Zıplanacak içerik

reşha

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  1. Apaçık bir kitap, eğer en ami bir insanın dahi takliden bildiğini sen malumat ehli olarak bilirsen!! Çok çetrefilli karmaşık bişey yok, sadece şunu bilceksin, soyut hakikatler alem şümuldür evrenseldir, bizler tarafından idrak edilmesi için elbise giymesi hatta elbise değiştirmesi gerekir.. Mesela güzellik bir hakikattir, asyadada avrupadada keza amerikadada, ilk çağlardada vardı bugünde var, ama bu hakikat bazan bir kadında görülür, bazan bir tabloda, bazan renkleriyle sizi mest eden bir çiçekte.. Hakikat değişmez, kılıflar değişir, zamana ve zemine göre.. Vahy de bir hakikattir, kainattan süzülen.. Mantığıdır kainatın, aklıdır, logosudur.. Kur'ani vahyin ambalajı ise arap toplumudur, vahy önce girdiği yere hayat verir orayı düzenli ve canlı kılar.. Mesela dinde dinin özü aslı asla değişmezken, şeriatlerin asırlara göre değişeceği her asırda bir yenileyici geleceği vurgusu yapılmıştır..
  2. Vardan var olur, varda yok olmaz.. Yokluk yoktur, bu kavram izafidir, mutlak değildir, mutlak olan varlıktır.. Fakirlik = paranın ve imkanların yokluğudur, ama ihtiyacın varlığıdır,açlığın varlığıdır.. Mutlak olan sınırsız ihata edilmez olan varlıktır, izafi olan yokluk ise varlıkta mertebelerin oluşması, çeşitliliğin oluşması için var olmuştur.. Şerlerin şeytanların vücudunun hikmetide budur işte, izafi yoklukla varlıkta mertebeler oluşturmaya vesile oluyorlar, monotonluğu engelliyorlar.. Var olan varlığı mutlak olan bizi varlıkta tutsun vesselam..
  3. reşha şurada bir başlık gönderdi: Dini Konular - Din - Dinler
    Bediüzzaman Ve Avrupa Medeniyeti Bediüzzaman’ın halis bir talebesi, uzun bir dönem Avrupa’da imrar-ı hayat ettiğinden; ve Risale-i Nur’un Avrupa Medeniyeti hakkında yazılan parçalarının izahlarını çok önemli gördüğünden bu alanda benden bir yazı istedi. Fakat konu, hem tarihi, hem felsefeyi hem sosyal birçok alanı ilgilendiriyor. Benim kapasitemi ve bir makalenin hacmini aşıyor. Yine de Bediüzzaman’ın yetmiş yıllık aktif hayatı süresince bu konuda söylediklerinden, hatırlatıcı bir gerdanlık dizmeyi düşündüm… Bazı anahtar kelimeleri kaydedip, konu ile ilgili Üstad Hz.lerinin ne demek istediğini notlar halinde yazdım. Başta bu konu ile ilgili 12. Sözü, 25. Sözü, 17. Lem’a, 5. Notayı ve Lemeat’ın önemli parçalarını; özellikle “Medeniyet-i Hazira ile Dinî Medeniyetin Muvazeneleri” bölümünün temel unsurlarını hatırlamakta fayda var. Biz bu yazıda genel olarak bu parçayı esas alacağız. Bununla ilgili diğer risale ve mektupları da mukayeseli olarak göstereceğiz. İşte: 1) “Mağlubiyet sonunda İslam Âleminde ne hal peyda olacak?” diye önemli ve halen güncel bir soru ile başlıyor; Lemeat’ın bu bölümü. Üstad daha önce buna benzer bir soruyu Sünûhat Risalesinde (1918) cevaplamıştır. Sonra Lemeatta aynı bilgiyi manzum olarak yazmıştır. Bu Lemeat Risalesi de, Osmanlıca olarak 1921’de basılmıştır. Bediüzzaman, bu ve benzeri eski eserlerinde Osmanlı’nın yeniden