Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

nikitin

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    22
  • Katılım

  • Son Ziyaret

nikitin tarafından postalanan herşey

  1. Ben de aynı tarihte doğdum. Bizim kuşak için gerçekten bir şehir efsanesiydi bu. Ama gerçekmiş. Yıllardır aradığım, merakla cevabını beklediğim bir sorunu çözdüğünüz için teşekkür ederim. Demek PERUKMUŞ!
  2. Şimdi demek istediğinizi daha iyi anlıyorum. Teşekkürler.
  3. Hayvanların beslenme alışkanlıklarını sömürüye örnek göstererek kimin neyi tartıştığımızdan bi-haber olduğu ortaya çıktı. Böyle düşünmenize üzüldüm. Madem ben bu tartışmalarda Fransız kalmakla suçlanıyorum. O zaman çekiliyorum sayın demirefe. Siz neyi tartıştığını anlayan başkalarıyla tartışmaya devam edin lütfen. Umarım tartışmayı takip eden (varsa) forum ahalisi de sizin gibi düşünmüyordur. Yani söylediklerimiz boşunaysa hiç konuşmayalım. Sayın bilimselciyi tebrik ediyorum. Çok erdemli bir davranış gösterdi.
  4. Aşağıdaki yazı www.art.metu.edu.tr/arsiv/arsiv4/index.html adresinden alıntıdır. Yazı kimseye cevap niteliğinde olmayıp sadece tartışmayı takip edenler için bilgilendirici not olarak kabul edilsin. GİRİŞ Yunanca "anthropos" ve "logos" sözcüklerinden oluşan Antropoloji, "İnsanbilim" anlamına gelir. Antropoloji, insanın canlılar dünyasındaki yerini, geçirdiği evrim sürecini ve modern insan tiplerine kadar tüm formlarını inceler. İnsanların diş şekillerinden nasıl beslendiklerine, insan topluluklarının yaşam ve inanç biçimlerinden ırksal özelliklerine kadar birçok konu antropolojinin ilgi alanı içindedir. Böylece arkeoloji, psikoloji, tıp, jeoloji, tarih, genetik ve benzeri birçok bilim dalıyla ilişki içindedir. İnsanı hem biyolojik hem de kültürel yönü ile ele alan antropolojiyi, başta sosyal ve fiziksel olmak üzere iki ana bölümde inceleyebiliriz. BİRİNCİ BÖLÜM: FİZİKSEL ANTROPOLOJİ İnsanı biyolojik olarak ele alan antropolojinin bu alanı "Paleoantropoloji" ve "Fizik Antropoloji" alt başlıklarına bölünmektedir. Paleoantropoloji, insanın ortaya çıkışını, geçirdiği evrim sürecini inceler. Fizik Antropoloji ise yerleşik yaşama geçmiş toplumları, morfolojik ve demografik açılardan ele alır. İnsan topluluklarının nüfus yapısını; ortalama yaşam süresini; iskelet yapılarına dayanarak insanların cinsiyetini, yaşam biçimini araştırmak fizik antropolojinin konuları içinde yer alır. İnsanın düşünme ve kendi geçmişiyle ilgili sorulara cevap arama yeteneğine ulaşması, yaşam ile dünya tarihini yazması ve yeryüzünde egemen hale gelmesi için 200 milyon yıl beklemesi gerekti. Ancak bu noktaya vardıktan sonra, evrenin oluşmasından hayatın başlangıcına, insanın en eski atalarından günümüz uygarlıklarının kaynaklarına kadar merak edilen bir çok sorunun cevabına çok daha çabuk ulaşmayı başarmıştır. İnsanın kendi geçmişi ile ilgili yaptığı en önemli çalışmaların başında Darwin’in 1859 yılında yayınladığı "Türlerin Kökeni" gelmektedir. 1863’te Huxley "İnsanın Doğadaki Yeri" adlı kitabında kuyruksuz maymunların biyolojik bakımdan insana en yakın akrabalar olduğunu iddia etmiştir.Darwin 1871 de çıkan "İnsanın Türeyişi" adlı eserinde insan ve maymunun ortak bir atadan gelen "yeğenler" olduğunu söyleyerek Huxley’i desteklemiştir. Yirminci yüzyılın başlarından beri devam eden bir çok kazılar ve araştırmalar sonucunda maymunumsular ve insanımsıların ortak bir atadan geldikleri fakat 15-20 milyon yıl önce birbirlerinden ayrıldıkları görüşü kabul görmeye başlamıştır. Bu ayrım aşamasında yeralan Ramapithecus türünün 12-15 milyon yıl önce yaşadığını destekler kanıtlar bulunmuştur. İlk insanın ataları olarak kabul edilen Australopithecus türünün ise 6 milyon yıl önce Doğu ve Güney Afrika’da yaşamaya başladığı saptanmıştır. Bu keşif, antropologları insanlığın kökenini Afrika’da aramaya yöneltmiştir. 1924 yılında bulunan, bu türe ait olan Australopithecus Africanus’un otluk bölgede yaşadığı ve iki ayağı üstünde yürüdüğü ortaya çıkmıştır. 1994 yılında Etiyopya’da gerçekleştirilen kazılarda bulunan ve günümüzden yaklaşık 4.4 milyon yıl önce yaşamış Ardipithecus Ramidus ile evrimin kayıp halkalarından birinin daha günışığına çıkarıldığı düşünülmektedir. 1974’te Doğu Afrika’da bulunan ve 3.7 milyon yıl öncesine tarihlenen Australopithecus Afarensis (Lucy) bazı uzmanlara göre Homo (İnsan) olarak sınıflandırılsa da kimi kemikleri maymununkilere çok benzediği için Australopithecus türüne sokulmuştur ve ona insanımsılardan modern insana uzayan merdivenin ilk basamağında yer verilmiştir. İlk antropolojik kazı çalışmalarının başlamasıyla birlikte 1856 yılında Almanya’nın Düsseldorf yakınlarında bulunan garip bir kafatası ve birkaç insan kemiği bilim alanında önemli bir aşama kabul edildi ve daha sonra bu kalıntıların ait olduğu tür Homo Sapiens Neanderthalensis olarak adlandırıldı.. Daha sonra Belçika’da da benzer buluntulara rastlandı. Buluntuların sadece Avrupa ile sınırlı kalmaması için Afrika ve Asya’da da çalışmalara başlandı. Afrika’da yapılan kazı çalışmaları ile alet yapmasını ve kullanmasını beceren, dik yürümeye uyum sağlamış Homo Habilis (Becerikli İnsan, 1.8 milyon yıl önce) türüne ait birçok fosile rastlanmıştır. 1891’de Java Adasında Homo Erectus (Dik İnsan) fosilleri ortaya çıkarılmıştır. Bu tür, ateşi bulması ve balta kullanması ile bugünkü insana yakın özellikler göstermektedir. Bugünkü modern insana en yakın türlerden biri olan Homo Sapiens Arkaik’in (Akıllı İnsan) ise günümüzden 200 bin yıl önce yaşadığı, Yakın Doğu ve Kuzey Afrika’da bulunan kalıntılardan anlaşılmıştır. Evrim çizgisinin bugün erişilen son halkasında Homo Sapiens Sapiens türü yer almaktadır. İnsanın evrim sürecinde insana benzeyen pek çok insanımsıların oluşturduğu yan dallar gelişmiş fakat bunların bir kısmı belki de aşırı özelleşmenin etkisiyle zamanla ortadan kalkmıştır. Paleoantropoloji insanın atasının 20-25 milyon yıllık tarihi üzerine çalışmaktadır. Evrim birkaç yüzyıllık bir süre içinde gözlenemeyecek kadar yavaştır. Bu yüzden evrim çizgisinde maymunumsudan insansıya geçişin tam olarak nerede başladığını ve bittiğini söylemek güçtür. Paleoantropoloji insanın yeryüzündeki macerasının ancak bir kısmını açıklar, öbür yarısı insanın "kültür" tarihinde saklıdır. İKİNCİ BÖLÜM: SOSYAL ANTROPOLOJİ İnsanın fiziksel varlığı yanında, toplumsal ve düşünsel varlığı da sözkonusudur. "İnsanbilim" başlığıyla yola çıkan antropoloji, insanın bu konumuyla da ilgilenmekte ve bu alandaki çalışmaları, antropolojinin "Sosyal Antropoloji" dalı yürütmektedir. Sosyal Antropoloji alanındaki araştırmalar, diğer sosyal bilimlerle etkileşim ve işbirliği içindedir. Sosyoloji, psikoloji, etnoğrafya ve felsefe ile sosyal antropoloji ortak paydaları olan “insan”da buluşmaktadırlar. Sosyal antropoloji çalışma konularından dolayı kimi zaman kültürel antropoloji diye de adlandırılmaktadır. Çünkü çok genel bir söyleyişle, sosyal antropoloji, insanın doğal ve toplumsal çevresiyle olan etkileşimini ve bu etkileşim sonucunda ortaya koyduğu ürünleri yani insan topluluklarının "kültür"lerini inceleme konusu seçmiştir. Kültür, çok farklı tanımları yapılabilen bir kavramdır ancak bir insan topluluğunun bireylerinin düşünce, inanç ve yaşama biçimleri, yaptıkları aletler ve davranış biçimleri çoğunlukla kültürün göstergeleri olarak kabul edilmektedir. Bir toplulukta, bireylerin ölmelerine karşın kültür sürer gider.Diğer yandan da değer yargıları ve anlayışlar değiştikçe, kültür de değişime uğrar ve bu süreç böylece sürer gider. Bugün aynı ülkede yaşayan bizler kültürümüzü varederken, dünya üzerindeki diğer insan toplulukları da bizimkinden çok ayrı olabilen kendi kültürlerini bizimle aynı anda yaşamaktadırlar. Günümüzden çok önceleri, tarihöncesi devirlerde yaşamış toplulukların yarattığı "Tarihöncesi kültürler"e gelinirse; bu çok uzun dönemi tanımamıza yardım edebilecek yazılı belgeler yoktur. Elimizdeki temel bilgi kaynakları, sadece, insanların yaptıkları aletler, yaşadıkları ve ölülerini gömdükleri yerlerde bulunan her türlü kalıntıdır. Bunlar da ancak büyük bir bütünün çok küçük parçalarıdır.Buna rağmen bugün, bu çok gizemli ve uzun öykünün, insanın varoluş öyküsünün genel hatlarını çizebilmek mümkün olmaktadır. İnsanımsı diye adlandırılan türlerin bıraktığı en eski kalıntılar, çok basit aletlerdir. Tarihöncesinde taş alet yapımında olasılıkla üç önemli aşama vardır. İlki, elde olanın yalnızca kullanılmasıdır ve belki de bu aşamayı çok eskiden insan ve gerçek maymunların ortak ataları yaşamışlardı. Kenya’da bulunan bir Ramapithecus fosilinin yanında ele geçen ucu kırılmış çakıl taşı, 14 milyon yıl önce maymunumsu bir yaratığın, bu ilk aşamayı temsil eden aleti kullanmış olabileceğini gösteriyor. İkinci aşama olan biçimlendirme yani gerektiğinde rastgele alet yapabilmektir. Büyük bir olasılıkla çok uzun sürmeyen ve ilk aşamayla kısmen çağdaş olarak ortaya çıkan bu aşamaya ilişkin kalıntılar 3 ile 2 milyon yıl önceye tarihlenmektedir. Üçüncü aşama tekbiçimcilik (standardizasyon) dönemidir. Bu dönemde insansılar belli bir iş için belli bir tür alet yapma alışkanlığı edindiler. 