Zıplanacak içerik

nikitin

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  1. Ben de aynı tarihte doğdum. Bizim kuşak için gerçekten bir şehir efsanesiydi bu. Ama gerçekmiş. Yıllardır aradığım, merakla cevabını beklediğim bir sorunu çözdüğünüz için teşekkür ederim. Demek PERUKMUŞ!
  2. Şimdi demek istediğinizi daha iyi anlıyorum. Teşekkürler.
  3. Hayvanların beslenme alışkanlıklarını sömürüye örnek göstererek kimin neyi tartıştığımızdan bi-haber olduğu ortaya çıktı. Böyle düşünmenize üzüldüm. Madem ben bu tartışmalarda Fransız kalmakla suçlanıyorum. O zaman çekiliyorum sayın demirefe. Siz neyi tartıştığını anlayan başkalarıyla tartışmaya devam edin lütfen. Umarım tartışmayı takip eden (varsa) forum ahalisi de sizin gibi düşünmüyordur. Yani söylediklerimiz boşunaysa hiç konuşmayalım. Sayın bilimselciyi tebrik ediyorum. Çok erdemli bir davranış gösterdi.
  4. Aşağıdaki yazı www.art.metu.edu.tr/arsiv/arsiv4/index.html adresinden alıntıdır. Yazı kimseye cevap niteliğinde olmayıp sadece tartışmayı takip edenler için bilgilendirici not olarak kabul edilsin. GİRİŞ Yunanca "anthropos" ve "logos" sözcüklerinden oluşan Antropoloji, "İnsanbilim" anlamına gelir. Antropoloji, insanın canlılar dünyasındaki yerini, geçirdiği evrim sürecini ve modern insan tiplerine kadar tüm formlarını inceler. İnsanların diş şekillerinden nasıl beslendiklerine, insan topluluklarının yaşam ve inanç biçimlerinden ırksal özelliklerine kadar birçok konu antropolojinin ilgi alanı içindedir. Böylece arkeoloji, psikoloji, tıp, jeoloji, tarih, genetik ve benzeri birçok bilim dalıyla ilişki içindedir. İnsanı hem biyolojik hem de kültürel yönü ile ele alan antropolojiyi, başta sosyal ve fiziksel olmak üzere iki ana bölümde inceleyebiliriz. BİRİNCİ BÖLÜM: FİZİKSEL ANTROPOLOJİ İnsanı biyolojik olarak ele alan antropolojinin bu alanı "Paleoantropoloji" ve "Fizik Antropoloji" alt başlıklarına bölünmektedir. Paleoantropoloji, insanın ortaya çıkışını, geçirdiği evrim sürecini inceler. Fizik Antropoloji ise yerleşik yaşama geçmiş toplumları, morfolojik ve demografik açılardan ele alır. İnsan topluluklarının nüfus yapısını; ortalama yaşam süresini; iskelet yapılarına dayanarak insanların cinsiyetini, yaşam biçimini araştırmak fizik antropolojinin konuları içinde yer alır. İnsanın düşünme ve kendi geçmişiyle ilgili sorulara cevap arama yeteneğine ulaşması, yaşam ile dünya tarihini yazması ve yeryüzünde egemen hale gelmesi için 200 milyon yıl beklemesi gerekti. Ancak bu noktaya vardıktan sonra, evrenin oluşmasından hayatın başlangıcına, insanın en eski atalarından günümüz uygarlıklarının kaynaklarına kadar merak edilen bir çok sorunun cevabına çok daha çabuk ulaşmayı başarmıştır. İnsanın kendi geçmişi ile ilgili yaptığı en önemli çalışmaların başında Darwin’in 1859 yılında yayınladığı "Türlerin Kökeni" gelmektedir. 1863’te Huxley "İnsanın Doğadaki Yeri" adlı kitabında kuyruksuz maymunların biyolojik bakımdan insana en yakın akrabalar olduğunu iddia etmiştir.Darwin 1871 de çıkan "İnsanın Türeyişi" adlı eserinde insan ve maymunun ortak bir atadan gelen "yeğenler" olduğunu söyleyerek Huxley’i desteklemiştir. Yirminci yüzyılın başlarından beri devam eden bir çok kazılar ve araştırmalar sonucunda maymunumsular ve insanımsıların ortak bir atadan geldikleri fakat 15-20 milyon yıl önce birbirlerinden ayrıldıkları görüşü kabul görmeye başlamıştır. Bu ayrım aşamasında yeralan Ramapithecus türünün 12-15 milyon yıl önce yaşadığını destekler kanıtlar bulunmuştur. İlk insanın ataları olarak kabul edilen Australopithecus türünün ise 6 milyon yıl önce Doğu ve Güney Afrika’da yaşamaya başladığı saptanmıştır. Bu keşif, antropologları insanlığın kökenini Afrika’da aramaya yöneltmiştir. 1924 yılında bulunan, bu türe ait olan Australopithecus Africanus’un otluk bölgede yaşadığı ve iki ayağı üstünde yürüdüğü ortaya çıkmıştır. 1994 yılında Etiyopya’da gerçekleştirilen kazılarda bulunan ve günümüzden yaklaşık 4.4 milyon yıl önce yaşamış Ardipithecus Ramidus ile evrimin kayıp halkalarından birinin daha günışığına çıkarıldığı düşünülmektedir. 