-
Neesgaard:“Elhamdulillah! Mutluluğu İslâm’a Girmekte Buldum.”
Neesgaard:“Elhamdulillah! Mutluluğu İslâm’a Girmekte Buldum.” Sayın, Jamile Neesgaard (20, Danimarka) ile Röportaj: Sümeyye Avcı (Avcı) : Müslüman olmadan önce insan, hayat ve kâinat hakkında nasıl bir bakış açısına sahiptiniz? Jamile Neesgaard (Neesgaard): Müslüman olmadan önce Hıristiyan’dım. Lakin bu din yani Hıristiyanlık düşünerek seçtiğim bir din değildi. Anne ve babamın Hıristiyan olmasından ötürü miras edindiğim bir din idi. Şöyle de diyebilirim: ‘Hıristiyan olmamın sebebi İncil’in benim için önem arz etmesinden dolayı değildi.’ Başım sıkıştığında veya bir belayla karşı karşıya geldiğimde Yaratıcı’ya çok dua ederdim. Nasıl ibadet etmem gerektiğini bilmiyordum. O zamanlar kimse kimseye bir şey anlatmazdı. Çünkü o zamanlar Darvin teorisine bağlı olmak çok moda idi. Benim Yaratan’a olan bağlılığım tamamen içgüdüseldi. Aklî/entelektüel bir bağım yoktu. Benim o zamanki durumumu bugünkü bilinçsiz Müslümanlarla kıyaslayabiliriz. Bugünkü Müslümanlar Müslüman olduklarını dile getirirler fakat kanaatlerinin ne kadar sahih olduğu konusunda emin olmamakla beraber akıllarını da kullanmamaktadırlar. Avcı : İslâm’dan önceki yaşantınızı biraz anlatır mısınız? Neesgaard : İslâm’dan önceki yaşantım, içinden çıkılamayacak kadar karma karışık cahilane ve oldukça üzücüydü. Daha çocukken yaşamış olduğum toplumun ne kadar egoist bir toplum olduğunu kavramıştım. Henüz ilkokul 1. sınıfta Batı’nın fikir bombardımanı ile karşı karşıya kalmıştım. Benim modern ideallerimin olması gerektiğini anlatırlardı. Oysa bu idealleri yaşamak imkânsızdı. Batı’nın kadına olan bakışının kurbanı oldum. Bu da bende çok büyük olumsuz etkiler yarattı. Çünkü Batı’nın aşıladığı fikirler sonucunda tek düşüncem; görünüşümün iyi olup olmadığı, elbiselerimin yakışıp yakışmadığı olmuştu. Onların fikirlerine göre belirli bir giyim tarzı olacağı gibi bir gram fazla kilo da almamalıydım. Aksi takdirde çevrem beni dışlayacaktı. Bu da üzerimde büyük bir baskı yarattı. Toplumun omuzlarıma yüklediği baskının yanı sıra çevremde de sürekli baskı görüyordum. İlköğretim yıllarım çok kötü ve ağır senelerdi. Çünkü sürekli Batı kadınının ideallerine göre yaşamam gerekiyordu ki, bu da insanlık dışı bir şey olduğunun göstergesiydi. Benim tanıdıklarımın beni örnek almasına ve okul notlarımın yüksek olmasına rağmen bu bana yeterli gelmedi. Hayatımda büyük bir boşluk hissediyordum. Bu baskı havası en sonunda psikolojik yönden oldukça yıprattı ve içimde esen fırtınalar bende şu düşünceye yol açmıştı: ‘Hayat yaşamaya değer mi?’ Avcı : Sizi Müslüman olmaya iten sebep neydi? Neesgaard : 15 yaşındayken ve Batı hayat tarzının üzerimde oluşturduğu hayat tecrübesiyle şu karara vardım ki; yaşadığım hayatın amacı böyle bir yaşam tarzı değildi, olmamalıydı. Derin bir düşünceye daldım ‘acaba yaşadığım bu hayat doğru muydu?’ Etrafımdaki her şeyin -ben dâhil olmak üzere-, kendi kendine var olmasının imkânsız olduğu ya da ebedî olamayacağı düşüncesine vardım. Bu düşüncelerin sonucunda şu karara vardım ki: insan, hayat ve kâinat bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır. Çünkü aklım, bunun dışında başka bir şeyi tasdik etmedi. Ama halen fıtraten rahatlamışta değildim. Çünkü daha dünyada var oluş gayemin cevabını hâlâ bulamamıştım. Yaratıcının varlığına iman etmiştim ama yaratıcı bizden neler yapmamızı istiyordu? Bunun yanıtını bulamamak beni son derecede rahatsız ediyordu. Bütün kültürleri araştırdıktan sonra bunların hepsinin aklımı ikna etmediğini ve fıtratımı tatmin etmediğini gördüm. En sonunda pes ettim. ‘Her şeyin bir yaratanı var ama yaratan, yaşam tarzını insanın kendisine bırakmıştır’ kanaatine vardım. İslâm’ı araştırmayı hiç düşünmemiştim ki, bunu da istemiyordum. Çünkü İslâm hakkında ‘İslâm kadını baskı altında tutan, ezen bir ideoloji’dir diye telkin edilen yoğun bir kara propagandanın tesiri altında olumsuz kanaatlere sahip olmuştum. Ben, nasıl bir kadın olarak Batı’nın kurbanı olmuşsam; Müslüman kadının da aynı şekilde İslâm’ın kurbanı olduğunu ve baskısı altında kaldığını düşünüyordum. Çünkü etrafımdaki cahil Müslüman kadınlardan böyle görmüştüm, hatta öyle ki bazen onlara acıyordum da… Hayatımda uzun bir tatminsizlikten sonra bir Müslüman bayanla tanıştım. ‘İslâm’ın yegâne sahih bir ideoloji olduğunu, bunu bana aklî yollarla ispatlayacağını ve aklıselim olan bir insanın bunu inkâr edemeyeceği’ iddia ediyordu. İlk defa kendisine ve fikirlerine güvenen birine rastlamıştım. En sonunda onu dinlemeye karar verdim; okuduğu Bakara Sûresi 23. ayet bana çok etki yaptı: وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur'ân'ın doğruluğundan şüpheli iseniz, haydi onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz ve davanızda sadık iseniz, bu hususta Allah'ın dışındaki şahitlerinizi yardıma çağırınız. Hiç bir insanın Kur’an gibi değerli bir nizamı düzenlemeyeceğini, onu ancak Yaratıcı’nın yazabileceği kanaatine vardım. Ve Kur’an’ın, Allahu Teâlâ’dan olduğuna iman ettim. İslâm’a olan ilgim gittikçe arttı en sonunda İslâm’ın hak olduğuna iman ettim. Artık Müslüman olmam için hiç bir engel kalmamıştı. Ama ailemin ve arkadaşlarımın nasıl bir tepki vereceği beni çok düşündürüyordu. Düşündüm ki, kıyamet günü beni hesaba çekecek olan ailem veya çevrem değil, aksine Allah Subhanehû ve Teâla’dır. Bu yüzden Müslüman olmadan ölmek beni korkutuyordu. ‘Haydi, Müslüman olmadan ölürsem?’ O kadar dehşet korkular içinde kaldım ki, hemen telefona sarıldım ve tanıştığım bayanı aradım. Ona ‘Müslüman olmak istediğimi’ söyledim. Ona gittim ve Allah Azze ve Celle’nin tek ilah olduğuna, yaşantım boyunca yalnızca O’na itaat edeceğime, Hazreti Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in O’nun elçisi olduğuna şahadet getirdim. Yalnızca O’na itaat edeceğime, bütün akıl dışı ideolojileri ve batıl nizamları inkâr edeceğime söz vererek İslâm’ı seçtim. Elhamdülillah, böylece Müslüman oldum. Yalnızca Allah Azze ve Celle’ye kulluk edeceğim için ve hayatta olan amacımın bilinci ile ilk defa bu kadar huzurlu ve mutlu idim. Daha dışarıya çıkmadan İslâmî kıyafet olan cilbab ve himarı büyük bir gururla giydim. Artık Batı hayatının vermiş olduğu o, ezilmiş, aşağılanmış ve araç olarak kullanılan kadın hüviyetinden kurtulmuştum. Öyle huzurluydum ki anlatamam… Avcı : Peki Müslüman olduğunuzu çevreniz ve aileniz öğrendiklerinde ne gibi tepkilerle karşılaştınız ve bu tepkilerin sizde nasıl bir etki yaptığını biraz anlatır mısınız? Neesgaard : Fikirlerimin 180 derece değişmesinden dolayı elbette çok tepki aldım. Sonuçta hayata olan bakışımı değiştirmiştim; tepkiler almamam imkânsızdı. Müslüman olmamın akabinde, müteakip günü, okula gitmeden önce annemin karşısına İslâmî kıyafetle çıkmaya karar verdim. Daha henüz Müslüman olduğumu kimse bilmiyordu. Annemin