2 milyon yıl öncesinde başladığı düşünülen ve Homo Habilis türü ile denk düşen evrim basamağında, birkaç farklı yerde birden birbirine çok benzer alet yapma alışkanlıkları saptanmıştır. İnsanımsıdan Homo Sapiens Sapiens yani modern, günümüz insanına ulaşana kadarki çizgide bu eğilim sürmüş ve birbirinden bağımsız insan toplulukları tarafından farklı yerlerde, çoğu kez de farklı zaman dilimlerinde olmak üzere, aynı iş için aynı tür alet yapım alışkanlığı paleoantropologlar tarafından saptanmıştır. Ayrı bir aşamayı temsil eden her bir alet yapım geleneği ayrı bir isimle adlandırılmaktadır (Olduvai, Acheul , Mouster ve diğerleri). En eski taş aletler, bir ana taş parçadan başka bir taş ya da tahta parçası ile küçük parçalar (yongalar) kopartma ve daha sonra bu yongaların kenarlarını yine taş parçaları ile düzeltme ya da keskinleştirme tekniğine dayanır. Bu aletleri bitki kökü kazımak ya da hayvan postu temizlemek gibi işlerde kullanan insanlar, zamanla, aletleri geliştikçe toplayıcılığın yanında avcılığa geçmişler ve buzulların izin verdiği ölçüde bol av hayvanı bulabilecekleri yerlerde kamplar kurmaya başlamışlardır. Bir sonraki aşamada yine taştan el baltaları, kazıyıcılar ve dilgilerin yanında hayvan kemiklerinden ve çakmaktaşından benzer aletler de yeralır. Ayrıca insanlar açıkhavanın yanında mağaralarda da yaşamaya başlamışlardır. Avrupa’da İspanya ve Fransa’da incelenen bazı “Eski Taş Devri” (Paleolitik Dönem) mağaralarında tabana gömülü insan iskeletleri bulunmuştur. Bu da insanı insan yapan kimi geleneklerin en eski örneklerinden birini oluşturmaktadır. En eski taş aletler Afrika’da ele geçmişken, daha gelişkin olanlarına Afrika’nın yanısıra Çin’de, Java Adası’nda ve Avrupa’da da rastlanmıştır. Tüm “Eski Taş Devri” (Paleolitik Dönem) boyunca dört kez tekrarlanan buzul ve buzularası devrelerin getirdiği iklim koşulları ve gittikçe artan insan nüfusun yarattığı toplayacak ya da avlayacak besin kaynağı kıtlığı insanları göç etmeye ve belki de daha önce yerleşilmemiş yeni bölgelerde yaşamaya zorlamış olmalıdır. Homo Erectus aşamasına varan bu hareketli insan artık iğneler, süs ve giyim eşyaları da kullanıyordu. ”Eski Taş Devri” (Paleolitik Dönem)’in günümüze en yakın olan son döneminde (Üst Paleolitik) insanlar, biraz daha önceki zamanlarda başlamış olan ölü gömme ve av başarısını artırma ayinlerini geliştirerek sürdürdüler. Bu ayinlere M.Ö. 30 000 yıllarında, Avrupa’da ilk örneklerine rastlanan kadın figürinleri eşlik etmeye başladı. Taş, fildişinden yontulan ya da balçıktan yapılan, cinsel özellikleri ısrarla vurgulanan (iri kalçalar, büyük göğüsler) küçük kadın heykelleri din oluşumunun ilk işaretleri sayılabilir ve kadının üremeyle ilgili işlevinden dolayı avdaki verimi artırmak için kullandıkları söylenebilir. Ayrıca, bu dönem insanları mağara duvarlarına, kaya yüzeylerine, avladıkları hayvanların resimlerini çizdiler, kazıdılar; bunun avlarını artıracağını düşündüler. ”Eski Taş Devri” (Paleolitik Dönem)in sonlarında son buzullar erimeye başladı ve ormanları, tundraları istila etti. Bu durumda hem av hayvanı sürüleri hem insanlar dağlık mağaraları bırakıp deniz ve nehir kıyılarına, ormanlar içindeki açıklık alanlara dağıldılar. Paleolitik dönemden hemen sonra yer alan bu döneme “Orta Taş Devri” (Mezolitik Dönem) denir ancak; kimi bilimciler bunu da çok kısa süren bir geçiş dönemi olduğu için Paleolitik Döneme dahil ederler. Daha sonra bu dönem yerini “Yeni Taş Devri” (Neolitik Dönem)e bırakır. Bu dönemde doğal olarak yetişen besinler yeterli olmayınca insanlar kendileri besin yetiştirmeye ve bunun gerektirdiği yerleşik yaşam biçimine geçtiler. Böylece toplumsal yaşam ve günümüz uygarlığına doğru hızlı bir gelişim başlamıştır.
  5. İyi de cümlenin kırmızı bölümü tam da sizin söylediğinizin tersini söylüyor. Onu çok güzel yarattık sonra aşağı düşürdük. Yani insanın karakteri düşük öyle mi? İnsan meyilli olmasaydı şeytan onu aldatabilir miydi efendim? Kötülüğün insan doğasında olduğuna dair yığınla ayet mi yazmamız gerekiyor şimdi. Kafirler için ayetlerin söylediklerini aktarmamıza gerek yok sanırım. O yüzden bu delilinize de katılamayacağım.
  6. Bilim bir hayvanın bir başka hayvanın besin zincirinde olmasına “onun tarafından sömürülüyor” demez. Bilim bu kavramın toplumsal bir kavram olduğunu bilir. O yüzden bu cümlenin bilimsel görüşle ilgisi yok.
  7. “Efendim siz istediğiniz kadar itiraz edin, ben insanların sarımsakları, domatesleri, biberleri yüzyıllardır faşizanca yemelerine sömürü diyorum.” deme (kavramların içini boşaltma) hakkına da sahipsiniz. Fakat kavramların ne olduğu bizim onlardan ne anladığımızdan daha önemlidir.
  8. İlginç olan bunun “Marksist” olduğunu iddia eden bir arkadaşın yapması. Çünkü Marksizme göre ilkel komünal toplumlarda sömürü yoktur. Çünkü ilkel komünal toplumlarda toplumsal sınıflar yoktur. Marksist anlamda sömürü bir sınıfın diğer sınıfın ürettiği artı-değere el koymasıdır. Burada üretim işin içine giriyor. Kavramın son derece toplumsal (yani insan toplumlarına has) olduğu kesindir. Şimdi siz bunun böyle olmadığını ilkel komünal toplumlarda da sömürü olduğunu ispatlamak için geçtik insan topluluklarını hayvanlarda dahi sömürü olduğunu söylüyorsunuz. İtirazım buna. Bir tavuğun başka bir tavuğun ağzındaki solucanı kapmasını, aslanların ceylanları “faşizanca” (doğal biçimde denseydi daha doğru olurdu) yemesini, insanların kuzuları, sarımsakları, domatesleri ve biberleri faşizanca yemesini sömürü olarak kabul ederseniz sömürü kelimesinin içini boşaltmış olursunuz. Ben de buna itiraz ederim.
  9. Şimdi buradaki kırmızı kelime polemik için yeterince kışkırtıcı geldi bana zaten. İki haberi, üç haber de yapıp üslup tartışmalarına bir nokta koyabiliriz. Öncelikle şunu belirteyim ki sömürü kavramını iyi açıklamaya gerek var. Bu tartışmaya girmemin nedeni daha en başta "İlkel komünal toplumlarda sömürü vardır." iddiasıdır. Ve tartışmanın daha da başına gidersek sömürünün gizlenmesi için egemen sınıflarca din ortaya atılmıştır iddiası havada bir iddiadır.
  10. Eğer sayın Cyrano ile özel olarak tartışılacaksa metafizikçi olarak suçlanacaksa şu cümlesinden yola çıkılmalıdır. Dinin hep varolduğunu nereden biliyorsunuz? İnsan maymundan evrildiyse din ve ahlak nasıl "hep" varolabilirler? Aynı sizin insan toplumunda sömürü hep vardı sözünüz gibi metafizik kokuyor.
  11. Sayın demirefe "insanın doğasında sömürü vardır" demek dediğimiz gibi liberalist, kapitalist görüşün savunularından biridir. Bunu suçlama olarak kabul edip şaşırmanız aslında felsefe dünyasında daha önceden çokça söylenmiş ve tartışılmış bu konulardan bi-haber olduğunuzun da göstergesidir. Bilgimizi ölçmek için tartışma yapıyorsak iddiacı olmamalıyız. İnsan doğasında sömürü, kötülük vb. vardır demek tam da suçladığınız metafizikçilerin görüşleridir.
  12. Galiyevciliği bildiğimi söyleyemem. Bilgi sahibi olmadığım için de bir görüş bildiremiyorum. Yani arkadaş bunu anlayabilse sorun kalmayacak. Ya iddiasından vazgeçecek ya da "marksistliğinden".