1974’te Doğu Afrika’da bulunan ve 3.7 milyon yıl öncesine tarihlenen Australopithecus Afarensis (Lucy) bazı uzmanlara göre Homo (İnsan) olarak sınıflandırılsa da kimi kemikleri maymununkilere çok benzediği için Australopithecus türüne sokulmuştur ve ona insanımsılardan modern insana uzayan merdivenin ilk basamağında yer verilmiştir. İlk antropolojik kazı çalışmalarının başlamasıyla birlikte 1856 yılında Almanya’nın Düsseldorf yakınlarında bulunan garip bir kafatası ve birkaç insan kemiği bilim alanında önemli bir aşama kabul edildi ve daha sonra bu kalıntıların ait olduğu tür Homo Sapiens Neanderthalensis olarak adlandırıldı.. Daha sonra Belçika’da da benzer buluntulara rastlandı. Buluntuların sadece Avrupa ile sınırlı kalmaması için Afrika ve Asya’da da çalışmalara başlandı. Afrika’da yapılan kazı çalışmaları ile alet yapmasını ve kullanmasını beceren, dik yürümeye uyum sağlamış Homo Habilis (Becerikli İnsan, 1.8 milyon yıl önce) türüne ait birçok fosile rastlanmıştır. 1891’de Java Adasında Homo Erectus (Dik İnsan) fosilleri ortaya çıkarılmıştır. Bu tür, ateşi bulması ve balta kullanması ile bugünkü insana yakın özellikler göstermektedir. Bugünkü modern insana en yakın türlerden biri olan Homo Sapiens Arkaik’in (Akıllı İnsan) ise günümüzden 200 bin yıl önce yaşadığı, Yakın Doğu ve Kuzey Afrika’da bulunan kalıntılardan anlaşılmıştır. Evrim çizgisinin bugün erişilen son halkasında Homo Sapiens Sapiens türü yer almaktadır. İnsanın evrim sürecinde insana benzeyen pek çok insanımsıların oluşturduğu yan dallar gelişmiş fakat bunların bir kısmı belki de aşırı özelleşmenin etkisiyle zamanla ortadan kalkmıştır. Paleoantropoloji insanın atasının 20-25 milyon yıllık tarihi üzerine çalışmaktadır. Evrim birkaç yüzyıllık bir süre içinde gözlenemeyecek kadar yavaştır. Bu yüzden evrim çizgisinde maymunumsudan insansıya geçişin tam olarak nerede başladığını ve bittiğini söylemek güçtür. Paleoantropoloji insanın yeryüzündeki macerasının ancak bir kısmını açıklar, öbür yarısı insanın "kültür" tarihinde saklıdır. İKİNCİ BÖLÜM: SOSYAL ANTROPOLOJİ İnsanın fiziksel varlığı yanında, toplumsal ve düşünsel varlığı da sözkonusudur. "İnsanbilim" başlığıyla yola çıkan antropoloji, insanın bu konumuyla da ilgilenmekte ve bu alandaki çalışmaları, antropolojinin "Sosyal Antropoloji" dalı yürütmektedir. Sosyal Antropoloji alanındaki araştırmalar, diğer sosyal bilimlerle etkileşim ve işbirliği içindedir. Sosyoloji, psikoloji, etnoğrafya ve felsefe ile sosyal antropoloji ortak paydaları olan “insan”da buluşmaktadırlar. Sosyal antropoloji çalışma konularından dolayı kimi zaman kültürel antropoloji diye de adlandırılmaktadır. Çünkü çok genel bir söyleyişle, sosyal antropoloji, insanın doğal ve toplumsal çevresiyle olan etkileşimini ve bu etkileşim sonucunda ortaya koyduğu ürünleri yani insan topluluklarının "kültür"lerini inceleme konusu seçmiştir. Kültür, çok farklı tanımları yapılabilen bir kavramdır ancak bir insan topluluğunun bireylerinin düşünce, inanç ve yaşama biçimleri, yaptıkları aletler ve davranış biçimleri çoğunlukla kültürün göstergeleri olarak kabul edilmektedir. Bir toplulukta, bireylerin ölmelerine karşın kültür sürer gider.Diğer yandan da değer yargıları ve anlayışlar değiştikçe, kültür de değişime uğrar ve bu süreç böylece sürer gider. Bugün aynı ülkede yaşayan bizler kültürümüzü varederken, dünya üzerindeki diğer insan toplulukları da bizimkinden çok ayrı olabilen kendi kültürlerini bizimle aynı anda yaşamaktadırlar. Günümüzden çok önceleri, tarihöncesi devirlerde yaşamış toplulukların yarattığı "Tarihöncesi kültürler"e gelinirse; bu çok uzun dönemi tanımamıza yardım edebilecek yazılı belgeler yoktur. Elimizdeki temel bilgi kaynakları, sadece, insanların yaptıkları aletler, yaşadıkları ve ölülerini gömdükleri yerlerde bulunan her türlü kalıntıdır. Bunlar da ancak büyük bir bütünün çok küçük parçalarıdır.Buna rağmen bugün, bu çok gizemli ve uzun öykünün, insanın varoluş öyküsünün genel hatlarını çizebilmek mümkün olmaktadır. İnsanımsı diye adlandırılan türlerin bıraktığı en eski kalıntılar, çok basit aletlerdir. Tarihöncesinde taş alet yapımında olasılıkla üç önemli aşama vardır. İlki, elde olanın yalnızca kullanılmasıdır ve belki de bu aşamayı çok eskiden insan ve gerçek maymunların ortak ataları yaşamışlardı. Kenya’da bulunan bir Ramapithecus fosilinin yanında ele geçen ucu kırılmış çakıl taşı, 14 milyon yıl önce maymunumsu bir yaratığın, bu ilk aşamayı temsil eden aleti kullanmış olabileceğini gösteriyor. İkinci aşama olan biçimlendirme yani gerektiğinde rastgele alet yapabilmektir. Büyük bir olasılıkla çok uzun sürmeyen ve ilk aşamayla kısmen çağdaş olarak ortaya çıkan bu aşamaya ilişkin kalıntılar 3 ile 2 milyon yıl önceye tarihlenmektedir. Üçüncü aşama tekbiçimcilik (standardizasyon) dönemidir. Bu dönemde insansılar belli bir iş için belli bir tür alet yapma alışkanlığı edindiler. 