Zıplanacak içerik

By_Demokrat

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

By_Demokrat tarafından postalanan herşey

  1. FURKAN GÜMÜŞ'ÜN BEYAZ SARAY'IN GİZLİ DİNİ ADLI KİTABIN YAZARI İSMAİL VURALLA YAPTIĞI SÖYLEŞİ DEN ALINMIŞTIR.. EVANJELİZM NEDİR? Evanjelizm, sözlük anlamı yönünden, Kutsal Kitap'a yönelmek, dönmek anlamını taşır. Evanjelizm terimi farklı protestan grupları tanımlamak için kullanılmaktadır. Kelimenin kaynağı Yunanca iyi haber veya genel olarak ‘asıl gerçek’ anlamına gelen evangelion’dan gelmektedir. Ayrıca Hz.İsa’nın gerçek öğretisi yerine de kullanılmaktadır. Reform hareketi esnasında Martin Luther kelimeyi kendi kurduğu Evanjelik Kilise hareketi için uyarlamıştır. Bugün hala Almanya’da Lutheryen Kiliseler için Evanjelik Kilise terimi kullanılmaktadır. İngilizce konuşulan dünyada, Kuzey Atlantik Anglo-Sakson dini geleneğini 18. ve 19. yüzyılda değiştiren ve farklılaştıran dini hareketler ve mezhepleri ifade etmek için kullanılmaktadır. Bugün için evanjelizm, Amerika'daki Hıristiyan toplumunun tutucu kanadını ifade etmektedir. *Kitabın alt başlığı da büyük bir iddia: Beyaz Saray’ın Gizli Dini. Günümüz Amerikan yönetiminin üzerindeki Siyonist anlayışı ve evanjeliklerin etkisi nedir? 1970’lerden bu yana Amerikan yönetimi içerisinde, siyasi açıdan ve yönetim açısından gittikçe büyüyen bir etkiye sahipler. Ne kadar etkili olduklarını bu süreçte başkanlık yapan insanların inançlarından sözlerinden örnekler vererek ortaya koyabiliriz. Dönemin Amerikan başkanı Jimmy Carter New Jersey’deki Elisabeth Sinagog’unda yaptığı konuşmada şöyle sesleniyordu: “Sizinle aynı Tanrı’ya saygı duyuyorum. Bizler (babtistler) sizinle aynı Kitab-ı Mukaddes’i inceliyoruz. İsrail’in ayakta kalması siyasete bağlı değildir. Bu ahlaki bir ödevdir.” Bir konuşmasından Reagan İsrail için şöyle diyordu: “Armagedon işaretlerini gördüğümüz tam şu sıralarda İsrail bel bağlayabileceğimiz tek sağlam demokrasidir.” Mesela şimdiki başkan Bush bir konuşmasında inandığı misyonu şöyle izah ediyor: "Adalet ile zulüm her zaman birbirleriyle savaş halindedir. Ve Allah bunlar arasında tarafsız değildir. Biz iyiyle kötü arasında bir savaştayız. Amerika, kötülüğü iyilikten ayırt edecek." Sağ kanat dini gruplar üzerinde uzman olan Somerville-Massachusetts Politik Araştırmalar Merkezi analisti Chip Berlet "Bush, militan Hıristiyan evanjeliklerin kıyametçi ve mesihçi düşüncesini fazlasıyla taşıyor. İyi ile Kötü arasındaki büyük mücadelenin varlığına ve bu mücadelenin büyük bir ‘son’ savaşla biteceğine dair dünya görüşüne inanıyor görünüyor. Böyle bir dünya görüşüne sahip insanlar Tanrı’nın buyruğunu taşıdıklarını düşündükleri için insanlığı tahmin edilemez ve korkunç risklerle karşı karşıya bırakabilirler." Ayrıca 1970’lerden bu yana İsrail’e yapılan ABD yardım miktarları incelenirse desteğin finanssal boyutunun ne denli arttığı da görülebilecektir. *Evanjelik meznebinin ne kadar bağlıları var? 11 Eylül 2001’de yaşanan ikiz kulelere uçak çarpması olayından sonar bu oranda artış gözlemlenmektedir. 2002 yılı Gallup araştırmasına göre kendisini evanjelik olarak tanımlayanların oranı %46’ya çıkmıştır. Amerika tarihinde ilk kez bu oran, Irak savaşı ve Başkan Bush’un ‘ilahi misyon’ söylemleri ile belki 2003 yılında %50’yi geçebilme ihtimaline sahiptir. *Evanjelikler için kendileri dışındaki “öteki” insanların durumu nedir, bakışları nasıldır? Örneğin Müslümanlara? Her dinde olduğu gibi inananlar ve inanmayanlar sınıflandırması elbette onlarda da var. Her inanmayan onlar için potansiyel düşman. Müslümanlara Armageddon savaşında kendi Deccallarının safında kendilerine karşı savaşacaklar düşüncesi ile pek sıcak yaklaştıklarını söyleyemeyiz. Ayrıca Siyonist literatürden oldukça etkilendikleri için kendilerini Tanrı’nın seçilmiş insanları görmek hissiyatı bu inanışa sahip insanlarda da mevcut. Zaten yüzyıllar önce ataları Amerika topraklarını fethederken ‘Kenan Halkı’ tanımlamasıyla bariz bir Kızılderili katliamı da yapmış bulunmaktalar. Maalesef evanjeliklerde de din eksenli bir şövenist anlayış mevcut. *Evanjeliklerin Yahudilere ve Siyonizme bağlılıkları nereden kaynaklanıyor? İnançlarından. Çünkü onların bakış açısı ‘kıyamet eksenli’ bir dünya görüşü. Her ilahi dinin inanç sistematiği içerisinde bir cennet kavramı mevcut ama mesela biz Müslümanlar kendimizi yaşamak ve yaşatmakla mükellef görürüz inancımız gereği. Ölüm arzusu bizim inanç sistematiğimiz içerisinde hoş durmaz. Kıyameti arzulayan bir inanmışlar kitlesinin (ki hayata bakışları bu perspektifle şekillenmekte) sağlıklı bir ruh hali içerisinde olduklarını söylemek doğru olmaz. Evanjeliklerin esasen siyonizme bir bağlılıkları yok. Sadece siyonizme ihtiyaçları var. Çünkü siyonizmin temelinde yatan hedefler onların istediği şekilde dünyayı kıyamete sürükleyecek. Bu nedenle siyonizmin destekçisi ve bağlısı görünüyorlar. Bakın Cumhuriyetçilerden Oklahoma senatörü James Inhofe İsrail-Filistin sorunu hakkında ne diyor: “Bu bir politik savaş değildir. Tanrı’nın sözünün doğru olup olmadığı üzerine bir mücadeledir." (David Corn, Washington editor of The Nation, AlterNet, April 19, 2002) İnançlarına göre kendilerine vaat edilmiş cennetlerine, dünya krallıklarına ulaşmak için kıyametin önündeki kilometre taşlarının döşenmesi gayreti yapmaya çalıştıkları. Ne kadar çabuk o kadar iyi anlayışlarına göre. Ortadoğu karışmadan, Armageddon savaşı olmadan istediklerine ulaşamayacaklar, çünkü inandıkları kehanetler böyle. Ve bu kehanetler de Yahudilerin vaat edilmiş topraklara kavuşması gerektiğini söylüyor, yani Nil’den Fırat’a uzanan Ortadoğu coğrafyasına… *Kitabınızda Bush’un seçim kazanmasının arkasında evanjelik yayıncılığın büyük etkisi olduğunu iddia ediyorsunuz. Evanjeliklerin medyadaki rolü ve etkisi gerçekten bu kadar güçlü mü? Meselenin bir diğer boyutu da fundamentalist inancın savaşa olan ihtiyacıdır. Savaşın ve gerginliğin olmadığı noktada cepheleşmenin ve radikalleşmenin önü büyük oranda tıkanacaktır. Havarisiz İsa konumuna düşmek