  13. Benim oğlan bina okur, döner döner gene okur. Demek ki bu konuda benim görüşümün marksizmle ilgisi yokmuş demek yerine dostumuz Marksın da kendisi gibi düşündüğünü iddia etmeye başladı. Hem demirefe hem de bilimselci arkadaşlarımız hala ilkel komünal toplumda sömürü olgusunun var olduğunu iddia ediyorlar. Ve bilimselci arkadaşımız bunun marksist bir görüş olduğunu söylüyor. Peki kaynağı var mı? Yok. Yukarıda verdiğim onca kaynak yetmedi ve dahası da isteniyor demek ki. Aşağıdaki yazı, diyalektik materyalizmin temel noktalarının kısa bir özetinden alıntıdır ve Troçki’nin Materyalist Diyalektiğin ABC’sine ek olarak 1994 yılında kaleme alınmıştır. Bu yazının İngilizce orijinali www.marxist.com adresinde yer almaktadır. John Pickard / 18 Ekim 2000 İlkel Komünizm Toplumun en erken aşamalarında insanlar fabrikalara girmiyor, normalde bizzat kendilerinin tüketmeyecekleri şeyleri üretmek için çalışmıyor ve hafta sonunda, ihtiyaç duydukları yiyecek, giyecek, vb. karşılığında diğer insanların kabul etmeye hazır olacakları bir takım renkli kağıtlar ve süslü disklerle “ödül”lendirilmiyorlardı. Bu davranış, uzak atalarımıza oldukça inanılmaz gelirdi. Eskiden beri varmış kabul ettiğimiz modern toplumun birçok özelliği de öyle. Hangi sosyalist şu iddiayı işitmemiştir: “İnsanlar açgözlü olmaya ve gasp etmeye mahkûmdur. Sosyalizme ulaşılamaz, çünkü insan doğasını değiştiremezsiniz.” Aslında, sınıflı toplum şunun şurasında 10.000 yıldan daha kısa bir süredir mevcuttur; insanoğlunun bu gezegende varolduğu sürenin yüzde biri kadar bir süre. Sürenin geri kalan yüzde 99’unda sınıflı bir toplum, yani zorla kabul ettirilen eşitsizlikler, devlet ve modern anlamda bir aile yoktu. Bunun sebebi, ilkel insanın esrarlı bir şekilde bizden yüce olması değil, üretim ilişkilerinin farklı bir toplum türü ve bu nedenle de farklı bir “insan doğası” yaratmasıdır. Varlık bilinci belirler ve eğer insanların toplumsal varlığı değişirse –içinde yaşadıkları toplum değişirse– bilinçleri de değişir. İlkel toplumun temeli toplayıcılık ve avcılıktı. Tek işbölümü, tamamen doğal biyolojik bir nedenden, kadınların zamanın büyük bölümünde küçük çocukların sorumluluğunu yüklenmelerinden kaynaklanan, kadın ve erkek arasındaki işbölümüydü. Erkekler avlanırken kadınlar sebze ve meyve topluyordu. Böylece her bir cinsiyet üretimde önemli bir rol oynadı. Kalahari çölündeki !Kung kabilesi gibi hâlâ ilkel komünist koşullar altında yaşayan kabileler üzerinde yapılan çalışmalar temelinde, yiyecek temininde kadının katkısının erkeklerden daha önemli olabileceği tahmin edilmektedir. Tüm bu kabile toplulukları ortak özelliklere sahipti. Avlanma alanları kabilenin ortak malı olarak görülüyordu. Avlanmanın kendisi ortak bir eylemken başka türlü nasıl olabilirdi? Varlığın emniyette olmaması paylaşmaya yol açar. Ölü bir su aygırını arkadaşlarınızdan saklamak iyi bir şey değildir; çürümeye başlamadan önce onu yiyemezsiniz ve siz yoksulluk içindeyken diğer kabile üyelerinin fazladan şeylere sahip olduğu bir zaman da gelebilir. Paylaşmak ve eşit bir şekilde paylaşmak sağduyudur. Kişisel aletlerde özel mülkiyet yoktu, ama çok farklı kabile topluluklarında bile, eşitsizliğin birikmesini engellemek için bu aletleri sahibinin vücuduyla birlikte gömmek veya yakmak gibi benzer kurallar vardı. Bu kabileler tarımı geliştirmeye başladıktan sonra bile toprağı yeniden bölmeye devam ettiler, ilkel komünizmin normları böylesine güçlüydü. Romalı tarihçi Tacitus, Cermen kabileleri arasında bu tür kurallar olduğundan söz eder. Bu topluluklarda kadınların daha büyük bir saygınlığı vardı. Kabilenin servetine en azından eşit bir şekilde katkıda bulunuyorlardı. Ayrı beceriler geliştirmişlerdi; çömlekçiliği kadınlar keşfetmiş ve hatta tarımda son atılımı da kadınlar yapmış görünüyor. Devlet gibi kurumlar da gerekli değildi, çünkü toplumu bölen temel uzlaşmaz sınıfsal çıkarlar yoktu. Bireysel anlaşmazlıklar kabile içinde halledilebiliyordu. Kabilenin karar almasında deneyimli yaşlılar kesinlikle önemli bir rol oynuyordu. Onlar şefti, ama kral değildi; otoriteleri ya hak edilmiş bir otoriteydi ya da yoktu. M.S. üçüncü yüzyılda (bunun geçerliliğinin sona erdiği bir sırada), Cermen kabilesi olan Vizigotların lideri Athanaric şöyle diyordu: “Ben otoriteye sahibim, iktidara değil.” Toplum gelişti, çünkü gelişmek zorundaydı. Tropikal Afrika’dan başlayarak, nüfus yerkürenin en barınılmaz kesimlerini kaplayacak ölçüde büyüdükçe, insanlar gelişmek için –aksi takdirde ölürlerdi– düşünce ve emek güçlerini kullanmak zorunda kaldılar. Toprağı ekip biçmek, aslında, bitkisel yiyeceklerin el altında olmasını sağlamak, meyve, fındık, vb. toplamanın bir adım ilerisiydi. Çiftçilik ve hayvanları evcilleştirmek, avlanmanın bir adım ilerisiydi. Kabile topluluğu norm olarak varlığını korudu. İnsanlık tarihindeki ilk büyük devrim tarım devrimi ya da neolitik devrimdi. Tahıllar seçildi ve ekildi, toprak çekiş hayvanlarıyla sürüldü. İlk kez, çalışanların geçinmeleri için gerekli olanın kat be kat üstünde büyük bir artı ortaya çıktı. İlkel komünizmde aylak bir sınıf için hiçbir temel yoktu. Ancak kendi ihtiyaçlarını temin edebildikleri için, başkalarını köleleştirmek anlamsızdı. Şimdi ise bazıları için aylaklık olanağı doğmuştu, ama insanlık henüz herkese böyle bir yaşam sürdürtme olanağını yeteri kadar sağlayamıyordu. Bu temelde sınıflı toplumlar ortaya çıktı; toplumlar mülk sahipleriyle emekçi sınıflar arasında bölündü. Asırlar boyunca sınıf mücadelesindeki temel sorun, çalışanların ürettiği artı üzerindeki mücadele olmuştur. Bu artının bölüşülme –gasp edilme– şekli, resmen tarımla başlayan farklı üretim tarzlarına bağlıydı. Bu değişim, toplumsal hayatın tümüyle dönüşmesinin temelini hazırladı. Kabile normları kolayca ölmedi. Önce toprak yeniden bölüşüldü. Hatta Feodal Avrupa’da, bazı bölgelerdeki köy toplulukları, orijinal köy topraklarının yeniden bölüşülmesiyle biçimi değişen ilkel komünizmin geleneklerini sürdürüyorlardı. Ancak tarım, avcılığın aksine daha bireysel bir faaliyet olabiliyordu. Daha çok çalışarak daha çok kazanabilirdiniz ve herkesin hayatta kalma sınırında yaşadığı koşularda bu önemliydi. Bunun da ötesinde tarım devrimi –çekiş hayvanlarının saban sürmede vb. kullanılması da dahil olmak üzere genellikle erkeklerin meşgul oldukları– kadını, erkekler tarafından sağlanan malzemeleri işlemek üzere eve gönderdi. Kadın cinsinin dünya-tarihsel yenilgisine yol açan şey, üretimde doğrudan bir rol sahibi olmayışıydı. Erkekler eşit olmayan mallarını erkek bir mirasçıya geçirmek istediler. İlkel komünist toplumda soy kadın üzerinden yürürdü (miras önemli değildi). Artık miras erkek üzerinden yürümeye başlamıştı. Sınıflı toplumun nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilmiyoruz, fakat elimizdeki kanıtlardan yola çıkarak parçaları birleştirebiliriz. Bu sürece devrim diyoruz ve bu, kelimenin en derin anlamıyla bir devrimdi. Ama yeni tip toplum eskisinin yerine tam olarak geçmeden önce, farklı toplum tipleri arasındaki geçiş biçimlerinin yüzlerce, hatta binlerce yıl varolduğunu unutmamalıyız. İnsanlığın ilerleyişi düz bir şekilde değil, eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına uygun olarak sürdü. Tarımı geliştirmeye ilk mecbur kalanlar, ekvator Afrika’sının iyi durumdaki insanları değil, daha ılıman iklimlerdeki (muhtemelen yakın Doğudaki) insanlardı. İlk tarım kuşkusuz çok basitti, muhtemelen “orman açma ve yakma”dan ibaretti. Bu, kabilenin hareket halinde olmaya devam etmesi demekti, çünkü açılmış toprak, yalnızca birkaç yıl iyi ürün veriyordu. Bu yüzden kabile topluluğu varlığını muhafaza etti, ancak değişikliğe uğradı. Tacitus, kendi zamanındaki Cermen kabilelerinin askeri demokrasisini, bir savaş şefinden, yaşlılar konseyinden ve savaşçılar meclisinden oluşan bir yapı olarak tanımlar (kadınların oy verme hakkı artık ellerinden alınmıştı). Bu, gelişimin bu aşamasındaki kabileler için tipiktir. Her ne kadar meclis tüm kararları (mızraklarını kalkanlarına şiddetle vurarak) ret ya da kabul edebiliyorsa da, savaş şefinde bir kralın embriyosunu ve yaşlılar konseyinde de bir egemen aristokrasinin ana hatlarını görürüz. Romalı toprak sahibi egemenler senato (“yaşlılar”) içinde örgütlenmişlerdi ve Anglo-Sakson krallar bir Witan’a (“bilgeler”) danışıyorlardı, bunların her ikisi de kendi zıddına dönüşmüş demokratik bir kabile oluşumunun kalıntısıydı. Cermen kabileleri artık savaş için örgütleniyorlardı, çünkü korunmadığı takdirde elden alınma tehlikesi olan bir artı mevcuttu. Desmond Morris (Çıplak Maymun) ve Robert Andrey (Avcılık Hipotezi) gibi yazarların görüşlerinin tersine, Leakey gibi antropologlar, insanın doğuştan saldırgan olmadığını gösterdiler. Her ne kadar ilkel komünist toplumlar, sözgelimi kıt avlanma alanları için savaşa tutuşmuşlarsa da, savaşlar ancak savaşmaya değer bir şeylerin olduğu