dirileceğini, Müslümanların, üç kaybına mukabil üç yüz kazanacağını, İslam kardeşliğinin gelişeceğini ve İslam birliğinin kurulacağını büyük bir umut ile dile getiriyor. Ve diyor ki; 1. Dünya Savaşının sonucunda mağlubiyetimiz bize bu güzellikleri nasip edecektir. Ve eğer galip olsaydık; kendi elimizle Avrupa’nın sefih ve zalim medeniyetini zorla İslam Dünyasına dayatacaktık. Onun için kader bizi galip yapmadı. Bu Lemeat’ın telifinden 20 sene sonra (1938) Kastamonu’da kendisine sorulan manevî bir suali şöyle cevaplamıştır: “Cumhuriyet hükümetleri, surî bir istiklaliyet pahasına, Avrupa’nın medeniyetini ve dinsizliğini bu millete dayatıyorlar. Ve bu zararlı dayatmanın bütün İslam dünyasına sirayet etmemesi için, Almanya’nın kendileriyle ittifak yapılması karşılığında, bütün İslam Dünyasının Türkiye’ye bağlanması teklifinin cazibesini göremediler” diyor. İsmet İnönü gibi büyük bir dehanın nasıl böyle bir hatayı yaptığına şaşırıyor. Ve nihai neden olarak da kaderin bu hikmetini gösteriyor. Evet İngiltere, Osmanlıyı yıkmakta İslam devletlerine zahiri bir istiklaliyet ve medeniyet vaat ettiği gibi; 1900’lü yıllarda ve devamında oluşan Asya ve Afrika sömürgelerini bu zahiri istiklaliyet havası ile yine kandırdı. Sömürgelerini, kendilerine tüketici bir pazar yapmayı becerdi. 2) “İşte şimdi anladın! İslam’ın neden küstüğünü, Avrupa Medeniyetini kabullenmekten çekindiğini…” Maalesef bu küskünlük ve Avrupa Medeniyetine karşı çekingenlik, dört sebepten dolayı bir derece kırılmıştır. İslam Âlemini belirli bir modernite salgını kaplamıştır. Bu dört sebep şunlardır: a) Bu tarihten (1920’lerden) sonra teknoloji ve modernitenin bütün dünyayı salgın gibi istila etmesi. Komünizmin şaşırtıcı bir faktör olarak ortaya çıkıp, İslam Dünyasını Batıya sığınmaya zorlaması.. c) İngilizlerin çok derin ve komplike diplomasisi.. d) Biraz sonra anlatacağımız, İslam Dünyasının kendine has bir medeniyeti inşa edememesi.. Arnold Toynbee diyor ki; Avrupa’nın materyalizme ve teknolojiye dayanan; ve kutsal değerlerden yoksun olan bu medeniyeti, dünyanın başına geçirmesi, diğer milletlerden öyle bir aksülamel ve tepki getirecek ki, Avrupa yaptıklarına bin pişman olacaktır. Evet Asya ve Afrika uyanmakla beraber, bahsi gelecek olan sekiz engelden dolayı kendi medeniyetlerini kuramadıklarından, bu esaretten henüz kurtulabilmiş değiller. 3) “Avrupa medeniyeti, herhangi bir dinin hidayetine dayanmıyor. Bir kolu materyalist Roma’nın ve bir kolu da hayalperest Yunan’ın dehalarına dayanıyor.” Burada 7 önemli başlık var: a) Avrupa medeniyeti, salt akla dayanır. Salt akıl da, fıtratın derinliklerine, geçmiş ve geleceğin güzelliklerine nüfuz edemiyor. Hidayet ve kalb gibi, doğal ve evrensel olamıyor. Roma ve Yunan dehaları; günlük, somutçu akıldan ikiz olarak doğdukları ve 2000 senedir, medeniyet ve Hıristiyanlık (Nasraniyet) onları birleştirmeye çalıştıkları halde, bir türlü imtizaç edememişlerdir. Bugün de Fransız ve Alman olarak yaşıyorlar. Roma materyalizmi Fransa’yı, Yunan