istemeyen fundamentalist Hıristiyan liderler cemaatleri üzerindeki gerilimi muhafaza etmeye çalışmaktadırlar. Bush’un seçilmesi bir açıdan onlar için bulunmaz nimettir. Ve şimdi tekrar seçilmesi için ellerinden geleni yapacaklarından emin olabilirsiniz. Amerika, Avrupa’ya oranla daha dindar bir topluluktur. Amerika’da haftada bir kilise ayinlerine katılma oranı neredeyse %50’dir. Ayrıca her kilise kendi çevresinde cemaatini oluşturur. Bununla beraber Evanjelik cemaatler televizyonu çok etkin olarak kullanırlar. Kendi kanalları, televizyon programları, şovları mevcuttur. Amerikan toplumunda televizyon seyretme oranlarını göz önünde bulundurursak medya ve özellikle televizyon aracılığıyla yapılan propagandanın tesirini hayal edebiliriz. Ayrıca şunu da eklemeliyim ki, Irak savaşının Amerikan toplumunun üzerindeki bütün olumsuzluklarına rağmen (savaşta öldürülen askerler, Irak’taki işkence görüntüleri, Irak’a karşı açılan savaşın mesnetsiz olduğunun ortaya koyulan delillerin birer yalandan ibaret olduğunun ortaya çıkması, vs.) Amerikan kamuoyundaki Bush desteği yapılan araştırmalarda hiçbir zaman %45-50 civarlarının altına inmedi. Bence bu Evanjelik kamuoyunun da gücünü göstermekte. Bugün hala Bush’un seçimi kazanma ihtimalinden bahsedebiliyorsak arkasındaki en büyük neden budur. *Armageddon savaşı nedir? Evanjelikler, Kitab-ı Mukaddes'in bazı bölümlerini, İsrail'deki Megiddo Ovası'nda yapılacak olan son büyük savaşı önceden bildirdiği şeklinde yorumlamaktadırlar. Mezkur savaş Kitab-ı Mukaddes'te İbranice Armagedon diye geçmektedir. Armagedon 'Megiddo Tepesi' anlamına gelmektedir. Yani bu savaş bugünkü İsrail'deki Megiddo Ovası'nda gerçekleşecektir. Armagedon ancak ve ancak Yahudilerin bir millet olarak Vadedilmiş Topraklar’da ( Ki bu topraklar Fırat ve Dicle havzasını da kapsamaktadır) yeniden bir araya gelmelerinden sonra gerçekleşecektir. ‘Milenyalist’ olarak adlandırılan bu mitsel doktrin diğer bazı kiliseler tarafından da kabul edilmektedir. Milenyalist doktrine göre Kitab-ı Mukaddes'te bu savaşın iki binli yıllarda olacağına dair işaretler bulunmaktadır. Diğer yandan, Mesih bu savaşta gökyüzünden inecek ve Deccal'ı Armagedon’da öldürecektir. Bundan sonra krallığını kuracak ve yıllar süren bir barış dönemi başlayacaktır. Fundamentalist Hıristiyanların İsrail'e olan yakın ilgileri Mesih'in ikinci kez dünyaya gelişine yol açacak olan bu savaşı bir an önce yerine getirmek için aracı olacaklarına dair inançlarından kaynaklanmaktadır *Evanjelik misyonerliğin en çarpıcı örneği zannediyorum, işgal altındaki Irak’ta yaşanıyor şu an.. Şu anda Irak’ta ciddi bir misyonerlik faaliyeti mevcut. Evanjelizmin doğmasından bu yana incelediğimizde son dönemki kadar yoğun misyonerlik faaliyetinin önceden olduğunu söylemek zor. Bunu biraz da inançlarından kaynaklandığını söyleyebilirim. Çünkü İncil’in hükmü uyarınca kıyameti kolaylaştırmak için her milletten/kavimden müritlerinin olmasına çalışıyorlar bir bakıma… Kendi inançlarını paylaşan bir Ortadoğu toplumu da gelecek tasvirleri açısından oldukça kolaylaştırıcı aynı zamanda. Misyonerlik faaliyetlerini sırf Irak’ta yürütmüyorlar ki! Bugün bilhassa Adapazarı depremi sonrası ülkemizde cirit atan misyonerler, bugün Güney Amerika’da, mesela Brezilya’da kurulan misyonlar ki koyu Katoliktir Güney Amerika’nın çoğunluğu, yavaş yavaş emellerine ulaşmaktadır. Bizim coğrafyamız için bu aslında yeni de değildir. Osmanlı’nın son döneminde Ermeni ayaklanmalarını kışkırtan Anadolu’daki Protestan misyonları da bu inancı taşımaktaydılar. *Hıristiyan Siyonist Örgütlerden bahseder misiniz? Bu örgütler, inancı eyleme dönüştürmüş organizmalardır. En temel özellikleri İsrail’e açıktan maddi, manevi destek olmalarıdır. İsrail’in kehanetlerindeki yerini sıcak tutmak için bu ülkeye turistik turlar düzenlerler, bazıları topladıkları gelirler ile İsrail’e göç eden Yahudilerin finansmanını sağlarlar, Siyonist kongre tertip etmişlerdir, Süleyman Mabedi’nin inşası için plan proje hazırlatan var içlerinde, başta Amerika içerisinde olmak üzere İsrail lehine lobi çalışması yapan mevcut.. Mesela içlerinden bir tanesini örnek vereyim: Kudüs Uluslararası Hristiyan Büyükelçiliği (ICEJ). Bu örgütün düzenleyicilerinden olduğu I.Hıristiyan Siyonist Kongresi’nde (ki ne tesadüf ilk siyonist kongreden yaklaşık yüzyıl sonra aynı yerde yapılmıştır.) Alman Jan van der Hoeven, muhtemel Filistin-İsrail barışını savunan Yahudileri hedef alarak şöyle söylemiştir: “İsraillilerin ne istediği umurumuzda değil! Bizi Tanrının dediği ilgilendirir! Tanrı o toprakları Yahudilere verdi!” (Grace Halsell, Prophecy and Politics, s.133) "
  2. İsmail Vural Evanjelizm, Amerika'daki Hıristiyan toplumun fundamantalist kanadını temsil etmektedir. Yahudilere ve Siyonizm'e olan bağlılıkları ise Evanjelikleri diğer Hıristiyan topluluklardan ayıran en büyük özellikleridir... Evanjelikler, Eski Ahit'in; Yahudilerin 'Tanrı'nın Seçilmiş Halkı', Kutsal Topraklar'ın Yahudilerin malı olduğu, Yahudilerin Mesih'in gelişi ile birlikte bir dünya egemenliğine ulaşacakları gibi kehanetlerini tamamen kabul ederler. Bu konuda kendilerine düşen en büyük misyonun ise Yahudilerin egemenliğine destek olmak olduğunu düşünürler. 'Ortadoğu'da Amerika'nın Afganistan ve Irak ile başlattığı değişimin Evanjeliklerin amaçları ile bir bilgisi var mı? Amerika'nın Evanjelik Başkanı George W. Bush, 'ya bidensiniz ya da düşma' diyerek dünyayı karşısına alabilecek gücü fundamatalist inançlarından mı alıyor? Evanjelizm'in amacı ne, dünyayı kıyamete mi sürüklemek istiyor? Evanjelikler Amerikan yönetiminde ne kadar etkililer? Amerikan dış politikasının karanlık bir yüzü var mı? Bush kendisini Mesih mi zannediyor, yoksa yeni bir Hitler mi doğuyor? Hıristiyanlar neden Siyonist oldular? Yahudiler Filistin'den sonra Babil'i de mi istiyorlar? Kuzeyden gelecek ırk hangisi? Barış deccalın habercisi mi? Irak son mu, yoksa devamı var mı? Evanjelikler İslamiyet'e nasıl bakıyorlar? Herkesin mutlaka okumasını tavsiye ettiğim bir kitap...
