
Ahmet AY
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
332 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
Ahmet AY tarafından postalanan herşey
-
TÜRKİYE'NiN YASAKLARI -I- Henüz ikinci haftada yazılarıma "büyük ve kalın" harflerle başlamayı tercih etmezdim. Ama 21. yüzyılda hala başörtüsü üzerine yapılan yorumları dinleyince-izleyince ben de "dolmuşa bindim". Ve maalesef klavyeme nazik davranmayı ihmal etme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış bulunuyorum. Şimdi izninizle YÖK Başkanının atanmasından sonraki ilk ve en çarpıcı (aslında en ürkütücü demeliydim) yorumlardan başlayarak kısa alıntılarla başlayalım. Diyor ki bir zat-ı muhterem: "... bu sebeple yeni YÖK Başkanının atanması ülkemizi gerecek bir gelişmedir... gerilim tekrar tırmanacak..." Neden? Ne oldu ki? Siz sayın gerilimzadeleri böyle hırçınlaştıracak ne oldu acaba? "Daha ne olsun Allah aşkına! Baksanıza memlekette 'türban' serbest olacak. Kızlar üniversitelere (başörtüsü değil) türban ile girecekler... daha ne olsun.!?" Öyle ya daha ne olsun ki!? "üniversitelerde türban serbest olacak"... olacak mı, olmayacak mı o da belli değil ya... Peki daha birkaç yıl öncesine kadar (başı açık-başı kapalı) bu kızlarımız aynı okullarda okuyup, aynı sıralarda oturmuyorlar mıydı? O yıllarda kıyamet mi koptu da biz duymadık? Başörtüsünden (bütün aleyhindeki kampanyalara rağmen) -bir kaç ultra laikçi ve özgürlüğü sadece kendi düşünceleri için isteyen bir avuç köşe yazarı dışında- halkımız asla rahatsızlık duymamaktadır. (Ha bu arada kızlarımızın, kadınlarımızın başlarını örttükleri örtünün şekli nasıl olursa olsun o başörtüsüdür, bağlama şekli değişse de başörtüsüne türban denmesini kabul etmiyorum. Başörtüsü-türban ayırımı iyi niyetli bir ayırım değildir. Çünkü pek çok üniversitede başı açık kızlarımızın başörtülü anneleri çocuklarının diploma törenlerine bile alınmadılar) Kendilerini ülkenin "asıl" sahipleri gibi gören "beyazlar" başörtüsüne karşı çıkmayı göze alamadıkları için "içimizden" olan başörtüsünü türbanlayıp "dışımıza" çıkarmaya çalışıyorlar. Doğrusu kızlarımızın başörtülerini o şekilde bağlamalarının dini bir zorunluluğu bulunmamaktadır. Kızlar/hanımlar örtülerini bu şekilde bağlamakla kendilerini daha dindar, daha rahat, daha güzel ve/veya daha "modern" görüyorlarsa bundan başka anlamlar çıkarmanın iyi niyetle bağdaşmadığını da ifade etmeliyim. "Efendim bu şekilde bağlayınca-örtünce dini/geleneksel başörtüsü değil, simge oluyor" imiş... Simge olsa ne olur demeyelim. Ama "zat-ı şahanelerine; başlarını/başörtülerini ‘türban' gibi bağlamayan öğrencilere sanki çok mu katlanıyorlar?" diye sual edelim. 9. Cumhurbaşkanı sayın Süleyman DEMİREL'e "efendim üniversiteye giden kızlarımız başlarını annelerimiz gibi örtseler üniversitelere devam edebilirler mi?" diye sorulduğunda cevabı "buna izin verilmeyeceği" yönündeydi. Niçin? E "türban" yasak... Kim(ler) yasakladı, hangi makul gerekçe(ler)le yasaklandı, kimlere danışıldı da yasaklandı, hangi maddeyle yasak.. belli değil. Peki anayasa ve yasalarda var mı böyle bir yasak? Anayasa ve yasalarımız üniversitelerde başörtüsünü yasaklayan bir hüküm içermemektedir. AHİM kararının ise yasaklama gerektirecek bir karar olma niteliği taşımadığını söylememe gerek bile yok. Yeni Şafak Gazetesine bir mülakat veren Yargıtay Onursal Başkanı sayın Sami SELÇUK böyle bir yasağın meşru olmadığını net bir şekilde ifade ediyor: Sami Selçuk, "Hiçbir mahkemenin karar gerekçesi, özgürlükleri bağlayıcı nitelikte olmaz. Başörtüsü yasağı meşru değil. YÖK de, üniversiteler de yanlış yapıyor. Hukukçuların bu konuda neden sesi çıkmıyor, anlamıyorum" dedi.[1] Evet gerçekten de hukukçuların bu konudaki sessizliklerini anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu konuda pek çok yazı kaleme alan gazeteci-yazar Fehmi KORU en son yazdığı yazısında şu tespite bulunuyor: "Üniversitelerde uygulanan yasak hukukî değildir, siyasi gerekçesi de çoktan ortadan kalkmıştır. Yüksek öğretime dayanak teşkil eden yasa YÖK'ün internet sitesinde öylece duruyor. Baktığınızda göreceksiniz, (baktım, gerçekten de olduğu gibi öylece masum masum duruyor. A AY) YÖK Yasası'nın ek 17. maddesi ‘Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir' diyor. 25 Ekim 1990 tarihinde kabul edilen bu madde halen yürürlükte. Üniversitelerde kıyafet yasağını mümkün kılan Anayasa Mahkemesi kararı üzerine Meclis tarafından çıkarılmıştı bu yeni madde."