-
İslamda kölelik ve cariyelik
1.Tecridi sarih kaynağını gösterdiğin nakil peygamber efendimize atılmış en kötü bir iftiradır. Uydurma hadislerden biridir. Sen ki uzun yıllar islam eğitimi aldığını söylüyorsun, uydurma hadisleri bu dinin peygamberine nasıl isnad edebiliyorsun. Zinayı en büyük günahlardan biri olarak ilan eden din esir kadınlara tecavüzü mü serbest bırakacak? İmdi şunlara da bir bak: Şu da kıyamet alametlerinden: Kıldan (keçe) ayakkabı giyen bir toplumla vuruşup öldüreşeceksiniz. Geniş yüzlü, yüzleri kalkan gibi, üst üste derili toplulukla vuruşmanız-öldürüşmeniz kıyamet alametlerindendir. Siz (müslümanlar), küçük gözlü, kızıl yüzlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmiş olan Türklerle öldürüşmedikçe kıyamet kopmaz."( Bkz. e's-Sahih, kitabu'l-Cihad/95; Müslüm, e's-Sahih, Kitabu'l-Fiten/66, hadis no: 2912; İbn Mace, h.no: 4097-4098). Peygamber, Benû Mustalık üzerine gece baskını yaptı. Onlar ansızın yakalanmışlardı. Hayvanları da su başında sulanıyordu. Peygamber, savaşabilir durumda olanlarını öldürttü; çocuklarını da tutsak olarak aldı. O sırada Cüveyriye'yi kendine seçti." (Bkz. Kita- bu'l-Itk/13; Tecrid, hadis no: 1117 Müslim, Kitabu'l-Cihâd/1, hadis no: 1730; Ebu Dâvûd, Sünen,Kitabu'l-Cihâd 100, hadis no: 2633.) Muhammed, o insanları teslim aldıktan sonra bir yerde toplayıp kendilerine, ?Ey domuz ve maymun kardeşleri! Yediniz mi! İşte haliniz; görün bakalım? diyerek hakaret ediyor. Onlar da buna karşı, ?Ey Muhammed, biz senden bunu beklemezdik, neden böyle haksızlık yapıyorsun?? şeklinde yanıt veriyorlardı Taberi, Ahzap Tefsiri, ayet 26-27) Muhammed, bu Yahudilerin karıları ve kızlarından 16 tanesini özel olarak ayırıyor ve bunlardan Reyhane?yi kendine seçip geriye kalan 15 tanesini de diğer önemli dostlarına dağıtıyor. Bir Yahudi: ?Artık her şeyimize el koydunuz, hiç olmazsa gözlerimizin önünde namusumuza el uzatmayın? diyor. Fakat, Muhammed bunu dinlemiyor (Kaynak: Vakıdi, Meğazi, 2/250) ?Beni Kureyza Savaşı?nda kadınlar bölüşülürken bana üç tane düştü; hepsini de sattım? diyor. (Kaynak: Diyarbekiri, Tarihi Hamis,1/499 ve Vakıdi age 2/523-25) İçinizden kimse, Kur'an'ın tümünü elinde tutuğunu söylemesin. Bunu diyen bilir mi Kur'an'ın tümü ne kadardı, nasıldı? Kesin olan o ki, Kur'an'ın çoğu yok olup gitmiştir. (Bkz. Süyuti, el İtkan, 2/32) Kur'an'ın birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine müslümanlar eli ile yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine de , dünyanın hiçbir yerinde raslanmamaktadır. ( Bakınız: Tecridi Sarih Tercümesi, 2.Dr. S. Suphi E's-Salih Mebahis fi Ulum-il Kuran, 3.Celalettin Suyuti (El ıtkan Fi Ulumi-l,Kuran, 4.Müslim E's-Sahih (Arapça), 5.Ebu Davud Hiçbiriniz, Kuran'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum)demesin. Bilemez ki, Kuran'ın çogu yok olup gitmiştir. 'Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum' desin yalnızca." (Bkz.Suyuti, el ıtkan, 2/32.) Evet, yüzyıllar içinde yüce dinimizin kafir, müşrik, münafık diye adlandırdığı senin gibiler hep var olmuş, alçakça iftiralarını sürdürüp gitmişlerdir. Bu, Allahın şeytanı var kılması ve ona süre tanıması mefhumuyla ilintilidir. Aklı kınayanlar için ne kolay bir yol! 2.Beni Kureyza meselesi: Benî Kureyza ise büyük bir hıyanet yapmıştı. Hendek savaşı sırasında kendilerinin ve dinlerinin kökünü kazımak amacıyla vatandaşları olan müslümanlara hem de daha önce akdedilmiş ve müslümanların saflarında savaşmayı gerekli kılan kuvvetli bir antlaşma varken, sırt çevirmişler ve aleyhlerine dönmüşler. Böylece Medineyi kuşatmış olan Kureyş müttefiklerinin ordusuyla birlikte fiilen savaşa katılmış oldular. Hz Peygamber onların antlaşmayı bozduklarını haber alınca onlara S. Bin Muaz ile Sad B.Ubade'yi gönderdi. Elçiler antlaşmaya bağlı kalmaları konusunda onlara öğüt verdi. Fakat Kureyzaoğulları net bir şekilde "Seninle bizim aramızda hiçbir antlaşma yoktur" diye ilan etti. Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar. Öyle ki Hz Peygamber Medine mahsullerinin üçte birini hücum edenler ile bir barış yapmak karşılığında vermeye hazırlanıyordu. Bu zor duruma bizzat Kur'an-ı Kerimde işaret edilir. (Ahzap 10) Bu şartlar altında antlaşmayı bozanlara sulh ile davranmak intihar anlamına gelirdi. Müslümanlar Hendek Savaşını bitirir bitirmez Kureyzaoğullarını kuşatma altına aldılar. 