Zıplanacak içerik

dilku

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

dilku tarafından postalanan herşey

  1. 20+1 .... yaşlanıyor muyum ne....? 17796[/snapback] teyzecigim benim ne zaman anneanne olacannn sana teyze diyebilir miyim ne de olsa senden kücügüm saka bir yana 21 en sevdigim rakamdir az kaldi bekle geliyoooom yanina..
  2. demekki çok küçük olduğunu düşünenler yada bayanlara ^^abla ^^ deme alışkanlığı olanlar yazıyor.. senden algıladığım kadarıyla yaşlar görülemiyor 17777[/snapback] dogum tarihini yazarsan görünür pek tabi.. ama benim ki yazmio mesela, yinde alat abla demek gecmis demek ki enemy nin icinden, olsun... hic sorun diil 17781[/snapback] abla demelerinin nedeni saygidir bence, bacimsin dünya ahret kardesimsin sana yan göyle bakmam, yan gözle bakani vururum demektir..
  3. dilku şurada cevap verdi: mistik başlık Dini Konular - Din - Dinler
    Dilku ögretmen örneginin gecersiz oldugunu daha kaç kere söylemem gerekecek. 1 - Ögrenciyi ögretmen yaratmaz 2- Ögrencinin karakterini ögretmen belirlemez 3- Ögrencinin ders çalisma ortamini ögretmen belirlemez 4- Ögrencinin ders çalisma kabiliyetini, zekasini ögretmen vermez 5- Ögrencinin dersini çalisamamasi için gerekli ortami ögretmen yaratmaz 6- Ögretmen, ögrencisini haytaliga meyletmez, sonra da ögrencinin dersini çalismamasi, haytalik etmesini saglamak için bir arkadasini (Seytan) görevlendirmez. (Hele ki arkadasinin bunu basaracagini bile bile) 7- Ögretmen ögrencisi için tüm bu olumsuz sartlari bir araya getirerek ögrencisinin ders calismasini engelleyecek, bunun sonucunda sordugu soruya cevap veremeyecegini (Ya da yanlis cevap verecegini) bile bile ögrencisine soru sormaz. SORSA DA BU BIR SINAV OLMAZ. SINAV OLSA DA ADIL OLMAZ. Bilmem anlatabildim mi? 17771[/snapback] anladim simdi senin sorunun imtihanda degil yaratmadaymis yani kader meselesi seni ateist yapmamis ateist oldugun icin takilacak bir mesele olarak kaderi secmisin ben de sana kader meselesinde yazacaklarimi yazdim daha fazla ne diyim istersen inkar etmeye önce yaratmadan basla sirayla git..
  4. insallah oturup bir özet cikarmaya calisirim uygun zamanimda gecikebilir ama simdiden özür dilerim gecikme icin..
  5. dilku şurada cevap verdi: mistik başlık Dini Konular - Din - Dinler
    sayin yamyam öncelikle muibet kelimesinin anlamini bilmemiz lazim Türkceye kötülük bela anlaminda gecmis ama asil anlami insana isabet eden her türlü iyi ve kötü her türlü sey demektir yani musibet iyi de oluyor kötü de.. imtihan bizim icin Allah icin degil sonucunu Allah biliyor ama biz bilmiyoruz bir ögretmen senin basarisiz olacagini biliyorum deyip sinav yapmadan direk sinifta biraksa itiraz etmezmiydin, ama sonra seni sinav yapip gercekten basarisiz olsan itiraz hakkin kalmazdi öyle degil mi??
  6. bu soyadlari gercek degil sanirim ama kadirlinin tanitim kitabinda öyle soyadlari vardi ki..hem de gercek..simdi o kitap burda olsa
  7. seviyorsam karsilik verirdim sevmiyorsam görmezden gelirdim ayrica cok kötü bi sey allah kimsenin basina vermesin sevmedigin birinin seni sevmesi en az sevdigin birinin seni sevmemesi kadar kötü.. ben beyaz atli olmasa da ondan daha cok sevebilecegim belki beni ondan daha az sevecek olan birini beklerdim..hic sevmedigin biriyle bir ömür gecmez ya..hele hem sevmiyor hem de mantiksizsa hic yanindan gecmem..