[2] Durum bu iken sormamız gerek; Peki o halde yasak nerede..? Bir tehdit oluştur, kendince "çare" bul ve ceremesini bu halkın öz evlatları çeksin... kardeşleri kutuplara; başı kapalılar-başı açıklar olarak ayır... sonra alın size nur topu gibi gerginlik plaseleri... Yok öyle şey! Bu bölücülüğün dik alasıdır. Artık 70 milyonuyla bu halk eskisi gibi "oturmak yasak, kalkmak yasak..." naralarına papuç bırakacak "zavallı, göbeğini kaşıyan" halk değildir. Yasalar da anayasalar da halkın huzuru, mutluluğu ve esenliği içindir. Sadece bir zümrenin huzuru için değil... "Ülkenin huzuru için bu yasak gerekli imiş!" Sebep neymiş? "Efendim yoksa ülkemiz geri gidecek ve irtica gelecek" imiş... İritcanın ne'liği ile ilgili bir şey söylemeyi zaid buluyorum. Ama lütfen bu irtica nerede, ne zaman gelecek? Kimler getirecek, niçin getirecekler irticayı? "Siz bilmezsiniz bu şekilde irtica gelecek..." YÖK ya... İrtica paranoyasıyla bu aziz halkı korkutacağınıza o çok bildiğiniz! ve doğru dürüst adam edemediğiniz konulara çare bulsanız a! Ne'lere mi? Demokrasinin her on yılda bir tank paletlerinin altında pert (kullanılamaz, hurdaya çıkacak kadar hasarlı) olmasına, ekonominin yamalı bohça gibi delik deşik oluşuna, bütün komşularla düşman oluşa... çare bulsaydınız ya... Yat kalk irticaya çare olarak yeni bir presleme tedbiri düşün, uygula ve bununla halkın huzurunu sağla! Demokrasimiz bütün kurum ve kurallarıyla işlerse, laiklik bütün inançlara eşit davranıp bu inançlara saygılı olursa ve vatandaşın yaşama, eğitim, sağlık, barınma, adalet, emniyet vb. temel ihtiyaçları giderilirse bu ülkede kimsenin irticaya çare aramasına gerek kalır mı? Şunu çok iyi bilin ki bizler başı açığı-kapalısıyla, inananı-inanmayanıyla, Kürt'üyle, Türk'üyle, Arap veya bir başka halkla en azında Adem'den kardeş olduğumuza inanıyoruz. Bu inancımızı -ne yaparsanız yapın bozamazsınız... Bazen sağcı-solcu; işi bitince, alevi-sünni, o da tutmayınca başı kapalı-başı açık. Bu da yetmiyor Türk-Kürt ayrımı ve çatışması... Allah'a -varsa inancınız- yeter Allah aşkına! Yoksa; Kalmış ise kutsallarınızın aşkına yeter! Evet, édi bes(e)... Çünkü; Biz kardeşiz ve kardeşliğimizin adalet ve hakkaniyet ölçülerinde olmasının gerekliliğine inanıyoruz. Kimse kendini öz, geri kalanları da üvey kardeş göremez, görmemeli. Bu ülkenin gelişmesi, ilerlemesi, kalkınması; daha adil, daha müreffeh, daha özgür bir ülke olması gibi konularda teste tabi olmayız, zira bizi test etmek hiç kimsenin haddine düşmez. Bizler cumhuriyeti de, demokratik kazanımlarımızı da, bütün inançlara saygılı olmayı da çok kolay elde etmedik ve öyle sanıldığı (veya temenni edildiği) gibi bunları bırakacak da değiliz. Artık bu ülkede ayrı gayrı olmaktan, böyle muamelelere tabi tutulmaktan bıktık usandık. ‘Biz' ve ‘onlar' yada ‘onlar' ve ‘biz' olmaktan son derece rahatsızlık duyuyoruz. Kardeşliğimizin temellerinin çok sağlam olduğunun bilinciyle diyoruz ki: Bizler 70 milyonu bulan nüfusuyla bu ülkenin insanları olarak inancı, düşüncesi, ırkı ne olursa olsun -yeter ki insanın onur, erdem ve özgürlüğüne saygılı olmayı kabul etsin kardeşiz ve kardeşçe geçiniriz. Yoksa hep beraber kaybederiz. Çünkü kaderimiz bir... Türkiye'nin kavgasız, eşit, adil, özgür, eğitimli, bilinçli ve kardeşçe yaşanılan bir ülke olması her zaman temennimiz olmalı... Başka yol bilen varsa beri gelsin. Haftaya başka bir konuda buluşuncaya değin; Sağlık ve esenlikler... ________________ [1]1Sami SELÇUK; Xelifan .com Başörtüsü Yasağı Meşru Değil (30 eylül 2007 tarihli Y. Şafak Gaz.'sinden alıntı ) 2 Fehmi KORU, Yeni Şafak Gazetesi; 13 Aralık 2007
-
TÜRK-KÜRT KARDEŞLİĞİ SINAVI (MALAZGİRT-ÇANAKKALE-DİYARBAKIR HATTI'NDAKİ KARDEŞLİK DESTAN) Ey kardeşlerim! Bu Ağrı Dağı İhtişamının Çanakkale Geçilmez'ine selamıdır. Hasankeyf'in Kapadokya'ya hasreti, Doğubeyazıt'ın Kapıkule'ye sevdasıdır bu. Bu Şerefeddin Dağları'nın Boğaziçi'ne aşkı, Diyarbekir Surları'nın Rumelihisarı'na tutukusudur. Bu Ahmed-é Xané'den Eyup Sultan'a uzanan maneviyatın bir nefesidir. Mem-u Zin'in Aslı ile Kerem'ine ağlayışı, Dicle-Fırat'ın Sakarya'ya akıp giden coşkusudur bu... Ey kardeşlerim Bizler "ebediyen kardeşiz", Dünyanın hiçbir yerinde bu kardeşliğin bir benzeri görülmedi, görülemeyecek. Bütün dünyaya numune olacak bir kardeşliktir bizim kardeşliğimiz, bu böyle biline... Ey kardeşlerim! Biz bu kardeşliği Malazgirt'te ortaya koyduk. Biz bu kardeşliği Haçlılara karşı bütün savaşlarda ortaya koyduk, bu kardeşliği biz Çanakkale'de, Dumlupınar'da, Anafarta'larda da ortaya koyduk. Biz kardeşliğin ne olduğunu hiç gerek yokken Kore Harbi'nde de dünya aleme gösterdik. Kıbrıs Barış Harekatı bu kardeşliğin unutulmaz destanlarıyla dolu. Pişman değiliz, Allah korusun gerektiği zaman yine aynı şekilde kardeşlerimizle omuz omuza oluruz... Peki bunun karşılığında ne oldu dersiniz, ey kardeşlerim!? Şimdi basit gibi görünen birkaç örnekle bunun karşılığının ne acı olduğunu anlamaya çalışalım. Ey kardeşlerim! Onlarca yıl radyo ve televizyonlarımızda Almanca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Rusça, Portekizce, Yunanca, Macarca, Bulgarca, Arnavutça, Sırpça... Latin Amerika'da, Afrika'da ne kadar dil var ise... bütün dillerde şarkılar söylendi, repler yapıldı. Kikiki Kukuku'larla dans edildi. Doğrusu çok da hoş parçalardı. Ama inanın sizin bu kardeşlerinizin (ana) dilinde de çok güzel şarkılar ve halaylar vardı: Melli Melli, Şemmame, Kevoke, Oke Kaşon... oyun ve müzikleri