  3. Hesabına nasıl geliyorsa...
  4. Eyvallah, beğenmene sevindim. Bende çok beğenerek okumuştum Taraf gazetesinden.
  5. Bizim Ateistlerimiz Dindardır Ate, yalnızca ?Ben Tanrı?ya inanmıyorum. Buyurun siz inanın ama benim onunla işim olmaz? der. Ateist ise, ?ben inanmıyorum, siz de inanmayacaksınız?. Ateistlere yalnız bizim ülkemiz ve benzer ülkelerde rastlanır. Batı?da ateist yok mudur? Vardır. Ama gene onlar da iyi-kötü düşünmüş sonuçta işin kolayına kaçmışlardır. Dostoyevski?nin bu paradoks tümcesini elbet çevirisinden okudum. Paradoksal yapısını bir yana bırakırsak, kimi teknik kusurlar var tümcede. İlkin Dostoyevski ?ateist? mi dedi yoksa ?ate? mi? Okuduğum çeviri Rusça?dandı. Rusça bilmediğimiz için de çevirmen karşısında elimiz kolumuz bağlı. Buna karşın yapmaya çalışacağım çözümlemenin sonunda bana katılacağınızı umarak onun ?ateist? değil de ?ate? demiş olacağını düşünüyorum. İkinci sorunlu sözcük ?dindar?. Dostoyevski acaba ?dindar? mı dedi yoksa ?inançlı? mı? Yine öyle sanıyorum ki ?inançlı? dedi. Çünkü bir defa bu tümce, Dostoyevski gibi birey yaşam biçimlerini son derece iyi gözlemlemiş bir romancı/düşünüre yakışmıyor. Dostoyevski şunu demiş olamaz: ?Bizim Tanrı düşmanlarımız kiliseye devam eder?. Çünkü dindarlık sadece dinî eylemleri işaret eder. Ateist de Tanrı?ya inanmayan değil, Tanrı alehtarıdır. ATELİK VE ATEİZM Her ne kadar felsefeciler arasında ateist, militan ateist ayrımı bulunsa da ?ist? takısının ideolojik çağrışımla malûl olması nedeniyle (hadi galat-ı meşhur diyelim) ben kısaca ate/ateist ayrımına gidiyorum. Bildiğiniz gibi ate, yalnızca ?Ben Tanrı?ya inanmıyorum. Buyurun siz inanın ama benim onunla işim olmaz? diyen kişi. Ateist ise, inançsızlığın yukarıda anıldığı gibi militanlığını yapan ?ben inanmıyorum, siz de inanmayacaksınız? diyen. Eğer böyleyse, biraz mahcubiyetle de olsa Dostoyevski?nin paradoksal gibi görünen tümcesini ben şöyle çevirirdim; eğer Rusça biliyor olsaydım: ?Bizim atelerimiz inançlıdır?. FELSEFİ TANRI MI MİSTİK TANRI MI Önce düşünsel bir sorunu çözüme kavuşturmak gerekiyor: ?Tanrı?yı yadsıma ve/veya ?Tanrı?ya inanç deyip durduğumuz bu Tanrı, felsefî bir Tanrı mı yoksa mistik bir Tanrı mı? Çok değilse de ikisi arasında en azından kendisine ulaşılıp ulaşılamama konusunda izlenecek güzergâh, metot, üslup açısından önemli ayrımlar var. Önce ateyi ele alalım. Düşünen insan arar (bulur veya bulamaz), ötekini peygamberler haber vermiştir. Gadamer, hocası Heiddegger için: ?Ömrü boyunca Tanrı?yı aradığı doğrudur ama bu tanrı kesinlikle mistik bir Tanrı değildi? diyor. Şimdi bütün bunlar doğruysa Heiddegger eğer aradığı Tanrı?yı bulduysa bütün anlamlarıyla felsefî bir Tanrı?ya inanmış olur, ateisttir, Eğer bulamadıysa yine felsefî anlamda tartışmasız atedir. O zaman düşünen adamın vardığı yer olumlu. Tanrı var dese de yok dese de sürekli arıyor, bundan ötürü de ateist olamıyor veya olmuyor. BİZİM GİBİ ÜLKELERDE ATEİST GÖRÜLÜR Ateiste gelince: Bu zatlara yalnız bizim ülkemiz veya mümasili ülkelerde rastlanır çoğunlukla. Batı?da ateist yok mudur? Var. Ama gene onlar da iyi-kötü düşünmüş sonuçta işin kolayına kaçmışlardır. Mesela Bernard Russell gibi. Bu tartışmada radikal bir tarzda taraf olmak makul görünmüyor. Ama şu kadarcık bir taraflılık büyük harfle yazılan ?Aklın? bir gereği gibi geliyor bana. Tartışmada taraf değilim ama şu Tanrı?yı yadsımak kolay değildir; bütün anlamlarıyla ateist olanların zihinsel tembelliği vardır. Bu kertede varoluşçuların şu aforizmasına yürekten katılıyorum: Tanrı?yı ispat imkânsız, inkâr ise hafifliktir. Fazla dağıtıp, ayrıntılarda boğulmadan konuya dönersek kaynağı düşünce olan atelik (Batı?dakiler gibi) ile yine kaynağı düşünce olan ateizm arasında kavga çıkmaz ayrıca ikisi de soyludur. Ateistse mistik Tanrılar?a inanan, o Tanrılar?ın gücünü hâlâ yitirmediği bizimki gibi ülkelerde boy verir ve nasıl ki kaynağı aynı olan inanırlığının hiçbir niteliği, erdemi yoksa aynen onun da yoktur. Atelikle Tanrı düşmanlığını birbirine karıştırmamak gerekir. ?Bizim Tanrı?ya inanmayanlarımız Tanrı?ya inanır?. Nasıl inanır? Onu yadsıayrak, mümin nasıl ona mürid toplarsa o da onun müridlerini koparmaya çalışarak. Nasıl inanır? Söverek. Ruslar gibi biz de Doğuluyuz ve mümkün değil düşünsel anlamda bizde soylu ate çıkmaz, duygusaldır; söver ve/veya sünnet olur, cenazesini imam (veya papaz) kaldırır. VAR OLMAYAN TANRI?YA SÖVÜLMEZ Var olmayan Tanrı (lütfen anlamaya çalışın) yadsınamaz. Var olmayan Tanrı?yla savaşım verilmez. Ama böyle bir tip varsa kimdir bu, nasıl türemiştir? Karamsarlık değil, kendi kadar düşünen kendi kadar yazan birinin sorumluluğu şunu söylemek: Ülkemizden hiçbir öğreti ve/veya ideoloji taraftarının sahicisi çıkmaz. Bu bahçe kireçli. Hakikaten mümin, hakikaten ate, hakikaten solcu, mümin, hatta (mesela İshak Alaton gibileri saymazsak) gerçek kapitalist çıkmaz. Ate diye ateist (Tanrı düşmanı), solcu diye kemalist ve/veya özgür seksçi mümin diye (Ali Kalkancı, Müslüm Gündüzler?in irabtan mahalleri yok) salt dünyalar, dünya iktidarları için cemaatler, partiler, yeşil sermaye odakları kuran biçareler, kapitalist adına karın tokluğuna işçi çalıştırmak için Allah?ın dinini istismar eden vahşi kapitalistler, Gazap Üzümleri?ni yazdıranlar çıkar. Bu bahiste sorun şu: Bunların hepsi faşist. Ortak paydaları bu. ORTAK PAYDALARI FAŞİST OLMALARI Felsefi tabanlarında din bulunmayan, hiçbir dinî referansı olmayan siyasi oluşumlardan, en muhafazakâr partiye kadar kendi içinde demokrat bir parti biliyor musunuz? Hepsi faşist. Gelelim İslamcı oluşumlara, partilere. Ayet şöyle: ?Size ne oluyor ki; ?Rabbimiz, bizi insanları hain olan bu kentten çıkar, tarafından bize bir koruyucu gönder? diyen mustazaf (ezilmiş) erkekler, kadınlar ve çocuklar için fi sebilillah (Allah yolunda) savaşmıyorsunuz.? ( Nisa 75 4/75) Demek ki İman Çağı?nda ?fisebillillah cıhad?ın içi doluydu ve kesinlikle yeryüzünde mazlumlar için savaştı. Ülkemizde birkaç İslamcı parti kapatıldı. Bunları anımsayın. İktidar da oldular. Ne diyorlardı: ?fisebilillah cıhad?, ?ila-i kelimetullah? (Allah sözcüğünün yücelmesi) için cihad. Bunların ve öteki bütün İslamcı yapılanmaların ne istediklerini anlamaya çalışırsanız, ayan-beyan şu çıkar ortaya: Namaz kılalım, her yerde takke, türban serbest olsun, genelevler kaldırılsın, içki içilmesin gibi ameller. Bunların hepsi ameldir ve islama göre bütün ameller ayrıntıdır (furuattır). Ahlak ve/veya iman asıl, ameller teferruattır. Amelleri küçümsediğim sakın anlaşılmasın. Mesela özgür bir ülkede isteyen başını rahatlıkla örtebilmelidir. Örneklersek mesela yukarki ayetle amel etmeyen, gündeminde mutlak manada adalet /zulüm kavramları bulunmayan birinin bütün amelleri boşa gitmiştir. Şimdi toplumda zalim aynı zalim, mazlum aynı mazlum kaldıktan sonra takkeli başbakan benim neyime