felsefesi de Almanya’yı doğurmuştur. İşte sırf bu yapısal ayrılıktan dolayı, Avrupa iki büyük dünya savaşını yaşadı. Bediüzzaman, bu ifadede görüldüğü gibi, Ortaçağ Kilisesinin oluşturduğu skolâstik zihniyete “Nasraniyet” diyor. Hıristiyanlığın İncil’e ve İsa’ya dayanan ruhanilik ve diğer güzel neticelerine ise İsevilik diyor. (17. Lem’a, 5. Nota’ya bakınız.) c) Avrupa Medeniyeti, insanlık dünyasına bütünlük, refah ve benzeri güzellikleri ikram ettiğini söylüyor. Fakat bütün insanlık tarihinin toplamından daha fazla insanın ölmesine sebep olmuştur. İnsanı materyalizm kuyusunda boğmuştur. Tüketim ekonomisini insanlığın başına geçirerek ihtiyaçlarını arttırıp, onu mutsuz ve hasta etmiştir. (Lemeat ve Emirdağ II) d) Ve bu medeniyet, kendisi dinsiz olduğu halde Hıristiyanlık dinini emperyalizm uğruna kullanmıştır. Hiç de doğal olmayan bir laiklik ve sekülerizmi dünyaya din olarak kabul ettirmiştir. e) Ve bu laiklik prensibiyle beraber, bütün dinleri, Roma ve Yunan felsefelerinin emrine girmeye zorluyor. Ki, materyalizmden ve tüketim ekonomisini esas almasından ve ruha ve kalbe hiç hitap etmemesinden dolayı, bu medeniyetin, dinlerle barışabileceği bir ortam asla mümkün değildir. Çünkü böyle temelsiz bir girişim, doğal canlı ürünlerin içine zehirli hormonları şırınga etmek gibi olur. f) Bu medeniyet, gerçekçi ve gerçek üretici değildir. Sadece sihirbaz gibi insanların gözlerini boyuyor; onları kandırıyor. Seher, sihir kelimeleri etimolojik olarak boya ile insanları sevindirmek; bu sayede onları kandırmak demektir. g) Günlük akla ve somuta dayanan bu medeniyet, Allah’ı ve kutsalı tanımadığından, tabiatı ve tabiatın içindeki nimetleri, yağmalama psikolojisiyle koparır, tabiatın tek sahibinin kendisi olduğunu söyler. Hem nimetleri insanlara zehir eder; hem de çevre ve tabiatı zehirler. Bu saldırgan ve hırsızca psikoloji ile hiç doymadığı gibi, asla memnun ve şükürdar da olamıyor. 4) “Avrupa medeniyetinin dayandığı materyalizm, bir kolera gibi, yıkıcı ve bulaşıcıdır. Bu hastalık maalesef üç temel damardan yayılıyor. a) Tenkid; Taklid; c) Telkin…” Evvela: Anarşizm, sefahet ve bataklık manasındaki Hürriyet ilkesinden, bütün geçmiş mirası ve değerleri tenkid ve eleştiriye tabi tutuyor. Eleştirel Düşünce okullarını açıyor. İnsanların doğal dayanaklarını koparıyor. Onları yabancılaştırıyor. İkinci olarak: Fen ve pozitif ilimleri kullanıp kendi hayat ve düşünce tarzını bütün dünyaya telkin ediyor. Üçüncü olarak: Medeniyet, moda ve modernite fırtınasıyla herkesi o medeniyeti taklid etmeye zorluyor. Sonuç olarak materyalizm mikrobu, bütün ailevi ve sosyal dokuya sirayet etmiş oluyor. (Lemeat) 5) “Bu medeniyet beş olumsuz (menfi) esasa dayanıyor. Onun için insanlığa zarar-ı mutlak olmuştur.” a) Dayanağı; yani birinci ilkesi, “Güçlü olan haklıdır. Haklı güçlü olmadıkça, haklı sayılmaz. Maddi güç; güzel ve temel bir değerdir.” Gerçi insanlık, bu vahşi ve zalimane prensipten kurtulmak için; “İnsan Hakları Beyannamesini, eşitlik ilkesini, Hukuk Devleti