Kikikil'erden çok daha sevilecekti ülkemizde kardeşlerimiz tarafından. Ey kardeşlerim! Şimdi Allah aşkına söyleyin; bu kardeşlerinizin (ana) dilinden tek bir kere, tek bir gün, tek bir tane Kürtçe şarkı çalındı mı radyolarımızda, televizyonlarımızda? Bir tane, sadece bir tane şarkıyla kıyamet mi kopardı? Bir tane manimiz, fıkramız anlatılsaydı; bir şiir, bir masal anlatılsaydı dilimizle sevinseydi çocuklarımız... Bütün ömürleri boyunca haberleri anlayacak bir dille dinlemekten mahrum bırakıldı annelerimiz, babalarımız... Hatta hatta yemek tarifi bile yapılmadı bu kardeşlerinizin dilinden... bir çorba tarifi yapılsaydı annelerimize (ana) dilimizle dünyanın sonu mu olurdu sanki? Kardeşlik destanları anlatılsaydı, Malazgirt'ten Çanakkale'ye; Selahaddin-i Eyyubi anlatılsaydı muhteşem seferleriyle kardeşlik mi zedelenirdi? Tam tersi kardeşliğimiz daha da ESSAH olurdu, değil mi?... ama olmadı, dilimizi birileri yok saydı. Bunun ne kadar acı-keder dolu, ne kadar izdırap verici, ne kadar aşağılayıcı; bunun ne kadar hayretten de öte hayret verici olduğunu bilir misiniz?.. Nerden bileceksiniz ki... Ey kardeşlerim! Bu bizi yok saymaktı, biliyorduk. Dilim varmıyor ama bu bizi ‘hiç'lemekti. Bu demekti ki ‘siz yoksunuz', ‘siz var kabul edilmiyorsunuz.' Kardeşleri tarafından biz kardeşleri ‘yok' muamelesine tabi tutuluyorduk böylece... Bizler ilkokuldan (yedi yaşımızdan) beri "Varlığımızı Türk Varlığına Armağan Etmiştik". Ama buna rağmen bu tutum "sizler varla yok arası"sınız demekti bize. ‘Yaşıyorsunuz, vatandaşsınız... Türk, doğru ve çalışkansınız;' (ama ana) diliniz hepimize ait olan radyolarımızda, televizyonlarımızda, gazete ve dergilerimizde, dairelerimizde, tören ve şölenlerimizde; hatta hatta pavyon ve gazinolarımızda da yasak(tı)... Bu acıyı inşaallah asla yaşamazsınız. Ama bunların ne kadar acı olduğunu biz anlatsak da anlayamazsınız. (Sizden ebediyen ırak olsun) ancak yaşanarak bilinir bunun acısı ey kardeşlerim!.. Ey kardeşlerim! Bizler ilkokulda öğrenci iken (kimi zaman evlerde bile) kırmanci-zazaki konuşamıyorduk biliyor musunuz? Çünkü öğretmenlerimiz anadilimizi konuşmamızı yasaklamışlardı. Bir de kardeşlerimizden hafiyeleri vardı gizli gizli gelip kontrol eden. İşin acı tarafı biz de yıllar sonra öğretmen olduğumuzda aynı şeyleri yaptık ilk yıllarda. Ne trajikomik değil mi? Ey kardeşlerim! Bizim birbirimizle hiçbir hesabımız yoktu biliyorum. Ama birilerinin bizlerle akıl almaz hesapları vardı. Bunun için de kardeşlerden birisinin giyim kuşamı, dili, sevdiği renkleri, tarihteki kahramanları ile iglili yazıları vs. kimi zaman sansürlendi, kimi zaman yasaklandı, kimi zaman da görmezden gelindi... En çok ta görmezden gelinmeler ağırımıza gitti biliyor musunuz? Sanki bir kardeş kardeşinin mutlu olacağı, sevineceği, sevdiği güzelliklerini yok sayarak ve tepkisizlikle (adeta yerin dibine batırarak) cezalandırıyordu. Ne kadar acı bilir misiniz ey kardeşlerim? Nerden bileceksiniz ki... Ey kardeşlerim! Gün geldi biz bu yükü artık çekemez olduk, ağırlaştıkça ağırlaştı. Hem yükün ağırlığına birileri "taş" ekleyip daha da dayanılmaz hale getirmişti. Peki siz ne yapıyordunuz/ne yapıyorsunuz kardeşlerim? Bunlara niçin izin veriyordunuz/veriyorsunuz? Yükümüzü hafifletmenizi beklerken niçin hiçbir şey yapmadan bekliyordunuz/bekliyorsunuz kardeşlerim? Ey kardeşlerim! 40 bine yakın insanımızı kaybettik. Siz sadece "evlatlarınız olan evlatlarımıza" ağlarken biz hepsi evlatlarımız deyip 40 bin defa ağladık. En çok da Bingöl baskınında pusuya düşürülen askerlerimize ağladık, sebebini sormayın gitsin... askerlerimize, polislerimize kürtçe ne ağıtlar yakıldı biliyor musunuz? Nerden bileceksiniz ki?.. Annemin nefesi kesilircesine o erlerimize-erbaşlarımıza hıçkıra hıçkıra ağlayışını asla unutamam kardeşlerim. Ya Kulp'ta öldürülen onbir köylüye ağlayanınız oldu mu? (vazgeçtim sormayacağım, sorumu geri çekiyorum) Ey kardeşlerim! Kürtçe olan köylerimizin, dağlarımızın, tepelerimizin isimleri de değiştirildi biliyor musunuz? Allah sizin de çocuklarınızı bağışlasın, üçüncü kızım olan Dilan'ın adını uzun süre yazdıramadım nüfus kütüğüne... "şenlik, düğün, şölen" anlamına gelen Dilan ismini yazmadılar biliyor musunuz? ‘Yasak' dediler, 'olmaz' dediler; bu Kürtçe'dir deyip yazmadılar kürt memur kardeşlerimiz... Çünkü "öyle emir almışlar"mış. Çünkü "yeni genelge gelmiş"miş. Günlerce bekledim biliyor musunuz? Dahası kimi yerlerde çocuklarına bu isimleri koyan ebeveyne "bölücü" damgası vuruluyordu. Olmaz demeyin, vallahi oldu kardeşlerim... daha dahası "soruşturma geçiren ebeveynlerden" bile bahs ediyordu basın. Bu kardeşliği ne kadar yaraladı/yaralar biliyor musunuz kardeşlerim?.. Ey kardeşlerim! Bütün Kürtçe isimli köylerimizin isimleri değiştirildi. Hem de Türkçe isimlerdeki güzellik gibi dünyanın en güzel isimleri anlamsız, boş, aceleye gelen abuk-subuk isimlerle değiştirildi. Bu ne kadar zorumuza gitti biliyor musunuz? Nerden bileceksiniz ki... Ey