aşamada tarihin yerleşik ve düzenli bir özelliği haline gelmeye başladı. Tarımdan, artının üretilebildiği bir topluma doğru yapılan bir atılım olarak söz etmekteyiz. Aslında, tarımla gelen emek üretkenliğindeki artış, daha geniş bir işbölümüne olanak verdi; böylece insanlar başka şeyler üretebilecek hale geldiler. Bu nedenle tarım devrimi, teknikte (çömlekçilik ve metal işleme gibi) ve tüm toplumsal yapıda bununla bağlantılı devrimleri beraberinde getirdi. Farklı kabileler arasında olduğu gibi kabile içinde de eşitsizlikler gelişti. Coğrafi ve diğer nedenlerden dolayı, bazı kabileler hayvan yetiştirmeye, balık avlamaya vb. yoğunlaşmaya başladılar. Tarımla uğraşanlar, artılarını (ya da daha doğrusu içlerinden bazılarının edindiği artıyı) korumak için tahkim edilmiş köyler etrafında yerleşmeye başlarken, bu balıkçılık yapan ve hayvan yetiştirenler malları mübadele etme görevini üstlendiler. Önceden, mübadele, seyahatleri esnasında birbiriyle karşılaşan kabileler arasındaki tesadüfi bir eylemdi. Bundan böyle düzenli bir durum haline gelmişti. Metal, şüphesiz ticaretin en önemli kalemlerinden biriydi. Yahudiler, Mısır’la Akdeniz uygarlıkları arasındaki ticareti geliştiren, en ünlü hayvan yetiştirici halklardan biriydi (İncil’de İbrahim’in serveti daima sürülerle ölçülür). Ticaret, kabileler arasındaki dinsel törenlerde sunulan armağanlardan gelişti. Bir armağanın değerinin ölçütü neydi? İnsanlar aldıkları armağanları üretmenin ne kadar zaman aldığı hakkında birtakım fikirler oluşturur oluşturmaz, karşılığında daha fazla emek içeren ürünler vererek, armağan verenleri cömertlikte geçmeye çalışacaktılar. Ticaret daha düzenli hale geldikçe, doğal olarak evrensel bir eşdeğer –ticarette kolayca mübadele edilebilen ve genel olarak bir değer ölçütü olarak kabul edilecek bir şey– ihtiyacı ortaya çıktı. Başlangıçta bu ihtiyaç sığırla karşılandı (Latincede “para” anlamına gelen pecunia sözcüğü, sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türer). Daha sonra ticaret hızla geliştiğinde, bu ihtiyaç, ağırlığın garantisi olarak hükümdarlar tarafından basılan metal külçelerle daha uygun bir şekilde giderildi. Dini törenlerdeki armağanlar genellikle kabilenin temsilcisi olarak şefe verilirdi. Toplumun serveti arttıkça, şef olmak zahmete değer bir şey haline geldi. Şefin evi, köydeki pazar yerinin başlangıcı haline geldi. Metal işleme, erkeklerin eline iyi ya da kötü muazzam bir yeni güç verdi. Metal, özellikle de bakır ve bronz, nadir bulunuyordu. Bu yeni toplumların birinci ihtiyaçları, arttırdıkları yaşam standardının korunmasıydı. Elbette, önder savaşçı olarak kabile şefi, yeni stratejik malzemeden ilk yararlanan kişi olmalıydı. Bunun sonuçları Antik Yunan şairi Homer’in efsanelerinde görülür. Homer, bronz silahlı Yunan askeri aristokratlarının ordusu tarafından kuşatılan Truva şehrinden bahseder. Savaşan ve ölenlerin çoğunluğunu oluşturan ve genelde çakmaktaşı uçlu mızraklarla silahlanan sıradan erler ordusundan çok bahsedilmez. Açıkçası onlar bir edebiyat konusu olarak görülmezler. Homer’in antik efsaneleri, kabile şeflerinin savaş ve yağma yoluyla aristokratlara ve krallara doğru evrilmeleriyle ilkel komünizmin bir kenara itildiği bir toplumu resmeder. Bundan böyle, etkin silahlı güç tekeline, egemen bir sınıf sahipti. Böylece kabile topluluğunun gelişimi, sınıfsız eşitliğe son vererek, kendi “mezar kazıcıları”nı yaratmıştı. Laf arasında, Cermen destanları, Cermen kabile topluluğunun çözüldüğü benzer bir aşamada ortaya çıktı. Onların kahramanlık çağları da, tıpkı antik Yunan’daki gibi, üretimin gelişimindeki benzer bir aşamaya tekabül ederek, benzer sanat biçimleri (epik şiir gibi) ve hatta benzer bir tanrılar sistemi ortaya çıkardı. Homer’in anlattığı Bronz Çağı uygarlığı, Batı Avrupa Karanlık Çağlarına benzer biçimde, Dor akınları tarafından yok edildi. Yüzyıllarca süren bu döneme ait tarihsel kayıt bulunmamaktadır. Ama istilâcılar yeni bir şey getirmişlerdi: demir. Demir potansiyel olarak bronzdan daha boldu. Homer’ın egemen sınıfı, onu sıradan insanı silahlandırmak için kullanamazdı, çünkü bu onları toplumsal iktidarlarının temelinden, askeri tekellerinden yoksun bırakırdı. Bunlar, hâlâ kabile hayatı yaşayan istilâcıların karşısında yıkılıp gittiler. İstilâcıların toplumu sınıflara ayrılmamıştı. Bu nedenle hepsi demir silahlar kullanıyorlardı ve zamanlarında yenilmezdiler. Bazen insanlık ilerlemek için geri adım atmak zorundadır.
  14. Tabi dediğim gibi tavuğun bir başka tavuğun ağzındaki solucanı kapmasıyla sınıflı toplumlardaki sömürüyü birbirine karıştırırsanız bu görüşüme de katılmanız mümkün olmaz. Ama bu yaptığınız sömürünü ne olduğunu çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Sonuçta kitlelere verilen mesaj şudur sömürü zaten insan doğasında hatta tüm doğada olan bir şey kapitalistin işçiyi sömürmesinin de anormal bir tarafı yok. Olmaz efendim sizin kavramların içini boşaltmanıza müsaade edemeyiz.
  15. Marksist olduğunu iddia eden birinden bunları duymak kişinin Marksizmin ne olduğundan haberi olmadığını gösteriyor. Sömürü ve imtiyazlılık insanın olduğu her yerde vardı, insan doğasının bir parçasıydı demek insanın doğal olarak sömürüden kurtulamayacağını ve ne sosyalizmin ne komünist toplumun insan doğasındaki bu olguyu değiştiremeyeceğini ifade etmek demektir. Sömürmek insan doğasında varsa vazgeçilemez bir olguysa Marks nasıl sömürüsüz bir toplumun var olabileceğini “bilimsel” bir öğretiyle ortaya koymaktadır. Evet çok gülünçtür bunlar. Tüm Marksist klasikler aksini iddia ederken hala dinin sömürünün korunması için oluşturulduğunu iddia etmek dediğim gibi marksizmden bi-haber birinin ben diyalektik materyalistim demesidir. Dinlerin oluşumunun ilk kez ortaya çıkışının sömürüyle alakası yoktur. Doğa karşısında acziyetinin farkına varan bilimsel bilgiden yoksun insanın tutunacak dalı olmuştur din. Şimdi kimin bilimsel gerçekleri hikaye olarak anladığına bakalım. 1. Hata: İnsanın doğasında bencilliğin ve sömürücülüğün olduğu iddiası. Sömürüyü içselleştirir ve insan doğasının bir parçası haline getirirsek mesela ırk gibi biz neden sömürünün ortadan kaldırılması için toplumsal mücadeleden örgütlenmekten bahsediyoruz ki? Madem insan doğasına yapışmış ve ayrılmaz bir bencillik ve sömürücülük var niye bunun ortadan kaldırılabileceğini savunuyoruz. Bu şuna benziyor. Biz bir devrim yapıp zencileri beyaz yapacağız. Marks sömürüyü insan doğasının bir parçası haline getirmiş ve bunu ortadan kaldırabileceğini zannetmiş bu mudur? Marksizmden anladığımız budur öyle mi? Bunu ancak felsefi yetersizlik olarak kabul edebilirim. 2.Hata: Eğer Marks böyle bir şey söylemişse o zaman: “İnsan özü bizlere yabancı değil buradan hareketle insanın sömürgen bir bencil olduğu sonucuna varabiliriz.” Şimdi biz içinde yaşadığımız kapitalist toplumun bizim bilincimizde oluşturduğu yabacılaşmadan soyutlanabilecek ve insanın gerçek özüne varabileceğiz öyle mi? Böylece varacağımız sonuç şu olacak: Evet tamam insan çıkarcıdır. Bak ben hep çıkarımı düşünüyorum. İnsan oğlu tarih boyunca hep çıkarını düşünmüştür. Şimdi sayın bilimselci burada hominia gibi teknik ve şaşaalı terimler yerine maymun kullanılmasını bilimdışı bulmuş. Aslında maymundan ne kastedildiği açık ama söz oyunlarıyla rakibi altetme çabası seziliyor. Öyleyse bir kitap ismi vereyim size. Bir “Marksist” olan size Marksizmin ünlü kurucusu Engels’in bir kitabının adı: “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” Belki bu kitap ismi maymunla kastedilenin hominialar olduğunu hatırlatır size. Sayın bilimselci felsefe beklemez. Bilimin bulması belki binlerce yıl alacak olan alanları/bilgileri doldurur. Bilimin verileriyle doldurur. Sömürü deyince bir tavuğun başka bir tavuğun ağzındaki solucanı kapmasını anlamayın lütfen. Sömürü bir sınıfın sistemli bir biçimde ürettiği artı-değerin başka bir sınıf tarafından gaspedilmesidir. Tamamiyle toplumsaldır. Neanderthal insanlarının ürettiği bir artı değer mi vardı da sapiensler buna el koydular. Lütfen. Böyle abuk sömürü tezleri nikinize yakışmıyor. Şimdi burada da yanlış bir bilgilenme söz konusu. İlkel komünden anladığınız ne? Modern insanın ilkelliği mi? Ki modern insanı neye göre tarif ediyorsunuz onu da anlamış değilim. Bu tarih de sürekli değişen bir olgu. İlkel komün hominialardan insanlaşmaya uzun bir süreci kapsar. Şimdi benim nikimin nikitin olması Nikitin diye bir yazarın olmadığını ve bu kişinin de ekonomi politik adlı bir kitap yazmadığını göstermez. Senin bir “Marksist” olarak bu ismi duymamana şaşırdım doğrusu. P. Nikitin diye biri 1962 yılınd bu kitabı yazmış. Hamdi Konur’un yazdığı bu kitap Sol yayınları tarafından 1968’de ilk kez basılmış. Zubritski, Mitropolski, Kerov üçlüsünün yazdığı İlkel, Köleci ve Feodal Toplum adında bir başka kaynak daha var konuyla ilgili tavsiye edebileceğim. Google’da yazsan karşına çıkar.