  6. By_Demokrat şurada bir başlık gönderdi: Politika Bilimi
    Kürt Sorunu'nun ne olduğunu merak eden, çözümünü öğrenmek ve bu sorun hakkında yeterince bilgi sahibi olmak isteyen arkadaşlarımız varsa bu yazıyı okuyabilirler.. ----------------------------------------------- KÜRT SORUNU Ülkemizin en temel sorunu olan Kürt sorununun, demokrasinin Türkiye’de tüm kurum ve kuralları ile köklü bir şekilde yerleşmesinin önünde engel olduğu, bu sorunun demokratik yollarla çözülmeyişinden ötürü sürdürülmekte olan savaş, ülke kaynaklarını tüketmekte olduğu gibi, ülkenin gelecekteki ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel gelişimini de ipotek altına almaktadır. Kürt sorunu, tarihsel, siyasal ve sosyal boyutları olan, Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilen bir sorundur. Tarihten günümüze uzanan dinamik bir süreci ifade eden bu sorunun demokratik çözümü için tarihsel arka planının irdelenmesi gerekmektedir. Kürtler tarihin en eski çağlarından beri ve M.Ö. 2000 yıllarındaki yazılı belgelere geçtiği gibi Yukarı Mezopotamya’nın (Zagros) en eski halklarından biridir. M.Ö. 2000.li yıllara ait ve Sümerler’den kalma bir yazıtta Kürtler’den söz edilmektedir. Van Gölü’nün güneyinde ve “Su” halkıyla komşu olan Karda veya Kardaka ülkesinden söz edilmektedir. Zagros’un en eski halklarından olan “Guti.lerin Kürtlerin ataları olduğu konusunda tarihçiler hemfikirdir. Guti-Hurri-Kassit-Mitanni-Ürartu ve Medler’in bugünkü Kürtlerin ataları olduğuna ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Prof. Egon Von Eickstedt’e göre; Zagros dağlarının orta ve kuzey bölgelerinde Guti ya da Ourtie adı verilen bir halk yaşıyordu. Bu halkın ülkesine de GUTİUM adı verilmiştir. Hem yaşadıkları bölge itibariyle hem de akrabalıkları gayet açık görülen GUTİ ve KARDUKLAR bugünkü Kürtler’in merkezi yerleşim bölgeleri üzerinde yaşıyorlardı. Kürtler ard arda ve kesintisiz krallıklar kurmuş, eski Guti- Hurriler’in, Gutiler’in ve Karduklar’ın soyundan gelmektedir. M.Ö. 401 senesinde askerlerle Zagros’a yürüyüp, yenildikten sonra perişan bir halde geri dönmüş olan eski Yunan’ın ünlü yazarlarından Ksenefon on binlerin geri çekilişini anlatırken Kürtlerin ataları olduğu kabul edilen Karduklar’ın saldırısına uğradıklarını anlatır. Doğu bilimcisi Minorsky’nin Kürt tarihçileri ve yazarları tarafından kabul edilen tez Medler’in Kürtler’in ataları olduğu şeklindedir. Kürt dilbilimcisi ve Latin Kürt Alfabesi’nin kurucusu Celalet Ali Bedirxan da Kürtler’in Medler’in soyundan geldiği ve Hint-Avrupa Dil Ailesi’nden olan Kürtçenin Med Dilinin devamı olduğu yolundaki tezi güçlü bulduğunu ifade ediyor. Günümüzde yapılan karşılaştırmalı dil araştırmaları sonucu olarak, Kürtçe’nin Hint-Avrupa Dil Ailesi’ne mensup olduğu bilimsel olarak kabul edilmiştir. Karduklar, memleketlerini kuşatan Ahemenid İmparatorluğu yönetimi altındaki dönemde özerk yapılarını korumuşlardır. Bununla birlikte ücretli olarak katıldıkları Keyhusrev ve Haleflerinin ordularına büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunlar Ahemenid İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra arka arkaya Makedonyalıların, Büyük İskender’in ölümünden sonra Suriye Selösileri’nin, Pastersacidleri’nin M.Q. 556 tarihinde İran’daki Sasaniler’in nüfuzu altına girdiler. Kürtler bir dereceye kadar yerel bir özerkliği koruyarak İran ordusunda ortaklaşa veya ücretli askerlik yapmış ve İran İmparatorluğu’nun yücelmesine ye büyümesine yardım etmişlerdir. Kürtler’in İranlılarla ortak hayatı M.S. 652 yılına yani İran İmparatorluğu’nun yıkılmasına kadar devam etmiştir. Kürtler’in Halife Ömer zamanında Müslümanlaştırma sürecine sokulduğu dönem daha iyi biliniyor. Müslüman Araplar tarafından istilaya uğrayan bölge 7. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar Araplar’ın boyunduruğu altına girdi. Ünlü Osmanlı Yazarı Şemseddin Sami “Kamus-ül Alem” adlı eserinde Abbasi Halifeliği’nin zayıf düşmesiyle Kürt Reislerinden bir çok adamlarda Musul, Diyarbekir ve Cezire yörelerinde birer kale ve memleket ele geçirip, bir çok küçük hükümetler kurmuşlarsa da, tüm bölgeyi yönetim altına alarak cinsiyet (soy, milliyet) esasına dayalı bir hükümet kurmamışlardı. Kürt Hadebani Aşireti’nin bir kolu olan Ravadiler’den Eyüb bin Sadi bin Reva’nın oğlu olan Selahaddin-i Eyyubi Mısır’da devlete nail olup, kendisi ve çocukları Şam, Halep, Hicaz ve Yemen’de hüküm sürdükleri ve evlatlarıyla, akrabalarının yönetimi altında birçok seçkin hükümetler kurulduğunu anlatır. Alparslan’ın Kürt beyleri yardımı ile 1071 Malazgirt zaferi Selçuklular’a Anadolu’nun kapısını açtı. 14. yüzyılda Moğol istilası Küçük Asya’da ve bütün Ortadoğu’da önemli bir soykırım ve yıkımlar yaparken, bu bölgede yaşayan Kürtler, coğrafyanın verdiği avantaj ve tarihsel deneyimleri ile Timurlenk’in ordularına karşı savaşarak kısmen daha az zarar görmüşlerdir. Bu bölgede hiç bir imparatorluğun tam egemenlik sağlayamaması, Kürtler’in bağımsız beylikler halinde yaşamalarını sağlamıştır. 16. yüzyılda Kürt Beylikleri, İranlılarla sürekli savaş halindeydiler. İran Şahı Kürtler’in oturdukları bölgeleri ilhak etmek için sürekli bir çaba içindeydi. 