  8. aman diyim karakurt internet deryasindan bir ask buluyum deme bir dost tavsiyesi
  9. bu ask mi aliskanlik mi cözen var mi?? gözler önemlidir bence ama hic görmedigin birini de sevebilirsin mesela ben Musab b. Umeyri seviyorum asigim ona.. tabi internetten ben sana asigim demek pek inandirici ya da tatmin edici olmuyo, isin kolayina kacmak bu resmen..yüzyüze söylenmeli her sey..
  10. dilku şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Bilmeceler ve Zeka Soruları
    he biliyem bunun slayti var bi de dimi ve ben %75 lik bölüme girmedim
  11. katiliyorum bircok neden ayni anda olabilir egitimsizlik, yapi bozuklugu ayrimcilik ama hepsinin arkasinda mutlaka dis gücler vardir..önemli olan da budur aslinda..
  12. ÜÇÜNCÜ MEBHAS: Kadere îmân, îmânın erkânındandır. Yâni: "Herşey, Cenâb-ı Hakk'ın takdiriyledir." Kadere delâil-i kat'iye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile şu rükn-ü îmânîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz. Mukaddeme: Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını وَلاَرَطْبٍوَلاَيَابِسٍٍاِلاَّفِىكِتَابٍمُبِينٍٍ gibi, pekçok âyât-ı Kur'aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur'an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur'anîyi, nizâm ve mizan ve intizâm ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektûbâtı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve Sûretler, birer şahiddir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, "Kâf-Nun" tezgâhından çıkan birer lâtif sandukça (Orjinal Sayfa:495) dır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki; kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu'cizât-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek bütün vâkıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur. Hem herşeyin miktar-ı muntâzaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gâyet hikmetli ve san'atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sûreti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı mânevî ile kudret-i ezeliye o Sûreti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki; câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda meyve ve faidelerin yerini tanır görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi tâkib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı mânevînin ve o mikdarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler. Mâdem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri Sûretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizâm-ı kadere tâbidir. Evet bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvanı olan "Kitab-ı Mübîn"den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvanı olan "İmam-ı Mübîn"den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdeğin tâzammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tâbir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizâmlı birer kaderî mikdarı vardır. Mâdem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır. Şimdi, vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise; âlemde "Kitab-ı Mübin" ve "İmam-ı Mübin"den haber veren bütün meyveler ve "Levh-i Mahfuz"dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahiddir, birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hük- (Orjinal Sayfa:496) münde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı mâziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir Sûrette yazılıyor ki; güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir sened istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm fânilerin mânâlarını onlarda yazıyor. Elhasıl: Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtat hayatı, bu derece kaderin nizâmına tabidir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insâniye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar, su menbaını gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna işaret ederler. Öyle de: Şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizâm-ı maddî olan bedihî kader ve intizâm-ı mânevî ve hayatı olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senedleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, Sûretler, şekiller; bilbedâhe "Kitab-ı Mübin" denilen irade ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve "İmam-ı Mübin" denilen ilm-i İlahînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz'u gösterir. Netice-i meram: Mâdem bilmüşahede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğribüğrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe o şeyin mikdar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntâzam meyvedâr hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat'iyen anlıyoruz. Elbette herbir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünki: Sergüzeşt-i hayatı, bir intizâm ve mizan ile cereyan ediyor. Sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Mâdem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübrânın hâ (Orjinal Sayfa:497) mili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, herşeyden ziyade kaderin kanununa tâbidir. Eğer dese: "Kader bizi böyle bağlamış. Hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere îmân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?" Elcevab: Kat'â ve aslâ!.. Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve emn ü emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki insan kadere îmân etmezse, küçük bir dairede cüz'î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünki insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müdhiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere îmân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, Kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin Kemâl-i hürriyetiyle Kemâlâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüz'î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar. Kadere îmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, târif edilmez. Yalnız şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: İki adam, bir padişahın payitahtına giderler. O padişahın mahall-i garâib olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez; o yerde gasıbâne, sârıkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve varidat ve makinelerini işlettirmek ve garib hayvanatın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ızdırab çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edebsiz adam, te'dib Sûretiyle hapse atılır. İkinci adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir proğramla, Kemâl-i sühuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp Kemâl-i safa ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, Kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ sırrını anla. (Orjinal Sayfa:498) ............... .................