kavramını” kendine vird etmişse de, Avrupa Medeniyetinin yerini dolduracak bir alternatif kurulamadığından insanlık bu zulmün zehrini bütün sarhoşluğu ve uyuşukluğu ile beraber içmeye devam ediyor. “Asıl amacı ve hedefi, menfaat ve çıkarcılıktır.” Onlarca sosyal yardımlaşma kurumlarını kurmuşsa da gayesi yine de zenginlerin ve zalimlerin rahat etmesidir. Onun hedefinde, bilgi, fazilet, fedakârlık, kardeşlik gibi temel soyut değerler yoktur. c) “Sosyal hayatın tutkalı olarak, başta ırkçılığı sonra kapitalizmi esas alır. Her ikisi de, başkasını yutmakla beslenmeye dayanır.” d) Nihai neticesi; insanı saldırgan, bilinçsiz bir tüketici yapmak; onu heva, heves ve diğer nefsanî lezzetler bataklığında boğmaktır. İnsanın asıl varlığı olan ruhî, aklî ve kalbî değerleri ya inkâr ettirmek veya ekonomik baskılarla onları mideye ve bedene yedirmektir. 6) “İslam ve Din medeniyetinin esasları ise şunlardır: Dayanak noktası Hakk… Hedefi, faziletli üstün insan olmak… Sosyal bağ ve rabıta olarak, din, vatan ve sosyal sınıf birliğini esas almak… Hayatı algılama prensibi, yardımlaşma ve kerem kanunu... Neticesi, hayatı ve tabiatı bir semavî sofra olarak görmek, insanın ilkel ve hayvanî duygularını gemlemekle onu zirvelere çıkarmaktır.” 7) “Dinler, çift kanatlı oldukları, fizik ve metafiziğe sahip bulundukları halde; neden, tek gözlü ve tek ayaklı, sırf dünyevi ve nefsanî bu medeniyete mağlup olmuşlardır?” gibi bir soruya karşı Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiyede cevap olarak altı hastalık ve sekiz mani ve engeli açıklıyor. Bu engellerin ve hastalıkların izahına girmeden önce, Bediüzzaman’ın medeniyet ve felsefe ile ilgili iki önemli uyarısını aktarmak gerekir. Şöyle ki: a) Biraz Batı materyalist medeniyeti; biraz İslam veya İsevîlik; veya başka bir tabir ile biraz dünyevî ve tek taraflı varlık anlayışı; sıkıştıkça da, seküler bir tanrı ve din anlayışı bir arada gitmez. Yunan ve Roma felsefeleri (ki, birbirine çok yakındırlar) birbiriyle birleşmedikleri gibi; evrensel, kutsal ve çok boyutlu, doğal bir yapıya sahip olan din realitesi de, seküler, tek gözlü, sınırlı insan algısı ile kurulan bir sistem ile asla birleşemez. Felsefe ya dine tabi olmalı, veya sosyal sahayı dine bırakmalı.. (30. Söz, 1. Mebhas) Bediüzzaman bu sosyolojik tespit ile beraber; Lemeat’ın bu bölümünde şu önemli gerçeği de itiraf ediyor. “Bunu da inkâr etmem; medeniyette pek çok güzellikler var. Fakat onlar Avrupa icadı veya Avrupa Hıristiyanlığının (Nasraniyet) malı değiller. Bu pozitif çağın ürünü de değiller. Bilakis, bunlar bütün zamanların ve bütün insanlığın malıdırlar. Fikirlerin birleşmesinden, semavi dinlerden, doğal ihtiyaçlardan, özellikle İslam dininin bilimsel rönesansından doğmuş, insanın temel bir mirasıdırlar.” Peki, insanlık böyle güçlü bir mirasa sahip olduğu halde, neden hala Avrupa’nın esiridir? El-Cevap: Sekiz engelden dolayı.. 1) Cehalet; 2) Vahşet; 3) Taassub.. 4) Din adamlarının tek taraflı yetişmeleri 5) Dini baskı aracı olarak kullanmaları.. 