15 veya 25 gün kaleleri yıkılmaya devam edildi. Kesin olarak yenileceklerini anlayınca Yahudilikten müslümanlığa geçmiş olan Sa'd B Muaz'ın vereceği karara razı olarak teslim olacaklarını söylediler. Sa'd B Muaz ise onlar hakkında Tevrat'ın gereği olan şu kararı verdi; "Savaşır durumdaki erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklar esir alınacak. Malları müslümanlar arasında savaş ganimeti olarak paylaşılacak." Bu hüküm uygulamaya konuldu ve buna dayanılarak öldürüldüler. Bu durumda hiç kimse Hz Peygamber'in hücum ettiğini ve antlaşmayı bozduğunu söyleyemez. Nitekim dünyadaki bütün savaşlarda düşmana içerden yardım eden hainlere yaşam hakkı tanınmaz. Çünkü bir millete savaş gibi en zor anında düşmanla işbirliği gibi bir hainliği yapanlardan asla hayır gelmez. Bertaraf edilmedikleri sürece ikinci bir zaaf anında tekrar düşmanla işbirliği yapacakları açıktır. Tanınacak böyle bir hak hain olmayan masumların intiharı anlamına gelir. (islamicevaplar.org) Yine kendin gibi kalbi mühürlü iftiracıların uydurma bir sözde nakil-hadisiyle konuyu bağlamışsın ki bu yaptığına mantığı kınamak denir. İspat yöntemin kendinden önceki iftiracıların iftiraları... pess 3.Biz sana sesteşlik dışında bir münasebeti isbat et diyoruz, sen tutturmuşsun al-ilah. Allah isminin Uluhiyet kelimesiyle ilgisini kendinden mi saklıyorsun? Neden? İnancın mı sarsılacak yoksa? 4.Diyorsun ki: "mevdudi önce islam savaş tarihini bir okusun derdim lakin öldü gerçeği gördüğü halde yazmaktan utandı" Burda da isbat tekniği olarak soyut olası duygulanımları kullanıyorsun. Yoruma hacet yok! Belgeler, deliller!!!..... 5. Nahl Suresi 103. Ayet meselesi: Elbette biliyoruz onlar, o kâfirler "Kur'ân'ı ona muhakkak bir insan öğretiyor" diyorlar. Yani Kur'ân'ı Muhammed'e Ruhü'l-Kudüs indirmiyor, şüphesiz bir insan ona öğretiyor, diyorlar. Böyle demeleri, bir defa şimdiye kadar bir insandan eğitim ve öğrenim görmediğini itiraf etmeleri ve "kendisi uyduruyor" demelerini yalanlıyor. "Ona bir insan öğretti" diyemiyorlar. Yani Hz. Peygamberin peygamberliğini ilan etmeden önce; ne gizli, ne açık bir kimseden okuyarak ders almadığnı herkes bildiğinden dolayı, hiç kimseyi aldatamayacak olan öyle bir iddiaya cesaret edemiyorlar. Fakat gördükleri olağanüstü durum karşısında bunu bahane ederek diyorlardı ki: "Bu şimdiye kadar hiçbir öğrenim ve eğitim görmediği için bunu kendisi yapamaz. Okuma-yazma bilmeyen birisinin böyle bir kitap hazırlayabileceğini akıl kabul etmez. Muhammed'i şimdi kesinlikle birisi eğitiyor". Fakat Allah'ın onu eğittiğine inanmak istemiyorlar da, şüphesiz bir insan onu eğitiyor diyorlar. Bu Kur'ân'ı ona bir insan yapıveriyor, o da ondan öğrendiklerini Allah sözü diye satmak istiyor, şeklinde iftira ve alay ediyorlar. Bu âyetin inmesinin sebebi hakkında yapılan rivayetlerde denilmiştir ki, Mekke'de Amir b. Hadra'mî'nin "Cevrâ" veya "Yeîyş" adında Rum asıllı bir kölesi varmış, okuma-yazma bilirmiş ve kitap ehli imiş. Herkesi İslâm'a davet eden Allah'ın elçisi bazen Merve'de onu meclisine alır konuşurmuş. Kureyş müşrikleri buna kızar, Kur'ân'ı Muhammed'e bu hıristiyan öğretiyor diye alay etmek isterlermiş. Bir de Cebrâ ile Yesâra adlarında iki Rum, Mekke'de kılıç yaparlar, aynı zamanda Tevrat ve İncil okurlarmış, Hz. Peygamber arasıra bunlara uğrar, okuduklarına rast gelirse dinlermiş. Bazıları da bunu bahane etmek istemişler. Bir de Huveytıb b. Abdü'l-'Uzzâ'nın kölesi Abisâ kitaplara sahib imiş, müslüman olmuş, bunu gören müşrikler, "İşte Muhammed'e bu öğretiyormuş" demeğe kalkışmışlar. Bir de Selmân-ı Fârisî'den bahsedilmiştir. Fakat bu zat, Medine'de müslüman olduğundan dolayı âyetin Mekkî olmasına göre iniş sebebinde bu iddianın söz konusu edilmesinin doğru olamayacağını açıklamakla buna itiraz edilmiştir. Özetle peygamberliği kabul etmek istemeyen müşrikler, Resulullah'ı yeni tahsile başlamış acemi bir öğrenci ve başkasına yaptırdığını kendine isnad eden bir aldatıcı gibi göstermek için, bir insanın ona öğrettiği şüphesini uyandırmak istiyor ve bazen şuna, bazen buna isnad ederek çeşitli propagandalar yapıyorlardı. Nitekim son zamanlarda bazı hıristiyanlar da Muhammed, dinini hıristiyanlardan öğrendi, Müslümanlığı Hıristiyanlıktan aldı diye aynı şekilde yayınlar neşretmişlerdir. İşte bütün bunları kapsamak üzere