tepkisi sert oldu ‘Ne yaptığını sanıyorsun?! Okuldan sonra doğruca eve gel!’ dedi. Bir anlık heves olduğunu zannediyordu. Okula gittim; o zamanlar 9. sınıfa gidiyordum. Herkes şoktaydı. Bütün arkadaşlarım artık benimle görüşmeyeceklerini dile getirdiler. Artık eskisi gibi bir dostluk kuramazdık birlikte. O gün, okul sonrası bir Müslüman bayan gelip beni alacaktı. Müslüman bayan beni almaya geldiğinde benim öğretmen ve eski arkadaşlarımla tartıştığıma şahit oldu. Bana yardımcı olmak için tartışmaya katıldı. Fakat Batılı fikirlerinde saplantılı ve bağnazlaşan öğretmen öyle kudurmuştu ki, Müslüman bayana kızmasıyla sert bir şekilde onu itmesi bir oldu. Müslüman bayanın düşmesi ve bahçe duvarına çarpmasıyla birlikte kaburgası kırıldı ve kolu yerinden çıktı. Bunu gören bir erkek kardeş öğretmene kızdı. Bütün olanlardan dolayı hiç bir suçum olmadığı halde bana iki seçenek sunuldu; ya kendim okulu terk edecektim, ya da atılacaktım. Her halükarda artık kabul edilmiyordum. Artık Batı’nın kirli yüzünü daha iyi anlamıştım. Onların sunduğu sapık düzende nasıl yaşamışım hayret ediyordum kendime. Avcı : Annenizin tepkisi sadece kızmak mı oldu? Neesgaard : Hayır! Annemin tepkisi daha ağır oldu. Okuldan eve döndüğümde annem halen şoktaydı ve çok ağlıyordu. Küçük kızını kaybettiğini düşünüyordu. Benden de utanıyordu artık benimle yolda yürümek istemiyordu. Beni bir Hıristiyan okuluna yazdırmayı düşünüyordu. Bu arada babamla annem boşandıkları için -ki Batı’da uzun müddet evli olan bir çifte rastlamak imkânsızdır- ayrı evlerde kalıyorlardı. Babam da erkek kardeşimle görüşmemi engellemişti. Kardeşimi tehdit ediyordu, artık benimle görüşmesini tamamen yasaklamıştı. Sebebi ise kardeşim de Müslüman olmak istiyordu ve onlar, buna karşıydılar. Bir süre sonra artık benim bu yolda ciddi olduğumun farkına vardıktan sonra, annem bana iki seçenek sundu; ‘ya Batı’nın istediği gibi giyinecektim (yani İslâmî kıyafetimi çıkartacaktım) ya da evi terk edecektim.’ Hiç düşünmeden kendime kalacak bir ev aramaya başladım. Başörtümü ve cilbabımı çıkarmayı düşünemezdim. Çünkü ben Rabbime ‘O’na karşı gelmeyeceğime’ dair söz vermiştim. Annemin bu tepkisi Allah Azze ve Celle’nin yardımı ile beni daha da güçlendirdi. Bu durum bende asla negatif bir duygu oluşturmadı, Elhamdulillah. Ama bugün, yani aradan 5 sene sonra annem ve babamla iyi bir ilişkim var. Şimdi Müslüman olduğuma seviniyorlar ve -Elhamdulillah- şu anda annem de Müslüman olmak istiyor. İnşaAllah Rabbimin hak yolunu açık görür. Avcı : Müslüman olduktan sonra, özellikle de bir kadın olarak hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu? Neesgaard : Elbette birçok değişiklikler oldu. İslâm’ın kadına verdiği hakları hiç bir ideoloji ve nizam vermemiştir. Kâfirler, Müslüman kadının baskı altında olduğunu öne sürerler, hiçbir zaman Batılı kadınların baskı altında olduğunun farkında dahi değillerdir. Cahiliye dönemimde biri bana bir şey yapsaydı kimsenin kılı kıpırdamazdı. Çünkü kâfir sadece kendi egosunu düşünür. Ama şimdi başıma en ufak bir şey gelse bütün Müslüman kardeşlerimin -sonucunda öleceklerini bilseler dahi-, beni koruyacaklarını biliyorum. Elhamdulillah ancak İslâm, insanı şereflendirir ve değerli bir varlık kılabilir. Kâfirler Müslüman kadını hor görmektedir. Her dışarı çıktığımda kinle baktıklarına şahit oluyorum. Bunun için çok üzülüyorum. Çünkü biz Müslümanlar bir milyarı aşkın insan olmamıza rağmen, hangi cesaretle kâfirler Müslüman kadınını aşağılayabiliyor? Eğer İslâm Devleti olan Raşidi Hilâfet olsaydı hiç bir kâfir bir Müslümana karşı en ufak bir ses dahi çıkartamazdı. Şimdi Elhamdulillah, mutluluğu İslâm’a girmekle yakaladım. Kâfirin kıyafetime olan kinini gördüm. Kâfirlerden yaşamış olduğum bu negatif olaylar bir zamanlar, Hıristiyan olduğum dönemlerde benim gibi olan zavallı kişilerden gelen bir şey. Allah Azze ve Celle onları hidayete erdirsin. Artık insanlarla bambaşka bir bağım var. Önce menfi bir bağ iken, İslâm bu menfi bağı kökten yok etti. Şimdi ailem ve arkadaşlarımla olan bağım sadece Allah Azze ve Celle’nin rızasını kazanmak olmuştur. Müslüman olduktan sonra en büyük değişimim insanın değerli bir varlık olduğunu görmemdir. Müslüman bir Türk erkekle evliyim ve Rabbim bize bir çocuk verdi. Allah Azze ve Celle’ye çok şükrediyorum zor günlerimde tek yardımcımdı. O’suz ben bugün burada olmazdım. Avcı :Bir Müslüman kadın olarak bugünün Müslümanların durumuna nasıl bakıyorsunuz? Neesgaard : 3 Mart 1924’te Hilâfetin yıkılışından bu yana Müslümanların durumu içler acısı. Hem askerî ve siyâsi hem de iktisâdî ve kültürel olarak kâfirlerin sömürüsü altına girdiler. Kâfir devletler Müslümanları her seferinde aşağıladılar. Bunu savaşla, ırza geçmekle, boykot uygulamakla yaptılar. Kısa bir süre önce iki cihanda önderimiz Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i karikatürler ile aşağıladılar. Allah Azze ve Celle’nin kelamı olan Kur’an-ı Kerim’i tuvalete attılar. Kâfir devletler Müslümanlara karşı gece gündüz savaşıyorlar. En kötüsü Müslümanların başındaki hain yöneticilerin kâfirlerle işbirliği içinde oluşudur. Yani İslâm’ı yok etmek isteyenler sadece kâfirler değil, aynı zamanda bunun için çalışan birçok sözde Müslüman yöneticiler de vardır. Allah Azze ve Celle’nin Şeriatının yönetime geçmemesi için ellerinden geleni yapmaktalar. İşte tüm bunların oluşu İslâm Devleti’nin olmayışından dolayıdır. Yoksa İslâm Hilâfet Devleti olmuş olsaydı, değil hainler, kâfirler dahi bu komplolara asla cesaret edemezlerdi. Avcı : Son olarak Müslümanlara ne söylemek istersiniz? Neesgaard : Ey Müslümanlar! Hilâfetin kalkanını, Halife al-Mutasım’ı hatırlamıyor musunuz? O büyük bir ordunun lideri idi. Bir Müslüman kadını kâfir Romalılardan kurtarmak için koskoca ordu göndermişti. Ne kadar büyük bir Ümmet idik hatırlamıyor musunuz? İslâm Devleti’ni parçalamak için nasılda çaba harcadılar bunları unuttunuz mu ki kâfirlerle dostluk içindesiniz? Ey Müslüman kardeşlerim! Kur’an ve Sünnete sarılın. Bilin ki ondan başkası bizi bu durumumuzdan kurtarmayacaktır. Kalkın ve tebliğ edin ki memleketimizdeki yönetim Allah Azze ve Celle’ye sadık olanlara ve sadık Ümmetine verilsin. Taviz vermeden talep edin ki Allah Azze ve Celle’nin sözü bizim üzerimize ve dünyaya hâkim olsun. Ey Müslümanlar bilin ki en ufak iyiliğiniz melekler tarafından yazılmaktadır. Fiillerimiz kıyamet gününde şahidimiz olacak. Bu yüzden zalim yöneticilere hakkı bildirelim ki kıyamet gününde “Rabbim biz onlara hakkı bildirenlerden olduk” diyebilelim. Son olarak size Fussilet Sûresi’nin 33. Ayeti Kerimesi’ni hatırlatarak bitirmek istiyorum: وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ İnsanları Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? (Fussilet 33) Not: Bu roportaj, Dergisi, sayı 34, 'Hidayete Erenler' bölümünden alıntıdır.