kardeşlerim! Bütün bunlar olurken biz ne mi yaptık? Merak ediyor musunuz? Ey kardeşlerim! İnanmayacaksınız ama hep "kardeşlerimiz bu duruma dur diyecekler" diye düşündük ve bekledik. Günler haftaları mevsimler yılları kovaladı durmadan. Ama kardeşlerimiz dönüp "kardeşler nasılsınız, ne yiyip ne içiyorsunuz" diye sormadılar. Meğersem hiç kimsenin umurunda değilmişiz!.. Bazılarımız; "bu kardeşlerimizin biz kardeşlerine şakalarıdır!" demiştik... hani kardeşler arası şakalar olur ya, öyle işte... değilmiş meğer. Sonra belki sürekli fırsat kollayan 'ortak düşmanlarımızı aldatmaca taktikleridir' diye düşündük... hani savaşta hile mubah olurmuş ya, öyle işte... o da değilmiş. Daha sonra kardeşlerimizle aramıza nifak sokmak isteyen bir "güruh" işi geçer, dedik... hani kardeşlik bağları en hassas şeylerle zedelenir ya... öyle işte... gel gör ki o da değilmiş... daha daha sonra siz kardeşlerimiz sessiz kalınca "acaba affedilmez bir hata mı yaptık" diye uzuuuuuuuuun uzun düşündük. Hani insanlar hatalarını geç fark ederler ya... Bizler bir türlü anlam verememenin sıkıntısını yaşarken bir "güruh" bizi de kışkırtmaya başladı: "Ne duruyorsunuz, ne anlamazlıktan geliyorsunuz! Bal gibi sizin varlığınız yok sayılıyor, bunu anlamayacak ne var?!." deyip kafamıza kafamıza vurmaya başladılar. Başımız döndükçe döndü; hayır vurmalara dayanıklıyız da, kardeşlerimizin aleyhine kışkırtmalarıydı bu baş dönmesine sebep olan... en sonradan iki sonra önce bizler de kendi aramızda fikir ayrılığına düştük: Kimimiz "biz şartsız kardeşiz, tüm olup bitenleri sineye çekmeliyiz, olur ki ilerde düzelir" dedik. İyi ki öyle de dedik... ama kimimiz: "kardeş kardeşe böyle yapmaz, kaldı ki bunu yapan kardeş de olsa kabul etmeyiz" dediler, demekle kalsaydı keşke. Biz uymadık kışkırtanlara ama... Ama Ey kardeşlerim! Çocuklarımız gençtiler, akılları havadaydı beş on karış... genç işte ne bilsin dünya halini?.. "netekim" bir de yaşadıklarımız baskıları onlar da yaşayınca o "gürüh" dediklerinizin de telkinleriyle dinlemediler bizi dağa çıktılar, ayrıldılar sıcacık evlerinden!.. Ha! Evleri de ev olsa belki gitmezlerdi dağa ama, neyse... en sonradan bir sonra önce ise duyduk ki dağa çıkan çocuklarımız kendi kardeşlerini elin gavurunun verdiği silahlarla vurmaya başlamışlar. Belimiz kırıldı, dizlerimiz tutmaz oldu, kollarımız iki yanımıza düştü, çaresiz bir şekilde ellerimiz koynumuzda (öylece bağlı) kalakaldı... Eyvaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaah!!! Oyuuuuuuuuuuuuuuuuuuuun bu!!! diye figan-u feryad ettik; ama kurşun ve bomba sesleri daha güçlüydü, sesimizi duyan olmadı, kardeşlerimizden de... evet oyundu, ama itiraf edelim ki sahneyi biz hazırlamıştık kardeşler olarak... Ey kardeşlerim! En sonra duyduk ki çocuklarımız kardeşlerimizin çocukları olan askerlerimizi, polislerimizi vuruyorlarmış. Asker ve polislerimiz de dağa çıkan babalarının kardeşlerinin çocuklarını... İlk duyduğumuzda kesin olmaz anlamında: "Nabe lo!" dedik. iblisvari kahkahalarla güldüler bize "güruh"tan birileri. Türkçe-Kürtçe: "Daha bu ne ki" "hune hina çı bıviniii!" dediler. "Netekim " öyle de oldu... İşte o gün bu gündür göz yaşımız dinmedi, şivansız/figansız gece geçmedi evlerimizde. Bu acıya nasıl dayanılırdı bilmiyorduk, sadece dövündük. Biz dövündük dağlarımız dövüldü, biz dövündük dağlarımız dövüldü. Biz kardeşler olmuştuk düşman; en düşman olmuştu müttefik! "Allah'ım aklımızı koru!" diye yalvardık, bir tek o duamız kabul oldu zaten... ha! bir de "kardeşliğimiz bitmesin" duası... Ey kardeşlerim! Çaresiz bekledik ki kardeşlerimiz bizlere sorsunlar: "kardeşler, bu çocuklarınız niçin dağa çıkıp kardeşlik bağlarımızı zedeliyorlar" diye... bekledik ama kimse oralı bile olmadı. Dilim varmıyor ama bizimle olan kardeşlik gözden çıkarılmış mıydı acaba!? (dilim kurusun ama) Yoksa kardeş değil miydik, biz kendi kendimize kardeşlik rüyaları mı görüyorduk? diye sessizce sorduk kendi kendimize... Tabiki kendimize cevabımız hayır olurdu hep... Ey kardeşlerim! Hiçbir şey insanı öldürmeye mazeret ol(a)maz; hele hele bunlar kardeş (çocukları) iken en son bu yıl, bu mevsim, bu ay, bu hafta, bu gün, bu saat, bu dakika, bu saniye bile çocuklarımız biri birlerini vurmaya devam ediyorlar. En acısını söyleyeyim mi kardeşlerim? Sıkı durun... Gönlünüz buna tahammül edecek mi?.. Ey kardeşlerim! Biz beraber ağlamış beraber gülmüştük... biz beraber oynamış beraber yorulmuştuk... biz beraber savaşmış beraber vurulmuştuk... acımız birdi®, tasamız bir. Sevinçlerimiz birdi®, coşkumuz bir. Yoktu bizde ayrılık hele gayrilik... Allah'ımız birdir kıblemiz bir. Tek amacımız vardı, başka toplumlarda bulunmayan ve bizi kardeş yapan da zaten bu amaçtı... Biz "mutluluk her insan için; dini, dili, rengi vs. fark etmez" diyorduk, ama... ama biz birbirimize başsağlığı dileyemedik be kardeşlerim!!! Bir yaralılarımıza ‘geçmiş olsun' diyemedik işte!!! Bir ‘siz sağ olun, kalan çocuklarınızı Allah