görülüyor ki, âyette bir isim açıkça zikredilmemiş, kayıtsız olarak "bir insan" denilmiş ve bununla şüphenin genel olarak kökünden halledilmesine işaret edilmiştir. Çünkü bu şekilde iftiracıların esas kötü niyetleri, herhangi bir insanın Hz. Muhammed'e öğrettiği şüphesini ileri sürmektir. Yanılmalarının da dayanağı budur. Kur'ân'ın Allah tarafından indirilmiş bir kitap olduğunu inkâr etmek için öyle söyleyenler düşünmüyorlar ki Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Arapça değil, anadili Arapça'nın yabancısı olan bir dildir. Yani ona bir insan öğretiyor demelerinden gayeleri insanların aklını çekmek, fikir ve düşüncelerini Allah'tan bir insana çevirmektir. Halbuki bu söyledikleri şey büsbütün aklın uygun bulduğu şeylere aykırıdır. Çünkü Muhammed'e öğretiyor diye fikirleri bozmak istedikleri o varsayılan insanın bir defa Araplardan olmasına ihtimal yoktur. Çünkü Kur'ân, bütün kainata meydan okuyup dururken Araplar içinde öyle bir öğretmen olsaydı, hiç şüphesiz, kalkıp "Sana öğreten ben değil miyim?" diye hemen yüzüne vurmaz mıydı? Veyahut Kur'ân'ın benzerlerini yapıp hiç olmazsa el altından hemen dağıtmaz mıydı? Arapların bütün beliğleri ve zenginleri bununla uğraşıyor ve Peygamberin maddî ve manevî açıdan hiçbir zorlayıcı gücü bulunmuyordu. Ve ona karşı koymak için o kadar sebeb ve vesika bulunuyor du ki, bu şartlar altında öyle bir şahsın kendini tanıtmaması ihtimali düşünülemezdi, Onun için Araplar içinde öyle bir öğretmenin olmadığı araştırma ile sabit olduğu gibi, aklen ve delil ile de sabit idi. Bu bakımdan öyle varsayılan bir şahıs, olsa olsa Araplar dışındaki herhangi bir toplumdan Arap olmayan biri olmak üzere farz olunabilir. Dolayısıyla Araplar da Arapla değil, yukarda nakledildiği üzere Arap olmayan biri ile dinsizlik ediyorlardı. Halbuki bu Kur'ân-ı Kerim apaçık bir Arapçadır. Öyle Arapça bir beyandır ki, bütün Arap edebiyatçılarını benzerini yapmaktan aciz bırakmıştır. Bunu Arap olmayan biri nasıl yapabilir? Böyle parlak bir Arapça, Arap olmayan birisinin öğretimine nasıl isnad edilebilir? Gerçi Arap olmayan birinin oldukça iyi bir Arapça öğrenmesi ve bilmeyenlere öğretmesi, adeten mümkün değildir. Fakat Arap değil, yabancı olmak, sonra da bütün Arapların üstünde parlak bir Arapça diline sahip olmak, şüphe yok ki böyle bir varsayım da bir değil, iki derece olağanüstülük vardır. Allah Teâlâ'nın o yabancı hakkında harika üzerine harika olan bir ihsan ve yardımını düşünüp kabul etmeden böyle bir teori yürütmek aklın bütün bütün zıddınadır. İşte Allah'ın öğretmesini ve indirmesini kabul etmeyip de akılları, çelmek için "onu bir insan öğretiyor" diyen inkârcıların akla uygun gibi ileri sürmek istedikleri o söz, akla uygun değil, daha fazla akla aykırı ve çelişkilidir. Olağanüstü bir olayı kabul etmemek için iki olağanüstü şeyi kabul etmeyi akla uygun sayar ve çelişkilerinden haberleri olmaz. Onlar, anlamıyorlar ki "onu bir insan öğretiyor" demekle Kur'ân'ın parlaklığı sönmez o varsayılan insana daha fazla bir değer verilmiş, harika katlanmış olur. Denebilir ki, acaba bunların maksatları "Arap olmayan biri Kur'ân'ın mânâsını telkin ediyor, o da onu o parlak Arapça ile anlatıyor" demek olamaz mı? Fakat böyle demek, Kur'ân'ın nazmının, indirilmiş olduğunu ve Arapça nazmındaki fesahat ve belağat itibarı ile kesin ilzam (karşısındakini susturma) ifade eden bir mucize olduğunu itiraf etmektir. Özetle inkârcılar, iftiralarında böyle çelişkili ve fikirlerinde böyle şaşkındırlar. (Elmalılı Hamdi Yazır- Kuran-ı Kerim Tefsiri) 6. Birşeyi hiç tanımadığın birinden daha iyi bildiğini ifade etmen neyin belirtisi dersin? Büyüklük, kibir? Bunun islamı inkarla bir akrabalığı olabilir mi? Bir rivayete göre 128 bin peygamber gönderildiği söylenir, diyelim ki öyle de olmasın. Allah Teala'nın dünya var olduğundan beri dinler gönderdiği, bunların pek çoğunun insan eliyle sonradan bazı sapmalar göstererek hak olmaktan çıktığı düşünülürse, dini öğretilerin birbirine benzemelerinin doğal ve anlamlı olduğu anlaşılır. Senin kopyala yapıştır diye alaya aldığın süreç olayın doğal akışıdır. Ne yani Allah bir peygambere ak dediğine diğer birine kara mı diyecek? Yuce Allah seni ıslah etsin. Amin
-
İslamda kölelik ve cariyelik