-
Islam; Hosgörüyü Hic Hos Görmiyen Bir Ideolojidir!
Dilku o halde anlatsana bana islamin ne oldugunu? bana guzeldir, iyidir diye degil AKLI olarak anlat. Nedir ISLAM.? (Ayrica bana attiginiz iftiralardan dolayida Hakkimi helal etmiyorum!)
-
H i L a F e T & Cumhuriyet!
iyide Kralx konumuz Kafa kesmemi simdi..?? Hilafet VE Cumhuriyet konumus... wasalam
-
Hilafet Nasil Yikildi.?
Cahsuz bey Hilafet yikildi. artik biz ah vahh yikildi demiyoruz. o zamani atlattik. öyle bir zamandayizki Hilafetin nasil yikilmis oldugunu biliyor ve ona önlemler aliyoruz. Bide sunu unutmamak gerekiyorki. Hilafetin yikilmasinin bir degil bin sebebi vardir. oyle kolaymi bir kisinin gelipte kos koca devleti yikmasi. siz bi gonderecgim yazilarin hepsini okuyun sonuna kadar ondan sonra bunun uzerinde tartisiriz..
-
Hilafet Nasil Yikildi.?
MİSYONERLİK VE KÜLTÜREL SALDIRI Vatanseverlik ve milliyetçilik duygularını aşılamakla Hilâfet’in merkezinde yapılan çalışmalar böylece semeresini verdi. Avrupa devletleri, bilhassa "Fransa" ve "İngiltere"; İslâm Devleti’ne indirdikleri bu korkunç yıkıcı darbede büyük bir başarı elde ettiler. Yalnız; Avrupa devletleri ve bilhassa "İngiltere" bütün dehşetine ve korkunçluğuna rağmen bu metotla yetinmediler. 16. asrın sonlarından beri İslâm'a ve İslâmî fikir ve inançlara karşı ayrı bir metotla mücadele etmekteydiler. Zira ruhlarında kaynayan ve içlerini yiyen hınç yalnız; "İslâm'a olan kinlerinden dolayı" idi. Bu metotlarından başka, İslâm hükümlerine ve inançlarına darbe indirmek için ayrı bir metot kullanıyorlardı. İstanbul ve Beyrut esas iki merkezleriydi. Kahire'yi de merkez yapmak için uğraştılar. Beyrut merkezi ise, İslâm’a düşman gençler yetiştirerek ve halkın fikirlerine tesir ederek elde edilecek uzak gayeler için kurulmuştu. Bu metotlarında "ilim" adı altında kültürel ve misyoner savaşı başlatarak mücadelelere giriştiler ve bunun için büyük meblağlar ayırdılar. Bir çok misyonerist cemiyetler kurdular. Bunların en çokları İngiliz, Fransız ve Amerikan cemiyetleri idi. Kültürel mücadelelerini, misyonerist faaliyetlerle ve misyonerler vasıtasıyla yaptılar. Maksatları memleketin ahalisinden olan Hıristiyanları kendilerine celbedip; Müslümanları dinî akîdelerinde şüpheye düşürüp sarsmaktı. Misyonerlik Saldırısında Malta Merkezinin Rolü Miladî 16. asrın sonunda "Malta'da" Hıristiyan misyonerizmi için büyük bir merkez kurdular ve burasını Müslüman memleketlerine yapılacak kültürel ve misyonerist faaliyetlerin üssü haline getirdiler. Zira misyonerlerin kuvvetleri oradan gönderiliyordu. Bir müddet bu işlerine devam ettiler. Tam anlamıyla yerleştikten sonra gayretlerini artırmak zaruretini hissettiler. Merkezlerini 1625’te Şam vilayetine naklettiler ve yeni bir Hıristiyan misyonerizm hareketi meydana getirmeye uğraştılar. Yalnız bu faaliyetleri sınırlıydı. Bazı küçük mektepler açmaktan; bir takım dinî kitaplar neşretmekten ileri gidemedi. Hıristiyan ve Müslümanların baskısından, teklifleri reddetmelerinden, mücadele yapmalarından dolayı bir çok zorluklara katlandılar. 1773’de Azarî Hıristiyanlarının misyoner cemiyeti gibi bazı zayıf cemiyetler müstesna, diğer Cizvit misyoner cemiyetlerinin lağvedilmesine kadar dayandılar. Şam Bölgesinde Misyoner Heyetlerinin Yayılması Bu tür cemiyetlerin bulunmasına rağmen, Malta'dan başka yerlerde misyonerler görülmez oldu. Fakat; 1820 senesinde faaliyetlerini yenilediler. Hıristiyan propagandası için Beyrut'ta ilk misyoner cemiyeti merkezi kuruldu. İlk işleri dinî propagandayı ve dinî kültürü aşılamak oldu. Öğretim işleriyle pek meşgul olmuyorlardı. 1834 de misyoner heyetleri Şam memleketinin her tarafına dağıldılar. Bu, Fransa'nın da tesiriyle "İbrahim Paşa" tarafından yapılan teşvikle; memleketin kapılarını misyonerler için ardına kadar açmasının, onlara kolaylık göstermesinin neticesindendi. Çünkü bu sırada Şam Vilayeti; yani Suriye, Filistin, Lübnan Fransa'nın işgali altında idi. İngiliz, Fransız, Amerikan misyonerleri İbrahim Paşa Hükümeti tarafından tam bir hüsnü kabul gördüler ve bu sebeple faaliyetleri arttı. Lübnan'da, Ayntüra köyünde bir külliye açıldı. Amerikan misyoner merkezi, matbaasını, kitap neşretmek için Malta'dan Beyrut'a taşıdı. Amerikalı meşhur misyoner Elie Smith büyük bir gayrete geldi. Bu adam Malta'da iken gönüllü olarak misyonerlikle meşguldü ve misyoner teşkilatının matbuat işlerini üzerine almıştı. 1827’de Beyrut'a geldi. Aradan bir sene geçmeden; Müslümanlardan korkmaya ve bir netice çıkaramayacağından ümitsizliğe düştü. Sabredemeyerek Malta'ya döndü. 1834’de Mehmet Ali ve oğlu İbrahim Paşa'nın Fransız nüfuzu altına girmesi ile tekrar Beyrut'a döndü. Karısıyla beraber kızlar için bir mektep açtı. İmkanları çoğaldı. Bütün hayatını Şam'da ve bilhassa Beyrut'ta çalışmaya hasretti. Böylece bu gayretlerinin hepsinde, misyoner hareketinin canlanmasına yardımı oldu. İbrahim Paşa’nın, Fransız sistemlerinden ilham alınarak Mısır'da uygulanan öğretim sistemini; Suriye'de ve Lübnan'da uygulamaya kalkışması bunlar için bir fırsattı. Misyonerler bu öğretim hareketlerini ganimet bilerek kendi planlarına uygun öğretim hareketlerine giriştiler. Sonra buna matbaacılık hareketi de ilave edildi. Böylece misyonerlik hareketi kuvvetlendi. Öğretim işlerine açıktan açığa iştirak etti. Şam Beldeleri Halkı Arasında Kargaşaların Uyandırılması 1840 senesinde İbrahim Paşa Şam Vilayetinden çekilince; huzursuzluk, anarşi, karışıklık memleketin her tarafına hakim oldu. Yabancı heyetler bilhassa misyonerler Osmanlı Devleti’nin egemenliğinin zayıflığından yararlanarak yerli halk arasında fitneyi kızıştırmaya başladılar. Bunun neticesi 1860 katliamları vuku buldu. Bu katliamların peşi sıra Batı devletleri duruma müdahalede bulundular ve harp gemilerini Şam vilayeti sahillerine gönderdiler. Fransa Beyrut'a asker çıkardı. Böylece misyonerlerin nüfuzu ve kuvveti arttı. Bütün Şam vilayetinde