1514 Osmanlı İran Çaldıran Savaşı’ndan sonra Kürtler’in iki imparatorluk arasındaki düşmanlıktan yararlanarak varlıklarını geliştirdikleri görülüyor. Bu durumdan dolayı Kürtler bağımsız bir konuma geldiler. Kürtler’in tarihi ile ilgili ilk eser olan Şerefname, Bitlisli Şeref Han (Bitlis’i) tarafından bu dönemde yazıldı (l 596). Bitlisli Şeref Han’ın yazdığına göre , Kürt bölgesinde bir çok Kürt Beylikleri vardı. Kürt Aşiret Beyleri Çaldıran Savaşı’ndan sonra Yavuz Sultan Selim’in yanında yer aldılar ve Sultan Selim’in İran Şahı Şah İsmail karşısındaki zaferine önemli katkıda bulundular. Sünni Kürtler Sünni Osmanlı Padişahı’nı kendilerine yakın sayıyorlardı. Çaldıran Savaşı’ndan sonra Kürt Beyleri’nden İdris-i Bitlisi’nin çabalarıyla Osmanlı merkezi otoritesiyle Kürtler arasında yapılan antlaşma sonucu, Osmanlı Devleti Kürdistan’da 16 özerk Kürt Beyliği’nin varlığını kabul ediyordu. Kürt Beylikleri’nin bu özerk statüsü 19. Yüzyıl’ın ortalarına kadar devam ediyor. Kürt Beyliklerinden güçlü olanları para basıyorlar, Cuma günleri adlarına hutbe okunuyordu. Kürtler’in yaşadığı coğrafya yeraltı ve yerüstü zenginlikleri nedeniyle ilk çağlardan beri çeşitli istila ve ilhaklara uğramıştır. Bu nedenle Kürt halkı talan, yağma, sömürü, sürgün, soykırım ve asimilasyon gibi çeşitli mağduriyetlere maruz bırakılmıştır. Osmanlı ve İran imparatorlukları arasındaki mücadele ve bölge üzerindeki hak iddiaları sonucu 1639 Kasr-ı Şirin antlaşmasına kadar süre gelen savaşlarda Kürt halkı iki imparatorluğun baskısı altında varlığını sürdürmüştür. 1639’dan sonra Kürtler’in yaşadıkları coğrafya iki imparatorluk arasında kesin olarak bölüşülmüştür. Alevi Kürtler’in İranlılar, Sünni Kürtler’in de Osmanlılar tarafından kullanılması mezhep ayrılığı, aşiret yapısı, üretim ilişkileri ve coğrafik yapı Kürtler’in birliğini engellemiştir. Osmanlı imparatorluğu batıda toprak kaybettikçe ve sürekli savaşların finansmanı için asker ve para gereksinimi arttıkça, Kürt bölgelerine daha fazla yüklenmek durumunda kalıyordu.Bu durum vergi ve asker vermek istemeyen Kürt Beylerini yer yer isyanlara yöneltiyordu. Bu isyanlardan belli başlıları 1806’daki Abdurrahman Paşa’nın Süleymaniye Bölgesi’ndeki Baban Ayaklanması, 1833-1836 Mir Muhammed Ayaklanması, 1840 Bedirhan Bey Ayaklanması, 1855 Yezdan Şer Ayaklanması, 1877 Bedirhan Osman Paşa ve Kardeşi Hüseyin Kenan Paşa Ayaklanması, 1880 Şeyh Ubeydullah Ayaklanmasıdır. 20. yüzyılın başlarından itibaren de imparatorluk sınırları içinde çeşitli Kürt faaliyetlerinin başladığı görülüyor. Bunlar; Mikdat Bedirhan Bey’in Kürdistan Gazetesi (1898). Ali Bedirhan Bey, Şerif Paşa ve Şeyh Abdulkadir’in .Teali ve Terakki-i Kürdistan Gazetesi”, “Kürt Teali Cemiyeti”, “Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti” ve onun İstanbul’da, kurduğu Kürt Okulu (1908), “Hetavve Kurd”, “Jin” dergileri ve çeşitli şehirlerde kurulan “Kürt Kulüpleredir. İki imparatorlukla zaman zaman süre gelen anlaşmazlık ve çatışmalara rağmen Kürt Beylikleri ile iki imparatorluk arasında Kürt Beylikleri’ne tanınan kısmi özerklik veya imtiyazlarla bu statü 1. Emperyalist paylaşım savaşının sonuna kadar devam etmiştir. Savaşa katılan Osmanlı İmparatorluğu’nun Müttefikleri ile birlikte kesin yenilgisinden sonra toprakları emperyalist ülkeler tarafından işgal edilir. Mustafa Kemal Anadolu’ya çıkmadan önce emperyalist devletlerin işgalleri ile birlikte Antep, Maraş ve Urfa’da işgal güçlerine karşı çete savaşları ve direniş başlamıştır. Irak Kürdistanı’ndaki Kürtler’in lideri Şeyh Mahmut Berzenci, bağımsızlık amacıyla İngilizlere karşı savaşıyordu. İngilizler tarafından iki kez Hindistan’a sürgün edildi. Mustafa Kemal milli mücadele döneminde Kürt ileri gelenleriyle girdiği dayanışma sonucu olarak Ruslarla ilk anlaşma olan Gümrü Anlaşması imzalanıyor. Amasya Tamiminde, Kürtlerle ilgili protokolün l. maddesinde “Kürtlerin ulusal ve sosyal haklarının takınacağı…” şeklinde bir ifadeye yer veriliyordu. Mustafa Kemal Nutuk’ta şunları söylüyor; Sevr’de: Fırat’ın doğusunda ve Ermenistan, Irak ve Suriye arasında ve kalan bölge için itilaf devletleri temsilcilerinden kurulacak bir komisyon özerk bir yönetim şekli hazırlayacaktır. Antlaşmanın imzalanmasından l yıl sonra bu bölgenin Kürt halkı, Milletler cemiyeti meclisine başvurarak Kürtler’in çoğunluğunun Türkiye’den ayrı bağımsız bir devlet kurmak istediklerini ispat ederlerse ve Meclis de bunu kabul ederse, Türkiye bu bölgedeki her türlü haklarından vazgeçecektir. Mart 1921 teklifinde; itilaf Devletleri, şimdiki durumu göz önünde tutarak bu konuda Sevr taslağında değisiklik yapılmasını dikkate alma eğilimindedir. Şu şartla ki, özerk yönetilen bölgelerde Kürt ve Asuri-Keldani çıkarlarının yeterince korunması için tarafınızdan kolaylıklar gösterilsin. Mart 1922 teklifinde; bu durum söz konusu edilmemiştir. Lozan’da; elbette söz konusu ettirilmemiştir. İsmet İnönü ise “Hatıralar” da, Kürtler’in Milli Mücadelede canla başla beraberlik gösterdiklerini ve Lozan görüşmeleri yapılırken de vatansever olarak Türklerle beraber olduklarını anlatır. Daha sonra Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması ile bugünkü Suriye sınırı belirlenirken, Kürtler’in yaşadığı bölgenin bir kısmı Fransızlar’a akabinde Lozan Antlaşmasıyla Kerkük ve Musul gibi petrolce zengin Kürt illeri İngiliz yönetimine geçmiştir. Bu paylaşım neticesinde Kürtler’in özgürlük mücadeleleri Musul Petrolleri karşılığı İngilizler’le birlikte yıllarca süren mücadelelere rağmen kanla bastırılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra giderek Kürtler’in varlığı ret ve inkar edilmeye ve asimilasyon politikası yürütülmeye başlandı. Kürtler yeni bir sürece tabi tutuldu.Kürtler kimi zaman bu politikalara sert tepki gösterdi. Başta verilen sözlerden vazgeçilerek uygulanan bu politikalar karşısında 1925’de Şeyh Sait isyanı başlamıştır. Şeyh Sait isyanın bastırılmasından sonra Takrir-i Sükun Kanunu ve Şark Islahat Planı çıkarılarak yürürlüğe konuyor. Kürt dili yasaklanıyor, Kürtler’in Türk olduğu savı ortaya atılıyor, Kürtler topraklarından zorla çıkartılarak Anadolu’nun değişik yerlerine sürülüyor. Devletin bu politikalar karşısında 1925-1938 yılları arasında başlıcaları Ağrı ve Dersim isyanı olmak üzere 20 civarında isyan yaşandı. 