1. İslamda cariyelerle nikah akdi yapılabilirdir ancak cariyeler kati suretle cinsel obje olarak görülemez ve kullanılamazlardır. (Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. nur 33'ten -sen şimdi burdan, namuslu kalmak istemeyenlerle fuhuş yapın dendiği sonucunu çıkartırsın, saldıracaksın ya-) 2.Kalan kadınına kızına tecavuz edilip kullanıldığı, sonra bu insanların sıkışıldığı zaman pazara götürülüp satıldığı ve buna göz yumulduğu vaki olan bir uygulama örneğini delil ve belgeleriyle isbat et 3.Bizim midemiz kainattaki en hassas midedir, senin bu mesnetsiz iftiralarını asla kaldırmıyor. 4.ay tanrıçası al-ilah sözü ile Yüce Yaradanın ismi arasında sesteşlikten başka bir münasebet olduğunu belge ve delilleriyle isbat et 5.Köleliğin ve cariyeliğin kaldırılmasının, bir proje olarak, islamda öngörüldüğü ayet ve hadislerin bütünü ele alındığında kolayca görülebilecek bir olgudur.Kölelere tarihte görülmemiş -devrim niteliğinde- sosyal haklar tanınması, erkek kölelerin azad edilmesinin özendirilmesi ve kolaylaştırılması, cariyelerin köle olmayanlarla evlendirilmesi süreçleriyle bu yapının zamanla eriyip yok olacağı aşikardır. Keza öyle de olmuş, köle (abd -ironi-) mal varlığı olmayan, başkasının himayesinde çalışan işçiden başka bir anlam ifade etmez olmuştur. Tam burada , iki mesaj yukarıda bulunan Mevdudi'den alıntıladığım yazıyı oku. 6. Kuran isimli kitabı Muhammed(s.a.v) ve ekibinin yazdığını belge ve delilleriyle isbat et. 7. Kendine doçent demişsin. Bilim insanısın yani. Mantık bilimini dumura uğratarak attığın bu iftiralar yanına kar kalmaz. Bunu da her an zihninde bulundurarak Allah'ın sana tanıdığı müddeti doldur. .............................................. Tükenin var olan varlığıyla Varlığın Ki göreceksiniz kesin kesin Yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin O'dur var olan var eden Biçim veren değiştiren Dağıtan toplayan Hiç olmamışa çeviren Bir çırpıda gelip Geçmişe döndüren zamanı Sesi seslendiren yeri yerlendiren Sonra açıp yeli yürüyen bir kabir gibi İçine yeri yerleştiren gömen Bir kan pıhtısından meniden Bir insan türeten Sonra onu büyüten Sözüne kulak yapan ağız yapan İşine onda bir yetenek özü mayalandıran İnanış veren sabır veren Kur'an'a da şeytana da Eş yapan yoldaş yapan sırasında Bir örtü gibi birden açan dünyayı Sonra birden toplayan ortalığı En büyük kolleksiyon sahibi Kafataslarından kemiklerden Güneşten aydan yıldızlardan Cennet ve cehennemlerin Kaybolduğu doğduğu girdabından Her çağ bir başka ses Duyulan mızrabından Doğmamış ve ölmeyen Gelmemiş ve gitmeyen Sezai KARAKOÇ, Hızırla Kırk Saat, 40. bölümden
-
İslamda kölelik ve cariyelik
Kölelik müessesesi ne İslâm tarafından başlatılmış, ne de bir müessese haline sokulmuştur. İslâm geldiğinde, o, zaten her kavmin sosyal sisteminde oluşmuş ve kökleşmişti. Genelde, halkın yaşantısının esaslı bir parçası haline gelen bu uygulamayı yasal düzenlemeler yahut sosyal reformlar durduramazdı. Bu müesseseyi büsbütün kaldırmak, yok etmek bir disiplin için ne pratik, ne de makul idi. Bu yüzden, İslâm statükoyu görünüşte kabul etti ve devam ettirdi, fakat kölelerin statülerini ve şartlarını ıslah etmek, onları özgür kılarak müminleri iyilik ve takvaya ulaşmalarını teşvik etmek için bir kısmının daha önce açıklandığı pratik tedbirler aldı. İslâm'da kölenin statüsü, sahibinin seviyesine yükseltilmiştir, öyle ki her ikisi de sosyal ve ekonomik yaşantılarında eşit haklardan faydalanırlar. Rasulullah (s.a.v), izleyicileri olan müminlerin yiyecek, giyecek ve barınak hususlarında kölelerine kendileriyle eşit muamele etmelerini istemiştir. Ebu Zerr'in rivayetine göre Rasulullah (s.a.v): "Allah kerdeş-lerinizi sizin idareniz altına koymuştur. Öyleyse, kim kardeşlerinin idarecisi kılınırsa onlara kendi yediğinden yedirsin, kendi giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerinin yeteceğinden fazlasını teklif etmesin. Eğer ağır bir iş yaptıracaksa kendisi de yardım etsin." buyurdu. (Ebu'l Âlâ Mevdudi, el-Cihad fi'-İslam, Urduca sf. 253-262). Ebu Hureyre'-nin rivayetinde ise Rasulullah (s.a.v), "Birinizin hizmetçisi (yahut kölesi) yemeğinizi hazırlar ve kokusu ile sıcağına yakın olduktan sonra size getirirse, sizinle oturtup birlikte yesin; ancak eğer topluluk çok. yemek de miktarca az ise ona bir-iki lokma versin." buyurdu. (Mişkât). Ebu Hureyre'nin diğer bir rivayetinde Rasulullah (s.a.v), şunları söylemiştir: "Söylediklerinde masum iken kölesini suçlayan kişi kıyamet gününde cezalandırılacaktır." İbn-i Ömer de Rasulullah (s.a.v)'dan şunu rivayet eder: "İşlemediği bir suç nedeniyle hizmetçisini (yahut kölesini) tokatlayan veya döven kişi için keffaret borcu onu azad etmektir." Ebu Mes'ud el-Ensarî demiştir ki: "Kölelerimden birini döverken ardımdan 'Ebu Mesud: Bil ki, Allah senin üzerinde, senin kölelerinin üzerinde olduğundan daha fazla güce sahiptir.' diye bir ses işittim. Dönüp Allah'ın Rasulünü gördüğümde 'Ey Allah'ın Rasulü, Allah'ın rızası için o şu andan İtibaren hürdür! dedim. 