korusun' demedik, diyemedik işte!!! Bir sadece -evet sadece- "Baki Allah" deseydik, evet evet sadece bir kere, tek bir kere "kardeş Baki Allah" deseydik neler değişirdi bilir misiniz kardeşlerim!?! Diyemedik, demedik işte... kaçırdık o fırsatı. Ama kaçmayan bir şey var ey kardeşlerim!.. henüz kaçmayan bir fırsatımız var... Ey kardeşlerim! Gelin bu son fırsatı kaçırmayalım, bu fırsat kaçarsa hep beraber kaybederiz hep beraber... bu fırsat bütün olan bitene rağmen: Biz kardeş olduğumuza edipleri-şairleri, köyleri-şehirleri, dağlara yağan karı, coşkun çayları, elleri kınalı gelinlik kızları, zılgıtları, ezanları şahit tutuyoruz. Yetmiyorsa kaleme ve yazdıklarına, güneşe-aya, akıp giden yıldızlara, kuşluk vaktine-ikindi vaktine, gece ve gündüze yemin ediyoruz ki kardeşiz. Siz de kardeşliğimizi kabul etmişseniz -ki buna inanıyoruz- ve hala kardeş olarak kabul ediyorsanız ses verin. Kurşundan başka, bombadan başka, tank-top-jet seslerinden daha güçlü, bambaşka bir sesle ses verin. Kardeşçe, adilane, hakkaniyete uygun bir ses... Verin bu sesi ki sondan bir önceki sözümüzü söylemeyelim. O zaman korkarımki çoooooooooooooooooooooook geç olacak. Ey kardeşlerim!.. Kardeşliğe selam olsun. Olsun, E' mi...
-
Aşk ya da O Benim gibi aşkı inkâr edebilir yok sayabilir sevebilirsin de[1]. Saçmalama hakkımızı kullanarak; aşkın "çok ulvi bir duygu" ya da "çok komik bir şey" olduğunu da söyleyebiliriz. Ama Benden uzak olsun sensizlik... sen evet sen... Sen okumuyorsun nasıl olsa... seni yazdığımı bilmeyeceksin ve sana çok yakınken ne kadaaaar hasret kaldığımı sana. Belki çok yıllar sonra torunlarından dinleyeceksin ve belki de sadece yazmam bana kâr kalacak. Seni sana anlatmama bir türlü razı olmuyordu dilim, cesaretim de ilk kez dikildi karşıma. Şimdi itiraf ediyorum. Seni ne kadar çok sevdiğimi yazıyorum... ve dayanılmaz özlemimi sana... Senin görmeyişini yazacağım, bakarken ıskaladığını beni. Hiçbir şey yokmuş gibi "hoşça kal" deyip gitmenin kolaylığını yazacağım. Beni ne kadar kendimsiz ve kendinsiz bıraktığını, gecelerimi aydınlatmana rağmen karanlıkları çok gördüğünü yazacağım. Seni öyle yazacağım ki sana olan sevgimin ne kadar essah, ne kadar derin, ne kadar kavurucu ve ne kadar, ne kadar, ne kadar olduğunu bilmeyen kalmasın gök kubbenin altında... Hep kendimi kandırıyorken asırlar önceden oluvermiş olan bana rağmen. Sadece seni bekliyormuşum bir imdat sesine gelen melek gibi dünyama... Ben senden (sana) kaçmak, kalbini zorlamamak için gönlümü avutuyordum aşksızlığımla... Ben senden kaçtıkça; daha uzağa daha daha uzaklara kaçıp kurtulmaya! çalışırken düşmüşüm deli divane gibi orta yerine derin gözlerinin beyazlığına. Sen bana "merhaba" derken kaç milyon tane çarpıyor(du) biliyor muydun kalbim, ya da "nasılsın" sorusunun ömrümün hiçbir sınavında zorlanmadığım bir cevapla karşı karşıya bıraktığını? En gerekli anlarda bile gözlerine bakamadığımı nasıl görmezden gelebildin? Nasıl fark etmedin ayrılırken inceldiğimi koparcasına? Nasıl gülerken gözlerinde boğulduğumu görmedin nasıl? Ama Allah var ne güzel saklamıştım bütün bunları!?! Ya da sen ne güzel saklamama izin vermiştin duygularımı? Çünkü sendin ab-ı hayat bana, sendin bütün türkülerime konu. Seni hiçbir dilde, hiçbir bestede, hiçbir hikâyede bulamadım. Masallara konu olan seni. Leyla bütün güzelliğiyle sendin, Zühre dediğimde sendin söylemek istediğim. Aslı takma adındı kimseler bilmesin seni, çalmasın diye. En son Şirin derdim ey en şirin...bala kaynak, şekere ilham olmuştun bakışlarınla. Senin için söylenmedik söz bırakmamıştım. Ama hiçbir söze sığmamıştın. Şimdi diyeceksin ki "ama ben bunları hiç duymadım." Dedim ya çok iyi saklamıştım seni. Duymaman için çok çabalamıştım, demek ki büyük başarı!.. Ya da sen duymadığını iyi başarmıştın... Belki sana sevgimi başka isimlerle anlatıyordum. Şöyle başlıyordum: "adamın biri sevmiş, uğruna..." diye devam ediyordu sözlerim, veya "öyle aşık olmalı ki adam..." diye başlıyordum kendimi anlatmaya. (sen de tecahul-i arif yapıyordun gibime geliyordu) İşte o bendim! İtiraf ediyorum benden dinlediğin tüm aşk kahramanlarım sadece bendim... Sadece ve yalnızca kendimi anlatıyordum sana. "O sevdiği için..." diye başlayan hikayelerdeki de ben. Bendim "Kendini asla avf etmeyen.." de bendim. Şimdi hatırladın mı? O "sevdiğinin yollarına baka baka ömür geçireni..." o bendim. En büyük yemini "seni görmek bana nasip olmasın ki..." olan bendim hiç yemin etmememe rağmen beddua olur diye... Sana doğru gelirken sen yerinde durduğun halde gök kuşağı misali ulaşamıyordum sana... ben geldikçe sen uzaklaşıyordun hareketsiz... Sen bakışınla dünyamdan neleri değiştirdin bir bilsen; renkler daha güzel, sesler daha ahenkli, kokular daha anlamlı olmuştu. Bütün yemeklerin, içeceklerin tadı değişmişti... hatta hatta ömrümde yemediğim "kısır" bile en güzel tadla bana buyur diyordu... bütün bunlar o gözlerinin eseri, bakışlarının... Şimdi sadece gözlerinden bahs edeceğim beni