2 milyon yıl öncesinde başladığı düşünülen ve Homo Habilis türü ile denk düşen evrim basamağında, birkaç farklı yerde birden birbirine çok benzer alet yapma alışkanlıkları saptanmıştır. İnsanımsıdan Homo Sapiens Sapiens yani modern, günümüz insanına ulaşana kadarki çizgide bu eğilim sürmüş ve birbirinden bağımsız insan toplulukları tarafından farklı yerlerde, çoğu kez de farklı zaman dilimlerinde olmak üzere, aynı iş için aynı tür alet yapım alışkanlığı paleoantropologlar tarafından saptanmıştır. Ayrı bir aşamayı temsil eden her bir alet yapım geleneği ayrı bir isimle adlandırılmaktadır (Olduvai, Acheul , Mouster ve diğerleri). En eski taş aletler, bir ana taş parçadan başka bir taş ya da tahta parçası ile küçük parçalar (yongalar) kopartma ve daha sonra bu yongaların kenarlarını yine taş parçaları ile düzeltme ya da keskinleştirme tekniğine dayanır. Bu aletleri bitki kökü kazımak ya da hayvan postu temizlemek gibi işlerde kullanan insanlar, zamanla, aletleri geliştikçe toplayıcılığın yanında avcılığa geçmişler ve buzulların izin verdiği ölçüde bol av hayvanı bulabilecekleri yerlerde kamplar kurmaya başlamışlardır. Bir sonraki aşamada yine taştan el baltaları, kazıyıcılar ve dilgilerin yanında hayvan kemiklerinden ve çakmaktaşından benzer aletler de yeralır. Ayrıca insanlar açıkhavanın yanında mağaralarda da yaşamaya başlamışlardır. Avrupa’da İspanya ve Fransa’da incelenen bazı “Eski Taş Devri” (Paleolitik Dönem) mağaralarında tabana gömülü insan iskeletleri bulunmuştur. Bu da insanı insan yapan kimi geleneklerin en eski örneklerinden birini oluşturmaktadır. En eski taş aletler Afrika’da ele geçmişken, daha gelişkin olanlarına Afrika’nın yanısıra Çin’de, Java Adası’nda ve Avrupa’da da rastlanmıştır. Tüm “Eski Taş Devri” (Paleolitik Dönem) boyunca dört kez tekrarlanan buzul ve buzularası devrelerin getirdiği iklim koşulları ve gittikçe artan insan nüfusun yarattığı toplayacak ya da avlayacak besin kaynağı kıtlığı insanları göç etmeye ve belki de daha önce yerleşilmemiş yeni bölgelerde yaşamaya zorlamış olmalıdır. Homo Erectus aşamasına varan bu hareketli insan artık iğneler, süs ve giyim eşyaları da kullanıyordu. ”Eski Taş Devri” (Paleolitik Dönem)’in günümüze en yakın olan son döneminde (Üst Paleolitik) insanlar, biraz daha önceki zamanlarda başlamış olan ölü gömme ve av başarısını artırma ayinlerini geliştirerek sürdürdüler. Bu ayinlere M.Ö. 30 000 yıllarında, Avrupa’da ilk örneklerine rastlanan kadın figürinleri eşlik etmeye başladı. Taş, fildişinden yontulan ya da balçıktan yapılan, cinsel özellikleri ısrarla vurgulanan (iri kalçalar, büyük göğüsler) küçük kadın heykelleri din oluşumunun ilk işaretleri sayılabilir ve kadının üremeyle ilgili işlevinden dolayı avdaki verimi artırmak için kullandıkları söylenebilir. Ayrıca, bu dönem insanları mağara duvarlarına, kaya yüzeylerine, avladıkları hayvanların resimlerini çizdiler, kazıdılar; bunun avlarını artıracağını düşündüler. ”Eski Taş Devri” (Paleolitik Dönem)in sonlarında son buzullar erimeye başladı ve ormanları, tundraları istila etti. Bu durumda hem av hayvanı sürüleri hem insanlar dağlık mağaraları bırakıp deniz ve nehir kıyılarına, ormanlar içindeki açıklık alanlara dağıldılar. Paleolitik dönemden hemen sonra yer alan bu döneme “Orta Taş Devri” (Mezolitik Dönem) denir ancak; kimi bilimciler bunu da çok kısa süren bir geçiş dönemi olduğu için Paleolitik Döneme dahil ederler. Daha sonra bu dönem yerini “Yeni Taş Devri” (Neolitik Dönem)e bırakır. Bu dönemde doğal olarak yetişen besinler yeterli olmayınca insanlar kendileri besin yetiştirmeye ve bunun gerektirdiği yerleşik yaşam biçimine geçtiler. Böylece toplumsal yaşam ve günümüz uygarlığına doğru hızlı bir gelişim başlamıştır.