74 yıllık Cumhuriyet Dönemi’nde bölgede ret, inkar, sürgün ve asimilasyon gibi uygulamaları hayata geçirmek için örf-i idare, Umumi Müfettişlik, Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal uygulamaları yürürlüğe konulmuştur. Türkiye’de 1950’lerden 1970’lere kadar Kürt ve Türk aydınlarının Kürt sorununun çözümüne yönelik çabaları çeşitli baskılarla karşılaşmış, on yıllar süren hapis cezaları, siyasi partilerin kapatılması gibi anti-demokratik yöntemlerle bastırılmıştır. Doğu mitingleri ve sonrasında Kürt sorununun çözümüyle ilgili aldığı kararlar sonucu Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılmıştır. Günümüze kadar da bu politikalar sürdürülmüştür. 12 Eylül rejimi ve politikaları ile toplumsal dinamikler bastırılmış, cezalandırılmış, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün baskı altına alınması süreklilik kazanmıştır. Kürt sorununun çözümünde askeri yöntemlere dayalı, militarist anlayış tümüyle ortama egemen olmuştur. Kürtlerin demokratik talepleri şiddet politikaları ile bastırılmaya çalışılmaktadır. “Genel Kurmay, Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı ve Daire Başkanları’nın bir bölümüne verilen brifing’de Türkiye’nin bir iç savaş halinde bulunduğu vurgulanarak “Türkiye tarihten gelen bir doğu sorununa teslim olmuştur. Askeri yapının iç savaş durumuna uygun hale getirilmesi gerekir” denildi. Milliyet 10 Aralık l997. 1920-1940 yılların arasında Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemeleri, Şark Islahat Planı ve Tunceli Kanunu çıkarılarak Kürtler batıda çoğunluk oluşturmayacak şekilde iskana tabi tutulmuştur, l940 ile l980 yılları arasında yaşanılan göçlerin geneli ekonomik ve sosyal sebeplere, l980 sonrası göçler ise siyasi ve toplumsal nedenlere dayanmaktadır. Siyasal iktidarlar imzaladığı uluslararası sözleşmelere ve evrensel hukuk ilkelerine bağlı kalmadığı gibi, Kürt sorunu konusunda düşüncelerini açıklayanlara cezai yaptırımlar uygulayarak susturmaya çalışmaktadır. Bu baskıcı anlayış sonucu 10 yılı aşkındır süren bu düşük yoğunluklu savaşta 30 bini aşkın insan hayatını kaybetti. İnsanlar evlerinden, yerlerinden edildi, köyler boşaltıldı, yakıldı, ormanlar güvenlik bahanesiyle ateşe verildi, yerleşim yerleri bombalandı. Savaş nedeniyle geniş alanlara döşenen mayınlar, halkın can ve mal güvenliğine zarar vermektedir. 3000’in üzerinde köy boşaltılırken 3 milyondan fazla insan yerlerinden yurtlarından uygulanan baskılar nedeniyle ayrılmak zorunda bırakıldı. Üretimden kopan bu insanlar ekonomik sıkıntılarla baş başa açlık, sefalet içinde, çöplüklerden ekmek toplayacak kadar insanlık dışı uygulamalara maruz bırakıldılar. Bölgede sürdürülen savaş, yüzlerce savaş zengini doğurmuştur. Yatırımların düştüğü işsizliğin arttığı ve ekonomik gelişmenin başlangıcında olan bir ülke için gizlenen ve denetlenemeyen konular dışında yılda 16 milyar dolara varan askeri harcamalar, ekonomik açıdan tüm toplumun yaşam standardının düşmesine neden olmasının ötesinde, toplumun geleceği üzerinde olumsuz etkileri olan bir sürecin varlığına yol açmıştır. Feodal yapı, işsizlik ve uygulanan baskıcı yöntem koruculuk sistemini geliştirmiş, koruculara ücret ödenerek ekonomik kaynaklar kayba uğratılmış ve Kürtler birbirine düşürülerek Kürdü Kürde kırdırma politikası hayata geçirilmiştir. Bölgede 1996 verilerine göre 62.034 köy korucusu, l4.872 gönüllü köy korucusu görev yapmakta ve bunlara her ay 170 milyar maaş ödenmekte. Günümüzde artan korucuları ve son zamanlarda Karadeniz bölgesindeki uygulamalarda katarsak durumun vahameti ortaya çıkmaktadır. 1985-1996 yılları arasında 23.222 korucu görevden atılmış, 296 korucuya adam öldürmekten dava açılmış, diğer yandan aynı korucuların adam, kadın, kız kaçırma, uyuşturucu ve silah kaçakçılığına karıştıkları belirlenmiştir. Olağanüstü hal uygulanan illerde dört yüz bine yakın güvenlik görevlisi bulunmakta. Bölgede artan belirsizlik ve şiddet beraberinde bu güvenlik birimlerinin bazılarının belirsizlikten yararlanarak ekonomik kazanç sağladıkları son çıkan çete olayları ile tespit edilmiştir. Örneğin; Yüksekova’da uyuşturucu pazarını resmi araç kullanarak sürdüren güvenlik birimleri ortaya çıkarılmıştır. Milli Güvenlik Kurulu’nun 16 Aralık 1996’daki raporuna göre Kürt nüfusunun toplam nüfusa oranı 2010 yılında toplam nüfusun %40’na, 2025’de %50’nin üzerine çıkma eğilimindedir. Kürt nüfusun azaltılması, doğum kontrol yöntemlerinin anlatılması gibi önlemler düşünülmüştür. Bölgedeki imamların %90’ı gardiyanların %80’i öğretmenlerin %43’ünün bölge halkından olduğu söylenerek, bölge halkından personel istihdamının makul seviyelere indirilmesi istenmiştir. Demokratik kuruluşlar, parti ve sendikalar, gazeteler, kültür merkezleri üzerinde baskılar uygulanarak sindirilmeye, sorunun çözümsüzlüğe itilmesine, baskı politikalarıyla süreklilik kazandırılmıştır. Bu süreçler devam ederken yakılan yıkılan yerlerdeki çevre tahribatları tarihi, sosyal, kültürel değerler, gelenek görenekler bir bir yok edilmiştir. Koruculuğu kabul etmeyen köyler yakılmıştır. Geçim kaynakları hayvancılık ve tarım olan insanların geçim kaynakları yok edilmiştir. Türkiye genelinde yaşanılan, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar ve gözaltında kayıplar bölgede yoğun olarak yaşanmaktadır. Bölgede yaşanan sorunlara ilişkin düşüncelerini açıklayan başta milletvekilleri olmak üzere gazeteciler, bilim adamları, aydınlar ile binlerce insan yüzlerce yıla varan sürelerle cezaevlerine tıkılmaktadır. Yaşanılan savaş bahane edilerek insanlar siyasal, sosyal ve kültürel haklarından mahrum edilmektedirler. Bölgenin doğal kaynakları yıllardır bölge dışına taşınmaktadır. Bu durumda bu kaynaklardan oluşan katma değerden bölge halkı yararlanamamaktadır. Türkiye’yi de bağlayan uluslararası hukuk ilkelerine anlaşma ve sözleşmelere uygun olarak, eşitlik temelinde çok yönlü politik, yönetsel ve kültürel bir demokratik yapılanma oluşturmak zorunlu hale gelmiştir. Kürt sorunu Türkiye’nin iç sorunu olmaktan çıkmış, bölgesel çatışmalarda gündeme getiren uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Sorun demokraside, çok seslilikte, ülke mozaiğini kabullenmede, herkese eşit adil haklar sağlanarak, düşünceyi ifade etme ve örgütlenmenin özgür olduğu ortamda çözülür. Şiddetin temel olduğu, pompalandığı bir kültür televizyon ekranlarından yayınlanarak öldürme ve şiddet empoze edilmeye çalışılıyor. Ancak halkın büyük çoğunluğu savaşa karşı ve barış istiyor. Barışın kendisi temel bir İnsan hakkı olduğu kadar dillendirilebilmesi ve savunulabilmesi için de öteki temel hak ve özgürlükleri gerekli kılmaktadır. Barış ancak demokrasi, özgürlük ve insan haklarının olduğu bir ortamda yaşama geçirilebilir. Kürt sorunu emperyalist ülkelerle ve bölgede anti-demokratik devletlerin çıkarları ve kirli emelleri doğrultusunda değil, başta Kürt halkının iradesi olmak üzere bölge halklarının Demokrasi ve Özgürlük taleplerine uygun, demokratik, adil, eşitlik temelinde barışçıl yöntemlerle çözülmelidir. Demokratik Çözüm Önerileri; 1) Türkiye’de tüm toplumu büyük çapta sıkıntılara sokan savaşa son verilmelidir. 