  13. Yirmialtıncı Söz sözler 26. söz Kader Risalesi [Kader ile cüz'-i ihtiyârî, iki mes'ele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sırlarını açmağa çalışacağız.] BİRİNCİ MEBHAS: Kader ve cüz'-i ihtiyârî, İslâmiyetin ve îmânın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir îmânın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni mü'min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyârî" önüne çıkıyor. Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve Kemâlât ile mağrur olmamak için, "Kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." Evet kader, cüz'-i ihtiyârî; îmân ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde... Kader, nefsi gururdan ve cüz'-i ihtiyârî, adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i îmâniyeye girmişler. Yoksa mütemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiatının mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in'am olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz'-i ihtiyariye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere (Orjinal Sayfa:489) ve hikmet-i cüz'-i ihtiyariyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes'eleler değildir. Evet, mânen terakki etmeyen avâm içinde kaderin cây-ı istimâli var. Fakat o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maâsi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atâlete sebeb olsun. Demek kader mes'elesi, teklif ve mes'uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imânâ girmiş. Cüz'-i ihtiyârî, seyyiata merci' olmak içindir ki, akideye dâhil olmuş. Yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için değildir. Evet Kur'anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes'uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nev'inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak'tandır. İnsan yalnız dua ile, îmân ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insâniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasılki beyaz, güzel güneşin ziyasından Bâzı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesâlihi tâzammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak'tır. Demek sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes'uliyeti o çeker. Hakk'a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesâlihi tâzammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: "Yağmur rahmet değil." Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz'î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz'î için hayr-ı kesîri terketmek şerr-i kesîr olur. Onun için o şerr-i cüz'î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadına aittir. Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adâlet eder. İnsanlar zâhirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adâlet inde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş. Hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binaen mah- (Orjinal Sayfa:490) kûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adâleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek kader ve icad-ı İlahî; mebde' ve münteha, asıl ve fer', illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir. Eğer denilse: "Mâdem cüz'-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka insanın elinde birşey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'da, Hâlık-ı Semâvat ve Arz'a karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş. Hâlık-ı Arz ve Semâvat, ondan azîm şikâyetler ediyor. O âsi insana karşı abd-i mü'mine yardım için kendini ve Melâikesini tahşid ediyor. Ona azîm bir ehemmiyet veriyor." Elcevab: Çünki küfür ve isyan ve seyyie, tahribdir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasılki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfsıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa'yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve mâsiyet, adem ve tahrib nev'inden olduğu için, cüz'-i ihtiyârî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müdhiş netâice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcûdâtı tekzib ve bütün tecelliyat-ı Esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcûdât ve Esmâ-i İlahiye namına Cenâb-ı Hak kâfirden şedid şikâyet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adâlet tir. Mâdem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor. Az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için ehl-i îmân, onlara karşı Cenâb-ı Hakk'ın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünki on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhde etse, haylaz bir çocuğun o hâneye ateş vermeğe çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmağa mecbur olması gibi; mü'minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenâb-ı Hakk'ın çok inâyâtına muhtaçtırlar. Elhasıl: Eğer kader ve cüz'-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i huzur ve Kemâl-i îmân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakk'a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz'-i