kınayanlara!.. Senin gözlerin ya da benim bütün dünyam!!! Senin gözlerin siyahın en koyu kahvesi, içilerek doyulmayan. İçim içim en demli çaydan farksızdı. Bir yudum çaydan alır doyasıya gözlerine bakardım bütün engellere rağmen... Zeytin ve kömür ne kadar kıskanırsa kıskansın öyle güzeldi karası gözlerinin! Rengâ renkti sanki en tatlı ela, en güzel yeşili vardı gözlerinin bütün dünya yemyeşil olurdu baktığımda, Şerafettin Dağlarının yamaçları mübarek... Hiç bir erik, hiçbir üzüm o güzelliğe tanıklık etmemişti... Gökyüzünün maviliğini bir gözüne, deryaların maviliğine diğer gözüne işlerdin ilmik ilmik, nakış nakış. Boğulurcasına bakardım ama sen sörf yaparken fark eder kaçırırdın sanki bitermiş gibi... Biliyor musun bütün renkleri sadece gözlerinin rengini bilmesinler diye sayıyorum. Kıskançlık işte, yoksa milyon tane göze bakap bulamazlar ya seni... Olsun kutsal bir duygu kıskançlık benim için. Sahi sen okumayacaksan ben niye yazıyorum bunları??? Hatırlıyor musun bazen şarkı mırıldanırdım: "Hiçbir şeyde gözüm yok sen yanımda ol yeter" diye, o sanaydı aslında. Ya "canımın yoldaşı ol" derken kimi kast ediyordum sanıyorsun? " tu jı biramın nari" yi söylediğimde sesimi sana duyurmak için ne kadar zorlandığımı fark etmemiş olamazsın sağır sultan... "Xezal Xezal" söylerken Şıvan PERVER seni söylüyordu. Ahmet KAYA'dan "Canım Nerdesin" sana söylenmişti, duymadın mı? Bana bunu çok görenler; sakın bu kadar da olmaz demeyin diyen birileri varsa geri kalan kısmını okusun... Demek bu kadar da olmaz, öyle mi? o zaman ona olan tutkunu, sevdanı nasıl izah edersin? Neden asırlarca "seni seviyorum" demesini istiyorsun bıkmadan usanmadan dünyanın en güzel şarkılarına tercih ederek dinlemek istersin? Neden bütün şarkıların, türkülerin onadır neden? Neden gökyüzüne bakarken onu, denizlere dalarken ve yeryüzüne bakarken onu görüyorsun. Nasıl bir bağlantı kuruyorsun gerçekten biliyor musun? Peki ya ‘o'na duyduğun uzay boşluğundan daha engin ve derin olan o "şey"in adını koyabilir misin? Peki, onu gördüğünde yerinden fırlayıp onun ellerine düşmek ve avuçlarında lahza lahza erimek isteyen kalbini zapt edebilir misin tek saniye bile? Hadi geçtin bu sınavları; Sana masum bir gülüşle nazar etmesinin o çok güvendiğin mantığının "lâl", o her zaman sana yön veren aklını gönüllü askerlik misali gözlerine "esir" edişine ne buyurursun? Hiç beklemediğin anda ‘cennet bahçelerinin salkımlarından çalıntı' saçlarının dalgalandığını hayal ederken yüreğinde depremler, tsunamiler oluşmasını -vazgeçtim makul oluşundan- hangi gerekçeyle izah edebilirsin? Ona ait bir mendil veya yazma bir lodos savurması sonucu yüzüne değdiğinde gönül kulelerinin 11 Eylül'ü yaşayan "İkiz Kuleler"den beter hale düşüşünü ne ile izah edersin peki? Ayrılırken arkası sıra olduğun yerde çakılı kalmana rağmen neden ip gibi uzadıkça uzuyorsun en ince yerinden kopma pahasına? Neden "geceleri düşlerinde, gündüzleri hayalinde" olmasına rağmen bir türlü yüzüne doyma zevkinden bir gram fire vermiyorsun? Neden seninle ve elleri iki elinde/avuçlarındayken milyon tane elin daha olsun istiyorsun? Gözlerini -saniyenin dörtte bir kadar süre- kapatırken nasıl oluyor da ışıl ışıl güneşe rağmen dünyanla kapkaranlığa bürünüyorsun? Ve neden bakışlarını yana çevirdiğinde toz gibi savruluyorsun beraberinde? Neden yere baktığında toprak oluyorsun, oldun da neden hep orada kalmaya razı oluyorsun yeter ki o baksın diye, neden? Neden o uzaklara daldığında Atlas Okyanusuna batan "roj" misali gözlerinde batıyorsun onunla beraber boğulma pahasına? Hadi diyelim ki battın ve boğuluyorsun; peki niçin bu boğulma anı sana ömrünün hiçbir döneminde tatmadığın zevki ve güzellikleri tattırıyor dersin? Ya onun bir başkasını sevdiğini duyduğunda bütün eş, dost, konu-komşu, anne-baba, aile-akraba, iş arkadaşı-meşk arkadaşına rağmen kocaman dünyada kendini bir başına yapayalnız hissetmene ne buyurursun? Ha! Ne dersin? Ya baktığın her yerde onu görüşüne ne dersin? Onlarca, yüzlerce, binlerce kilometre uzaklarda iken, hatta hatta ayrı dünyalarda iken bile "çekilse de biraz televizyon seyretsek" dediğin hiç olmadı mı? Onu (kirpiklerine asılı tuttuğun için) her nereye baksan onu gördüğünde neden şikâyetçi olmuyorsun? Neden kalbin de dâhil ona layık hiç bir yer bulamıyorsun, oysa onu her hücrende taşıyorsun değil mi? Neden kocaman dünya onsuz dar, küçücük bir asansör onunla cennette bir saray? Bitmesini istemezsin o yolculuğun düşme pahasına asansör boşluğuna neden? "Gelse de gözlerimi getirse" diyecek kadar gözlerini yollarına esir etmişsin de neden bıkmıyor usanmıyorsun? Neden gittiğinde gözlerini de gönderiyorsun aklınla beraber onunla? İşte böyle dostum! Yoksa yalnızca ben mi böyleyim? Olsun, razıyım... Haftaya buluşuncaya değin Sevgiyle dolu kalın [email protected] ________________________________________ [1] Bu cümleyi özellikle anlaşılmaması için mi bu hale getirmişler klavyemin tuşları! [2] Bu cümle de güme gitti!