  16. Evrimi kabul ediyorsak bu durumda dinin belli bir noktadan sonra şu veya bu şekilde ortaya çıktığını düşünebiliriz. İnsan pat diye dünyaya gökten düştü ve düştüğü andan itibaren din ve ahlak hep vardı yargısı kendi içinde tutarlı olabilir belki. (Çünkü burada insana bir başlangıç veriliyor.) Ama evrim kabul ediliyorsa (ki elimizdeki yegane bilimsel teori budur) din hep vardı yargısı kabul edilemez. Sonradan ortaya çıkmıştır.
  17. Doğru bir yaklaşım. Ahlak egemen sınıfların elindeki bir başka araç olmuştur. Tarifinizde olduğu gibi çok yönlü bir diyalektik içindedir. Sabit değildir. Köleci toplumda bir efendinin çiftliğindeki köle barınağının kapısını açıp hepsini salıvermek iyi bir davranış mıdır? Köleler için harikulade iyi, efendi için affedilmez derecede kötü bir davranıştır. Bu durumda ahlak toplum içinde sınıflara göre de değişebilen bir kavramdır. İşin içine sınıfsal çıkarlar da dahil her türlü çelişki sokularak düşünülmelidir.
  18. Şimdi ilkel toplumda sömürücü zihniyetten söz edilemeyeceğini sayın demirefe'ye verdiğim cevapta görebilirsiniz. Sömürücü sınıflar ortaya din atıp işte buna inanın dememişlerdir. Varolan/güçlenen dinleri kendi sınıfsal çıkarları için kullanmışlardır. İlk hristiyanların (ki bunlar düzene başkaldırıyorlardı) peşine düşen Roma daha sonra bu dini resmileştirdi ve egemen sınıflar ortaçağ boyunca dini kullandı. Ama dinin ilk kez sömürücü sınıflar tarafından ortaya atıldığını dahası ilkel toplumda böyle bir sınıf olduğunu ifade etmek marksizm ile çelişir. Eğer böyle bir iddianız yoksa sorun yok. Burada bir problem yok. Devamında da: "Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor." deniyor. Buradan da anladığımız, dini kuranlar sömürenlerin değil sömürülenlerin isteklerine cevap verirler başta. Halk arasında yayılabilmelerinin yegane yolu da budur zaten. Fakat bu protesto belli bir müddet sonra egemenlerin elinde güçlü bir koz haline dönüşür. Bu da dinin kendi içinde yaşadığı bir diyalektiktir. "Her şey karşıtına dönüşür."
  19. Sayın demirefe bilim bilim derken böyle bir sorunun sizden gelmesi beni şaşırttı doğrusu. Kısa cevapla: hayvandan evrilen insanın ilk kurduğu topluma ilkel komün diyoruz. İnsan nasıl dil, ahlak, din, hukuk, devlet gibi kavramları sonradan kazanmışsa sömürüyü de sonradan kazanmıştır. Zira ilkel komün üretimin çok az/ yetersiz olduğu bir aşamayı ifade eder dolayısıyla bu toplumda sömürülecek bir artı-değer yoktur zaten. Bu yüzden ilkel komünal toplumda sömürü yoktur diyoruz. Uzun Cevapla: 1. İLKEL KOMÜNAL ÜRETİM TARZI Yeryüzünde insanın ortaya çıkması konusunda bilim, aşağıdaki açıklamayı veriyor. Avrupa'nın, Asya ve Afrika'nın iklimi sıcak olan çeşitli bölgelerinde, yüksek düzeyde gelişmiş bir tür maymun yaşmaktaydı. Uzun bir dönem sonunda, insan, bu maymundan çıktı. İnsanla hayvan arasındaki başlıca fark, önce, tamamen ilkel de olsa, insanın, iş [sayfa 30] aletleri yapmakla kendini belli etmiştir. İ n s a n ı n ç a l ı ş m a s ı o z a m a n b a ş l a r. Çalışma sayesinde, maymunların kol ve bacaklarında yavaş yavaş değişmeler oldu. Cetlerimiz çalışmak için ellerini kullandıkça ayakta durmayı öğrendiler. İlkel iş aletlerinin yapımıyla birlikte, ilk insanlar, kendi aralarında, iş aletlerinin kullanımında güçlerini birleştirme gereğini de duydular. Bu sırada tek heceli konuşma dili de başladı. Çalışma ve çalışma ile birlikte tek heceli dil, beynin gelişmesi üzerinde kesin etki yaptı. Bundan dolayı, insanı yaratan iştir (çalışmadır), iş sayesindedir ki, insan toplumu oluşmuş ve gelişmiştir. İlk toplumsal, ekonomik kuruluş, ilkel komün olmuştur ve bu, yüzbinlerce yıl sürdü. Komünal toplum, toplumsal evrimin başlangıcıdır. İnsanlar ilkin doğa kuvvetlerine karşı savunma olanağından yoksun, yarı-vahşi bir hayat sürdüler. Besin maddeleri, özellikle, doğada buldukları bitki kökleri, yabani meyveler, ceviz vb. bitkilerdi. Kaba yontma taşlar ve sopalar, insanoğlunun kullandığı ilk araçlar olmuştur. Daha sonra, çok yavaş elde edilen bir deney birikimiyle, kesmek ve kazmak için kullandıkları basit araçları yapmayı öğrendiler. Doğaya karşı yürütülen mücadelede ateşin bulunuşu, büyük önem taşır. Ateş, ilkel insana, besinini çeşitlendirme olanağını verdi. Ok ve yayların bulunuşu ise, ilkel insana, üretici güçlerin gelişmesinde yeni bir aşama sağladı. Bu andan itibaren insanlar, kendilerini daha çok avlanmaya verebilecek ve daha çok hayvansal besinler sağlayabilecektir. Avcılığın ilerlemesi, ilkel hayvancılığın doğuşuna uygun bu dönemde başlar. Tarım, üretici güclerin gelişmesinde yeni bir adım oldu; uzun bir süre çok düşük bir düzeyde kaldı. Tarımda hayvan kullanılmaya başlanması, tarımsal emeğin üretkenliğini artırdığı gibi, tarımda sağlam bir temel meydana getirmişti. Bundan sonra, insanın, yerleşik bir hayata geçtiğine tanık oluyoruz. İlkel toplumda, üretim ilişkileri, üretici güçlerin durumuna bağlıydı. Üretim ilişkilerinin temelini, iş aletlerinin ve basit üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti teşkil eder. Bu [sayfa 31] üretim ilişkisi, bu dönemde, üretici güçlerin gelişme düzeyine uygundu. İlkel toplumda iş araçları öylesine basitti ki, insanlar, tek başlarına doğa kuvvetlerine ve vahşi hayvanlara karşı koyamıyorlardı. Bu yüzden, gruplar halinde, topluluklar halinde, hayvan avlayarak, balık avlayarak, besin maddeleri sağlayarak yaşıyorlardı. Üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti yanında, komün üyeleri, vahşi hayvanlara karşı savunma araçları olarak kullandıkları kişisel bazı iş araçlarına da sahiptiler. İlkel toplumda emeğin üretkenliği azdı; ve yaşamak için zorunlu olandan fazla hiç bir şey yaratamazdı. İş düzeni, basit işbirliği üzerine kurulmuştu: birçok kişi, bir tek ve aynı görevi yaparlardı. İnsanın insan tarafından sömürülmesi yoktu. Pek bol olmayan besin, komün üyeleri arasında eşit olarak paylaşılırdı. İnsanlar, hayvansal niteliğin ağır basmasından kesin olarak ayrılamadıkları sürece, hep bir arada, sürüler halinde yaşadılar. Toplumun soya (gentes) göre örgütlenmesi, daha sonra, yavaş yavaş, ev ekonomisine geçişle oldu. Aile bağlarının bir araya getirdiği kimseler, ortaklaşa çalışmak üzere gruplaşıyorlardı. Başlangıçta gens, beş-on kişilik gruplardan ibaretti. Daha sonra yüzlerce kişilik gruplar haline geldi. İş araçlarının evrimi ile gensin bünyesinde, erkeklerle kadınlar arasında, gençlerle çocuk ve ihtiyarlar arasında olmak üzere doğal işbölümü meydana geldi. Avcılık yapan erkeklerin kendi işlerinde, bitkisel besin maddeleri toplayan kadınların da kendi işlerinde uzmanlaşmaları ile birlikte emeğin üretkenliği de arttı. Klan rejiminin ilk aşamasında üstün otoriteye sahip olan kadındır. Besin bitkileri toplar, ev işleriyle uğraşırdı: bu, anaerkil rejimdir. Daha sonra, hayvancılık ile tarım, erkeklerin işi haline gelince, anaerkilliğin yerini ataerkillik aldı, ve klan içinde başlıca rol bu kez de erkeğe geçti. Hayvancılığa ve tarıma geçişle toplumsal işbölümü dönemine girilir, yani toplumun bir kesimi esas olarak [sayfa 32] tarımla uğraşırken, diğer bir kesimi de hayvancılıkla uğraşır. Hayvan yetiştirme ile tarım arasındaki bu bölünme, tarihte, birinci büyük işbölümünü meydana getirir. Bu toplumsal işbölümü sayesinde, insan emeği, daha üretken olmuştur. Bunun sonucu olarak, komünlerde, bazı ürünlerde fazlalık ve bazı ürünlere de gereksinme vardı. Bu durum, çoban ve tarımcı kabileler arasında ürünlerin değişimi için elverişli bir ortam yarattı. Daha sonra, insanlar, bakır ve kalay madenlerini eritmeyi (demir üretimi daha sonra başlar), tunç araçlar, silahlar, araç ve gereçler üretmeyi öğrendiler; elbise ve kumaşların yapımını büyük ölçüde kolaylaştıran dokuma zanaatı bulununca, komün üyeleri, birer zanaat icrasına koyuldular ve emeklerinin ürünü gittikçe