  5. İyi de cümlenin kırmızı bölümü tam da sizin söylediğinizin tersini söylüyor. Onu çok güzel yarattık sonra aşağı düşürdük. Yani insanın karakteri düşük öyle mi? İnsan meyilli olmasaydı şeytan onu aldatabilir miydi efendim? Kötülüğün insan doğasında olduğuna dair yığınla ayet mi yazmamız gerekiyor şimdi. Kafirler için ayetlerin söylediklerini aktarmamıza gerek yok sanırım. O yüzden bu delilinize de katılamayacağım.
  6. Bilim bir hayvanın bir başka hayvanın besin zincirinde olmasına “onun tarafından sömürülüyor” demez. Bilim bu kavramın toplumsal bir kavram olduğunu bilir. O yüzden bu cümlenin bilimsel görüşle ilgisi yok.
  7. “Efendim siz istediğiniz kadar itiraz edin, ben insanların sarımsakları, domatesleri, biberleri yüzyıllardır faşizanca yemelerine sömürü diyorum.” deme (kavramların içini boşaltma) hakkına da sahipsiniz. Fakat kavramların ne olduğu bizim onlardan ne anladığımızdan daha önemlidir.
  8. İlginç olan bunun “Marksist” olduğunu iddia eden bir arkadaşın yapması. Çünkü Marksizme göre ilkel komünal toplumlarda sömürü yoktur. Çünkü ilkel komünal toplumlarda toplumsal sınıflar yoktur. Marksist anlamda sömürü bir sınıfın diğer sınıfın ürettiği artı-değere el koymasıdır. Burada üretim işin içine giriyor. Kavramın son derece toplumsal (yani insan toplumlarına has) olduğu kesindir. Şimdi siz bunun böyle olmadığını ilkel komünal toplumlarda da sömürü olduğunu ispatlamak için geçtik insan topluluklarını hayvanlarda dahi sömürü olduğunu söylüyorsunuz. İtirazım buna. Bir tavuğun başka bir tavuğun ağzındaki solucanı kapmasını, aslanların ceylanları “faşizanca” (doğal biçimde denseydi daha doğru olurdu) yemesini, insanların kuzuları, sarımsakları, domatesleri ve biberleri faşizanca yemesini sömürü olarak kabul ederseniz sömürü kelimesinin içini boşaltmış olursunuz. Ben de buna itiraz ederim.
  9. Şimdi buradaki kırmızı kelime polemik için yeterince kışkırtıcı geldi bana zaten. İki haberi, üç haber de yapıp üslup tartışmalarına bir nokta koyabiliriz. Öncelikle şunu belirteyim ki sömürü kavramını iyi açıklamaya gerek var. Bu tartışmaya girmemin nedeni daha en başta "İlkel komünal toplumlarda sömürü vardır." iddiasıdır. Ve tartışmanın daha da başına gidersek sömürünün gizlenmesi için egemen sınıflarca din ortaya atılmıştır iddiası havada bir iddiadır.
  10. Eğer sayın Cyrano ile özel olarak tartışılacaksa metafizikçi olarak suçlanacaksa şu cümlesinden yola çıkılmalıdır. Dinin hep varolduğunu nereden biliyorsunuz? İnsan maymundan evrildiyse din ve ahlak nasıl "hep" varolabilirler? Aynı sizin insan toplumunda sömürü hep vardı sözünüz gibi metafizik kokuyor.
  11. Sayın demirefe "insanın doğasında sömürü vardır" demek dediğimiz gibi liberalist, kapitalist görüşün savunularından biridir. Bunu suçlama olarak kabul edip şaşırmanız aslında felsefe dünyasında daha önceden çokça söylenmiş ve tartışılmış bu konulardan bi-haber olduğunuzun da göstergesidir. Bilgimizi ölçmek için tartışma yapıyorsak iddiacı olmamalıyız. İnsan doğasında sömürü, kötülük vb. vardır demek tam da suçladığınız metafizikçilerin görüşleridir.
  12. Galiyevciliği bildiğimi söyleyemem. Bilgi sahibi olmadığım için de bir görüş bildiremiyorum. Yani arkadaş bunu anlayabilse sorun kalmayacak. Ya iddiasından vazgeçecek ya da "marksistliğinden".