'Eğer bunu yapmamış olsaydın, ateş seni kaplayacaktı.' şeklinde cevap verdi." (Ebu'l Âlâ Mevdûdi, -Cihad fi'l-İslam', Urduca, sf. 253-262). "Köle" olarak çağırıldıklarında kendilerini küçültülmüş, hakaret edilmiş hissederler. Bu sebeple, Rasulullah (s.a.v), ashabına "kölem" yahut "cariyem" diye hitap etmemelerini, yerine "oğlum" yahut "kızım" diye seslenmelerini öğütlerdi. Kölelerin de sahiplerine "Rabbim" dememelerini isterdi, çünkü sadece Allah, insanların Rabbidir. Ebu Bekir, Rasulullah (s.a.v)'dan rivayet eder ki: "Elinin altında bulunanlara kötü davranan kişi Cennet'e giremeyecektir." Abdullah'ın b. Ömer'in rivayetinde: "Bir kimse Rasulullah (s.a.v)'a gelip: 'Ey Allah'ın Rasulü, bir köleyi ne kadar sık affetmeliyim?' şeklinde sual yöneltti. Rasulullah (s.a.v) da cevap vermedi. Soruyu soran kişi sorusunu üç kez tekrarladıktan sonra Rasulullah (s.a.v)'ın cevabı 'Onu günde yetmiş kez affet' oldu." Diğer bir zaman Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kölelerinize çocuklarınız gibi cömertlikle muamele edin ve yediklerinizden yedirin." Ebu Hureyre' nin rivayetine göre Rasulullah (s.a.v): "Size kimlerin günahkâr olduğunu haber vereyim. Onlar yalnız başlarına yerler, kölelerini döverler ve onlara yardımdan sakınırlar?' demiştir. (Mişkât). Ali b. Ebî Tâlib şöyle söylemiştir: "Allah'ın Rasulü bana kardeş olan iki genç hediye etti. Ben de bunlardan birini sattım. Sonradan bana 'Adamın ne oldu, Ya Ali ?' sorusunu yöneltti, sattığımı söylediğimde 'Onu geri al! Onu geri al!' dedi." Bir cariyeyi çocuğundan ayıran kişi, Rasulullah (s.a.v)'ın bunu yasaklaması üzerine hareketini düzeltip bir daha cariyeyi çocuğundan ayırmadı. Abdullah b. Mes'ud, tutsakların getirildiğinde Rasulullah (s.a.v)'ın aileleri bölmekten hoşlanmadığı için onları ailecek dağıttığını anlatır. (Mişkât). Rasulullah (s.a.v) köleleri ile evlenmek isteyenlere kolaylık gösterir, fakat boşanmalarında güçlük çıkarırdı. Bir şahıs cariyesini evlendirmiş, sonra da onu kocasından ayırmak istemişti. Cariye Rasulullah (s.a.v)'a şikayette bulundu, Rasulullah (s.a.v) da mescidde kalkarak, "Size ne oluyor da köleleri evlendiriyor sonra da ayırıyorsunuz? Evlenme ve boşanma hakkı sadece kadın ve kocaya aittir." buyurdu. Buradan da anlaşılacağı üzere İslam cariye ile mahrem ilişkiler seviyesini evlilikle öngörmüştür. Bu nedenle cariyeden faydalanmak tabirinde " cariye ile evlenebilmek" gerçeği vardır. Çünkü o dönemin sosyal şartları köle ile evlenmeyi aşağılayıcı addediğinden, İslam bu konuda köleliği, dolayısı ile cariye yi bu tür istimallerden korumak adına evlenilmesini önermiştir. Ebu Zerr acem bir köleye kötü sözler söylemiş, o da Rasulullah (s.a.v)'a bu hususta şikayette bulunmuştu. Rasulullah (s.a.v), Ebu Zerr'i azarladı ve "Sende cahiliyetten halâ bir parça var. Köleleriniz kardeşlerinizdîr, Allah onları sizin idarenize vermiştir. Mizacınıza uymuyorsa gönderin, ancak Allah'ın yarattıklarına zarar vermeyin. Yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin. Güçleri yetmediği şeyleri teklif etmeyin. Şayet ağır bir iş teklif ederseniz, onlara yardım ediniz." buyurdu. (Mişkât). Bu hadisden de anlaşıldığı üzere, köleye, cariyeye davranış biçiminde ki bu denli incelik ve merhamete karşı, kişinin cariyesini serbest bir cinsel obje görmesini İslam öngöremez. Ancak bu ilişki karşılıklı rıza ve akidle oluşabilir. Her ne zaman kendisine köle ulaşsa onları serbest bırakırdı; ancak onlar kendilerini Resul (s.a.v)'ın merhameti ve cömertliğinden kurtaramazlardı. O, kölelere karşı son derece merhametli İdi; vefatından önceki son vasiyetlerinden biri, "Köleler hususunda Allah?tan korkun." idi. Bu merhametin bir sonucudur ki, birçok gayri müslimlerin köleleri kaçarak ona sığındılar. Rasulullah (s.a.v) da daima onlara hürriyetlerini verirdi. Savaş ganimetleri dağıtılırken köleler de kendilerine düşen gerekli payları alırlardı. Yeni özgür kılınmış kişiler herhangi bir varlığa sahip olmamaları nedeniyle hisselerine ilk kavuşanlar olurdu. Bu yüzden İslâm'daki kölelerin statüsünü diğer uygarlıklarda olanla karıştırmak yanlıştır. Terim olarak, 'köle' ismiyle nitelenebilirler, ancak pratikte, sahipleri ile eşit ve onların kardeşleri olarak muamele görürler. Sahibinin, kızını kölesiyle evlendirdiği sonra da onu kendi mülkiyetine mirasçı kıldığı başka bir uygarlık var mıdır? İslâm uygarlık tarihi bu tür örneklerle doludur. Rasulullah (s.a.v), kendi yeğenini özgür kıldığı kölesi Zeyd b. Harise'ye verdi. Sıradan insanlardan konuşmayıp onların örneklerini bir tarafa bırakak bile, kızlarını köleleriyle evlendiren birçok hükümdar vardır. Bir kiralın kızını kölesiyle evlendirmesi, ölümünden sonra da kölenin bu kiralın halefi olması nedeniyle kurucuları kıral kölesi olan ve 'köle hanedan olarak bilinip Hindistan'ı yöneten bir hanedanlık vardır. İslâm uygarlığında kölelik kavramı normalde sahip olduğundan bütünüyle farklı bir anlama sahiptir. Hatta bu lafzî kavram bile İslâm devleti tarafından alınan, yukarda da gözden geçirilmiş olan tedbirler vasıtasıyla yavaş yavaş ortadan kayboldu. İnananlar sadece takva olmak için değil, aynı zamanda zayıflıklarının ve hatalarının kefareti olarak köleleri serbest bırakmaya teşvik edilmişlerdir. Manevî arınma ve başarıya ulaştıran, ancak zor ve sarp olan yolu izlemeleri için yönlendirilirler. "Fakat o, sarp (olan) yokuşa göğüs geremedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek (özgürlük vermek)tir!' (30: 11-3). Ayet, bu tür meselelerde ahlâkî eğitimin önemini açıkça ortaya koymaktadır. İslâm, insan karakterini öyle bir noktaya iletir ki, kişi insanca olanın dışında bir tarzla insanoğluna ilişkiye girmekten tiksinip kaçınır. Bütün insanlık aynı ana-baba'dan gelir ve bu yüzden hepsi kardeştirler; Allah'ın nazarında eşittirler (49: 10-13). Fertler arasında bir ayırım yoktur. Çünkü onlar aynı insan ırkının üyeleridirler. Böyle olduklarından birbirlerine eşit davranmak zorundadırlar. Toplumdan kölelik kurumunu yavaş yavaş yok edecek yolu açan bu duygu ve şuur, İslâm ahlâk eğitimiyle inkişaf eder. Başka bir uygarlık veya hayat şekli bu uygulamayı toplumdan söküp atmak için İslâm'dan daha fazlasını yapmış değildir. İslâm bütün bunları, gönül rızası ile yapılan çabalarla; insan-'ar arasında ayırım, kötü muamele ve adaletsizlik için tiksinti oluşturarak, sosyal, ekonomik veya politik pozisyonlarına göre değil, fazilet ve takva ile insan onur, şeref ve statülerini yükselterek başardı. Bütün bunlara ek olarak, kölelik müessesesiyle ilgili statükoyu devam ettirmeyi gerektiren diğer faktörler de vardı (İbni Sa'd, s. 182-183) ki bunlar aşağıda sıralanmaktadır. 1- O dönemlerde tutsakların değişimi sistemi yoktu. Düşman müminleri yakalayıp köle olarak tuttuklarında, müminler de tutsakları köle olarak korumaktan başka alternatife sahip değillerdi. Düşman, esirlerin değişimi için müslümanlar tarafından ayarlandıklarında tutsakların şahmını için antlaşmayı ilk başlatan müminler olurdu. Rasulullah (s.a.v) bu metodu düşmanın mutabık olduğu birkaç fırsatta kullandı. 2- Bazan savaş öyle cereyan ederdi ki, bir köy veya kasabanın tüm erkekleri ölür, kadın ve çocuklara bakacak hiç kimse kalmazdı. Bu şartlarda dul kadınları ve çocuklarını gözetmenin tek yolu onları muhafaza altına almaktı. Kadınlara koruma ve onur sağlamanın en iyi yolu müslümanların onlarla aile bağlan kurmalarına izin verip, onları ve çocukları ailenin üyeleri olarak himaye etmekti. Bu hem onları İslâm toplumunun saygın üyeleri yapar, hem.de bu durumlarda sıklıkla görülen ahlâksızlık ve zina kapılarını kapatırdı. 