ihtiyârîden bahsetsin. Çünki mâdem nefsini ve herşeyi Ce- (Orjinal Sayfa:491) nab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz'-i ihtiyârîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabûl edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubûdiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudûr eden Kemâlât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz'-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz'-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünki nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes'uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakk'a verilecek olan cüz'-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir. İKİNCİ MEBHAS: Ehl-i ilme mahsus (Haşiye), ince bir tedkik-i ilmîdir. Eğer desen: "Kader ile cüz'-i ihtiyârî, nasıl tevfik edilebilir?" Elcevab: Yedi vecihle... Birincisi: Elbette kâinatın intizâm ve mizan lisanıyla hikmet ve adâlet ine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medâr-ı sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz'-i ihtiyârî vermiştir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz'-i ihtiyârînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez. İkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcûdâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var: Vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul... İşte şu cüz'-i ihtiyârî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, mâlûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez. Üçüncüsü: Cüz'-i ihtiyârî, kadere münafî değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev'idir. ..... Dördüncüsü: Kader, ilim nev'indendir. İlim, mâlûma tâbidir. Yâni nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa mâlûm, ilme tâbi değil. Yâni ilim desâtiri; mâlûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esâs değil. Çünki mâlûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel; mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esâs tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mâzi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir. Şu sırrın keşfi için şu misâle bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesâfe mâzi, sol tarafındaki mesâfe müstakbel farzedilse; o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesâfeyi birden bir anda tutar. İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesâfelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle "Manzar-ı â'lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı â'lâdadır." Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesâfesinde bir âyine tarzında olsun. Beşincisi: Kader, sebeble müsebbebe bir taallûku var. Yâni, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: "Mâdem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz'-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?" Sual: Niçin denilmesin? Elcevab: Çünki: Kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu'tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sün- (Orjinal Sayfa:493) net ve Cemâati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mu'tezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti." Altıncısı: (Haşiye) Cüz'-i ihtiyârînin üss-ül esâsı olan meyelân, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî, ona mevcûd nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref'etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terkedebilir. Kur'an ona o anda diyebilir ki: "Şu şerdir, yapma." Evet eğer abd hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref' olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette مَالَمْيَجِبْلَمْيُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: "Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yâni, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma'lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz. Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. (Haşiye) Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bâzan yapmak ve bâzan yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esâsını hedmeder? Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yâni: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vâkidir. İrade bir sıfattır. Onun şe'ni, böyle bir işi görmektir. Eğer desen: "Mâdem katli halkeden Hak'tır. Niçin bana katil denilir? Elcevab: Çünki İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sâbit olan hasıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. Hasıl-ı bilmasdar, Hakk'ın mahlukudur. Mes'uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz. _____________________ ((Orjinal Sayfa:494) Yedincisi: İrade-i cüz'iye-i insâniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni mânen der: "Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za'fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder. Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz'-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar. ........
