İnsanın, yani "Adam Kamon"un Tanrıya ulaşması mümkündür. Her devirde mutlaka bir veya birkaç Adam Kamon bulunmuştur. Adam Kamon olmak bireylerin sürdürdüğü yaşam tarzına bağlıdır. Evrende en güçlü yasa tekamül yasasıdır. Ama bir diğer yasa daha vardır; o da varlıkların kendi iradeleri ile hareket edebilmeleri yasasıdır. Bu nedenle bir insanın Adam Kamon haline . gelebilmesi kendisine bağlıdır. Ancak hiçkimse bir tek yaşam içinde Kamil İnsan olamaz. Ölümsüz olan ruh, bedenden bedene geçerek, mükemmeli arar. Mükemmeli, yani İlahi Sırrı, ancak ona layık ise bulabilir. Kabbalacılar, bir yandan İslam, diğer yandan da Hristiyan dünyasındaki Ezoterik öğreti ekollerini etkilemişlerdir. Avrupa Yahudileri arasında Kabbala inancı, Haddisimler ile su yüzüne çıkmıştır. Halen günümüzde varlığını sürdüren Kabbalacılığın bu halka inmiş sekilinin din kitaplarında, Panteist inançlar açıkça gözlemlenebilmektedir. Kaynak: -http://zamaninruhu.blogspot.com/2009/01/musa-ve-yahudi-ezoterizmi.html-
- 138 cevap
-
- Allah Putu
- Allah
-
(ve 2 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Uyarı aldığımdan dolayı linklerini yazıları post etmem gerekiyormuş. Kaynağı kurallara uygun olarak bildiririm. Bir tek Türk Dil Kurumu sitesinde yer alan eski yazışmalar pdf olarak verildiğinden ve scan edilip pdflendiğinden ve en az 3MB boyutlarda olduğundan buraya post edemem. Link te veremeyeceğim için onları lütfen Türk Dil Kurumu sitesinden bilgisayarınıza indirip okuyunuz. Tezler bölümü altında en alttaki 4 belge ve Güneş Dil Teorisi İle İlgili Yazışmalar bölümündeki en alttaki 5 yazışma. Tabi ki diğer belgeleri de okumanızı tavsiye ederim ancak bu konu ile ilgili olmakla birlikte din ile ilgili değiller. Bu yazışmalar Tahsin Mayatepek ile Atatürk ve TDK arasında yapılmış yazışmalardır. İlk yazı: En Eski Uygarlık Mu Atlantik okyanusunun üzerinde olduğu iddia edilen ve varlığı, James Churcward’dan binlerce yıl önce Mısırlı rahipler tarafından Yunanlı filozof Eflatun aracılığı ile insanlığa duyurulan Atlantis, kuşkusuz uygarlığın ilk beşiği değildi. Atlantis, Mu uygarlığının bir kolonisiydi ve zaman içinde bağımsızlığını kazanarak, bir imparatorluğa dönüştü. Peki Mısırlı rahipler durup dururken Eflatun’a bu sırrı niye vermişti? Çünkü Eflatun da Mısır’da inisiye edilmişti ve kardeşleriydi. Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgileri edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır. İngiliz Araştırmacı Churcward, Naacal (Mu dili) tabletlerinde Atlantis’e önemli bir yer verildiğini ve önceleri Mu’nun kolonisi olarak uygarlaşan Atlant’ların zaman içinde bağımsızıklarını kazanarak kendi imparatorluklarını kurduklarını belirtiyor. Tabletler, Mu kolonisi Atlantis’de Mu kozmik Dinini öğreten okulların bulunduğunu ancak bağımsızlık sonrası ana dinden uzaklaşıldığını ifade ediyor. Naacal tabletlerine göre Atlantlı rahipler kendi güçlerini arttırmak için ana dini yozlaştırmayı çıkarlarına uygun bulmuşlardır. Atlantis’de dini yozlaştırma Osiris’in ortaya çıkışına kadar sürdü. Naacal tabletlerinden ikisi günümüzden 22 bin önce Atlantis’de doğan bu büyük insana ayrılmıştır. Tabletlere göre Osiris genç yaşında doğduğu yeri terk ederek Mu’ya gitti ve burada “Bilgelik Okulları”ndan birisine girdi. Mu kıtasında Naacaller arasında “üstad rahip ve kutsal kardeş” ünvanını alana kadar kalan Osiris dini bir reform başlatma görevi ile ülkesine