6) İnsanların körü körüne onları taklid etmeleri 7) Despotizm (istibdad) altında ezilmek; ve meşru bir şekilde yaşamamak… Mesela dindarlar “Ehl-i Kitap” kavramını çiğnediklerinden dolayı, asıl kuvvetleri olan İsevîlik ve Musevîlik dinlerini dinsizlerin su-i istimallerine kaptırmışlardır. [bediüzzaman bu engelleri açıklarken, Avrupa’da Ortaçağda Hıristiyanların içinde oluşan engelleri kastediyor. Mefhum-u makûsuyla diyor ki, Avrupa bu engelleri kırdı, kendine özgü yarım-yamalak bir medeniyet kurdu. Asya ve Afrika ise, evrensel ve kutsal değerlere dayalı bir medeniyeti kuramayışlarının sebebi ise, işte bu gibi engellere takılmalarıdır.] “8. Engel ki, en acısı da budur: Dindarların dini meseleler ile, müsbet ilimlerin birbiriyle çatıştıklarını sanmalarıdır. Çağlarının dışına savrulmalarıdır.” Bediüzzaman, 70 yıllık hayatı boyunca en çok bu 8. Engel ile savaştı. Yeni bir anlayış getirdi. Fakat İslam aydınlığı, Arap adetlerine yenildiği gibi; Risale-i Nur’un bu anlayışı da, diğer dindar grupların zahirî ve hurafevârî anlayışlarına yenilmiştir. Asya yine sahipsiz kalmıştır. İşte tarihin bu gibi talihsiz neticelerindendir ki; gerçekçi bazı sosyologlar; “Medeniyetler İttifakı” deyimini yanlış buluyorlar. Modern Avrupa Medeniyetinden başka medeniyet yoktur, diyorlar. Gerçekten Batı emperyalizmi, Asya ve Afrika’ya o kadar sık ve ağır darbeler vurmuş ve vuruyor ki; insanımız henüz kendi bilincine varmış değildir. Mesela, Asya’nın açlığını kullanarak kendi sanayilerini ve kültürlerini pahalı bir şekilde bize sattılar. Sağdan Kapitalizm tokadını kullanırken, soldan Komünizm ve anarşizm mikrobunu yaydılar. Hürriyet ve özgürlük sloganı ile insanları tabiattan, geçmişinden, manevi değerlerinden kopardılar. Evet, Hıristiyanlar ve Müslümanlar Mesih İsa’yı beklerken; ne acıdır ki, modern medeniyet, Mesih Deccalı doğurdu. Bu garip kardeşiniz dahi, 30 sene boyunca, kâinatın genelindeki, özellikle belli varlık gruplarındaki sonsuz bilinci, düzeni, irade ve güzelliği gördükten sonra, ancak kendini bu materyalizm Deccalından kurtarabilmiştir. Bediüzzaman, 1908’den ta 1914’e kadar başta Osmanlı olmak üzere bütün Asya milletlerine, kutsal ve ilimlere dayalı bir medeniyeti ısrarla tavsiye ediyordu. Sonra Osmanlı yıkılınca ölümünü ve üzüntüsünü anlatan “Eddai” imzasını yayınladı. Hayal kırıklığına uğradığını söyledi. Bu arada Asya’nın ve İslam dünyasının fakirliğinden dolayı, sosyalist hareketlerden umutlandı. İslam Dünyasının şayet bu güçlü harekete karşı lakayd kalırsa, bütün emeğini heder edeceğini, akıntıya karşı kürek çekmek zorunda kalacağını söyledi. (Sünûhat, Lemeat) Fakat bu hareket de materyalist Bolşeviklerin eline geçince, yine ondan da vazgeçti. 