  13. Benim oğlan bina okur, döner döner gene okur. Demek ki bu konuda benim görüşümün marksizmle ilgisi yokmuş demek yerine dostumuz Marksın da kendisi gibi düşündüğünü iddia etmeye başladı. Hem demirefe hem de bilimselci arkadaşlarımız hala ilkel komünal toplumda sömürü olgusunun var olduğunu iddia ediyorlar. Ve bilimselci arkadaşımız bunun marksist bir görüş olduğunu söylüyor. Peki kaynağı var mı? Yok. Yukarıda verdiğim onca kaynak yetmedi ve dahası da isteniyor demek ki. Aşağıdaki yazı, diyalektik materyalizmin temel noktalarının kısa bir özetinden alıntıdır ve Troçki’nin Materyalist Diyalektiğin ABC’sine ek olarak 1994 yılında kaleme alınmıştır. Bu yazının İngilizce orijinali www.marxist.com adresinde yer almaktadır. John Pickard / 18 Ekim 2000 İlkel Komünizm Toplumun en erken aşamalarında insanlar fabrikalara girmiyor, normalde bizzat kendilerinin tüketmeyecekleri şeyleri üretmek için çalışmıyor ve hafta sonunda, ihtiyaç duydukları yiyecek, giyecek, vb. karşılığında diğer insanların kabul etmeye hazır olacakları bir takım renkli kağıtlar ve süslü disklerle “ödül”lendirilmiyorlardı. Bu davranış, uzak atalarımıza oldukça inanılmaz gelirdi. Eskiden beri varmış kabul ettiğimiz modern toplumun birçok özelliği de öyle. Hangi sosyalist şu iddiayı işitmemiştir: “İnsanlar açgözlü olmaya ve gasp etmeye mahkûmdur. Sosyalizme ulaşılamaz, çünkü insan doğasını değiştiremezsiniz.” Aslında, sınıflı toplum şunun şurasında 10.000 yıldan daha kısa bir süredir mevcuttur; insanoğlunun bu gezegende varolduğu sürenin yüzde biri kadar bir süre. Sürenin geri kalan yüzde 99’unda sınıflı bir toplum, yani zorla kabul ettirilen eşitsizlikler, devlet ve modern anlamda bir aile yoktu. Bunun sebebi, ilkel insanın esrarlı bir şekilde bizden yüce olması değil, üretim ilişkilerinin farklı bir toplum türü ve bu nedenle de farklı bir “insan doğası” yaratmasıdır. Varlık bilinci belirler ve eğer insanların toplumsal varlığı değişirse –içinde yaşadıkları toplum değişirse– bilinçleri de değişir. İlkel toplumun temeli toplayıcılık ve avcılıktı. Tek işbölümü, tamamen doğal biyolojik bir nedenden, kadınların zamanın büyük bölümünde küçük çocukların sorumluluğunu yüklenmelerinden kaynaklanan, kadın ve erkek arasındaki işbölümüydü. Erkekler avlanırken kadınlar sebze ve meyve topluyordu. Böylece her bir cinsiyet üretimde önemli bir rol oynadı. Kalahari çölündeki !Kung kabilesi gibi hâlâ ilkel komünist koşullar altında yaşayan kabileler üzerinde yapılan çalışmalar temelinde, yiyecek temininde kadının katkısının erkeklerden daha önemli olabileceği tahmin edilmektedir. Tüm bu kabile toplulukları ortak özelliklere sahipti. Avlanma alanları kabilenin ortak malı olarak görülüyordu. Avlanmanın kendisi ortak bir eylemken başka türlü nasıl olabilirdi? Varlığın emniyette olmaması paylaşmaya yol açar. Ölü bir su aygırını arkadaşlarınızdan saklamak iyi bir şey değildir; çürümeye başlamadan önce onu yiyemezsiniz ve siz yoksulluk içindeyken diğer kabile üyelerinin fazladan şeylere sahip olduğu bir zaman da gelebilir. Paylaşmak ve eşit bir şekilde paylaşmak sağduyudur. Kişisel aletlerde özel mülkiyet yoktu, ama çok farklı kabile topluluklarında bile, eşitsizliğin birikmesini engellemek için bu aletleri sahibinin vücuduyla birlikte gömmek veya yakmak gibi benzer kurallar vardı. Bu kabileler tarımı geliştirmeye başladıktan sonra bile toprağı yeniden bölmeye devam ettiler, ilkel komünizmin normları böylesine güçlüydü. Romalı tarihçi Tacitus, Cermen kabileleri arasında bu tür kurallar olduğundan söz eder. Bu topluluklarda kadınların daha büyük bir saygınlığı vardı. Kabilenin servetine en azından eşit bir şekilde katkıda bulunuyorlardı. Ayrı beceriler geliştirmişlerdi; çömlekçiliği kadınlar keşfetmiş ve hatta tarımda son atılımı da kadınlar yapmış görünüyor. Devlet gibi kurumlar da gerekli değildi, çünkü toplumu bölen temel uzlaşmaz sınıfsal çıkarlar yoktu. Bireysel anlaşmazlıklar kabile içinde halledilebiliyordu. Kabilenin karar almasında deneyimli yaşlılar kesinlikle önemli bir rol oynuyordu. Onlar şefti, ama kral değildi; otoriteleri ya hak edilmiş bir otoriteydi ya da yoktu. M.S. üçüncü yüzyılda (bunun geçerliliğinin sona erdiği bir sırada), Cermen kabilesi olan Vizigotların lideri Athanaric şöyle diyordu: “Ben otoriteye sahibim, iktidara değil.” Toplum gelişti, çünkü gelişmek zorundaydı. Tropikal Afrika’dan başlayarak, nüfus yerkürenin en barınılmaz kesimlerini kaplayacak