3- İslâm sadece şartlarının gerektirdiği durumlarda (47: 4 ve 8: 76) savaş esirlerinin alınmasına izin vermiş, onu emretmemiştir. Bu izni kullanıp kullanmamak müslümanlara bağlıdır. Rasulullah (s.a.v) zamanında düşmana karşı 78 sefer düzenlendi ve bunların çok az bir kısmında esir alındı. Çoğunda düşman kaçtı, müminler ne onları izlemek, ne de savaş esiri olarak almak için bir çaba gösterdiler. Savaş esiri aldıkları durumların çoğunda da onları serbest bıraktılar. Rasulullah (s.a.v)'ın bu uygulamaları halefleri tarafından da gerek şeklen, gerekse ruhen takip edildi. İkinci Raşit Halife Ömer döneminde birçok memleket fethedildi, ancak savaş esiri alınmadı. Sadece, çetin bir mücadeleden sonra fethedilen Mısır'ın bazı sakinleri savaş esiri yapılıp Medine'ye, halifeye gönderildiler, ancak halife onları serbest bırakarak memleketlerine gönderdi. Böylece Rasulullah (s.a.v) ve onun Raşit Halifeleri?nin yaşantılarıyla sundukları örneklikleri, kölelik uygulamasının ne esaslı, ne en iyi, ne de en çok beğenilen olduğu, fakat esirlerin karşılıklı değişim geleneğinin yokluğunda zorunlu yol olarak kabul edildiğini ortaya koyar. 4- İslâm, mecburi hallerde sadece savaş esirlerinin köle yapılmasına izin vermiştir. Kadim çağlardan beri uygulandığı şekliyle özgür insanları yakalayıp köle olarak satmak, İslâm'da kesinlikle yasaklanmış ve lanetlenmiştir. Rasulullah (s.a.v) buyurmuştur ki, "Kıyamet günü hasmı olacağım üç (tür) insan vardır; benim adıma söz verip sonra da haince hareket eden kişi; hür bir insanı satıp para alan kişi; bir kişiyi kiralayıp bütün işleri yaptırdıktan sonra ona ücretini ödemeyen kişi." (Ebû'l Âlâ Mevdûdi, 'El-Cihad fi'1-İslam', Urduca, s. 253-262). Gönüllü İlga Yukarıdaki açıklamalar, zorunluluk altında ve lüzumlu zamanlarda İslâm'ın kölelik uygulamasına izin verdiği fakat niteliğini ve faaliyet alanını değiştiren reformları ortaya koyduğunu gösterir. Gerçekte, direkt reformun imkânsız olduğu yerde statükoyu devam ettirip, ondaki bütün kötülükleri kaldıran ıslahatları sunması İslâm'ın genel bir prensibidir. Uzun süreden beri uygulanan kökleşmiş gelenek nedeniyle kötülüğü bütünüyle birden kaldırmak imkânsızdı, fakat şeklini korurken ruhunu (özünü) değiştirerek İslâm onu kabul edilebilir bir sosyal yapıya çevirdi. Kullanılan yöntemler aşağıya sıralanmıştır. (a) Takvalı Davranışlar... İslâm, bir köleyi hür kılan, yahut onun hürriyetini kazanmasına yardım eden fazilet ve iyilik hareketlerine büyük önem verir. Allah'ın rızası için müslümanları köle azad etmeye teşvik eden birçok Kur'an ayeti vardır (30: 11-13). Rasul (s.a.v) ashabı arasında kölelere karşı sevgi bağlarının ve onları hür kılmak İstediğinin oluşması olgusunun güzelliğini çeşitli vesilelerle ifade etti. Bir kez bir bedevi gelip Rasulullah (s.a.v)\ sordu: "Ey Allah'ın Rasulü! Beni yapmamla cennete götürecek bir amel söylermisin?" Rasul (s.a.v)'m cevabı: "Kölelerini serbest kıl ve insanların boynundan kölelik yükünün kaldırılmasına yardımcı ol." oldu. Diğer bir hadisinde "Her kim bir mümini özgür kılarsa vücudunun her parçası o kölenin parçaları karşılığında cehennemden korunacaktır!' buyurdu. Bir başka vesileyle de şunları söyledi: "Her kim bir mümin canı serbest bırakırsa, bu onun cehennemden korunması için kefaret olur." Kölelerini serbest bırakmalarında insanları daha fazla teşvik etmek için Rasulullah (s.a.v) şu prensibi açıkladı:Ne kadar daha fazla değerli ve daha fazla sevilen köle azad edilirse, Allah nazarmdaki fazilet ve iyilik o kadar olacaktır. Rasulullah (s.a.v)'a Ebu Zerr sordu: "Hangi köleyi azad etmek daha eftaldir?" Rasulullah (s.a.v) şöyle cevapladı: "Sahibi nezdine en pahalı ve insanlar nezdinde en çok sevilendir." Benzer şekilde kadın köleye iyi bir eğitim ve öğretim vermek, özgür kılmak, sonra da onunla evlenmek İslâm'da takva davranışı olarak mütalâa edilir. Ayrıca, İslâm çeşitli günahlar ve hatalar için kefaretler tayin etmiştir ki, köle azadı en büyük kefaret sayılır. Böylece, İslâm her yönüyle kölelerin salınmasını teşvik etmiştir. ( Güzel Muamele... Köleliğin kötü yönlerini azaltan diğer bir yol kölelere daha iyi muamele etmeyi teşvik etmektir. Rasulullah (s.a.v) her zaman ashabına kölelerine iyi ve merhametli olmalarını emretti. Ashabını bu konuyla ilgili olarak sık sık azarladı. Kölelik çok eski bir müessese idi. Kölelerine kötü davranan ve döven insanların zihnini sık sık bozup, baştan çıkarmakta idi. Daha önce de söz konusu edildiği gibi kölelere kardeşlerimiz gibi davranılması üzerinde ısrarla durulmuştur. Süveyl b. Mukarrin, yedi kardeş olduklarını, en küçük kardeşlerinin sahip oldukları tek köleyi dövmesi üzerine Rasul'ün köleyi serbest bırakmalarını emrettiğini anlatıştır. Bütün bu direktifler kölelerin toplu-un üyeleri olarak rahat ve şerefli kalmaları içindir. © Kanuni Haklar... İslâm kölelere o kadar cok hukukî haklar vermiştir