2) Kürt kimliği tanınmalı ve anayasal güvence altına alınmalıdır. Kürt dili ve kültürü üzerinde her türlü kısıtlayıcı politikalardan vazgeçilmeli, Kürt dili ve kültürü korunmalı, gelişmesi için olanak tanınmalıdır. Türkler’in ve Kürtler’in bir arada kardeşçe ve eşitlik içinde yaşayabilecekleri demokratik bir düzen zaman kaybedilmeden kurulmalıdır. 3) Zorunlu göç nedeni ile köyünü ve yöresini terk etmek zorunda bırakılan insanların tüm maddi kayıpları tazmin edilmeli ve bunların can ve mal güvenliği sağlanarak özgürce yerlerine geri dönüşleri sağlanmalıdır. 4) Kürt sorunun tartışılmasını engelleyen, düşünceyi ifade etme ve örgütlenme özgürlüğü önünde engel olan tüm yasalar kaldırılmalıdır. 5) Demokrasinin yerleşmesi için Türkiye’nin de taraf olduğu Uluslararası Sözleşmeler iç hukuka yerleştirilmelidir. Başta Anayasa olmak üzere anti- demokratik tüm yasalar gözden geçirilip, demokratik hukuk devleti normlarına uygun hale getirilmelidir. 6) Olağanüstü Hal, Koruculuk Sistemi, İller Yasası ve Merkezi Kriz Yönetmeliği kaldırılmalıdır. 7) Ülkede kalıcı barışın sağlanması için tüm siyasi tutuklulara ayrımsız genel af çıkarılmalıdır. 8) Savaş ortamında gelişen çeteler,ortaya çıkarılmalı faili meçhuller aydınlatılmalı ve tüm failleri yargılanmalıdır. TMMOB - Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği…
  7. Kürdistan diye bir devlet kurulmayacak.. Fakat Devlet Kürtlerin üzerinden baskıyı kaldırmadığı sürece Kötü sonuçlar ortaya çıkacaktır..
  8. İşkencede öldürülen Engin Çeber’in arkadaşlarının 97 polisle yüzleşmesi karakoldaki dehşetin ayrıntısını ortaya çıkardı. Aysu Baykal yüzleştiği kadın polisin İstinye Karakolu’nda taciz edip “*********” dediğini anlattı Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma kapsamında Metris Cezaevi’nde işkenceden ölen Engin Çeber ve onunla birlikte gözaltına alınan arkadaşlarının Sarıyer ve İstinye’deki polis merkezlerinde uğradıkları işkence ve tacizin ayrıntıları ortaya çıkmaya başladı. Önceki gün 97 polis ile yüzleştirilen Cihan Gün, Aysu Bakkal ve Özgür Karakaya, tek tek teşhis ettikleri polislerin kendilerine uyguladığı kötü muamele, taciz ve işkenceyi ayrıntılarıyla anlattığı öğrenildi. Aysu Bakkal’ın, gözaltına alındıktan sonra götürüldüğü İstinye Karakolu’nda görevli kadın polis memuru A.U’nun defalarca arama bahanesiyle cinsel organına dokunarak kendisini taciz ettiğini, “***********, o zaman maaşımı hak ederim“ diyerek psikolojik şiddet uyguladığı yönünde ifade verdiği kaydedildi. LİNÇ TEHDİDİ • Sarıyer Derbent mahallesinde Yürüyüş dergisi satarken polis tarafından gözaltına alınan Engin Çeber, Cihan Gül, Özgür Karakaya ve Aysu Baykal’ın tutuklanana kadar poliste her aşamada dövüldükleri, hakarete ve cinsel tacize uğradıkları önceki gün yapılan teşhiste ortaya çıktı. Alınan bilgiye göre yapılan teşhiste Çeber’in arkadaşları kendilerine en çok M.P isimli polisin dayak attığını belirtmiş. Kendilerine işkence yapan biri kadın 17 polisi teşhis eden Gül, Karakaya ve Baykal polislerden M.K’nin İstinye Devlet Hastanesi’ndeki muayene sırasında “Sizi halka terörist diye lanse edip linç ettiririm” diyerek tehdit ettiğini belirtmiş. Her üç arkadaş, gözaltına alınma anından itibaren yaşadıklarını ayrıntılarıyla anlatmış. DAYAK, HAKARET, TACİZ • Sarıyer’de gözaltına alınan sanıklar ilk dayağı burada polis aracına bindirilirken yedi. Araçta kelepçelendikten sonra tahta joplarla kafalarına vuruldu. İstinye Karakolu’nda polislerin dayağı ve hakaretleri devam etti. Aysu Baykal’ın teşhisine göre E.C isimli polis dayakla yetinmeyip Engin Ceber’in kafasının arkasını karakolda bulunan çelik dolaplara defalarca vurdu. Kadın polis A.U tarafından üst araması yapılan Baykal, polis tarafından ağır hakarete uğradığı gibi cinsel tacize de uğradı. Kadın polis defalarca Baykal’ın apış arasına baktı. Bu arada Cihan Gün de nezarete atılırken kendisine cinsel tacizde bulunan polisi teşhis etti. Gün’ün Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı’ndaki teşhisteki iddiasına göre üst aramasını yapan H.İ.U ceplerini aradıktan sonra poposunu sıkmaya başladı. Bu eyleme bir süre devam eden polis memuru H.İ.U hakaret ve küfür edip Gün’ü nezarete attı. Cinsel taciz ve dayak karakolda bitmedi.Yine tekme tokat ve hakaretlerle nezaretten alınan sanıklar Sarıyer Asayiş büroya parmak izi alınması için getirildiler. ***** MISIN? EVET AMA KORKMA • Asayiş büroda da dayak yiyen sanıklardan Aysu Baykal’ a İ.C.K isimli polis 20-25 dakika süreyle tacizde bulundu. Kendisine tacizde bulunan polisi savcılıkta teşhis eden Baykal, “Parmak izi alınma işlemi sırasında İ.C.K isimli polis kol, baş,boyun ve sırt bölgemi 20-25 dakika süreyle okşadı. Dayanamayıp kafamı çevirdim. Kendisine sen ***** mısın dedim. Bana ‘evet ama abartılacak bir şey yok’ diyerek cevap verdi” diyerek polisi teşhis etti. 17 POLİS TEŞHİS EDİLDİ • Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı’nda önceki gün yapılan teşhiste polislerden M.K, M.Y, O.C, A.B, S.K, A.S.E, M.K, İ.C.K, M.P, H.E.G, O.K, H.T, S.T, Ü.R.A, L.B, T.A, Ö.D, ve A.U teşhis edildi. Taraf/TUNCER KÖSEOĞLU - Istanbul - 26.10.2008 [/b]