1940’lı yıllarda Almanya’nın değerlere saygılı nasyonal sosyalizminin, bu vahşi Avrupa medeniyetine karşı bir çare olabileceğini temenni etti. Fakat Hitlerin zalimane tavrından dolayı bunu da bıraktı. O da bu tarihte o meşhur ölüm imzasını 13. Şua’da bir daha yayınladı. Sonra ölümüne yakın Nur Cemaatinin onun medeniyet projesini anlamadıklarını gördü. Gözü açık olarak, o ölüm imzasını üçüncü kere Şuaların sonunda bir daha yayınladı. Fakat bütün bu badirelere rağmen o umudunu tam yitirmedi. Bu umutları da şunlardır: a) “Avrupa Medeniyeti, terör, anarşizm ve sefihane tüketim tarzının zorlamasıyla dine sığınacak. Büyücülerin Hz. Musa’ya boyun eğmesi gibi, Avrupa Medeniyeti de dine sığınmaktan başka bir kapı bulamayacaktır.” “İslam dünyasında din ve fenni iki kanat yaparak insanlığı kurtaracak bir cemaatin ortaya çıkması, onun en büyük umudu idi.” (Lahika Mektupları) c) “İslam dininin bilimsel diyalektik zihin yapısı ile Hıristiyanlığın ruhanî yapısı, el ele verip, insanlığı ahlaksızlık bataklığından ve materyalizm sıtmasından kurtaracaktır,” diyor. (Mektubat) Tarihçi Arnold Toynbee de “Tarihçi Açısından Din” adlı kitabında, buna benzer umutlarla, “Gelecek çağ, inancın çağı olacaktır” diyor. Medeniyetin en güçlü bir kolu olan edebiyatta materyalist Avrupa’nın bakışı ile Kur’ân’ın bakışının mukayesesi, bu Lemeat kitabının önemli bir bölümü olduğunu hatırlamakta fayda var. Çünkü medeniyetin oluşmasında edebiyatın dahi din kadar önemi var. Evet, insanoğlu önce âdem olur, din ve medeniyetin temelini atar. Sonra İsa olur, sonra zirvelere yükselir. Bediüzzaman, bu gerçeği şöyle özetlemiştir: “Bizim iki temel değerimiz var. Medeniyet ki insaniyet-i suğradır. Diğeri de din ve İslamiyet’tir ki, insaniyet-i kübradır.” Bediüzzaman, Eski Said döneminde, çift kanatlı, dünya ve ahireti, inanç ve bilimi kucaklayan bir medeniyetin kurulmasına çok çalıştı. Bu konuda Münazarat gibi birçok eser yazdı. “Bu asırda i’la-i kelimetullah, ancak maddeten terakki ile olur,” dedi. (Nutuklar) Yeni Said ise, baktı, kültürel bir kıyamet koptu; insanların dengeli ve sorumluluk isteyen bu canlı yapıyı taşıyamayacaklarını gördü. Kendisini, tamamıyla ahirete, ruhaniyata, maneviyata adadı. “Çadırlarda yaşayanlar, bize zenginlerden daha çok yakındırlar” dedi. Fakat sosyal hayat ile ilgilenenler, Eski Said’in o projelerini esas alsınlar, diye Eski Said’in de bir gerçek olduğunu söyledi. (Emirdağ II) Benim âcizane kanaatim; Kilise, Diyanet ve dini cemaatler değişmedikçe, güzel gelişmeleri beklemek safdillik olur. 09. 03. 2009 Bahaeddin SAĞLAM
  4. reşha şunu başlattı nazmiye
  5. reşha şunu başlattı Senyour
  6. Mevzuyu şöyle baştan sona okuyunca aklıma geldi, önce tengerin boşig ve taklamakan arkadaşlarıma yazdıkları o sevgi dolu, ve herkese saygı duyan, sonsuz hoşgörülü yazılarından dolayı çiçek sunacaktım ama, biraz daha okuyunca aklıma Hz. Mevlana geldi, Mevlânâ Hazretleri, talebelerinden biriyle yürürken, yol kenarında birkaç köpeğin sarmaş dolaş uyuduklarını görürler. Yanındaki talebesi: - Güzel bir kardeşlik örneği, der. Keşke insanlar da bunlardan ibret alsa. Mevlânâ, tebessüm ederek karşılık verir. - Aralarına bir kemik atıver de, gör kardeşliklerini. *** Yinede arkadaşlarımın farklılıklara saygı duyan fikirlerine gönderiyorum bu çiçeği.. keşke herkes sizin gibi olsa..