Kolejler, mektepler açmaya başladılar. Cizvitler (İsa Derneği), özel okullar ve kolejler açtılar. Nitekim "Kıddîs Yusuf el-Yesüiyye" üniversitesi diye maruf olan cizvit külliyesi bu zamanda açılmıştır. Amerikalılar da, bu gün Beyrut'ta "Amerikan Üniversitesi" diye bilinen "Protestan kolejini" (1866) açtılar. Bu üniversite İslâm aleminde en korkunç küfür müessesesi addedilir. Bundan sonra bu müessese, İslâmi fikirler ve Müslümanlar aleyhine şiddetli hamlelerde bulundu. Binlerce Müslüman çocuğunu kafirlerin fikirlerini benimser hale getirdi. Misyonerist ve kültürel çalışmalar yalnız İngiltere, Fransa, Amerika'ya mahsus kalmadı. Bilakis Çarlık Rusya gibi bir çok devletler de buna katıldılar. Diğer devletler gibi Prusya da (Almanya), Katolik rahiplerinden oluşan bir misyoner heyet gönderdi. Bunlar İslâm’a karşı yapılan savaşta diğer heyetler gibi vazifelerini icra ettiler. Misyoner heyetleri arasında; devletlerinin menfaati gereği siyasi görüş ayrılıkları bulunmakla beraber, doğuya Batı kültürünü nakletmek; dini devletten ayırma akidesini Müslümanlara benimsetmek; onları dinlerinde şüpheye düşürmek; dine karşı nefrete sevk etmek; tarihlerine hakaret ettirmek; Batı ve hadaretini saygınlaştırmak hususunda bir fikir birliği vardı. Bunların hepsi Müslümanlara ve dinlerine "buğuzlarından" ve onları "küçümsemelerinden" dolayı idi. Mektepler ve kolejlerle beraber; Müslümanları, İslâm’dan Arapça'ya sevk etmek için bütün Arap memleketlerinde insanların dikkatlerini ve ilgilerini çeken Arap lügatına ait yeni hareketlere giriştiler. Kuran'ın belâgatına darbe indirmek ve zevk aldırmamak için; Arapça'yı iyi anlamamakla beraber bayraktarlığını yapanlar yine Hıristiyan Araplardı. Çoğu Misyoner heyetlerinin evinde çalışan Maruniler; eski Arap edebiyatını ihya etmek ve fasih Arapça'yı ilk durumuna getirmek için münakaşa ediyorlardı. Nasıf el Yazıcı, Papaz Luis Şeyho bunlardandır. Böylece Hristiyanlar, Arap milliyetçiliğine sevk etmekte; insanlara onu benimsetmekte; Arap diline insanların ilgi göstermelerinde öncülük yaptılar. Bu yayımlarının yanında Batı fikirlerinden de bazı kitaplar yayımlanıyordu. Arkasından bütün Arap memleketlerini "Arapçılığa" ve "Arap diline" yönelik ilgi ve çalışmalar; İslâm'dan, İslâm fikirlerinden de uzaklaştıran bir faaliyet kapladı. Böylece Beyrut merkezi; İslâm akîdesine ve İslâmî fikirlere darbe indirmek; insanları Batıya ve Batı fikirlerine yöneltmek için bütün gayretini sarf etti. Sonunda ulaştıkları netice çok korkunç oldu. İnsanlar arasındaki muamelelerden, alâkalardan ve yaşam metodundan İslâmı söküp atmada; İslâm'ı hayat sahasından kaldırarak, İslâm Devleti’nin yıkılmasında tesiri çok büyük oldu.
-
Hilafet Nasil Yikildi.?
LÜTFEN KONUNUN DISINA CIKMAYIN..!!!! Bunu kac defa soylemem gerekiyor ?? Her konuda boyle yapiyorsunuz. .. Lutfen yazacaklariniz yorumlar konuyu icersin. Nerden nereye aldiniz konuyu ya..!!
-
Islam; Hosgörüyü Hic Hos Görmiyen Bir Ideolojidir!
1- İslam bir ideoloji değildir. Diğer ideolojilerle aynı kefeye koymuş oluyorsunuz. İslam dindir Biliyormusun bana her seferinde yeni yeni konular actirmak zorunda birakiyorsun. Islam sadece bir DIN degil ayni zamanda bir Ideolojidir. InsaAllah yakin zamanda bunada bir aciklik getirecegim. unutmaki eger islam sadece bir DIN olsa idi o halde hiristiyanlarin dininden farksiz olmazdi?! Lakin suna artik gozlerimizi acalim, bugune kadar islam hep bizlere yanlis anlatildi. ve bugun biz islamin özünu degil, gercegini degil uydurulmus yanlislar dolu olarak zihnimizde tasimaktayiz. Ama artik zihniyetimizdeki var olan o islam disi butun fikirleri cikarip sadece islamin özünu, gerceklerini yerlestirmenin zamani geldi 2- İslamda şiddet yoktur. İnanmayanlara da hoşgörü ve nezaket vardır ancak sana düşmanlık etmeleri müstesna. Ben yazimin hic bir yerinden siddetten soz etmedim.. Islam insanlari öldürmeyi, onlari kirmayi, hatta onlari incitmeyi dahi emretmez. Lakin kafirlere hos goru yoktur! hle ATEISTLERE hic yoktur. Bundan onlari öldurecegiz, dövecegiz kiracagiz seklinde anlama. Onlar Rabbini inkar ederken sen onlara nasil hosgoru ile yaklasirsin ?? 3- Hoş görü senin tarif ettiğin değildir. Hoşgörü Küçük hataların, affedilmesi, insanlık hali dediğimiz kusurların görmezlikten gelinip gerilim oluşturulmasıdır. Hosgoru hatalarin effedilmesi ise. bugun kafir en buyuk hatayi yapip Rabbini, yaraticini inkar etmekte. ne yani simdi sen bunu hosmu goreceksin??!! 4- Müslümanlara zorunluluk hali dışında savaş emredilmemiştir. Bunun aksisini ittia etmedim zaten.! 5- Sana zararı dokunmayan, dinine zarar vermeyen kafirin; malı, canı, her hakkı sana haramdır. Kafirin malina, canina vsrelrine zarar vermekten soz etmedim.. her cumlende ayni anlam var 6- İslamda müellefe-i el-kulup denilen (kalbi islama ısındırlmak istenilenler..) 'lere islamın emrettiği şekilde nazik ve tevazulu olmak zorundasın. Allahu teala Ehli Kitaba en guzel sekilde davran derken. onlari en guzel sekilde islama davet et demektedir. onlarin dinine hosgoru ile yaklas dememektedir. 7- Bu tarz tutumunuz tebliğ değil, savaştır... 4.sika bak! 8- Bu forumda dinime alenen hakeret eden yada alaya alan varsa, ben senden daha şiddetli karşılık veririm. Peki ben bunu neden hic gormedim?? Cahsuz Ateisti (canugur) her seferinde senin dinine hakaret derken senin ona yanitlarinin sonunda hep bir saygi kelimesi vardi? sen kime saygi gosterdiginin farkindamisin? Saygi duyulacak insanlar varsa onlarda Rabbini inkar edenler degil, senin ayni dininden olanlardir! Diger siklarina yanit vermiyecem cunku onlar da ayni anlam tasiyor ve ben bunlara yanit verdim.. Senden ricam lutfen yazialrimi biraz daha dikkatli okumandir. acaba bu yazida kendime ne cikarabilirim diye dusunmendir. Acaba gene ne hata bulurum degil!!! Allahin Selami , Allaha iman edenlerin uzerine olsun
-
Islam; Hosgörüyü Hic Hos Görmiyen Bir Ideolojidir!