daha sık değişebilir duruma geldi. Üretici güçlerin gelişmesi, insan emeğinin üretkenliğini, insanın doğaya üstünlüğünü, tüketim nesnelerinin yedek olarak birikimini hissedilir ölçü de artırdı. Ama toplumun bu yeni üretici güçleri, üretim ilişkilerine artık uygun düşmüyordu. Komünal mülkiyetin dar çerçevesi, emek ürünlerinin üleşimindeki eşitleştirme, üretici güçlerin gelişmesini dizginliyordu. OrtakIaşa çalışma, zorunlu olmaktan çıkınca, bireysel emek, daha üretken oldu. Ortaklaşa çalışma üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyetini gerektirmesine karşılık, bireysel çalışma da üretim araçlarının özel mülkiyetini gerektiyordu. Üretim araçlarında özel mülkiyet şeklinin ortaya çıkmasıyla birlikte, kabileler arasında olduğu gibi, insanlar arasında da servet eşitsizliğinin belirdiği görüldü. İnsanlar, zengin ve yoksul olarak bölündüler. Üretici güççlerin gelişmesiyle, insanlar, kendilerine gerekli olandan fazla yaşama araçları ürettiler. Bu koşullarda, savaşla elde edilen daha çok çalışan insan kullanılması mümkün hale geliyor: tutsaklar köle durumuna getiriliyorlar. İlkin kölelik, ataerkil (aile içinde) bir özelliğe sahipti, daha sonra yeni düzenin temeli oldu. Köle emeği, eşitsizliği keskinleştirdi; köleleri sömüren aileler hızla zenginleştiler. Servet eşitsizliğinin şiddetlenmesiyle, zenginler, [sayfa 33] yoksul ve borçlu olan kendi yurttaşlarını da köleleştiriyorlardı. Toplum, ilk kez köle sahipleri ve köleler halinde sınıflara bölündü. İşte, insanın insan tarafından sömürülmesi böylece ortaya çıktı. İnsanlık tarihi, bu çağdan başlayarak, sosyalizmin kuruluşuna kadar, sömürenle sömürülenler arasındaki sınıf mücadelelerinin tarihi olmuştur. İnsanlar arasında artan eşitsizlik, giderek sömürenler sınıfı tarafından, sömürülen sınıf üzerinde yürütülen baskı organı olarak, devletin kuruluşunu da getirdi. İşte, ilkel komünal üretim tarzının yıkıntıları üzerinde köleliğin doğuşu böyle olmuştur. (Nikitin-Ekonomi Politik)
  20. İnsanın hayvandan evrildiği elimizdeki yegane bilimsel teori ise dinin ilk insanlardan bu yana varolmadığını da anlamış oluruz. Bu durumda din mi önceydi ahlak mı önceydi sorusu gereksiz bir sorudur.
  21. Dinin ortaya çıkışı ile ilgili olarak çeşitli fikirler mevcuttur. Orhan Hançerlioğlu bu konuda bir derleme yapmış zaten. Onu aktarmam yeterli olur umarım. Düşünce Tarihi-"Korkuda Bir Kavram" Bölümü Bir XVIII. yüzyıl düşünürü, Volney (Constantin François, Comte de Chasseboeuf, 1757-1820), gök ölçüsünün hikayesini kendi açısından; şöyle anlatıyor: İlk insanların hiçbir düşünceleri yoktu. Önce kollarını, bacaklarını kullanmasını öğrendiler. Gittikçe; babalarının deneylerinden yararlanarak geliştiler. Yaşama araçlarını sağlama bağladıkça zekaları, ilkel gereksemeler (ihtiyaçlar) zincirinden kurtularak dolayısıyla anlamalara; sonuç çıkarmalara (istidlallere) yöneldi. İnsan zekası, giderek, soyut bilgileri kavramak gücünü de kazandı. Yeryüzünde kendilerinden başka birçok varlıklar kaynaşıyordu, bu varlıkların çoğu karşı gelinmez nitelikte güçlüydüler. Ateş yakıyor, gök gürlemesi ürkütüyor, su boğuyor, yel sürüklüyordu. Uzun yıllar bu etkilerin nedenlerini düşünmeden katlandılar. Bütün bunların neden böyle olduklarını anlamak isteyen ilk insan şaşkına döndü. Sonra, şöyle düşünmeye başladı: 1. Onlar kendisinden güçlü, kendisine üstündüler. Tanrı düşüncesinin temeli budur. Kimileri acı, kimileri tatlı etkiler uyandırmaktadırlar. Acıyla etkileyenlerden korkuyor, onlardan uzaklaşmak istiyordu. Tatlıyla etkileyenlere umut bağlıyor, onlara yaklaşmak istiyordu. İşte korku ve umut, gök ölçüsünün bu ilkeleri, böylece doğdular. Kendisi nasıl bir başkasını itmek isteyince itebiliyorsa onlar da yakmak isteyince yakabiliyorlardı. Şu halde onlarda da kendisininki gibi bir irade, bir zeka olmalıydı. İşte Tanrılık irade, Tanrılık zeka düşüncesi böyle başladı. Kendisine kötülük etmek isteyen bir soydaşının önünde nasıl alçalıyor, ona nasıl yalvarıyorsa, ötekilerinin önünde de alçalabilir, onlara da yalvarabilirdi. İşte ilk yere kapanış, ilk dua. Yoluna engel olan dağa yer değiştirmesi için yalvarırken onu düşüncesinde varlıklaştırdığının, ilk düşünce varlıklarını yaratmaya başladığının farkında bile değildi. Kendisinden güçlü, kendisine üstün olan bu düşünce varlıkları pek çoktular, şu halde evren, sayısız Tanrılarla doluydu (politeisme). Bunların kimisi iyilik ediyordu, kimici kötülük. İyilikle kötülük, iyilikçi ruhlarla kötülükçü Tanrılar böylece doğdular. İşte ilk insanların dini böyle başladı (İlk sistem: Fizik güçlere tapmak). 2. Yeryüzünde ve insan düşüncesinde başlayan bütün bu ilkeler (üstünlük, korku ve umut, üstün irade ve üstün zeka, güçlünün önünde eğiliş, yalvarış, düşünce varlıkları, bu varlıkların çokluğu, iyilikçi ya da kötülükçü varlıklar) insanların tarım gereksemeleri için göğe yöneldiler. Tarım, toplulukla yaşamaya başlayan insanlar için bir zorunluktu. Tarımı başarmak içinse göğün gözetlenmesi gerekiyordu. Toprağın gökle ilgisi belirmeye başlamıştı. Bir yıldız kümesinin görünmesi, en yüksek yerine varması ve batmasıyla bir bitkinin gövermesi, büyümesi ve kuruması arasındaki ilgi, olanca açıklığıyla insanların gözüne çarpıyordu. Şu halde yeryüzünü yıldızlar, bu gök varlıkları, yönetiyorlardı. On beş bin yıl önce Mısır’da yaşayanlar yıldızlara tapmaya başladılar. Bunlar, Nil nehrinin yukarı kıyılarında yaşayan zenci ırktan ilkel topluluklardı (İkinci sistem: Yıldızlara tapmak). 3. İnsan bu yıldızlara birer ad takma gereğini duyunca, bunlara yeryüzü adlarını yakıştırmaya başladı. Tebli Habeş, ırmağın taşması sırasında görünen yıldızlara taşma yıldızları, sapan sürme sırasında görünen yıldızlara öküz ya da boğa yıldızları, aslanların susuzluktan çölleri bırakıp ırmak boylarına geldiği sırada görünen yıldızlara aslan yıldızları, kuzuların ya da oğlakların doğduğu zaman görünen yıldızlara kuzu ya da oğlak yıldızları adını veriyordu. Bu benzetmeler sayısızdı. Artık kuzu, kış mevsiminin kötülük eden ecinnisinden gökleri temizliyor, boğa yeryüzüne bereket tohumları saçıyordu. İnsan dili böylelikle mecazlara alışıyor, gittikçe zenginleşiyordu. Artık insan, göğün boğasından (boğa adını verdiği yıldızlardan) beklediği gücü, yeryüzündeki boğadan da bekler olmuştu. Yerden göğe çıkan mecazlar böylelikle. gene yeryüzüne indiler. Birtakım yanlış kıyaslamalar başladı. Öküz, balık ve daha bir sürü şey kutsallaştı (Üçüncü sistem: Putlara tapmak). 4. Kıyaslamalar insanları maddi anlamlardan manevi anlamlara geçirdiler. İyilik getiren tanrılara bilgi, temizlik, erdem melekleri; kötülük getiren tanrılara da [sayfa 24] bilincsizlik; günah, kabahat zebanileri denilmeye başlandı. Tanrıların özleri birbirlerine uymadığından tapınma ikiye bölündü. İyi tanrılara yapılan sevgi ve sevinç tapınmasıydı, kötü tanrılara yapılan korku ve ıstırap tapınmasıydı (Dördüncü sistem: Karşıt ilkelere tapmak). 5. Yolculuktan dönen Fenike gemicileri, okyanusun öbür ucundaki ölümsüz bahar ülkelerini, kuzey bölgelerinin ölümsüz gecelerini anlata anlata bitiremiyorlardı. İşte cennet ve cehennem düşünceleri bu hikayelerden doğdu. Yüzyıllardan beri öldükten sonra ne olacağını kendi kendine soran insan, bu yerlerde yaşayabilmek düşüncesinden hoşlanıyordu. Böylelikle sevgili ölülerini barındıracak bir yer de bulmuş oluyordu. Sonsuz bahar ülkesi çekiyor, sonsuz karanlık ülkesi korkutuyordu. Şu halde iyiler birinciye, kötüler ikinciye gitmeliydiler. Bundan da tanrı tüzesinin (adaletinin) insanların tüzelerindeki yanlışları düzelttiği düşüncesi doğdu (Beşinci sistem: Mistiklik, büyük yargıca tapmak). 