ki, onlar neredeyse hür insanlarla eşit hale gelmişlerdir. Ceza hukukunda hürlerle aynı güvenlik hak-kma sahiptirler. Bir köleyi öldüren, mal varlığını çalan, kadınlarının şerefine leke süren veya bedenî yaralanmalara yol açan kişi, ister hür ister köle olsun, bu suçlan hür insanlara karşı işlemiş gibi aynı şekilde cezalandırılır. Aynı şekilde, medenî hukuk onların mülkiyet hakkını tanır ve bunu kullanmakta onlara geniş bir yetki verir. Sahipleri bile onların mallarını rızaları dışında kullanmaya selâhiyetli değillerdir. Onlara bedenî zarar veremezler, onların hanım veya kızlarıyla gayri meşru ilişkiye giremezler. Kanundan öte, İslâm toplumu onlara diğer üyeleriyle eşit statü verir. Sosyal hayatta onların statüsü hür bir insandan daha az veya daha aşağı değildir. Hayatın her sahasında; bilgi, siyaset, din, sosyal meseleler., vb., ilerlemenin bütün yolları onlara açıktır, köle olmaları onlar için bir engel teşkil etmez. Rasûlullah (s.a.v)în halasının kızı Zeyneb, Rasûlullah'ın azaldı kölesi Zeyd ile evlendi. İmam Hüseyin cariye olarak getirilen Pers prensesi ile evlendi. İmam Zeynel Âbidin bu cariyeden doğmuş olup, nesli, İslâm'ın güzideleri arasında en mükemmel olanı sayılır. Tabiin'in ileri gelen hukukçuları arasında yer alan Salim b. Abdillah ve Kasım b. Muhammed b. Ebu Bekir'in anneleri cariye idi. Tabiin'in liderlerinden ve bir mistik disiplin sahibi imam Basri bir kölenin oğlu idi. Tabiin'in mümtaz şahsiyetlerinden sayılan ünlü muhaddis Muhammed b. Sayr'in yine bir kölenin oğlu idi. İmam Malik'in hocası Nâfi, Abdullah b. Ömer'in kölesi idi. Önde gelen müçtehidlerden Ebu Abdurrahman Abdullah b. Mübarek, Mübarek isimli bir kölenin oğludur. Müfessirlerin imamlarından biri olan İkrime bir köle idi. Ünlü siret yazan Muhammed b. İshak, Yaser isimli bir kölenin torunu idi. İmam Muhiddisin Alâ b. Ebî Rebah, Yemenli imam Tâvûs b. Keysân, Mısırlı İmam Yezid b. Habib, Suriye'li İmam Mekhul, Cezayirli İmam Me'mun b. Mehran, Horasanlı İmam Dihak ve Kûfeli İmam İbrahim Nefaî gibi İslâm edebiyatının ünlü isimleri hep köle idi. Selman-ı Farisî de bir köle idi ki Hz. Ali, onun hakkında "Ehli beytten birisidir:' der^ di. Hakkında Hz. Ömer'in sık sık "Bilâl, efendimizin kölesidir, bizim ise efendimiz-dir." dediği Bilâl, Habeşli bir köle idi. Hz. Ömer tarafından yerine namaz kıldırması istenilen Suheyb, Romalı bir köle idi. Hz. Ömer'in ölümü esnasında "Eğer bugün yaşıyor olsaydı, onu hilâfet makamına aday gösterirdim." dediği Salim, Ebu Huzeyfe'nin bir kölesi idi. Bir köle çocuğu olan Usame b. Zeyd, hayatının son günlerindeki Rasul (s.a.v) tarafından müslüman kuvvetlerin komutasına atandığında Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve diğerleri bu orduda onun komutası altında idiler. Kölelere gösterilen bu hürmet, ahlâkî eğitim ve manevî öğretim vasıtasıyla İslâm tarafından ortaya konan reformların sonucu idi. îs-lâmî canlılığın zayıfladığı sonraki dönemlerde bile, köle olmalarına rağmen iki nesil boyunca Hindistan'ı yöneten Kurbeddin Ay-bek, Şemsettin İletmiş ve Gıyasettin Balaban gibi isimlere rastlamaktayız. Zamanın en büyük hükümdarlarından olan Gazneli Mahmud, bir Türk köle ailesine mensuptu. Mısır'ı yüzyıllarca yöneten Memlük'lerin isimleri bile onların köle oldukları fikrini verir. Bir gerçeği tekrar edelim; İslâm, kölelik müessesesinin niteliğini ve gayesini bütünüyle değiştirdi; bunu Avrupa ve Amerikalıları da kapsayan diğer uluslar tarafından uygulanan kölelikle karşılaştırmak kesinlikle yanlıştır. İslâm uygarlığında köle olmak ne bir lekedir, ne de İlerleme yoluna bir engel. Köle, her mevkiye yükselebilir, hatta sahibinin kızıyla evlenerek kral bite olabilir. Öyleyse, onlar kelimenin bugün Batı'da kullanılan sıradan anlamıyla 'köle' olarak isimlendirilemezler. Öğrenim, din, siyaset, vs. kapsayacak şekilde hayatın her yönünde önderler olabilen, hükümdarlık yahut ordu komutanlığı yapabilen insanlara kim 'köleler' gözüyle bakabilir. Eğer bu 'kölelik' ise o halde hürriyet nedir? İslâm'ın kölelik kurumunu nasıl ıslah edip, onu artık kölelik ve özgürlüğün ayırt edilmesi zor olan bir seviyeye yükselttiği böylece anlaşılmış oldu. Şüphesiz 'kölelik' kelimesi kaldı, ancak yapısı bütünüyle değişti. (Ebû'l Alâ Mevdûdi, 'El~Cihad fi'1-İslâm', Urduca, sf. 253-262).
GuErNiCa**
Φ Yeni Üyeler
-
Katılım
-
Son Ziyaret