Selam, Rabbim Allah´tir diyenlerin üzerine olsun.. Canugur a daha cok Cahsuz diyesim geliyor.. Neden bilmem, isminden olsa gere..! Neyse kendisi bir takim aciklamalarda ve yorumlarda bulunmus ve olduca YUZEYSEL yaklasmis konuya.. zaten ondanda bu beklenirdi. Yanliz bir konuda kendisine hak vermek gerekliki, bugunki DEVLET HOCALARi yani Islam icin degilde cumhuriyet icin, laik olan devlet icin calisan hocalar , Evet! Birer SAHTEKARLARDIR. Cunku, bugun ümmet bu durumdaysa , bugun ümmetin zihniyetinde yanlis düsunceler ve fikirler varsa bunda onlarin rolu cok buyuktur. Aslinda bu konuyu daha cok acmak ve anlatmak isterim lakin bu konunun disina cikilmis olur. Ve sizlerden ricam lutfen bir konu basligi altinda yorum yaziyorsaniz bu konuyla ilgili olsun. Farkindayim, konulari bir yerden alip cok farkli yerlere goturuyorsunuz ki bu yanlistir. o zaman konu ne anlasilir nede zihinlerde canlilik olusturur. Cahsuz, pardon Canugur sahsida bana BEY demekten vaz gecsin. Ben BAYANim lakin korkak,pisirik olan erkeklerden, daha erkek oldugumda suphesizdir.. KONUMUZ HOSGORU HOSGORUnun islamda yeri yoktur. aciklamis oldugum gibi Hosgoru islamla catismaktadir bunu ayetlerle delillendirdim. HOSGORU islamdaymis gibi gostermek elbetteki kafirlerden cikmistir ve bunun devamini getirenlerde o anlatmis oldugum hocalardir. yani DEVLET, LAIK HOCALAR! Bugun TC altinda calisan, TCye hizmet eden tum hocalar dinlerini satmis ve islamdan olmiyana islamdanmis gosterdiler. bugun onlardan hangisine sorarsaniz sorun hosgoru islamdandir diye yetinmez.. "Biz muslumanlar hosgoruluyuzdur, kafiride severiz , onlarin dininede saygi gosteririz.." seklinde sapik yanitlar verirler. Sapik kelimesini yanlis anlamayin cunku SAPIK; manasi saptiran demektir. Tekrar rica ediyorum KONUNUN DISINA CIKMIYALIM! Hosgoru hakkinda diyecek biseyiniz varsa buyrun:
-
Islam; Hosgörüyü Hic Hos Görmiyen Bir Ideolojidir!
Bugun Müslumanlar arasinda Hosgörü o kadar yaygindirki, Hiristiyanlara, kafirlere hatta yahudilere dahi hosgörü ile yaklasilmasi gerekildigi fikrine sahibler. Bu fikir ümmette daha önceleri mevcut degildi. Sonradan baskalari tarafindan asilandi. Tabiykisi kafir düsmanlarimizin bu konudaki roli cok buyuktu ama ne acidirki bu fikri Müslumanlara asiliyanlarin arasinda , Müsluman (devlet) hocalarida mevcuttu. Bu sahislar yaptiklari toplantilarda, yazdiklari kitablarda, verdikleri vaazlarda her seferinde Islam´in bir hosgörü dini oldugu söylendi ama Neyi?, Neden?, Nasil? Ve kime hosgörulu olunulacagina hic deyinilmedi . Ve bu fikir Müslumanlarin zihinlerine öyle bir yerlestirildiki, onu yikmak bazen cok güc olabiliyor. Belkide müslumanlarda var olan bu düsuncenin olusmasinin sebebi, Hosgorunun manasini tam olarak idrak edemediklerindendir. O halde Hosgörü Nedir? Hos kelimesinin manasi: Begenilen, duyguları oksayan, zevk verene denir. Hosgörü ise; aldiris etmemek, umursamamak, kusur saymamak ve herseyi anlayısla karsılayarak olabildigi kadar hos görmek Hosgörünun Islamda yer almiyacagini kelimenin anlamindan direk olarak anliyabiliyoruz. Peki bu anlama göre islam nasil Hosgörülu olabilir..?? Bu anlama göre eger ki Islam hosgörüluyse o halde islam; küfrü, sirki, harami, münkeri kusur görmuyor yada umursamiyor. Ayni sekilde kafiri, müsriki, tagutu, fasigi, zalimi hos görüyor ve anlayis gösteriyor demektir. Bu fikre sahib olan insanlarin ya gercekten saf Cahil olmalari gerek yada Islami yok etmek icin calisan bir hain..!! O, Allah´in inkar eden kafirelere, islami yok etmek icin caba gösteren hainlere, zalimlere, fasiklara ”kafir, zalim, hain demeyin onlarda insandir. Onlari sevin, onlara hosgöru ile yaklasin, onlara islami sevdirin” diyen cahiller Allah´in bir cok Ayetlerini unutmus olamalilar. Islam; kafirleri ve onlarin yolunda gidenleri hosgörmeyip aksine onlari cogu ayetinde pis olarak adlandirirken ayni zamanda onlara köpekler diye hitab etmekte hatta hayvanlardanda daha sapik olduklarini bildirmektedir. "Ey iman edenler! Müsrikler ancak bir Pisliktir.” (Tevbe: 28 ) “Onlardan yüz cevirin. Cunku onlar murdardirlar. Kazanmakta olduklarina (kötü islerine) karsilik ceza olarak varacaklari yer cehennemdir.” (Tevbe 95) “Allah katinda yaratiklarin en kötüsu kafir olanlardir. Cunku onlar iman etmezler.”(Enfal 55) ”onlarin durumu tipki köpegin durumu gibidir. Eger üstüne varirsan dilini cikartip solur, biraksanda dilini sarkitip solur. Iste ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumu budur. Bu kissayi anlat umulutki dusunur, ibret alirlar.! (Araf 176) ”Heva ve hevesini kendisine ilah edineni gördünmu? Simdi ona senmi kafil olacaksin? Yoksa sen onlarin cogunun gercekten soz dinleyecegini yahut akillanacagini mi saniyorsun? Gercekte onlar hayvanlar gibidirler. Hatta onlar daha saskin haldedirler.” (Furkah 43,44) ”Allah gunahkar kafirlerin hicbirisini sevmez.” (Bakara 276) ”Deki; Allaha ve Rasule itaat edin. Eger yuz cevirirlerse bilsinler ki Allah kafirleri sevmez” (Ali imran 32) ”Allah zalimleri sevmez” (Ali imran 57) Evet, Allah swt kafirleri, musrikleri, zalimleri hicte hos görmemektedir. Peki Allah´in hos gormedigini, kul nasil hos gorebilir ?.. Allah´in sevmedigini Kul nasil sevebilir..?? Allah swt onlari hos gormeyi degil, onlardan yüz cevirmeyi ve yeryuzunden onlarin iktidarindan kaynaklanan küfür fitnesini ortadan kaldirip Allah´in dinini hakim kilmak icin Jihad etmeyi emretmistir. "Onlardan yüz çevirin. Cünkü onlar murdardırlar." (Tevbe : 95) "Süphesiz ki küfredenler (inkar edenler) mallarını (insanları) Allah’ın yolundan alı koymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar! (Ama) sonunda bu onlara yürek sancısı olacak ve en sonunda mağlup olacaklardır. Kafirlikte ısrar edenler ise cehenneme sürükleneceklerdir." (Enfal : 36) "(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!" (Enfal : 39) "Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, küçülmüşler olarak güçleri yettiğince cizye verinceye kadar savaşın." (Tevbe : 29)
-
Hilafet Nasil Yikildi.?
Wallahi, Bizim mucadelemizi baskasi bu kadar guzel anlatamazdi Bizim bu konumuz ÖLÜM-KALIM meselesidir. Biz Hilafetin olmayisina boyle bakiyor ve namlunun ucunda Cenneti goruyoruz. Ve diyoruzki; Ya Sahadet Ya Hilafet!! Yani Ya Hilafet Yada Sehidlik.. Baskasi bizi kurtarmaz! Evlerinizde bir kac rekat namaz kilinipta cennette girilmiyor kardeslerim!!
-
Hilafet Nasil Yikildi.?
Insa´Allah Kardesim..
-
Hilafet Nasil Yikildi.?
Kralx Bu Konunun basligi Hilafetin Nasil Yikilmis oldugudur. Bu yuzden konunun disina cikmayalim. Ama Insa´Allah ben en yakin zamanda buna bir aciklik getirecem Islamda Hosgorunun olup olmadigina dair.
-
Hilafet Nasil Yikildi.?