6. İnsanlar giderek üstünde yaşadıkları yeryüzünü tanımaya başladılar. Dünyanın çapı ölçüldü. Bu çap, bir kocaman pergel gibi göklere açılarak göklerin akıllar durdurucu, sonsuz yörüngeleri hesaplandı. Dünyanın evren içindeki küçüklüğü meydana çıktı. Tanrı düşüncesi önce dünyadan, sonra güneşten koparak bütün evrene yayıldı. Evren Tanrı, nedenle sonucu, etkenle edilgeni, güdücü ilkeyle güdülen şeyi kendinde toplayan çok daha büyük, çok daha yaygın bir varlık olmalıydı (Altıncı sistem: Evrene tapmak). 7- Sonraları etkenle edilgeni, nedenle sonucu, güdücüyle güdüleni tek varlıkta birleştirmeyi doğru bulmayarak bunları birbirlerinden ayırdılar. Her türlü kıyaslamaları ancak kendi varlıklarına bakarak yapabildikleri için, evrenin güdücü ilkesine cin, akıl, ruh adını verdiler. Tanrı da, evrenin kocaman gövdesini hareket ettiren, bütün varlıklara dağılmış yaşama ruhu oldu. Her varlık, büyük varlığın bir parçasını taşımaktaydı. Bu parça, ateş ya da tözdü (Yedinci sistem: Evrenin ruhuna tapmak). 8. Matematik ve fizik gelişiyordu ama, insanların büyük çoğunluğu bilgisizdi. Bu yüzdendir ki bilginin getirdiği bilimsel deyişler, çoğunluğun elinde bayağılaşıveriyordu. Böylelikle evrenin herhangi bir makineden başka bir şey olmadığı ileri sürüldü. Bir makine de kendi kendine yapılamayacağına göre, herhalde bunun bir işçisi olmalıydı (Sekizinci sistem: Büyük işçiye tapmak). Volney’e göre, bütün bu basamaklardan eski Mısır’da çıkılmış, sonraları yeryüzünde tekrarlanmış bütün şeyler eskiden Nil kıyılarında da olmuştur. Volney, gök ölçüsünün, doğum yeri olarak Mısır topraklarını görmektedir. Volney’e göre, bütün din sistemleri, eski Mısır’ın güneşe tapmakla başlayan fizik güçlere tapmak sisteminden çıkmıştır. Hintlilerin Chrisna’sı (Krişna), Hıristiyanların Chris-tos’u (Hristos) hep eski Mısırlıların güneşe taktıkları koruyucu anlamındaki chris sözcüğünden gelmedir. Ayrıca, eski Mısırlılar güneşe Yés de diyorlardı! ki Latinceleşmiş Yés-su ya da Jesus adının kaynağı budur. Eski Yunanlılar bu adı Tanrı Baküs’e de vermişlerdi. Bilindiği gibi, Tanrı Baküs de, Meryem’den babasız olarak doğan İsa’ya örnek olarak Minerva’dan babasız olarak doğmuştu. Bir yanda sonsuzdan gelip sonsuza giden sonsuz bir uzay, öteki yanda düşünen yepyeni bir varlık insan... Bir XX. yüzyıl düşünürü, Felicien Challaye, din duygusunu bu sonlu varlıkla sonsuz varlık arasında kurulan bağda bulmaktadır. Felicien Challaye’a göre, sonlu ve kutsal olmayan varlık, sonsuz ve kutsal varlıkla karşılaşınca kendinden geçer. Gök ölçüsü, bu kendinden geçiş halinin sonucudur. Challaye gök ölçüsünün hikayesini, kendi açısından, şöyle anlatmaktadır: İlk insanlar, kendi kişiliklerinin dışındaki yaygın gücü (Mana) kavradıkları anda sonsuzu duymuşlardır. Ben varım, varlığa katılıyorum. Ne yalnız anam babam, büyükanamla büyükbabam, atalarım, ne de bütün insanlık ve bütün hayvanlık beni var edemezdi. Evrenin bütün güçleri bende toplanıyor. Bir güneş, bir samanyolu, bir evcen olmasaydı, ben de var olamazdım. Ben, evrensel hayatın ürünüyüm. Varlığımın derinliğinde varlığı buluyorum. Bu varlık, benim dar kişiliğimi her yandan sarmakta ve onu aşmaktadır. Bu varlık sonsuzdan beri benden önce gelmekteydi, sınırsız akışı boyunca sonsuza kadar benden sonra gidecektir. İşte bu, sonsuz varlık’tır. Sonlu varlığın, kendisinden çıkmış olduğu sonsuz varlığa bağlılık duyması, onun önünde eğilip ona tapması, onu evlatçı bir sevgiyle sevmesi, onda evrensel hayatın bütün yönlerini bulması akla uygundur. Bu akla uygunluk ve sevgi, gök ölçüsünün temelidir. Sonlu varlığın sonsuzluk duygusuna erişmesi şöyle olmuştur: İlk eğilim, karşılandığı zaman sevinç, karşılanmadığı zaman acı veren bir duygudur (haz ve elem). Bu eğilim, zekanın işe karışmasıyla ruhsallaşır, toplumun etkisiyle de sosyalleşir. Bu sevinç ve acı eğilimi, korunma içgüdüsü, insanı yalnız bütün hayatı boyunca gözetmekle kalmaz, ölümle yok oluş düşüncesinden ötürü acı çekmesine de engel olur. İnsan, bu yok oluş düşüncesini sevimsiz, aşağılatıcı bularak reddeder. Korunma içgüdüsü, yok oluş düşüncesinin doğurduğu sonsuzlukla sonluyu bağdaştırmaya çabalar. İnsanın doğal eğilimlerinden bir başkası da, merak eğilimi, bu çabayı destekler. Evreni tanımak, onun köklerine ve derinliklerine inebilmek bu merak eğiliminin karşılanması zorunluğundan doğmuştur. İnsanın üçüncü bir doğal eğilimi olan sevgi (sempati) de ilk iki eğilimin işini tamamlamaktadır. Sevgi, sonlu varlıklardan aşarak sonsuz varlı ğa yönelmiştir (mistisizm). Din, bu üç doğal eğilimin, korunma içgüdüsünün, merakın ve sevginin zekayla ruhsallaşmasından ve toplumla sosyalleşmesinden doğmuştur. Felicien Challaye din düşüncesinin gelişimini de şöyle sıralamaktadır: 1. İnsan, önce, kendi kişiliğinin dışında her yönde belirmiş bulunan yaygın bir güç gördü. Bu güç, hem maddede, hem ruhta beliriyordu. İlkel insanlar bu güce Mana adını taktılar. Mana düşüncesine bütün dinlerde çeşitli semboller halinde rastlanmaktadır. En ileri felsefelerde bile çıkış noktası hep bu ilkel Mana düşüncesidir. 2. Toteme olan inanç bu Mana düşüncesinden çıkmıştır. Totem, Mananın cisimleşmesidir. Bir klanın insanları belli bir hayvan, ya da bitki çeşidini en çok Mana toplayıcı saymışlar ve onu kutsal görmüşlerdir. [sayfa 26] 3. İnsan, kendi canını düşününce Mana’yı kişileştirmiştir. Bundan da ölümden sonra yaşama düşüncesi doğmuş, ölümden sonra yaşama düşüncesi ölülere tapınmaya yol açmıştır. 4. Mana’nın kişileştirilmesi canlıcılığı (animizm) meydana getirmiştir. Canlıcılık, doğada insanın ruhuna benzer ruhlar bulunduğuna inanmaktadır. Önceleri fetişizm adıyla adlandırılan animizmin büyücülüğe yol açması kolaylıkla anlaşılır bir olaydır. 5. İnsan, Mana’da bir düzen ilkesi bulduğu zaman, dine töresel kaygılar girmiş demektir. Erdem, bu düzeni sağlamak için gereklidir. 6. İnsan, Mana’yı kişileştirince artık onu her baktığı yerde görmeye başlamıştır. Bunun sonucu da elbette çoktanrıcılık olacaktı. 7. Soyutlamadaki ve tek olan evrenin açıklanışındaki ilerleme bu çok tanrıları tek tanrıda birleştirmeye yol açmıştır. Bu birleştirme, önce bir hiyerarşiden (tanrıları sıralayarak en büyüğünü bulmaktan) geçerek, evrenin tek ve biricik Tanrısına varmıştır. 8. Budizmde olduğu gibi, din düşüncesinde bir adım daha ilerleme, engin evrenin varlığını anlamak ve açıklamak için tanrı düşüncesinin gerekmediğini, bu anlama ve açıklamanın tanrısız da yapılabileceğini ilerisürer. Kurban, dua, yasalara saygı, erdem, bayram, efsaneler ve kendinden geçiş hali en ilkel totemizmden çok gelişmiş dinlere kadar bütün dinlerin ortak temalarıdır. Mutluluğunu sağlamak için çabalayan insan, epeyce uzun bir tarih süresi sonunda, kendini rahat ettirecek, mutlu kılacak yeni bir ölçü buldu. Bu ölçü, gök ölçüsüdür. Gerçekte bu ölçü önce yerden başladı, sonra göğe çıktı. Bilimsel açıdan ele alınınca hikayesi bir hayli ilgi çekicidir. Bu ölçü, insanın çevresini sarıp onu ürküten gizlilikleri açıklıyor, karanlıkları aydınlatıyor, ona güven veriyor, geleceğine umutla bakmasını sağlıyordu. Hele, insanlığın en büyük korkusu olan ölüm korkusunu karşılaması bu ölçüyü büsbütün vazgeçilmez kılmıştı. Ölçü, karanlıkları olduğu kadar, aydınlıkları da düzenliyor, hemen her alanda yararlı oluyordu. İnsanlar birbirleriyle olan anlaşmazlıklarını bile bu ölçüye vurarak çözmeye başlamışlardı. Toplumlar, bu ölçüye sığınarak birleşmeye çalışıyorlardı. Ölçü, gerçekte, insan yapısını çeşitli açılardan kavraması bakımından, çok güçlü bir ölçüydü. Fransız düşünürü Auguste Comte (1798-1857) bu ölçüye, insanlığın açıklama gereksemesi (ihtiyacı) açısından bakmaktadır. Üç hal kanununun, insanlığın birbiri ardınca geçirdiği üç hale bakış açısı budur: 1. Auguste Comte’a göre insanlık, önce teolojik hal içindeydi. Evren, insan iradesinin tıpkısı iradelerle yönetilmektedir. İnsan düşüncesinin ilk vardığı açıklama budur. Oysa, bu ilk düşünce de üç basamaklıdır, yavaş yavaş gelişmiştir. Birinci basamakta insan, çevresindeki eşyayı tıpkı kendisi gibi canlı, akıllı olarak düşünmüştür (fetişizm). İkinci basamakta insan düşüncesi, çevresindeki olayların görünmez varlıklarca yönetildiği inancına yönelmiştir (çoktanrıcılık-politeizm). Üçüncü basamakta bu görünmez varlıkların tek ve büyük bir iradenin yönetimi altında bulunduğu inancına varılmıştır (tektanrıcılık- monoteizm). [sayfa 27] 2. İnsanlığın bu halini metafizik hal kovalamıştır. İnsanlık bu süre sonunda teolojik halden metafizik hale geçmiştir. Metafizik hal, bir soyutlama (tecrit) halidir. Evreni yöneten artık insana benzeyen bir varlık değil, soyut bir güçtür, soyut bir ilkedir: Oysa bu halde de insan, soyutladığı nitelikleri, soyut iyiliği, soyut güzelliği, soyut tamlığı (mükemmelliği) gerçek varlıklar saymaktadır. 