ölçüde büyüdükçe, insanlar gelişmek için –aksi takdirde ölürlerdi– düşünce ve emek güçlerini kullanmak zorunda kaldılar. Toprağı ekip biçmek, aslında, bitkisel yiyeceklerin el altında olmasını sağlamak, meyve, fındık, vb. toplamanın bir adım ilerisiydi. Çiftçilik ve hayvanları evcilleştirmek, avlanmanın bir adım ilerisiydi. Kabile topluluğu norm olarak varlığını korudu. İnsanlık tarihindeki ilk büyük devrim tarım devrimi ya da neolitik devrimdi. Tahıllar seçildi ve ekildi, toprak çekiş hayvanlarıyla sürüldü. İlk kez, çalışanların geçinmeleri için gerekli olanın kat be kat üstünde büyük bir artı ortaya çıktı. İlkel komünizmde aylak bir sınıf için hiçbir temel yoktu. Ancak kendi ihtiyaçlarını temin edebildikleri için, başkalarını köleleştirmek anlamsızdı. Şimdi ise bazıları için aylaklık olanağı doğmuştu, ama insanlık henüz herkese böyle bir yaşam sürdürtme olanağını yeteri kadar sağlayamıyordu. Bu temelde sınıflı toplumlar ortaya çıktı; toplumlar mülk sahipleriyle emekçi sınıflar arasında bölündü. Asırlar boyunca sınıf mücadelesindeki temel sorun, çalışanların ürettiği artı üzerindeki mücadele olmuştur. Bu artının bölüşülme –gasp edilme– şekli, resmen tarımla başlayan farklı üretim tarzlarına bağlıydı. Bu değişim, toplumsal hayatın tümüyle dönüşmesinin temelini hazırladı. Kabile normları kolayca ölmedi. Önce toprak yeniden bölüşüldü. Hatta Feodal Avrupa’da, bazı bölgelerdeki köy toplulukları, orijinal köy topraklarının yeniden bölüşülmesiyle biçimi değişen ilkel komünizmin geleneklerini sürdürüyorlardı. Ancak tarım, avcılığın aksine daha bireysel bir faaliyet olabiliyordu. Daha çok çalışarak daha çok kazanabilirdiniz ve herkesin hayatta kalma sınırında yaşadığı koşularda bu önemliydi. Bunun da ötesinde tarım devrimi –çekiş hayvanlarının saban sürmede vb. kullanılması da dahil olmak üzere genellikle erkeklerin meşgul oldukları– kadını, erkekler tarafından sağlanan malzemeleri işlemek üzere eve gönderdi. Kadın cinsinin dünya-tarihsel yenilgisine yol açan şey, üretimde doğrudan bir rol sahibi olmayışıydı. Erkekler eşit olmayan mallarını erkek bir mirasçıya geçirmek istediler. İlkel komünist toplumda soy kadın üzerinden yürürdü (miras önemli değildi). Artık miras erkek üzerinden yürümeye başlamıştı. Sınıflı toplumun nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilmiyoruz, fakat elimizdeki kanıtlardan yola çıkarak parçaları birleştirebiliriz. Bu sürece devrim diyoruz ve bu, kelimenin en derin anlamıyla bir devrimdi. Ama yeni tip toplum eskisinin yerine tam olarak geçmeden önce, farklı toplum tipleri arasındaki geçiş biçimlerinin yüzlerce, hatta binlerce yıl varolduğunu unutmamalıyız. İnsanlığın ilerleyişi düz bir şekilde değil, eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına uygun olarak sürdü. Tarımı geliştirmeye ilk mecbur kalanlar, ekvator Afrika’sının iyi durumdaki insanları değil, daha ılıman iklimlerdeki (muhtemelen yakın Doğudaki) insanlardı. İlk tarım kuşkusuz çok basitti, muhtemelen “orman açma ve yakma”dan ibaretti. Bu, kabilenin hareket halinde olmaya devam etmesi demekti, çünkü açılmış toprak, yalnızca birkaç yıl iyi ürün veriyordu. Bu yüzden kabile topluluğu varlığını muhafaza etti, ancak değişikliğe uğradı. Tacitus, kendi zamanındaki Cermen kabilelerinin askeri demokrasisini, bir savaş şefinden, yaşlılar konseyinden ve savaşçılar meclisinden oluşan bir yapı olarak tanımlar (kadınların oy verme hakkı artık ellerinden alınmıştı). Bu, gelişimin bu aşamasındaki kabileler için tipiktir. Her ne kadar meclis tüm kararları (mızraklarını kalkanlarına şiddetle vurarak) ret ya da kabul edebiliyorsa da, savaş şefinde bir kralın embriyosunu ve yaşlılar konseyinde de bir egemen aristokrasinin ana hatlarını görürüz. Romalı toprak sahibi egemenler senato (“yaşlılar”) içinde örgütlenmişlerdi ve Anglo-Sakson krallar bir Witan’a (“bilgeler”) danışıyorlardı, bunların her ikisi de kendi zıddına dönüşmüş demokratik bir kabile oluşumunun kalıntısıydı. Cermen kabileleri artık savaş için örgütleniyorlardı, çünkü korunmadığı takdirde elden alınma tehlikesi olan bir artı mevcuttu. Desmond Morris (Çıplak Maymun) ve Robert Andrey (Avcılık Hipotezi) gibi yazarların görüşlerinin tersine, Leakey gibi antropologlar, insanın doğuştan saldırgan olmadığını gösterdiler. Her ne kadar ilkel komünist toplumlar, sözgelimi kıt avlanma alanları için savaşa tutuşmuşlarsa da, savaşlar ancak savaşmaya değer bir şeylerin olduğu aşamada