Hilâfet’i Vurma Çalışmalarında İstanbul Merkezinin Rolü Beyrut merkezi böyle idi. İstanbul merkezine gelince: Kafir batılılar, Osmanlı Devleti’ni; yönetim adamlarının vasıtasıyla merkezden çökertmek için burada bir çok işlere giriştiler. Bunların en korkunçları ve en mühimi "Jön Türkler" veya "İttihat ve Terakki" cemiyetleriydi. Jön Türkler önce Paris'te teşekkül etti. Kurucuları Fransız kültürüyle yoğrulmuş ve Fransız devrimini iyice tanımış Türk gençleriydi. Gizli bir ihtilalci cemiyet halinde kuruldu. Başkanlığına "Ahmet Rıza Bey" getirildi. Halk arasında barınmak ve Batı fikirlerini Türkiye'ye getirmek istiyorlardı. Bu cemiyetin Berlin, Selanik ve İstanbul'da ayrı şubeleri açıldı. Paris merkezi muntazam bir şekilde tanzim edilmiş; programı müfrit, propaganda vasıtaları kuvvetliydi "Ah bar" adlı bir gazetesi vardı. Bu gazete Avrupa'dan postalar vasıtasıyla gizlice İstanbul'a gönderilip bazı Türkler tarafından gizlice dağıtılıyordu. Başka siyasi yayınlar da aynı şekilde içeri sokuluyordu. Berlin şubesi ise; mutedillerden, eski hükümetin bakanlarından, siyasilerden ve bazı yüksek memurlardan, siyasi kabiliyeti olan kimselerden teşekkül etmişti. Bunlar "ıslahat" taraftarıydılar. Devletin işlerinin Almanya yönetiminde olduğu gibi düzenlenmesini, imparatorluğu oluşturan halklardan müşterek bir federasyon kurulmasını istiyorlardı. Selanik şubesinin ekserisini orduda nüfuzu olan kültürlü subaylar teşkil ediyordu. Bunlar ihtilal için hazırlanıyorlardı. Onlara bazı alimler ve küçük subaylar da katıldı. Bunlar arasında, Cemiyet'in Hükümeti ele geçirdiğinde, başlangıçta Başvekil olan Talat'da vardı. Bu kadar kuvvetli olmalarına rağmen Paris merkezinin talimatına göre hareket ediyorlardı. Paris merkezi batı fikirlerine göre görüşlerini yöneltiyor ve bu yolda mücadele çabasını aşılıyordu. Mason mahfelleri; bilhassa "İtalyan Büyük Mahfeli" Selanik'te bu cemiyetin faaliyetlerini kolaylaştırıyor ve edebî bakımdan ona yardım ediyordu. Mason localarında toplantılar yapılıyor. Casuslar bütün gayretlerine rağmen bunlara nüfuz edemiyorlardı. Bu locaların azalarının çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti'ndeydiler. Bu yardımlar ve destekler sayesinde cemiyetin mensuplarının sayıları ve kuvveti artıyordu. Ayrıca cemiyet mensupları mason usulleriyle İstanbul ve hatta sarayla irtibat kurmaya çalıştılar. Bu cemiyetler (İttihat Terakki-Jön Türkler) toplantılar yaparak ihtilale hazırlanıyorlardı. 1908 senesine kadar bu böyle devam etti. Nihayet ihtilal ile yönetimi ele geçirdi, kuvveti açığa çıktı. Avrupa'da ona memnuniyetini izhar etti. 1908 sonbaharında, Parlamento açılmadan biraz önce cemiyet üyelerinin katılımıyla Selanik'te bir kongre akdedildi. Bu, kuvvetlerinin ilk "gövde gösterisi" idi. Bu sırada cemiyetin başkanı Paris merkezi başkanı ve Kurucusu Ahmet Rıza Beydi. Cemiyet üyelerine: Avrupa devletlerinin "bu milliyetçilik hareketine iyi niyetini", "memleketin durumundan memnun olduklarını" ve "partinin başarısından dolayı memnuniyet duyduklarını" iftiharla hitap etti. Bu sırada, 1908 sonbaharında İngiltere, Gerald Luther'ı İstanbul'a yeni elçi tayin etti. Luther İstanbul'a gelince İttihat ve Terakki Cemaati tarafından bir kahraman gibi karşılandı. Hatta İttihat ve Terakki'nin adamları; arabasının atlarını serbest bırakarak, arabayı çeken atların yerine geçtiler. Bunların hepsi İttihat ve Terakki'nin emir ve tertibiyle idi. Cemiyetin mensuplarının Batı fikirlerine hayranlıkları o dereceye vardı ki; benimsedikleri fikirlerin İslâm’la çelişkili olduğunu anlama bir yana, yönettikleri devletin vakıalarının dahi bu fikirlere uygun olmadığını anlayamadılar. Şaşkınlıkları, dar görüşlülükleri o dereceye vardı ki; cehaletleri Avrupalıların dahi dikkatini çekti. Hatta bu sırada İstanbul'daki diplomatlardan biri "ekseri birinci adımdan önce ikinci adımı attıklarını" söyledi. İttihat ve Terakkinin adamları, devleti çabucak "batı kanunları ve fikirleriyle doymuş" adamların eline verdi. Jön Türkler Cemiyeti'ne nihayet onlar hakim oldu. Sonra bunlar, orduya hakim olanın bütün kuvveti elinde tuttuğunu anladılar. Nihayet yeni tayinleri parti siyasetine bağlamaya çalıştılar. Subaylar bir fen adamı veya cengaverden ziyade partici idi. Bütün Osmanlı Devleti tebaasına kanunun Türklere verdiği hakları ve vazifeleri tanıdılar. Bu Cemiyet, devletin halihazırdaki ve gelecekteki durumuna hükmetmeye başladı. Bununla batılıların ellerinde, devlete darbe indirmek ve Hilâfet’i yıkmak için kullandıkları bir fikir akımı oluştu: Bu asırda; İslâm'ın değil Batı fikirlerinin, Batı hadaretinin iş gördüğünü; "Türkçülüğün" en mühim mesele olduğunu ve her şeyden önce ona göre hareket edilmesi gerektiğini; istikbalimizin ona bağlı olduğunu benimseyen, iktidar partisi ve destekleyicileri tarafından da temsil edilen bir fikir haline geldi. Bu parti "vatancılıkla" övünüyor ve ona ehemmiyet veriyor; "Türkiye'nin ve Türklerin diğer İslâm memleketlerinden ve milletlerinden üstün olduğunu" söylüyordu. Diyebiliriz ki, Jön Türkler veya İttihat Terakkinin kurulması, batılıların İslâm’ı ve İslâm Devleti’ni yıkmak için giriştikleri en korkunç hareketti. Bunun semereleri acil oldu. Parti idareyi eline alıp devlete hakim olunca; devletin bünyesine yıkıcı baltalar indirilmeye ve devletin Müslüman tabakasını ayıran, geçilmesi imkansız hendekler kazılmaya başlandı. Zira "kavmiyetçilik" insanların arasını açan; harpler, buğzlar ve düşmanlıklar meydana getiren en tehlikeli bağdır. Devletin bütün tebaasının cemiyete alınmamasına rağmen; İttihat ve Terakkicilerin siyasetleri Osmanlı unsurları arasında milliyetçilik fikrini uyardı. Ardından hemen "Arnavutlar" İstanbul'da bir cemiyet kurdular. "Çerkezler" ve "Kürtler" onları takip etti. Bundan evvel "Rumların" ve "Ermenilerin" düzenli ve gizli cemiyetleri vardı. Bunlara kanunî bir veçhe verdiler. Araplar da İstanbul'da; "Osmanlı Araplarının Kardeşliği" adlı cemiyeti kurdular. İstanbul'daki merkezinde bu ibareyi taşıyan levha asılıydı. Lakin İttihat ve Terakki Araplara karşı hususi sert bir tavır takındı. Bütün ırkçı cemiyetlerin gelişmesine müsaade ettiği halde; Arap cemiyetlerine karşı mukavemet başladı. Devlet adına Arap Cemiyetini lağvedip, merkezini kapattılar. Orduda ırkçılık ayrımı yapmaya başladılar. Arap subayları memleketlerinden çağırarak İstanbul'a getirdiler. Almanya'ya ihtisasa gidecek subaylar arasına katılmaya müsaade etmediler. İttihat ve Terakkiye mensup Arapları cemiyetin merkez komitesine almamayı kararlaştırdılar. Bu cemiyet Türk, Arnavut, Çerkez vs. farkı gözetmeksizin Osmanlı Devleti’nin bütün tebaasının ortak bir kurumuydu. Hizip, hükümeti ele geçirir geçirmez diktatörce hareket etti. Cemiyette Türklerin nüfuz sahibi olması; Arapları mühim mevkilere getirmemeleri ile bu cemiyet; bir "Türk cemiyeti" haline geldi. Hükümette de bunu birçok yeni tayinler takip etti. "Evkaf Nezareti" bir Arap'tan alınıp bir Türk'e verildi. Hariciye ve dahiliye bakanları Arap olana değil de özellikle Türklere veriliyordu. Arap memleketlerine kasten "Arapça bilmeyen Türk valiler" gönderiliyordu. Bunu Türkçe'nin "resmi dil" olması takip etti. Hatta Arapça gramer dahi Türkçe kitaplar vasıtası ile öğretiliyordu. Arapça'ya karşı o derece olumsuz bir tavır takındılar ki; 1909 da Osmanlı Devleti’nin Washington büyük elçisi bir beyanname ile Amerika'daki Osmanlı tebaasının sefaret işlerinde Türkçe’den başka dil kullanamayacağını ilan etti. Halbuki bunlar yarım milyon olmalarına rağmen aralarında Türkçe bilen bir şahıs dahi yoktu. Bu çeşit ırkçılık ordudaki Türkler ve Araplar arasında bariz bir şekilde yayılmıştı. İttihat ve Terakkiye mensup Türk subaylar bu hissi; muamelelerinde, terfilerde ve yüksek tayinler de gösteriyorlardı. Arap subaylar bu hareketlere hiddetlendiler. Fakat devlete bağlılıklarında en küçük bir şüpheye dahi düşmediler. Zira mesele Araplarla Türklerin birleşmesi meselesi değil; yalnız bir "İslâm ümmeti" ve "halifesi" meselesiydi ki; Allah, İstanbul'da bulunan halifeye isyanı Allah'a isyan, ona itaate da Allah'a itaatle bir yapmış; ona asi olmayı kendisine asi olmak saymıştı. "Zira müslüman müslüman'ın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu yalnız bırakmazdı." Bunun için Arap subaylardan ileri gelen bazıları bu durumdan müteessir oldular. 