geri döndü. Yozlaşmış atlantis dinine ve rahipler sınıfına karşı savaş açan Osiris, güçlü kişiliği ile halkı da yanına aldı ve yozlaşmış rahipleri , itibarını yitiren mabetlerden temizledi. Ölene kadar ülkesinin ruhani lideri olan Osiris, kendisine teklif edilen imparatorluk ünvanını reddetti. Öldükten sonra takipçileri ve rahip kardeşleri onun anısına, yaydığı dine Osiris dini adını verdiler. Osiris adı Mısır tanrıları arasında da geçmektedir. Bu adın Hermes (Toth) tarafından Mısır’a getirildiği fakat zaman içersinde bu saf dinin yozlaşması nedeniyle Osiris’in de ilkel tanrılardan birine dönüştüğü sanılmaktadır. Mısır tanrı panteonunda adı daima Osiris ile anılan İsis, aynı tanrının dişil ifadesi, her ikisinin oğulları olan Horus’da kutsal kelamın ifadesidir. Hermes de, Osiris ve İsis gibi bir süre sonra tanrısallaştırılmıştır. Kendisine 3 defa büyük anlamına gelen “trimejist” sıfatını yakıştırmışlardır. Mısır’da Osiris Dininin devamını yani bugünkü büyük Mısır kültürünün temelini atan Hermes hem rahip, hem kral, hem de din kurucusu olarak kabul edilmiştir. Günümüzden 16.000 yıl önce Mısır’da yaşayan Hermes, Osiris ekolünün devamını Nil deltasında kurmuştur. Hermes kurduğu okullar ve kutsal yerler ile dini yaymış ve günümüzden 5.000 yıl öncesine firavun Menes dönemine kadar Mısır medeniyetini etkilemiştir. Atlantis’in okumalara göre 200.000 yıl öncesinde başlayan bir tarihi olduğu, birincisi bundan 50.000, ikincisi 28.000 yıl ve sonuncusu da 10.600 yıl önce olmak üzere üç büyük tufan geçirdiği anlaşılmıştır. Pekçok uygarlığın tarihinde ve mitolojide bahsi geçen bu son tufandır. Son tufan ile birlikte Atlantis tamamiyle sulara gömülmüş, kaçanların bir bölümü Tibet, bir bölümü ise bugünkü Mısır’a gelmişti. Binlerce yıldır efsanelere konu olan Mu ve Atlantis kıtalarının batışı ezoterik kaynaklarda tufanla açıklanır. Bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Tufan, bazı bilim adamlarının iddia ettikleri gibi sadece Mezopotamya ve Ortadoğu ile sınırlı değildir. Aksine, tüm dünya insanlığının hafızasında silinemeyecek izler bırakmış olan bu felaketten en az etkilenmiş bölgelerin başında Ortadoğu gelmektedir. Diğer bölgeler tufandan çok daha fazla etkilenmişlerdir. Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vernıiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürnıektedir. Churchward'un iddia ettiğine göre Mu uygarlığını araştırmasına başlaması, Batı Tibet'teki, adını vermediği gizli bir tapınağın arşivlerinde bulunan, günümüzden 15 bin yıl önce çok eski bir dilde yazılmış olan yazılmış "Naacal Tabletleri"ni okumasıyla başlamıştır. Söylediğine göre, bu tabletleri okuyabilme becerisini de yine o tapınakta bulunan bir Tibet rahibinden öğrenmiştir. Churchward sonraki yıllarda, mineralog ve arkeolog olan Dr. William Niven tarafından Meksika'da ortaya çıkarılan tabletler üzerinde çalışmıştır. Churchward’a göre, Mexico City yakınlarında 1921–1923 yılları arasındaki kazılarda keşfedilen bu 2600 tablet, Tibet’te öğrendiği Naga-maya dilinde yazılmıştı. Churchward’a göre bu tabletler 12.000 yıldan daha eskiydi. Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğultusunda batık kıta Mu ve uygarlığııtın izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırmalarına başladı. Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırnıacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürnıektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur. Mu uygarlığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır. Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır. Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika'da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu'nun kolonileşme ve uygarlığinın temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar. 15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar, güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları tıavayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yiikseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı. Yaklaşık 50 yıl boyunca 20’den fazla ülkeye giderek Mu uygarlığı hakkında veri toplayan James Churchward’un ve Mu varsayımını destekleyenlerin Mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir: * Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır. * Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan,üç kara parçasından oluşan büyük bir kıtaydı. * Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıtadan arta kalan kara parçalarıdır. * Bu kıta, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür. * Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu'lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu’ydu. * Mu dininin öğretimini Naakaller adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı. * Mu dininin esası, Tanrı’nın tek oluşuna ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu. * Atlantis’teki din Mu’nun tek tanrılı dininden başka bir şey değildir. * "Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "O" diye hitap ettikleri Tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifade edilirdi. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır. * Dört ırktan oluşan Mu'lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı.. Mu'lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler. * Telepati, durugörü, çift bedenlenme, astral seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler Mu'lularda olağan yetenekler olarak mevcuttu.(Bu, Churchward’un değil, bazı izleyicilerinin görüşüdür). * Mu uygarlığının en önemli çöküş nedeni, teşevvüş adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır. (B.Ruhselman’a göre) Aynı anda iki dev kıtanın sulara gömülmesine neden olan felaketten söz etmeyen, dini efsanelerinde, mitoslarında kıyamet tasvirleri ile tufana yer vermeyen millet ya da kavim yok gibidir. Dünyanın dört bir köşesinden tüm kavimler tufan olayından oldukça ayrıntılı biçimde söz ederler. Bunun yanı sıra kutup buzullarının da en son 12 bin yıl önce çözüldükleri bilinmektedir. Bu büyük felâkeder zincirinin ilkinde Mu Kıtası diğerinde ise Atlantis Kıtası arkalarında küçük adacıklar bırakmak suretiyle tamamen batmışlardır.Tüm dünyanın değilse bile, okyanuslara uzak bölgeler ve yüksek yerler dışında her yerin dev dalgalar ve çözülen buzul sulan altında kalmasına yol açan bu felakete ne sebep olmuştur? Çeşitli ezoterik ve okült kaynaklarda, insanlığın neredeyse sonunu getirecek nitelikte olan bu felaketin nedeni hakkında üç ayrı teori öne sürülmektedir. Teoriler sırasıyla şöyle; 1-Bunlardan ilki, uzaydan gelen çok büyük bir meteorun, dünyanın güneş yörüngesindeki ekseninde dahi sapmaya yol açacak kadar büyük bir şiddetle Mu kıtasına çarptığını iddia etmekte. Bu teoriye göre Pasifik çukurunun oluşması ve Mu kıtasından bu denli az belirti kalmasının nedeni bu meteordur. Ancak bu teori, eksendeki sapma nedeniyle Atlantis'in de battığını öne sürerken, diğer kıtaların bu sapmadan niçin çok fazla etkilenmediklerine açıklık getiremiyor. 