  7. Senyour şunu başlattı reşha
  8. Kim demiş eleştiri kabul edemediğimi.. Siz buna eleştirimi diyorsunuz, ya böyle bir üslup görmedim ben.. Hadi bari bende seviyemi düşüreyim.. Sayın Taklamakan şu sorularınıza cevap verip çıkacağım zira vakit kaybına uğruyorum, tekamülden geri kalacağım, hala materyalist bir zihniyetin esiriyim! anlık düşünüyorum! geçmiş ve gelecek muvazenesini kuramıyorum! okumam ve öğrenmem gerek her şeyi!! Said-i Kürdinin nameleri sizi ne kadarda zıvanadan çıkarıyor, lütfen sakin olun! Madem o kadar değersiz sizde bu kadar üzerinde durmayıverin olsun bitsin.. Yoksa yarasanın ışıktan korkması gibi bir durum mu hasıl oldu.. *** Araf Suresi 189. Allah sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini de ondan var edendir. (İnsan) eşiyle birleşince eşi hafif bir yük yüklenir (gebe kalır) ve (bir müddet) onu taşır. Gebeliği ağırlaşınca her ikisi de Rableri Allah?a, ?Eğer bize iyi ve sağlıklı bir çocuk verirsen, elbette şükredenlerden olacağız? diye dua ederler. Araf Suresi 190. Fakat Allah onlara iyi ve sağlıklı bir çocuk verince de, Allah?ın kendilerine verdiği çocuk konusunda ona ortaklar koşarlar. Allah onların ortak koştukları şeylerden yücedir. Siadi Kurdi her zamanki gibi gene uçmuş. Kollektif bir Ademden ve kollektif bir Havvadan bahsetmiş. Kanıtı var mı yok. *** Burada ne var hiç anlamadım, evet Allah insanlığın manevi kollektif kişiliğinden bahsederken Âdemi kullanıyor, ve ona esma taliminden vesaire bahsediyor, daha çok manevi yönleri.. Tek bir nefisten yaratılmak derken insanın biyolojik yönü- kelime nefs-i vahide, yani tür birliği demek, kadında erkekte insandır ya o vech ile.. görene.. görene.. köre ne? **** Deccal zamanında İsa gelecek ve şeriatımla amel edecek. Hadisini ne hale getirip , evirdip çevirmiş. Bahsettiğim yazar parantezleri kullanarak kırmızıladığım cülmeyi aşağıdaki hala çevirmiş. ?yanıltmaların ve dengesizliğin etkin olduğu dönemde ,İseviliğin bilinci gelir, denge ve bütünlük ile amel eder.? ***** Deccal ne demek? İsa kim, ne yapmış, misyonu ne? Kelimenin etimolojisi ne? Şeriat ne demek? Edebiyat nedir? Arapça nasıl bir dildir? Yapısı nedir? Ne nerede niçin kullanılmıştır? Amel etmek nedir? Daha önce bende böyle mekanik bakıyordum, sanıyordum ki; bir deccal var, canavar gibi bişey tek gözlüymüş derlerdi tavsif ederken, o sırada göğe kaldırılmış! Hz. İsa inecek ordu toplayacak deccal ve taraftarlarıyla savaşacak, şeriat-ı muhammedi ile (artık oda neyse) amel edecek.. falanda fıstık.. Daha çok hadis var böyle.. Ya şimdi ne kadar da iyi