tarihin yerleşik ve düzenli bir özelliği haline gelmeye başladı. Tarımdan, artının üretilebildiği bir topluma doğru yapılan bir atılım olarak söz etmekteyiz. Aslında, tarımla gelen emek üretkenliğindeki artış, daha geniş bir işbölümüne olanak verdi; böylece insanlar başka şeyler üretebilecek hale geldiler. Bu nedenle tarım devrimi, teknikte (çömlekçilik ve metal işleme gibi) ve tüm toplumsal yapıda bununla bağlantılı devrimleri beraberinde getirdi. Farklı kabileler arasında olduğu gibi kabile içinde de eşitsizlikler gelişti. Coğrafi ve diğer nedenlerden dolayı, bazı kabileler hayvan yetiştirmeye, balık avlamaya vb. yoğunlaşmaya başladılar. Tarımla uğraşanlar, artılarını (ya da daha doğrusu içlerinden bazılarının edindiği artıyı) korumak için tahkim edilmiş köyler etrafında yerleşmeye başlarken, bu balıkçılık yapan ve hayvan yetiştirenler malları mübadele etme görevini üstlendiler. Önceden, mübadele, seyahatleri esnasında birbiriyle karşılaşan kabileler arasındaki tesadüfi bir eylemdi. Bundan böyle düzenli bir durum haline gelmişti. Metal, şüphesiz ticaretin en önemli kalemlerinden biriydi. Yahudiler, Mısır’la Akdeniz uygarlıkları arasındaki ticareti geliştiren, en ünlü hayvan yetiştirici halklardan biriydi (İncil’de İbrahim’in serveti daima sürülerle ölçülür). Ticaret, kabileler arasındaki dinsel törenlerde sunulan armağanlardan gelişti. Bir armağanın değerinin ölçütü neydi? İnsanlar aldıkları armağanları üretmenin ne kadar zaman aldığı hakkında birtakım fikirler oluşturur oluşturmaz, karşılığında daha fazla emek içeren ürünler vererek, armağan verenleri cömertlikte geçmeye çalışacaktılar. Ticaret daha düzenli hale geldikçe, doğal olarak evrensel bir eşdeğer –ticarette kolayca mübadele edilebilen ve genel olarak bir değer ölçütü olarak kabul edilecek bir şey– ihtiyacı ortaya çıktı. Başlangıçta bu ihtiyaç sığırla karşılandı (Latincede “para” anlamına gelen pecunia sözcüğü, sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türer). Daha sonra ticaret hızla geliştiğinde, bu ihtiyaç, ağırlığın garantisi olarak hükümdarlar tarafından basılan metal külçelerle daha uygun bir şekilde giderildi. Dini törenlerdeki armağanlar genellikle kabilenin temsilcisi olarak şefe verilirdi. Toplumun serveti arttıkça, şef olmak zahmete değer bir şey haline geldi. Şefin evi, köydeki pazar yerinin başlangıcı haline geldi. Metal işleme, erkeklerin eline iyi ya da kötü muazzam bir yeni güç verdi. Metal, özellikle de bakır ve bronz, nadir bulunuyordu. Bu yeni toplumların birinci ihtiyaçları, arttırdıkları yaşam standardının korunmasıydı. Elbette, önder savaşçı olarak kabile şefi, yeni stratejik malzemeden ilk yararlanan kişi olmalıydı. Bunun sonuçları Antik Yunan şairi Homer’in efsanelerinde görülür. Homer, bronz silahlı Yunan askeri aristokratlarının ordusu tarafından kuşatılan Truva şehrinden bahseder. Savaşan ve ölenlerin çoğunluğunu oluşturan ve genelde çakmaktaşı uçlu mızraklarla silahlanan sıradan erler ordusundan çok bahsedilmez. Açıkçası onlar bir edebiyat konusu olarak görülmezler. Homer’in antik efsaneleri, kabile şeflerinin savaş ve yağma yoluyla aristokratlara ve krallara doğru evrilmeleriyle ilkel komünizmin bir kenara itildiği bir toplumu resmeder. Bundan böyle, etkin silahlı güç tekeline, egemen bir sınıf sahipti. Böylece kabile topluluğunun gelişimi, sınıfsız eşitliğe son vererek, kendi “mezar kazıcıları”nı yaratmıştı. Laf arasında, Cermen destanları, Cermen kabile topluluğunun çözüldüğü benzer bir aşamada ortaya çıktı. Onların kahramanlık çağları da, tıpkı antik Yunan’daki gibi, üretimin gelişimindeki benzer bir aşamaya tekabül ederek, benzer sanat biçimleri (epik şiir gibi) ve hatta benzer bir tanrılar sistemi ortaya çıkardı. Homer’in anlattığı Bronz Çağı uygarlığı, Batı Avrupa Karanlık Çağlarına benzer biçimde, Dor akınları tarafından yok edildi. Yüzyıllarca süren bu döneme ait tarihsel kayıt bulunmamaktadır. Ama istilâcılar yeni bir şey getirmişlerdi: demir. Demir potansiyel olarak bronzdan daha boldu. Homer’ın egemen sınıfı, onu sıradan insanı silahlandırmak için kullanamazdı, çünkü bu onları toplumsal iktidarlarının temelinden, askeri tekellerinden yoksun bırakırdı. Bunlar, hâlâ kabile hayatı yaşayan istilâcıların karşısında yıkılıp gittiler. İstilâcıların toplumu sınıflara ayrılmamıştı. Bu nedenle hepsi demir silahlar kullanıyorlardı ve zamanlarında yenilmezdiler. Bazen insanlık ilerlemek için geri adım atmak zorundadır.