-
ELLERİNDEN ÖPÜYORUM ANNE(m) İnsanlık ailesinin tarihteki yürüyüşü hiçbir zaman engelsiz ve engebesiz olmadı ve bundan sonra da olmayacaktır. Ancak öyle olay, an ve kişi(ler) vardır ki tarihin (ters, olumsuz) gidişatını tek hamle yaparak değiştiriverirler. Ve tarihte öyle anneler vardır ki (yüreği sökülerek) evladı öldürüldüğü halde evladının yaşamına kastedenlere "kardeşlerimiz" diyebiliyor. İşte o söz toplumun, halkların, ülkenin/ülkelerin kötü gidişatını birden tersine çevirip değiştiriverir. Evet Güngören'de patlatılan bomba sonucu ölen Furkan'ın annesinden söz ediyorum. Şadiye ŞENTÜRK anne(m)den... Az önce (07.01.2009, saat 19.00) haberlerde bu anne(m)i izleyip, dinledim. Allah'ım! Sana şükürler olsun dedim. Anne(m)ler ne kadar fedakarmış, Anne(m)ler ne kadar vefakarmış, Anne(m)ler ve annelik ne mübarekmiş... Annelik böyle bir şey olmalı ki cennet ayaklarının altına serili verilmiş. Yoksa başka sebep ne olsun ki? Bize en kızgınken bile yine kendisine sığınmaktan kaçamadığımız iki varlıktan biri de anne(m)... Evet, şimdi haberlerde Aziz Şehir Diyarbakır'ımızın Aziz gençlerinin kendisini ziyaretlerinde dinlediğim ve 25 yıldır hasret kaldığımız o anne(m)in dudaklarından yeryüzünün en güzel melodilerinden daha hoş olan muhteşem cümleyi moda mod okuyalım: "Oğlumu vuranlar da kardeşlerimiz" Hayır hayır yanlış duymuş olamam, bu sözün rüyasına bile razıyım ama ben duydum, rüya falan değil aynen böyle söyledi: "Oğlumu vuranlar da kardeşlerimiz" Yanımdaki arkadaşa beni çimdikle diyemiyorum; ya rüya olursa korkusundayım... Hayır böyle bir söz, böyle bir cümle ki -milyonlarca insan yıllar yılıdır kelimelerini bir araya getiremedi- rüya olamazdı. "Oğlumu vuranlar da kardeşlerimiz" Bu söze ne verilebilirdi? Hay Allah! Sorduğum soruya bakın... Bu söze ne evlatlar verilmedi ki? Daha yürek yakıcı, daha değerli ne vardı ki? Evet cümleyi televizyondan duyunca haberden önce Ergenekon'u konuştuğumuz ve sonrasında Filistin konusunda kendisini teskin etmeye çalıştığım yanımdaki arkadaşıma dönüp: - "sen de duydun mu" diyecektim ki onun da bana bakmakta olduğunu gördüm ve: - "Evet ben de duydum" diyebildi zar zor, (bu esnada gözlerinden yüzüne dökülen mutluluk resmini asla unutmayacağım) 15-20 saniye sessizlikten sonra bir ağızdan: - Allah'ım! dedik... Gerçekten de inanılmaz bir söz... Ancak bir anne(m)in söyleyeceği bir söz... Ya Rabbi bu ne büyük bir söz! Bu ne büyüklük böyle! Sevincimden uçuyorum. Filistin'de insanlığa onur destanları yazarak (melek değil) insan olmakla bir kez daha gururlanmamıza vesile olan Filistinli çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkeklerin varlığı için şükrederken bu anne(m)in: - - "O çocukların da annelerinin yüreği benim yüreğim gibi yanıyordur, gidip onları ziyaret edeceğim", sözü meleklere insanlık önünde saygıyla eğilmelerinin ne kadar doğru bir davranış olduğunu yeniden hatırlattı. Yanımda bulunan ve birkaç yıl sonra anne olacak anne adayı sevgili Eyşan'ana yönelttiğim: - Anne adayısın ve üstelik çok duyarlısın ne diyorsun, bu anne(m)in yerinde sen olsaydın bu sözü söyleyebilir miydin?.. sorusu üzerine birkaç saniye sessiz kalınca: •- İşte fark bu birkaç saniyede ortaya çıkıyor, cevabımı aldım dedim. (sitem ederek) : - "Biliyorsun barış için, kardeşlik için canımı vermeye hazırım ve bunu yıllardır en iyi sen biliyorsun" diye itiraz ettiyse de sevgili Eyşan'a bu konudaki nuansın önem ve değerini hatrlattım. Aynı hassasiyeti hükümet ve şiddete başvuranların da fark edeceğini umut ettiğim Türk ve Kürt anne(m)lerinin yüreklerinin aynı yangınla yandığını muhterem Şadiye ŞENTÜRK anne(m): - "O çocukların da annelerinin yüreği benim yüreğim gibi yanıyordur, gidip onları ziyaret edeceğim", cümlesiyle ifade etti. (bunu dinlerken Kürtçe bir sevinç deyimi var: Ez xû çı bıkım yani ben kendimi ne yapayım? sözü aklıma geldi) Evet Şadiye anne(m), Aynen dediğin gibi yürek yangını yürek yangınıdır. Başka bir yangına benzemez. En iyi bilen biri de sensin ki diğer anne(m)lerin yüreğindeki yangına dayanamadın. -"Oğlumu vuranlar da kardeşlerimiz" "O çocukların da annelerinin yüreği benim yüreğim gibi yanıyordur, gidip onları ziyaret edeceğim"... Bu iki cümleye neler verilmez ki? Barışın, huzurun, özgürlüğün, kardeşliğin, sevginin yolu bu anlayışta geçiyor olduğunu biliyoruz. Ve hamd olsun o yoldayız.. Evet, 25 yıllık hasret bu iki cümle ile son bulmuştur. Artık kimse bu gidişatı değiştiremez hiç kimse... Kürt ve Türk anne(m)leri ağlamasın artık ve inşallah bundan böyle ağlamayacaklardır. Ellerinden öpüyorum Şadiye anne(m). İyi ki yaşıyorsun, iyi ki varsın. (ez xû çı bıkım?) En iyisi mi? Gidip senin yerine de Münire annemin ellerinden öpeyim doyasıya...