  14. Hizbu’t-Tahrir hakkında “Bırakın onları, bir gün İhvan’ın başladığı noktaya geleceklerdir.” Bu söz, tartışma ve ikna çalışmalardan sonra, kendi başına hareket etmeye karar veren Hizbu’t-Tahrir’in üyeleri hakkında rahmetli Seyyid Kutub’un söylediği sözdür. Aradan 53 sene geçti, 1952’de Takiyuddin Nebhani’nin kurduğu Hizbu’t-Tahrir (Özgürlük Partisi) hâlâ aynı noktada bulunuyor. Başlangıçta Müslüman Kardeşler’le bir arada bulunan, sonraları ayrılan Filistin asıllı (doğum yeri Hayfa-İzcim köyü) En Nebhani (1909-1979), Ezher ve Daru’l-Ulum okudu. Filistin’de uzun seneler öğretmenlik ve hakimlik yaptı. 1948’den sonra Beyrut’a geçti. Kudüs İstinaf Mahkemesi üyeliği ve Amman İslam Akademisi’nde hocalık yaptı. 1952’de Hizbu’t-Tahrir’i kurmak üzere görevlerinden istifa etti; Ürdün, Suriye ve Lübnan’da yaşadı, Beyrut’ta vefat etti. Parti, bugün Arap alemi başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde faaliyet göstermektedir. 1990’lardan sonra Eski Sovyetler Birliği ülkelerinde, özellikle Orta Asya cumhuriyetlerinde faaliyetleriyle öne çıkmış bulunmaktadır ki, konuyla ilgili Zaman’daki dört dörtlük haberinde Ercan Gün’ün de belirttiği üzere Rus yetkililerin ifadesine göre, “El Kaide ABD için ne ise Hizbu’t-Tahrir de Rusya için öyledir.” Bu biraz abartılmış bir söz, uygunsuz bir analojidir; çünkü iki örgüt arasında illet benzerliği yoktur. Örgüt, yer altında faaliyetlerini sürdürmektedir, ancak örgütün bugüne kadar teröre karıştığı tespit edilmiş değildir. Genellikle üyeleri “faaliyet gösterdikleri ülkelerin rejimlerini değiştirmek amacıyla gizli örgüt kurmak”tan gözaltına alınır, tutuklanır; ama “terör” suçuyla gözaltına alındıkları veya hüküm giydikleri görülmemiştir. Hizbu’t-Tahrir, demokrasiye hem teori hem siyasal rejim olarak karşıdır. İtirazının gerekçesi, yasamanın hiçbir insana verilmeyeceği noktasında toplanmaktadır. Bu özelliğiyle ihtilalci bir yapı arz eder. Tasavvufa hayırhah bakmayan örgütün fikri çalışması kavramsal düzeyde modern dünyanın tanınmasına ve aktüel olayların yorumlanmasına dayanır. Bu açıdan kavramlara aşırı vurgu yapar, terimlerin ıstılah anlamları ve bunların fikri-politik dile tercümesi eğitim, tebliğ ve tanıtım amaçlı çalışmalarının merkezi önemini teşkil eder. Bunun yanında iç ve dış aktüel olayların bilinmesi, analiz edilmesi, örgütün doktrinini, stratejisini ve hedeflerini doğrulayıcı mahiyette yorumlanması da önemli çalışma konularından biridir... Örgütün hedefi küresel hakimiyet amaçları olan bir İslam devleti kurmak ve Hilafet’i yeniden ikame etmektir. Anahtar iki teriminin “İslam devleti” ve “Hilafet” olduğunu söylemek mümkün. En Nebhani, politik doktrinini 1953’te kaleme aldığı “İslam Nizamı” adlı kitabında detaylı olarak anlatır. Uygulamaya hazır bir “İslam Anayasası” metni vardır, bu metin 30 Ağustos 1979’da İran’da uygulanmak üzere Ayetullah Humeyni’ye sunulmuştur. Takiyuddin En Nebhani, Filistin asıllı olmakla beraber, -muhtemelen Ürdün şubesinin sorumlusu Şeyh Ahmed ed Daur’un etkin çalışmaları sonucunda- Ürdün, Hizbu’t-Tahrir’in merkezi, bir tür “başkent”i konumundadır. Eğer bütün İslam dünyasını içine alacak yekpare bir siyasi organizasyondan, yani bir devletten söz etmek gerekirse, bu devletin başkenti Ürdün, diğer bütün ülkeler “vilayet” hükmündedir. Hedeflenen siyasi başarının öncelikle Arap ülkelerinde, sonra diğer İslam ülkelerinde kurulması gerektiği düşünülür. İlk yıllarda Parti’nin iktidara gelme süresi 13 yıl (Mekke dönemi) olarak belirlenmişken, sonraları bu, 30 yıla ve daha uzun bir zamana uzatılmıştır. Öteden beri İngiliz istihbaratıyla ilişkili oldukları iddia edilir. Elbette bu tür iddialar belgelenemez. Bilerek provokatif eylemler içinde yer alırlar mı? Bilmiyorum. Ben metinlerinde yerini bulamadım, ama “Milletlerarası İslam Gençlik Konseyi”nin (WAMY) hazırladığı “Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi”nde parti ile ilgili bölümde (s. 110) eleştirilip reddedilen 13 fıkhi görüşünden birinin (h fıkrası) şu olduğu kaydedilir: “Kafirlere karşı savaşta, kafir bir devletin planı gereğince ajan bir kumandanın emri altında savaşmakta sakınca yoktur.” Sözcüleri bunu reddediyor. Zaman 10.09.2005 Ali BULAÇ