2-İkinci teori ise, James Churchward'ın öne sürdüğü, jeolojik nedenlerle kıtaların batması teorisi. Churchward, Atlantis ve Mu kıtalarının denizden yükselmelerine, bu kıtaların altındaki büyük gaz kütlelerinin sebep olduğunu ve zamanla bazı noktalardan yeryüzüne çıkan gazların, içinde bulundukları ceplerin boşalmasına neden olduklarının öne sürüyor. Churchward'a göre içleri boşalan bu ceplerin üzerindeki topraklar çökmüş ve kıtalar da bu nedenle batmıştır. Ancak İngiliz araştırmacı, bu olayın iki kıtada birden aynı anda ya da çok kısa aralıklarla nasıl meydana geldiğini izah edemiyor. 3-Üçüncü teori ise, uygarlık ve teknolojide çok büyük aşamalar kaydeden Mu ve Atlantis'in birbirleriyle savaşmaları ve kendi sonlarını kendileri hazırlamaları teorisi. Büyük tufandan sadece 12 bin sene, kendi uygarlığımızın başlangıcı olarak kabul ettiğimiz tarihten itibaren de sadece 6 bin sene sonra atomik güçleri kullanabilecek aşamaya geldiğimiz düşünülürse, en az 70 bin yıl yaşamış olan uygarlıkların bilim ve teknoloji alanlarında da hangi boyutlarda olabileceklerini tahmin etmek pek zor da değil. İnsanoğlunun hırsının geçmiş dönemlerde bugünkünden daha az olduğunu düşünmek için ise hiçbir neden bulunmamaktadır. Dünya egemenliğini sağlamak için, evren yasalarını kendi egoları doğrultusunda kullanmak isteyen aynı düzeydeki iki kuvvetin, iki süper gücün çekişmesine sadece günümüzde rastlanabileceğini iddia etmek ise komik olur. İddiaların hepsi bir teoriden öteye geçemiyor maalesef. Dev dalgalar tüm dünyayı kaplarken, sadece çok yüksek bölgeler ve her iki felaket noktasına da hemen hemen aynı uzaklıkta bulunan Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz gibi nispeten kapalı bir denizin iç kesimlerinde olan yerler sel sularından daha az etkilenmiş gibi gözüküyor. Nitekim, Nuh efsanesi ve benzeri efsanelerde görüldüğü gibi, kimi insanlar basit tahtadan teknelere binerek dahi, bu büyük felaketi atlatabilmişler dinler ve tüm ezoterik tradisyonlar binlerce yıldır bize bunları bu şekilde anlatmaya devam ediyor. Ancak, tufan sonrasında uygarlıkta gerileme kaçınılmaz olmuş. Tibet, Maya, Mısır ve Mezopotamya'da tufanın nispeten daha az etkili olması, buralardaki uygarlıkların belli bir düzeyde varlıklarını sürdürmelerini sağlarken, dünyanın büyük bir bölümünde de korkunç bir gerileme yaşanmıştır. Buralarda, boğulmaktan her nasılsa kurtulmuş olanlar taş devrine geri dönmüşlerdir. İşte günümüz biliminin 5-6 bin yıl önce yaşandığını iddia ettiği taş devrinin altında yatan gerçeğin bu gerileme olduğunu iddia eden bu teoride ilginçtir. Kaynak: -http://zamaninruhu.blogspot.com/2009/01/en-eski-uygarlk-mu.html-
- 138 cevap
-
- Allah Putu
- Allah
-
(ve 2 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Öncelikle arkadaşlar şu linkteki Tahsin Mayatepek'in Atatürk'e göndermiş olduğu belgeyi okumanızı rica edeceğim. Gerek tasavvufa gönül verenlerin, gerek diğer arkadaşların ilgisini çekeceğinden eminim. Tahsim Mayatepek'in raporu Gecenin geç vakti olduğundan yorgunum ve zaten biraz hastalık var malum havalardan. Bu sebeple şimdilik sadece şöyle bir şeyi söylemek istiyorum kısaca. Evren bir bütündür. Onun dışında ne vardır? Dışında olanın dışında ne vardır? Bardağın