1909 senesinin sonlarında İttihat Terakki'nin söz sahiplerini bir toplantıya davet ettiler. Onlar da müspet cevap verdiler. İstanbul'da uzun bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Araplarla Türkler arasındaki anlaşmazlıkları kesin olarak halledecek çareler arandı. Bu toplantı neredeyse; birliğin yenilip, ırkçılığın bırakılması ve "İslâm akîdesi" altında birleşmeyi gerçekleştiriyordu. Fakat Türkçülükleri İslâmî akîdelerinden daha kuvvetli olan "Ahmet Ağa Bey", "Yusuf Akçura Bey" ve diğer bazılarının da ırkçılığı bırakıp yalnız İslâm akîdesinin sadakatinin kabul edilmesi fikrine karşı Türkçülükleri ağır bastı. Toplantının başlangıcından daha kötü bir şekilde dağılmasına sebep olan; Türkleri övüp Araplara hakaret ifade eden kaba kelimeler sarf ettiler. Cemiyet eski yolunda yürümeye devam etti. Tam manasıyla Türklerin eline geçince, programını tadil ederek onu tam manasıyla Türklere ait bir cemiyet haline getirdiler. Bu tadilatın kötü sonuçlarından biri de bütün Arapların, Arnavutların, Ermenilerin, İslâmî akîdeyi tek hakim kabul eden bazı Türklerin cemiyetten ayrılmalarına sebep oluşudur. Arapçılık Cemiyetleri ve Partilerinin Kuruluşunda Avrupalı Elçiliklerin Rolü Bunun akabinde Avrupa devletlerinin elçilikleri Araplarla alaka kurma, cemiyetler ve partiler kurma faaliyetini hazırladılar. "Adem-i Merkeziyet" cemiyetini kurdular. Bunun merkezini "Kahire"; Başkanını da Refık el-Azm'ı seçtiler. "Reform Cemiyeti" de kuruldu. Bunun merkezi "Beyrut'tu". Bundan başka "Edebiyatçılar Cemiyeti" ve buna benzer cemiyetler kuruldu. İngilizler, Fransızlar ırkçılık duygularını taşıyan Arapların saflarına sokuldular. Onlara memleketlerinin hazinelerini açtılar. 18 Haziran 1913 senesinde Arap gençliği Fransa'nın yardımıyla Paris'te bir kongre yaptı. Bu Arap milliyetçilerinin Osmanlı Devleti’ne karşı İngiltere ve Fransa tarafına geçtiklerinin ilk ilanıydı. İttihat ve Terakkiciler bunu hisseder etmez; "Türk Ocağı" cemiyetini yani "Türk Ailesini" kurdular. Bunun gayesi İslâm’ı mahvedip, Osmanlı unsurlarını Türkleştirmekti. Bundan sonra din aleyhinde gazeteler ve kitaplar yayınlamayı teşvik etmeye başladılar. Bunlardan biri meşhur Türk yazarı Celal Nuri Bey'in "Geleceğin Tarihi" adlı eseridir. Bu kitabında da şöyle diyordu: "Maslahat, İstanbul Hükümeti'nin Suriyeli'leri vatanlarını terke mecbur etmesini, Arap memleketlerinin; bilhassa Yemen'le Irak'ın Türkçe'yi neşretmek ve bir din lügati haline getirmek için Türk müstemlekesi haline getirilmesini icab ettiriyor. Varlığımızı korumak için mutlaka bütün Arap memleketlerini Türk memleketi haline getirmek gerektiriyor. Zira yeni Arap gençliği milliyetini hissetmeye başladı. Şimdiden bu büyük tehlike için ihtiyat tedbiri almalıyız." Irkçılık ve vatancılık nefislerde bu derece tahribat yapmıştı. "Bağlılık İslâmiyet'ten ırkçılığa ve vatancılığa dönüşmüştü." Bu hal İslâm’ın ırkçılığa ve vatancılığa dokunan bütün kısımlarına karşı mücadeleye sebep oldu. Devlet otoritesini elinde bulunduranların etrafındaki adamların ölçüsü İslâm değil, ırkçılık ve vatancılıktı. Hatta Araplardan ve Türklerden bir sınıf meydana getirmeye davet etmekteydiler. Cemal Paşa Suriye'de iken Arap gençlerinin Fransa lehine devlete ihanet ettiklerini; Fransa ve İngiltere'nin direktifîyle hareket ettiklerini; Şam Fransız Konsolosluğunda ele geçirilen vesikalarla ispat etti. Bunlar hissedilince devlet, tebaası arasında birliği sağlamak için Arapların gönlünü almak istedi. Arap liderlerini Şam'da bir yemek toplantısına çağırdı. Bu toplantıda onları birliğe davet ederek şöyle hitap etti: (Bu hutbenin bir yerinde şöyle diyordu) "İstanbul'da ve diğer Türklerle meskun yerlerde müşahede ettiğiniz gibi Türk camiasının hareketleri Arapların menfaatleriyle çatışmaz. Biliyorsunuz ki, Osmanlı Devleti’nde Bulgar, Ermeni ve Yunan hareketleri olmuştur. Şimdi ise bir Arap hareketi başladı. Türkler hangi milletten olduklarını söyleyemeyecek kadar kendilerini unuttular. Vatanî ve millî ruh tam bir uykuya daldı. 0 kadar ki Türk milletinin en sonunda yok olmasından korkuldu. Gelen bu büyük tehlikeye mani olmak için Jön Türkler teşkilatı takdirle karşılanacak bir uyanıklık gösterdi. Türklere vatanseverlik ruhunu aşılamak için silaha sarıldılar." Sonra; "Size garanti veriyorum ki, hiç bir zaman Arapların ve Türklerin gayeleri birbiriyle çelişmez. Türkler ve Araplar vatanlarına ait meselelerde birbirlerinin kardeşidirler." dedi. Sözüne şöyle devam etti: "Hulasa Jön Türklerin (İttihat ve Terakki’nin) en büyük gayesi Türk milletini bütün dünya milletlerinin takdir ve hürmetini kazanacak bir millet yapmak; 20. asır milletleriyle yan yana yaşaması için gereken hakları sağlamaktır." Bu nutku ile Cemal Paşa Hilâfet sancağı altında Müslümanları toplamak istemiş; Arapların Türklerden yani Hilâfet’ten ayrılmalarına; İngiliz ve Fransızlardan bu uğurda yardım istemelerine mani olmak istemişti. "Cemal Paşa" ırkçı olmakla birlikte; İslâm'ın, işleri düzenlemeye yeterli olmadığına inanan kafirlerden ve mürted Müslümanlardan, İngiltere ve Fransa ile beraber, "Hilâfet’in aleyhinde" çalışan hainleri idam etmekte, hainlerin boynunu vurmakta elbette haklıydı. Bu kimseler kafirlerin emri ile Hilâfet aleyhine hareketlerde bulununca onun bu hareketi de haklıdır. Lakin Cemal Paşa ve mensubu bulunduğu İttihat-Terakkînin adamları milliyetçilik fikri taşıdıklarından hapsedilmeğe, tecziye edilmeğe daha layıktılar. Teskin etmek maksadıyla söylediği bu söz hatadan, milliyetçilik ayrılığının böyle sözlerle tedavi edilemeyeceğinden ileri geliyor. Kendinin fasit akîde de bulunduğunu; Devletin tebaasını birleştirmek için İslâm'ın yegane bağ olduğunu nazarıitibara almadığını ortaya koyuyordu. "Halbuki, Hilâfet ancak İslâmiyetle hakim olabilirdi." Ondan başka bir şey olamazdı. Söyleyeceği tek söz şu idi ve bundan başka bir şey söylememesi gerekirdi. Bu meseleyi kesip atan söz şudur: "Hepimizin bağlanacağı yer İslâm akîdesidir. Bundan başka hiç bir şeye bağlanamayız. İşlerimizin mihenk taşı budur." Halbuki bunun yerine Arapça konuşan Müslümanları teskin ederken; "Türklerin ve Arapların gayeleri birbiriyle çatışmaz." diyordu. "Türkler ve Araplar vatan uğrunda birbirlerinin kardeşleridir" ve "Bu partinin (Jön Türklerin) en büyük gayesi: Türk milletini, bütün dünya milletlerinin takdirini ve hürmetini kazanan bir millet yapacağız; 20. asır milletleriyle yan yana yaşaması için lazım gelen haklarını tespit edeceğiz." sözleriyle de, kafirler ile yan yana olmayı; İngilizleri, Fransızları, Yunanlıları ve İtalyanları kastediyordu.