  14. Tabi dediğim gibi tavuğun bir başka tavuğun ağzındaki solucanı kapmasıyla sınıflı toplumlardaki sömürüyü birbirine karıştırırsanız bu görüşüme de katılmanız mümkün olmaz. Ama bu yaptığınız sömürünü ne olduğunu çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Sonuçta kitlelere verilen mesaj şudur sömürü zaten insan doğasında hatta tüm doğada olan bir şey kapitalistin işçiyi sömürmesinin de anormal bir tarafı yok. Olmaz efendim sizin kavramların içini boşaltmanıza müsaade edemeyiz.
  15. Marksist olduğunu iddia eden birinden bunları duymak kişinin Marksizmin ne olduğundan haberi olmadığını gösteriyor. Sömürü ve imtiyazlılık insanın olduğu her yerde vardı, insan doğasının bir parçasıydı demek insanın doğal olarak sömürüden kurtulamayacağını ve ne sosyalizmin ne komünist toplumun insan doğasındaki bu olguyu değiştiremeyeceğini ifade etmek demektir. Sömürmek insan doğasında varsa vazgeçilemez bir olguysa Marks nasıl sömürüsüz bir toplumun var olabileceğini “bilimsel” bir öğretiyle ortaya koymaktadır. Evet çok gülünçtür bunlar. Tüm Marksist klasikler aksini iddia ederken hala dinin sömürünün korunması için oluşturulduğunu iddia etmek dediğim gibi marksizmden bi-haber birinin ben diyalektik materyalistim demesidir. Dinlerin oluşumunun ilk kez ortaya çıkışının sömürüyle alakası yoktur. Doğa karşısında acziyetinin farkına varan bilimsel bilgiden yoksun insanın tutunacak dalı olmuştur din. Şimdi kimin bilimsel gerçekleri hikaye olarak anladığına bakalım. 1. Hata: İnsanın doğasında bencilliğin ve sömürücülüğün olduğu iddiası. Sömürüyü içselleştirir ve insan doğasının bir parçası haline getirirsek mesela ırk gibi biz neden sömürünün ortadan kaldırılması için toplumsal mücadeleden örgütlenmekten bahsediyoruz ki? Madem insan doğasına yapışmış ve ayrılmaz bir bencillik ve sömürücülük var niye bunun ortadan kaldırılabileceğini savunuyoruz. Bu şuna benziyor. Biz bir devrim yapıp zencileri beyaz yapacağız. Marks sömürüyü insan doğasının bir parçası haline getirmiş ve bunu ortadan kaldırabileceğini zannetmiş bu mudur? Marksizmden anladığımız budur öyle mi? Bunu ancak felsefi yetersizlik olarak kabul edebilirim. 2.Hata: Eğer Marks böyle bir şey söylemişse o zaman: “İnsan özü bizlere yabancı değil buradan hareketle insanın sömürgen bir bencil olduğu sonucuna varabiliriz.” Şimdi biz içinde yaşadığımız kapitalist toplumun bizim bilincimizde oluşturduğu yabacılaşmadan soyutlanabilecek ve insanın gerçek özüne varabileceğiz öyle mi? Böylece varacağımız sonuç şu olacak: Evet tamam insan çıkarcıdır. Bak ben hep çıkarımı düşünüyorum. İnsan oğlu tarih boyunca hep çıkarını düşünmüştür. Şimdi sayın bilimselci burada hominia gibi teknik ve şaşaalı terimler yerine maymun kullanılmasını bilimdışı bulmuş. Aslında maymundan ne kastedildiği açık ama söz oyunlarıyla rakibi altetme çabası seziliyor. Öyleyse bir kitap ismi vereyim size. Bir “Marksist” olan size Marksizmin ünlü kurucusu Engels’in bir kitabının adı: “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” Belki bu kitap ismi maymunla kastedilenin hominialar olduğunu hatırlatır size. Sayın bilimselci felsefe beklemez. Bilimin bulması belki binlerce yıl alacak olan alanları/bilgileri doldurur. Bilimin verileriyle doldurur. Sömürü deyince bir tavuğun başka bir tavuğun ağzındaki solucanı kapmasını anlamayın lütfen. Sömürü bir sınıfın sistemli bir biçimde ürettiği artı-değerin başka bir sınıf tarafından gaspedilmesidir. Tamamiyle toplumsaldır. Neanderthal insanlarının ürettiği bir artı değer mi vardı da sapiensler buna el koydular. Lütfen. Böyle abuk sömürü tezleri nikinize yakışmıyor. Şimdi burada da yanlış bir bilgilenme söz konusu. İlkel komünden anladığınız ne? Modern insanın ilkelliği mi? Ki modern insanı neye göre tarif ediyorsunuz onu da anlamış değilim. Bu tarih de sürekli değişen bir olgu. İlkel komün hominialardan insanlaşmaya uzun bir süreci kapsar. Şimdi benim nikimin nikitin olması Nikitin diye bir yazarın olmadığını ve bu kişinin de ekonomi politik adlı bir kitap yazmadığını göstermez. Senin bir “Marksist” olarak bu ismi duymamana şaşırdım doğrusu. P. Nikitin diye biri 1962 yılınd bu kitabı yazmış. Hamdi Konur’un yazdığı bu kitap Sol yayınları tarafından 1968’de ilk kez basılmış. Zubritski, Mitropolski, Kerov üçlüsünün yazdığı İlkel, Köleci ve Feodal Toplum adında bir başka kaynak daha var konuyla ilgili tavsiye edebileceğim. Google’da yazsan karşına çıkar.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.