  15. Hilafet Neden Gündeme Getiriliyor? Geçen cuma günü Fatih Camii avlusundaki Hizb-ut Tahrir gösterisini TV ekranlarından seyredenlerin gözleri fal taşı gibi açıldı. Tam da PKK provokasyonlarının sahnelendiği sırada, bu “şeriat-hilafet” kışkırtması hemen akıllara 28 Şubat’ın Aczimendi’li, Müslüm Gündüz’lü günleri hatırlattı. Acaba birileri hem de AK Parti iktidarında, dindarlara karşı, suret-i haktan görünerek bazı kanunlar çıkartma hazırlığı mı yapıyordu? Hizb-ut Tahrir provokasyonu adeta akılla, mantıkla boğuşuyordu. Atatürk’e alenen hakaret ediliyor, tarihin sayfalarında kalmış hilafet konusu, demokrasinin alternatifi gibi takdim ediliyor ve “Ya demokrasi ile zillet, ya hilafet ile izzet” pankartı açılıyordu. Hilafet konusu acaba Türkiye’de neden yeniden gündeme getiriliyor? Hilafetin ihyasını kimler, neden istiyorlar? Önce Türkiye Diyanet Vakfı’nca hazırlanan İslam Ansiklopedisi’nden konu ile ilgili tarihi bir özet çıkaralım. (Cilt 17, sayfa 539-553) Hilafet kelimesi terim olarak İslam devletlerinde Hz. Peygamber’den (sas) sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eder. Hadis kaynaklarında gerçek anlamda hilafetin otuz yıl süreceği ve daha sonra saltanata dönüşeceği kaydedilmektedir. Muaviye’yi, hilafeti saltanata çevirmekle suçlayan pek çok İslam alimi, halifeliğin Hulefâ-yi Râşidîn (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) ile sona erdiğine inanmaktadır. Emevi hilafetinin meşruiyeti İslam tarihi boyunca tartışılan bir konu olmuştur. Abbasiler de, Emeviler gibi saltanat sistemini korumuşlardır. 1055 yılında Bağdat’a gelen Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Büveyhî hakimiyetine son vermesiyle Abbasi hilafetinin Selçuklu himayesine girmesi, yeni bir dönemin başlangıcı sayılır. Sultanın ve halifenin görev ve yetkilerinin sınırları değişir. Devlet idaresi, saltanat ve hükümranlıkla, siyasî nizam ve asayişin temini gibi işler sultana devredilir. Ancak sultanlar, halifelik makamına, azami saygıyı göstererek, İslam dünyasında yeniden itibar kazandırır. Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim, Mısır ve Arap Yarımadası’nı fethedince padişah aynı zamanda halife oldu. Tanzimat’la birlikte ise geleneksel hilafet anlayışı değişmiştir. Daha önceki anlayışa göre halife, dinin hâdimi ve devletin siyasî reisi iken, Tanzimat Fermanı ile şu kabul edildi: Hilafet, padişahın sadece Müslümanların reisi olması dolayısıyla dinî riyasete, saltanat ise aynı zamanda gayri müslimleri de kapsadığı için salt siyasî riyasete dönüştü. Cumhuriyet’in ilanından sonra da 3 Mart 1924’te hilafet kaldırıldı. Bugüne gelince. Hilafetin yeniden canlandırılmasına nasıl bakmalıyız? Bu soruyu Mehmet Gündem, Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında cevabını herkesin en çok ondan beklediği kişiye sordu. Yani Fethullah Gülen’e. İşte Gülen’in cevabı: “Esas önemli olan mesele Müslümanlığın milimi milimine yaşanmasıdır. Böyle hayatî bir taraf varken, polemiklere sebebiyet vermek için talî meselelerin, her zaman münakaşası yapılabilecek tarihî konuların öne çıkartılması doğru değildir. “Bir kısım süper güçler, hilafet meselesini çıkartarak, bir de onu vuruşma ve sürtüşme sebebi yapmak istiyorlar. Mesela Türkiye, Pakistan, Endonezya ya da başka bir ülkede hilafet meselesi ortaya atılırsa, diğer ülkeler buna karşı çıkacaktır. Zira ulus devletler kurulmuştur, herkes kendi bağımsızlığını elde etmiştir. Dolayısıyla bu konuya nasıl yaklaşacakları bellidir. Başkaları da bir kısım hesaplarla bu konuyu ortaya atmış olabilirler. “Kimse için birilerinin ajanı olduğu iddiasında bulunmak istemem. ‘Bu işte bir bit yeniği var’ derim. Yani bu meseleyi gündemin en önemli meselesi gibi gösterme gayretinde olanlar dış güçlerse ya da onlara bağlı kimseler ise daha dikkatli olmak gerektiğini düşünür ve mevzuun menşeine bakarak işin içinde bit yenikleri ararım.” Yaşadığı çağı doğru okuyan Müslümanların, dünya ile birlikte hareket edilmesi gerekirken hilafet gibi bir meseleleri olabilir mi? Hüseyin GÜLERCE ZAMAN 09-09-2005