3. İnsanlığın üçüncü halinde, metafizik hal, yerini pozitif hale (olumlu hal, müspet hal) bırakmıştır. Bu hal; ortaçağın sona ermesiyle başlar. Yeniçağ düşüncesi artık olayları başka olaylarla açıklamaktadır. Bilimsel ilerlemeler, bu hale gelinceye kadar nedeni bilinemeyen birçok olayları, bilim yasalarıyla açıklamaya başlamıştır. Başka bir deyişle, önce teolojik açıklama, sonra metafizik açıklama, yerini pozitif açıklamaya bırakmıştır. Başka bir Fransız düşünürü, Henri Bergson (1859-1941) da gök ölçüsü gereksemesinin kaynağını yaşanılan hayatın içinde bulmaktadır. Bergson, Töreyle Dinin İki Kaynağı (Des deux Sources de la Morale et de la Religion) adlı yapıtında bu konuyu inceleyerek şu sonuca varıyor: İnsan, düşünmeden önce yaşamak zorundadır. Toplumsallık eğilimi (içtimailik meyli), insanın yaşama zorunluğunun sonucudur. Toplum nasıl insan içinse, insan da öylece toplum içindir. Toplumunsa birtakım gerekleri vardır, işte bu gerekler, insanı töreye ve dine zorlar. Hayvan toplumlarında örneğin bir arının, toplumunu unutarak sadece kendi isteklerinin peşinden gitmeye başladığını düşünelim. Bilinçsiz içgüdüsü bu haylaz arıyı toplum yükümüne (mükellefiyetine) çağıracaktır. Çünkü, arılar yükümlü olmazlarsa kovan yaşayamaz. İnsan toplumlarında da bu yüküm insanı ödevine iter. Toplumsallık, insan varlığının en büyük parçasıdır. Suçunu sadece kendisi bilen, cezadan yakayı kurtaran bir katilin çektiği vicdan acısı; insanın kendi varlığına, kendi benliğine dönmek isteyişidir. Suçunu açıklarsa vicdan acısından kurtulacaktır, çünkü ödevini yerine getirmiş, benliğinin büyük parçası olan topluma dönmüştür. Toplum alışkanlığından doğan, içgüdülerin zorladığı bu ödevseverlik, insanı töreye ve dine götürür. Bu ödevseverlik, törenin ve dinin birinci kaynağıdır. Bu ödevseverlik iyice deşilirse, insanların korunma içgüdüsüne dayandığı görülür. İnsan, açıkçası, bu görevseverliğiyle kendisini korumakta, yaşama zorunluğuna uymaktadır. Bu kaynak, kişinin, iradesini iten bir kaynaktır. Bu kaynaktan gelen din ve töre, insanı koruyan bir din ve töredir. Din ve törenin ikinci kaynağı, insan heyecanıdır. Toplumsal insan bir taklit, bir benzeme gereksemesi içindedir. İnsan yapısı, örnek almak, benzemek eğilimini taşır. Bu ikinci kaynaktan çıkan din ve töre, model olarak alınan kişiliğin yarattığı heyecanı yaşamak ve taklit etmekle gerçekleşir. Toplum, kişiyi, toplumca beğenilenleri taklide çağırır. Bu kaynak, birinci kaynak gibi, kişinin iradesini iten bir kaynak değil, tersine, çeken, çağıran bir kaynaktır. Bu, heyecandan doğan taklitçilik kaynağı iyice deşilirse, insanların yaratma içgüdüsüne dayandığı görülür. İnsan, açıkçası, bu taklitçiliğiyle, gene yaşama zorunluğunun sonucu olan yaratma gereksemesini karşılamaktadır. Bu kaynaktan gelen din ve töre, insanın yaratma gereksemesini karşılayan bir din ve töredir. [sayfa 28] Bu iki çeşit din ve töre, ayrı nitelikler, ayrı özellikler taşımaktadır. Birinci kaynaktan (alışkanlıktan, korunma içgüdüsünün sonucu olan görevseverlikten gelen) din ve töre statiktir, toplumsaldır, tutucudur, eskiye bağlıdır, kolektiftir. İkinci kaynaktan (heyecandan, yaratma içgüdüsünün sonucu olan taklitçilikten gelen) din ve töre dinamiktir, bireyseldir, eskiyi aşıcıdır, ileriye götürücüdür, kişiseldir. Bergson, yapıtının ikinci bölümünde gök ölçüsünün asıl gerekçesi olan ölüm korkusu üstüne şunları söylemektedir: Hayvanlar öleceklerini bilmezler, öleceğini bilmek insancadır. İnsandan başka bütün canlılar, doğanın (tabiatın) istemiş olduğu gibi, hayat hamlesine uymaktadırlar. İnsanın öleceğini bilmek düşüncesiyse, doğanın verdiği zeka ile elde edildiği halde, doğanın karşısına dikilmekte, insanın hayat hamlesini yavaşlatmaktadır. Öleceğini bilmek düşüncesi umut kırıcı bir düşüncedir. İnsan, öleceği günü de bilseydi, bu düşünce, daha da umut kırıcı olurdu. Ölüm olayı bir anda meydana gelecektir, oysa her an meydana gelmediği görüldüğüne göre sürekli olarak tekrarlanan bu deney, insanda belirsiz bir kuşku yaratmakta, ölüm düşüncesiyle erişilen kesinliğin etkilerini hafifletmektedir. Bu hafifletme olmasaydı insanın hayat hamlesi büsbütün kırılırdı. Ölmek kesinliğinin, yaşamayı düşünmek için yaratılan canlılar dünyasında, insan düşünce ve anlayışıyla belirmesi, doğanın niyetine açıkça karşıdır. Doğa, böylelikle, kendi yoluna konulan engel üstünde sendelemektedir. İşte bu sendeleyiş onu yeniden doğrulamaya, ölümün kaçınılmazlığı düşüncesine karşı yaşamanın ölümden sonra da süreceği düşüncesini koymaya zorluyor. Doğa, düşüncenin yerleştiği zeka alanına bu hayali atmakla, her şeyi yerli yerine koymuş olmaktadır. Bu hayalin ölüm düşüncesinin kötü tepkilerini önleyebilmesi, kendisini uçuruma kaymaktan alıkoyan doğanın dengesini gösterir. O halde bize dinin kaynaklarını belirten hayal ve düşüncelerin özel bir oyunu karşısında bulunuyoruz. Bu açıdan bakılınca din, zekanın ölümü kaçınılmaz olarak düşünmesine karşı doğanın savunucu bir tepkisi olmaktadır. Bu tepki, kişi kadar, toplumla da ilgilidir. Toplum, kişisel emekten yararlanır. Kişinin hamlesi yavaşlamamalıdır ki toplumun hamlesi de yavaşlamasın. Bundan başka uygarlıkta ilerlemiş toplumlar, sırtlarını sürekli yasalara, sürekli kuruluşlara (müesseselere), zamana bile meydan okuyan anıtlara dayarlar. İlkel toplumlarsa sadece kişilerden kuruludur. Onları kuran kişilerin sürekliliğine inanılmazsa etkileri de kalmaz. Şu halde ölülerin de dirilerle birlikte bulunması gerekmektedir. Bunun sonu, atalara tapma olacaktır. O zaman da ölüler, tanrılara yaklaşacaktır. Bunun için de tanrıların hiç olmazsa anılar halinde var olması, bir din bulunması, düşüncenin mitolojiye doğru yönelmesi gerekecektir. Zeka, çıkış noktasında, ölüleri, iyilik ya da kötülük yapabildikleri bir toplumda dirilere karışmış olarak düşünmek zorundadır.
  22. Tartışmaya burada müdahil olmak isterim ki Marksizmin din hakkındaki görüşleriyle ilgili bir yanlış bilgilenme söz konusu. Sayın Bilimselcinin dinin çıkışı diye ortaya koyduğu görüş marksizmin görüşü değildir. Zira sayın Cyrano bu (yanlış) görüşe haklı olarak karşı çıkmış fakat bunu marksizmin görüşü olarak kabul etmiş ve o da bir yanlışlığa düşmüştür. Zira ilkel komünal toplumda sömürü yoktur ve din kurumu vardır. Bunun aksini iddia eden bir Marksist klasik varsa kitap ve sayfa numarasını alayım. Aksine bakın Marks ve Engels hristiyanlık hakkında ne diyorlar: “İlk Hıristiyanlık tarihinin modern işçi sınıfı hareketiyle dikkate değer benzerlik noktaları vardır. Her ikisine de baskı uygulanmış ve zulmedilmiş, taraftarları hor görülmüş ve birinciler insanlık düşmanı olarak, sonuncular ise devlet düşmanı, dinin, ailenin, toplumsal düzenin düşmanı olarak özel yasalara tâbi tutulmuştur. Ve tüm bu baskılara karşın, hatta bunların teşvik etmesiyle, onlar muzaffer bir şekilde ağır ağır ilerlerler.” (Marx ve Engels, Din Üzerine, “İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı”.)
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.