-
SAVAŞA HAYIR! Hangi şey çocukların gülücüklerinden daha güzel? Hangi şey annelerin mutluluğundan daha önemli? Hangi şey kuşların cıvıltısından daha sevimli olabilir? Sizi bilmem savaş çıkaran Ey (en!) büyükler! ama bizce hiçbir şey insan kadar, insanın onuru ve mutluluğu kadar değerli değildir. Doğrusu hep merak etmişimdir. Savaşlar gerçekten kaçınılmaz mı? Acaba asırlarca geriye gidip yapılan tüm savaşları yakından inceleme imkanını elde edebilseydik iyi ki şu savaş olmuş diyebileceğimiz bir tek savaş bile var mıdır? Var mı insanın razı olabileceği bir savaş? Buna evet demenin çok kolay olmadığını biliyorum elbette... O halde vicdanınız hala yerinde duruyorsa insandan daha değerli bir şey var mı? İnsanların mutluluğu için! savaş çıkarıp yine insanları öldürmek ne demek oluyor, bizdeki cevabın biliyor musunuz..? Ey (en) büyükler! Sizlere insanlık adını diyorum ki: BİZ SAVAŞ İSTEMİYORUZ, ECELİMİZLE ÖLMEK İSTİYORUZ, BUNU BİZE ÇOK GÖRÜRSENİZ SİZİN İÇİN DE YARIN ÇOK GEÇ OLACAK BiLİYOR MUSUNUZ? Ey (en!) büyükler! Sizin kadar petrolün, yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarının ne kadar önemli (değerli değil) olduğunu bilmeyebiliriz. Sizin kadar uzay teknolojisinin yararlarını bilmeyebiliriz. Ancak şu bir gerçek ki yeryüzünün tüm petrol ve madenleri bir tek insanın canından daha değerli (önemli demiyorum) değildir. Değerli ile önemli oluşun/olmanın farklılığının altını çizmek istiyorum. Zira değerlilik önemlilikten ölçülemeyecek kadar farklıdır. Önemliler değerlilere feda edilebilirken, değerlilerin korunması gerekmektedir. Evet, yer altı ve yer üstü hiçbir zenginlik kaynağı bir insanın canından daha değerli değildir. Ey (en!) büyükler! sizin canınız bizce çok ama çok değerlidir. Hem sizin ne/nasıl düşündüğünüzü çıkarmış olduğunuz savaşlardan anladığımız halde. Ey (en!) büyükler! Irak'ın 6 - 9 yaşlarındaki üç kardeşin o minnacık, esmer, okşanası ve titreyen ellerini (teslim olmak için) havaya kaldırdıklarını gördünüz mü? Kendinizi nasıl hissetiniz? Bu çocukların yerinde sizin çocuklarınız olsaydı neler hissedecektiniz? Yine böyle gamsız olacak mıydınız, yüreğiniz varsa kabul edebilir miydiniz? Ne olur sanki biraz empati yapsanız? Ey (en!) büyükler! Yeryüzünde çıkardığınız aptalca savaşlardan dolayı insanların ne kadar zayıf ve kendinizin ne kadar güçlü ve de büyük! olduğunuzu fark ettiniz değil mi? Babalarını öldürdüğünüz çocukların insan sevgisini yok ettiniz, onların güzel duygularını bombaladınız, yarınlara dönük tüm hayallerinin üzerinden tanklarınızla geçtiniz. Bunu başarmak gerçekten de çok güçtü. Söyleyin bakalım bunu başarırken! çok sevindiniz mi? Akıl denen melekeyi kullanma gereği duydunuz mu? Ey (en!) büyükler! Sizden kaç kişinin çocuğu o cephelerde vuruldu? Evlat acısı hissettiniz mi hiç? Gerçi siz -Allah bilir ya kendi çocuklarınızı da sevmiyorsunuz. Yoksa çocuğunuzun hak ettiği hayat hakkını başkalarının çocukları hak etmiyorlar mı? Ey (en) büyükler! Analarımızın gözyaşları ateş gibi yer küreyi dolaşmakta, her an birilerini yakacak gibi, gelinlik kızlarımızın bedduaları dağ bayır demeden gelmekte, karabasan gibi, eli kınalı taze gelinlerin lavlar gibi kıpkırmızı kınaları cehennem çağırmakta, yutacak gibi, babaların kardeşlerin öfkeleri tsunami gibi üstünüze gelmekte, siz bunu görmüyor musunuz ve bunu görmeyecek kadar kör müsünüz? Bunların gücünün en korkunç sılahlarınızdan daha güçlü olduğunu ne zaman anlayacaksınız ne zaman? Ey (en!) büyükler! Biz sizleri asla avfetmeyeceğiz, açtığınız onmaz yaraları asla unutmayacağız, aldığınız çocuklarımızın anılarını ve acılarını asla yerde bırakmayacağız ve sizin için de korkunç o sabah gelmeden önce hepinize son bir fırsat tanıyoruz: Çığlığımızı duyuyorsanız ses verin. ‘Henüz insanlık ölmedi' demeyi çok görmeyin bize. Sizin de çocuklarınızın huzur ve mutluluğu için; her türlü savaşa HAYIR! .. *******