-
Hilafet Nasil Yikildi.?
Hilâfet’e Karşı Çalışmada Beyrut Merkezinin Rolü Beyrut'taki merkez için İslâm’ı ve İslâm Devleti’ni Baltalamak için bir küfür merkezi olması itibariyle "uzak neticeler" elde etmek ve "uzun vadeli çalışmalar" yapmak için bir plan hazırlanmış; İstanbul'daki merkez için ise "acil gayeler" ve "semereli sonuçlar" elde etmek maksadıyla ayrı bir program hazırlanmıştı. Bunun için Beyrut'taki merkez binlerce Müslüman'ı kafir yaptı. İslâmi ilişkileri küfür hükümleriyle hareket eden ilişkiler yaptı. Böylece bu merkez öldürücü bir zehir oldu. İslâm Devleti Birinci Dünya Savaşına girince bunun acı neticesi görüldü. Batılı kafirler, İbrahim Paşa'nın Şam vilayetinden çekilmesiyle siyasi hareketlere giriştiler. 1842 de "Amerikan Misyoner Heyetinin" murakabesiyle çıkacak bir ilmî heyet teşkil etmek için bir encümen kuruldu. Beş senelik çalışmadan sonra "İlimler ve Fenler Cemiyetini" kurdular (1847). Cemiyetin denetimini birer "İngiliz ajanı" olan Hıristiyan "Butrus el Büstanî" ile "Nasıfel Yazıcı" üzerlerine aldılar. Bunlardan başka İngiliz Albayı Churchill, Amerikan Eyli Smith, Kornilyos Von Dyke'te bu cemiyeti idare ediyorlardı. Başlangıçta cemiyetin gayesi kapalı tutuluyordu. Fakat ilmî bir maske altında büyüklere ve küçüklere mekteplerde "batı kültürünü" ve "batı fikirlerini" aşılamaya çalışıyorlardı. Cemiyetin üyelerinin bunca gayretlerine karşılık iki sene zarfında Şam vilayetinden 50 kadar Hıristiyan'dan başka hiç bir kimse bu cemiyete bağlanmadı. Yeni üyelerin hepsi Hıristiyan'dı ve çoğu Beyrut halkındandı. Dürzîlerden ve Müslümanlardan katiyen hiç bir kimseyi kazanamadılar. 1850 senesinde Cizvitler tarafından "Şark Cemiyeti" adıyla Fransız papazı Henri Dô Bronair'in başkanlığında ikinci bir cemiyet kuruldu. Bunun üyelerinin hepsi de Hıristiyandılar. Arkasından 1857 de yeni bir karaktere sahip olan diğer bir cemiyet kuruldu. Bu cemiyetin kurucuları Araplardı ve bu cemiyete Araplardan başka hiç bir kimsenin alınmamasına dikkat edilmişti. Böylece bazı Müslümanlar ve Dürzîler bu cemiyete Arap olmaları itibariyle üye alınmışlardı. Cemiyetin üyesi 150 kadardı. Aralarında Araplar arasında sivrilmiş kimseler vardı: Dürzîlerden Hz.Muhammed Arslan Müslümanlardan Hüseyin Bayham, Hıristiyanlardan İbrahim Yazıcı ve Butrus el-Büstani'nin oğlu. Cemiyetin gayesini besleyen, bu uğurda daimî olarak çalışan bu son ikisiydi. Bu başarı kafirleri hile ve gizli yollarla değil; doğrudan doğruya ilim yolunu da takip etmeksizin açıktan açığa milliyetçilik ve istiklal hareketlerini körüklemeye teşvik etti. 1875 senesinde Beyrut'ta "Gizli Cemiyet" kuruldu. Bunun kurucuları Beyrut Protestan Fakültesi'nde tahsil yapan 5 Hıristiyan genç idi. Yanlarına bazı kimseleri de celb etmişlerdi. Bu cemiyet siyasi bir fikir üzerine kurularak siyasi bir parti halini aldı. Ve Arap milliyetçiliği üzerine kuruldu. Bu İslâm memleketlerinde "Arap milliyetçiliği" esasına dayanan ilk "siyasi parti" idi. "Araplığa", "milliyetçiliğe" çağırıyordu. Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanlığa davet etmeye ona Türk Devleti demeye, "dini devlet işlerinden ayırmaya"; Arap milliyetçiliğini esas almaya ve Müslümanlar arasındaki dostluğu İslâm akidesinden ayırıp yalnız Arap milliyetçiliğine göre ayarlamak için çalışmaya başladı. Bu cemiyet gizli neşriyatta bulunuyor, neşriyatında ve ifadelerinde Türkiye'yi itham ediyor, Cemiyeti yönetenler İslâmiyet'e karşı kin besliyorlardı. Halifeliği Araplardan gasbettiklerini, İslâm dinine tecavüzde bulunduklarını ve dini bozduklarını söylüyorlardı. Böylece ırkçılık ve milliyetçilik hareketleri yayılmaya başladı. İşte Avrupa devletlerinin "Beyrut merkezinden" elde ettikleri neticeler "ajanlar ve casuslar" yetiştirip fikirlerde ve ruhlarda tahrifat yapmaktı. "Fikrî tesiri" korkunç olmakla beraber "siyasî bakımdan" zayıftı.
-
Hilafet Nasil Yikildi.?
MİLLİYETÇİLİK YAYGARALARININ VE BAĞIMSIZLIK EĞİLİMLERİNİN UYANDIRILMASI Avrupa devletlerinin, özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya'nın İslâm Hilâfetini ortadan kaldırmak için giriştikleri gayretler böylece devam etti. Lâkin; Osmanlı Devleti’ni arkadan vurmak için tertipledikleri düzenli ordular, harpler ve muharebelerle yaptıkları teşebbüsler başarısız kaldı. Bunun sebebi, Halifenin kuvvetinden ziyade "devletler arası durum" ve "ganimetleri taksim etmede ki ihtilaftı." Fakat bu devletlerin Avrupa'da; Sırbistan, Macaristan, Bulgaristan ve Yunanistan'da vs. yerlerde giriştikleri hareketler "milliyetçilik" ve "istiklal" gibi unsurlar vasıtasıyla netice verdi. Bunun için Avrupa devletleri halifenin hükümranlığı ve İslâm bayrağı altında bulunan bütün memleketlerde bu metodu benimsediler. Yani "milliyetçilik duygularını" ve "istiklal" diye isimlendirilen "ayrılış" hareketlerini körüklediler. Hususi bir şekilde bu ruh (Türk'lere ve Arap'lara da) aşılandı. İngiliz ve Fransız elçilikleri İstanbul'da ve mühim İslâmi memleketlerde istiklal (bağımsızlık) duygularını, milliyetçiliği körüklemeye başladılar. Bağdat, Şam, Beyrut, Cidde, Kahire gibi yerlerde bu hareketler açıktan açığa icra ediliyordu. Bunun için başlıca iki merkez seçildi. Devleti merkezinde baltalamak için "İstanbul'a" bağlı vilayetlerde ve bilhassa Arapça konuşan Müslümanların bulunduğu memleketlerde başarısızlığa uğratmak için de "Beyrut'u" seçtiler.