  16. sevgili yam yam risale-i nur külliyati sözler kitabi 2. cilt 26. söz kader konusuyla ilgili belki okumak istersin benim buraya yazmam mümkün degil..cok uzun
  17. dilku şurada cevap verdi: dilku başlık Havadan Sudan Konular
    ben yazarken yazmisin görmedim yazdigini problem pek de yariya inmise benzemiyor aslinda problem asil simdi basliyor!!
  18. dilku şurada cevap verdi: dilku başlık Havadan Sudan Konular
    x=???
  19. dilku şurada cevap verdi: dilku başlık Havadan Sudan Konular
    aynen ben de siyahin hastasiyim kurtlarin da hastasiyim ha bozkurt ha karakurt hepsi Türkkurdu olduktan sonra..
  20. yani bumudur ya varsa! 17563[/snapback] evet ne kadar basit degil mi? ya varsa??????!!!!!!!!!
  21. dilku şurada cevap verdi: bozan başlık Şiir Forumu
    tabi bir de ziya pasa nin terkib-i bendi var o da muhtesem.. ............... ............. Pek rengine aldanma felek eski felektir Zira feleğin meşreb-i nasazı dönektir Ya bister-i kemhada ya viranede can ver Çün bay u geda hake beraber girecektir Allah'a sığın şahs-i halimin gazabından Zira yumuşak huylu atın çiftesi pektir Yaktı nice canlar o nezaketle tebessüm Şirin dahi kasdetmesi cana gülerektir Bed-asla necabet mi verir hiç üniforma Zerduz palan ursan eşşek yine eşşektir Bed-maye olan anlaşılır meclis-i meyde İşret güher-i ademi temyize mihenktir Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir Nadanlar eder sohbet-i nadanla telezzüz Divanelerin hemdemi divane gerektir Afv ile mübeşşir midir eshab-ı meratib Kanun-i ceza acize mi has demektir Milyonla çalan mesned-i izzete serefraz Birkaç kuruşu mürtekibin cay-i kürektir Ziya Paşa
  22. dilku şurada cevap verdi: bozan başlık Şiir Forumu
    Fuzuli dedim caim benim farsca arapca türkce karisimi muhtesem bir siir.. SU KASÎDESİ (Na’t-ı Hazret-i Nebevi Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su (Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda vermez.) Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su (Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem..) Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su (Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir.) Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su (Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.) Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su (Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile mahvetsin), boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.) Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su (Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi, gözlerine kara su inse (kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de) gubârî (yazı)sını, senin yüzündeki tüylere benzetemez. ) Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n'ola Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su (Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su boşa gitmez.) Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su (Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.) İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su (Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve onun ayrılığında duyduğum hararetimi yatıştır, söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara.) Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su (Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar.) Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su (Su, her zaman senin Cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş salınışlı; serviyi andıran sevgiliye aşık olmuş.) Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su (Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, onu o yere bırakamam.) Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su (Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem, öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun.) Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su (Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dikbaşlılık ediyor. Onu ancak suyun eteğini tutup ayağına düşmesi (yalvarıp aracı olması bu dikbaşlılığından) kurtarabilir.) İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile Gül budağınun mizâcına gire kurtara su (Gül fidanı bir hile ile (meşhur gül ve bülbül efsanesindeki gibi yine) bülbülün kanını içmek istiyor; bunu engelleyebilmek için suyun gül dallarının damarlarına girerek gül ağacının mizacını değiştirmesi gerekir.) Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr'a su (Su Hz. Hz.Muhammed'in (s.a.v) yoluna uymuş (ve bu hâli ile) dünya halkına temiz yaratılışını açıkça göstermiştir.) Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su (İnsanların efendisi, seçme inci denizi (olan Hz. Hz.Muhammed'in s.a.v) mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir.) Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın Mu'cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su (Katı taş, Peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için (ve onun) mucizesinden dolayı su meydana çıkarmıştır.) Mu'cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su (Hz. Peygamberimiz'in mûcizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir deniz gibi imiş ki, ondan (o mucizelerden), ateşe tapan kâfirlerin binlerce mâbedine su ulaşmış ve onları söndürmüştür.) Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr'a su (Mihnet günü Ensâr'a parmağından su verdiğini (bir mucize olarak parmağından su akıttığını) kim işitse hayret ile (şaşa kalarak) parmağını ısırır.) Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su (Dostu yılan zehri içse (bu zehir onun dostu için) âb- ı hayat olur. Aksine düşmanı da su içse (o su, düşmanına) elbette yılan zehrine döner.) Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su (Abdest (almak) için el uzatıp gül (gibi olan) yanaklarına su vurunca (sıçrayan) her bir su damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.) Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su (Su ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.) Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su (Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık salmak (orayı aydınlatmak) ister. Eğer parça parça da olsa o eşikten dönmez.) Zikr-i na'tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su (Sarhoşlar içkiden sonra gelen bat adrysını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkârlar da senin na'tının zikrini dillerinde tekrarlamayı (dertlerine) derman bilirler.) Yâ Habîballah yâ Hayre'l beşer müştakunam Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su (Ey Allah'ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susamışların (susuzluktan dudağı kurumuşların) yanıp dâimâ su diledikleri gibi (ben de) seni özlüyorum.) Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc'da Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su (Sen o kerâmet denizisin ki mi'râc gecesinde feyzinin çiyleri sabit yıldızlara ve gezegenlere su ulaştırmış.) Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su (Kabrini yenileyen (tamir eden) mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.) Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su (Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış, (ama) o ateşe, senin ihsan bulutunun su serpeceğinden ümitliyim.) Yümn-i na'tünden güher olmış Fuzûlî sözleri Ebr-i nîsândan dönen tek lü'lü şeh-vâra su (Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî'nin (alelâde) sözleri, nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su (damlası) gibi birer inci olmuştur.) Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su (Kıyamet günü olduğu zaman, gaflet uykusundan uyanan düşkün (yahut aşık) göz, (sana duyduğu) hasretten su (gözyaşı) döktüğü zaman,) Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su (O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını ummaktayım.) Fuzuli
  23. cok cekmisler demek ki!!
  24. tabi ki sevmeyecek!!

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.