  9. By_Demokrat şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    Jandarma Genel Komutanlığı hükümetin Ulusal Program taslağında yer alan sivilleşme taahhüdünden rahatsız olduğu gibi, verilen sözü ?artniyetli? buldu. Jandarma Genel Komutanlığı, Korgeneral Mustafa Bıyık imzasıyla, 26 eylülde İçişleri Bakanlığı?na bir yazı gönderdi: Ulusal Program taslağına iç güvenlik hizmetlerinin sivil iradenin denetimine gireceğini yazmışsınız, basından öğrendik; size böyle bir şey önermemiştik. Gizli yazıda ulusal programların AB Katılım Ortaklığı belgelerindeki talepleri karşılamayı öngördüğü, bu yılki belgede iç güvenlikle ilgili talebin bulunmadığı belirtilip artniyet aranıyor: Durum buyken taslak ulusal programa eklenen söz konusu ifade dikkat çekicidir. Yazıya muhtıra niteliği veren ifade ise sona saklanmış. Jandarma Genel Komutanlığı?nın yazısı ?İç güvenlik hizmetinin yürütülmesi için 2803 sayılı Jandarma Teşkilat Kanunu yeterlidir. Sivilleşmeye ilişkin ifadenin programdan çıkartılması uygun olacaktır? diye bitiyor Avrupa Birliği?ne (AB) üyelik sürecinde Türkiye?nin yol haritasını gösteren üçüncü Ulusal Program Taslağı, Jandarma?nın direnişiyle karşılaştı. Jandarma Genel Komutanlığı, ilk kez bir Ulusal Program?a giren ve ?sivil-asker ilişkileri?ni yeniden düzenleyen bölümlerin taslaktan çıkarılmasını istedi. Jandarmanın karşı çıktığı taslaktaki düzenleme iç güvenlikte kışlanın yetkilerine sınırlama getirip, Jandarmayı bir sivil idare olan İçişleri Bakanlığı?nın denetimine tabii tuttuğu şeklinde yorumlanıyor. BAKANLIĞA GİZLİ YAZI ? Jandarma Genel Komutanlığı adına Korgeneral Mustafa Bıyık tarafından 26 Eylül 2008?de İçişleri Bakanlığı?na gönderilen ?gizli? ibareli dört maddelik yazıda, iç güvenlikle ilgili bölümlerin taslaktan çıkarılması talep edildi. Son derece buyurgan bir dil kullanılan dört maddelik yazıda şöyle dendi: GÖRÜŞÜMÜZÜ GÖNDERDİK ? ?AB Genel Sekreterliği?nin ?AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin 2008 Yılı Ulusal Program? hazırlık çalışmaları kapsamında hazırlanan Taslak Ulusal Programın ?Siyasi Kriterler? bölümüne ilişkin J. Gn. K.lığı görüşleri, ilgili (a) gereği ilgi ( ile gönderilmiştir.? İŞTE BUNDAN RAHATSIZLAR ? ?Ancak görüş verilen söz konusu taslakta bulunmamasına rağmen, halen basına da yansıyan Taslak Ulusal Programın ?Siyasi Kriterler? bölümünde: ?İç güvenlik hizmeti, sivil iradenin belirleyeceği politikalar doğrultusunda ve yine onun denetim ve gözetiminde; ?hukukun üstünlüğü? ve ?hürriyetleri? çerçevesinde, kolluk kuvvetlerinin profesyonel ve uzmanlaşmış birimleri tarafından yerine getirilecektir. Bu kapsamda, iç güvenlik yönetiminin koordinasyonunu ve sivil iradenin iç güvenlikle ilgili görev, yetki ve sorumluluklarını etkin olarak yerine getirmesini güçleştiren mevzuat hükümleri ve uygulamaları değiştirilecektir? ifadesinin yer aldığı öğrenilmiştir.? KATILIM ORTAKLIĞI?NDA YOKMUŞ ? ?Ülkenin önemli bir kesiminde, 169 yıldan bu yana iç güvenlik hizmeti veren J. Gn. K.lığı?nın görüşü alınmadan ve koordine edilmeden Taslak Ulusal Programa dâhil edilen söz konusu ifade oldukça muğlak ve ucu açıktır. Ayrıca, Ulusal Programların AB tarafından hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgelerinde yer alan talepleri karşılamak maksadıyla hazırlandığı bilinmektedir. 2008 yılı Katılım Ortaklığı Belgesi?nde iç güvenlik hizmetine ilişkin herhangi bir husus bulunmamasına rağmen, Taslak Ulusal Programa dahil edilen söz konusu ifade dikkat çekici bulunmaktadır.? O BÖLÜMLER ÇIKSIN ? ?İç güvenlik hizmetinin yürütülmesi için, 2803 sayılı ?Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Kanunu?nun mevcut hükümlerinin yeterli olduğu kıymetlendirilmektedir. Bu kapsamda Türkiye?nin AB?ye uyum sürecindeki öncelikleri dikkate alındığında, söz konusu ifadenin Taslak Ulusal Program?dan çıkarılmasının uygun olacağının değerlendirildiğini arz ederim.? HÜKÜMETİN TAVRI NE OLACAK ? Jandarmadan gelen bu çıkış karşısında hükümetin nasıl bir adım atacağı merakla bekleniyor. Ulusal Program Taslağı?nın Meclis?e gelmesiyle birlikte Jandarma?nın çıkarılmasını istediği bölümlerle ilgili gelişmeler netleşecek. ASKERİN ?ÇIKSIN? DEDİĞİ BÖLÜM ? Jandarma Genel Komutanlığı?nın Ulusal Program Taslağı?ndan çıkarılmasını istediği düzenlemeler, ?Siyasi Kriterler? bölümünde ?Sivil-Asker İlişkileri? başlığıyla yer alıyor. Taslakta şöyle deniyor: ?İç güvenlik hizmeti, sivil iradenin belirleyeceği politikalar doğrultusunda ve yine onun denetim ve gözetiminde; ?hukukun üstünlüğü? ve ?insan hak ve hürriyetleri? çerçevesinde, kolluk kuvvetlerinin profesyonel ve uzmanlaşmış birimleri tarafından yerine getirilecektir. Bu kapsamda, iç güvenlik yönetiminin koordinasyonunu ve sivil idarenin iç güvenlikle ilgili görev, yetki ve sorumluluklarını etkin olarak yerine getirmesini güçleştiren mevzuat hükümleri ve uygulamaları değiştirilecektir.? JANDARMA NİYE KARŞI ÇIKIYOR ? Silahlı Kuvvetlerle ilgili görevleri eğitim ve öğrenim bakımından Genelkurmay Başkanlığı?na, emniyet ve asayiş işleriyle diğer görev ve hizmetlerin yerine getirmesi konusunda İçişleri Bakanlığı?na bağlı olan Jandarma Genel Komutanlığı?nın sorumluluk alanı Türkiye yüzölçümünün yüzde 92?sini kapsıyor. Ulusal Program Taslağı?ndaki düzenleme ile birlikte Jandarma bütün yönleriyle İçişleri Bakanlığı?na karşı sorumlu olacak. UP MECLİS?İ BEKLİYOR ? Hükümet tarafından ağustosta son şekli verilen Ulusal Program Taslağı, 400 sayfadan oluşuyor. İşkencenin önlenmesi, ifade özgürlüğü ve sendikal haklar konusunda ileri adımların atıldığı taslağa ilk kez sivil-asker ilişkileri de girdi. Hayat bulması büyük ölçüde Anayasa değişikliğine bağlı olan Ulusal Program için Meclis?te grubu bulunan partilerden randevu isteyen Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan?a sadece DTP Genel Başkanı Ahmet Türk randevu verdi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal randevu verme gereği duymazken, MHP lideri Devlet Bahçeli, ?Babacan gelmesin, taslağı göndersin? yanıtı gönderdi. 18 Ağustos 2008?de toplanan Bakanlar Kurulu toplantısının ardından açıklamalarda bulunan Cemil Çiçek, Anayasa ile birlikte 131 yasanın da değiştirilmesini içeren Ulusal Program?ın ekimde Meclis?in açılmasıyla birlikte Genel Kurul?a getirileceğini söylemişti. Taraf - Istanbul - 26.10.2008
  10. Herkese merhabalar. Sitede beraber iyi vakit geçirmek dileğiyle. Saygı ve Sevgiyle..

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.