dolu tarafı insan, boşu Tanrı ise, Bardağın dışında ne vardır? Şöyle düşünmek sanırım bu meseleyi çözecektir. Bir şeyin tek olmasının tek yolu, herşeyin tamamı olmasıdır. Herşeyin tamamının dışına bir şey koyarsanız, o zaman bu ikisi yine BİR tek olur. Herşey BİR'in içindedir. Zaman da hava da su da insan da masa da ruh ta öz de ayna da görüntü de bardağın boş tarafı da dolu tarafı da ve bardağın kendisi de BİR'in içindedir. BİR'in içinde herşey dengededir. BİR aslında saf bir dengedir (kavram olarak). Bu sebeple "Hayır da Şer de Allah'tandır" ya da "Doğurmamış, doğrulmamıştır" "Ezelden beri vardır ebede kadar var olacaktır"... Allah'ın adları aslında hep bu dengenin iki tarafında olan unsurlardır. İşte sadece bir tek BİR olabileceği içindir ki: Allah BİR'dir. Kabe'deki putun adının Allah olması ya da puta tapılması bu BİR oluşu bozmaz. Aksi, yani kurandaki ayetler de bu BİR'liği bozamaz. İnsan "Aklını (Maddesel Bilincini)" ve "Kalbini (ruhunu, özünü)" kullandığında er ya da geç BİR'i idrak eder ve "Enel Hak" der. Bunu demek için bin kere ölüp dirilebilir ya da Nuh gibi bin sene yaşayabilir ya da bir kısa ömürde de diyebilir. Zaman ve mekan farketmez. Muhammed, aynı Musa ve İsa gibi, aynı Mevlana gibi, aynı Buda gibi, aynı Zen gibi, aynı Yunus Emre gibi, aynı İbrahim, Süleyman, Davut ve diğerleri gibi özünü anlamıştır. Bunu da insanlara anlatmıştır (hepsi anlatmışlardır). Bu anlama için sadece kendilerine değil kendinden öncekilere de bakmışlardır. Kabe'nin yabancı dildeki adı Ka'bah. Bu Musa döneminde mısırda olan Kabala rahiplerinden dolayı böyledir. Ancak Kabala geleneği (ki Kaballah / Kab-Allah şeklinde sözcükler geliyor aklıma) çok eski bir gelenektir. Mısır'da ta çok tanrılı dönemlerden beri var olan bir kurumdur. Yukarıdaki belgeyi okuduğunuzda başka bağlantılar da kuracaksınız. Ayrıca Muhammed'in iki sene ortadan yok oluşu vardır. Ondan sonra döndüğünde Müslümanlık başlamıştır. KullanışlıTavşan'ın http://www.turkish-media.com/forum/index.p...115843&st=0 konusunda bir Hintlinin namazı var. Güneşe doğru bir dönüş. Peki Hindistan'daki bu namaz nasıl olup ta Mekke'ye (ya da putperest ayinlerine) gelmiştir? Ya da tersi mi olmuştur? Nereden nereye geldiğinden ziyade ikisinin de aynı olması dikkat çekicidir. Bu Kabala rahiplerinin bir geleneği midir? Yukarıdaki linkteki Tahsin Mayatepek'in raporu bir dolu soruyu yanıtlayabilmekte. Dili döneminden dolayı biraz osmanlıca içerse de anlaşılamayak kadar (divan edebiyatı şiirleri gibi ) değil. Bu arada Kabedeki putları araştırırken bu gece bulduğum en güzel ve bilgi dolu platform burası oldu ve çok fazla bilgi öğrendim. Hepinize çok teşekkür ederim. Bitirmeden iki link daha vermekte fayda görüyorum. Musa ve Osiris Tapınağı Hermes Hermes'in İnisiyasyonu Bu sayfaların altlarında önceki yazı ve sonraki yazı bölümleri var. Tek tek link vermeyeyim dedim. Oradan başka yazılar da bulacaksınız. Not: Site ile ilgim yoktur. Google'da ararken bulduğum ve okuduğumda çok güzel bulduğum yazılardır. Reklama giriyorsa kusura bakmayın. Teşekkürler, Saygılar, Sevgiler
- 138 cevap
-
- Allah Putu
- Allah
-
(ve 2 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
İslamiyet ortaya çıkışıyla ilgili bazı bilgiler.
syrawnia şurada cevap verdi: Kullanışlıtavşan başlık Dini Konular - Din - Dinler
Yukarıdaki Kabala'ya iki resimle destek vermek istedim. Zira Kabe'nin yabancı dildeki adı Ka'bah