anlıyorum neden önce Âdemiyet vardı vahy ve din sonra geldi.. Evet insanlık dil bilmeden hiç bi zaman din ehli olamazlar, ben bunu sizin şahsınıza karşı söylememiştim daha önceki eleştirimde, bu insanlığın bugünkü çıkmazı, teisti ateisti farketmiyor.. Deccal yanıltan demektir, tek gözlü olması tek taraflı olmasıdır,buda dengesizliktir,tek kanatlı kuş uçamaz, bugün kendimdende biliyorum kalbim somuta maddi olan herşeye meftun, düşünürkende somut düşünmek istiyorum, bu asırdaki somutçuluğa işaret ediyor bence.. Buda dengesizlik oluyor, ve ben şuan bu dengesizliğimin ahirinde vicdan adlı cehennemde yanıyorum.. neyse.. ŞERİAT-İ MUHAMMEDİYYE= şeriat bildiğim kadarıyla şartlar demektir, muhammedi şartlar, HZ.Muhammedin misyonuna bakalım, geldi ve ne yaptı onun şeriatı, tevrat ile incili dengeledi, mekke ile medineyi dengeledi, madde ile manayı dengeledi herşeyde aklınıza gelen gelecek herşeyde o tam bir denge adamıydı.. Hani dini literatürdede geçer ya "sırat-müstakim" diye, Bana göre en büyük mucizeside budur, ayı ikiye yarmaktan ötedir.. Ah o denge, kendi hayatımda dahi ne kadar muhtacım.. Neden hz.isa geliyor, (kısaca) onun misyonu Roma'nın o müthiş materyalizmini tek taraflılığını dengeye getirmek ve yahudilerin şeriat ,fıkıh içinde boğulup kaybettikleri özü, dinin aslını ruhunu ,manasını hatırlatmaktı,nitekim incildeki yüzlerce ayetle sabittir bu hakikat dilerseniz örneklendiririm.. Şimdi bu bilgiler ışığında şu hadisi, Deccal zamanında İsa gelecek ve şeriatımla amel edecek. bu mana ile; yanıltmaların ve dengesizliğin etkin olduğu dönemde ,İseviliğin bilinci gelir, denge ve bütünlük ile amel eder.? yorumlamakta ne var anlamış değilim.. Yok diyorsanız buyrun deyin yahu! Deyin. Allah'ta "eledim eledim" diyor, selektion ** Tartışma da buradan çıkıyor zaten. Aslına yüklenmesi mümkün olmayan manalar yükleniyor. Ne kadar mantıksız ise , o kadar ilmi oluyor bunlara göre. *** Bunlar sizi çok seviyor *** Bu kişilerin "BAĞIMLI KİŞİLİK " özelliği göstererek , peşlerinden sürüklendikleri Allamei Cİhan Üstadları bu kadar çevirir se , talebeleri daha ileri gider. İmam cemaat ikilemesinde olduğu gibi. Daha neler tersyüz edilecek bakalım. **** Hakikate bağımlıyım, hakikati seviyorum, kim söylerse söylesin hakikate aşığım.. Siz dahi söyleseniz ben hakikatin kendisine bağlıyım bağımlıyım, hastayım... var mı? neler ters yüz edilecek , çirkinlikler güzelliğe, yalanlar doğrulara, hurafeler hakikate, siz arkadaşlarımda iman-ı billaha, inşaallah.. *** Şaşmıyorum artık. O özelliğimi kaybettim. Şaşamıyorum. Şok oluyorum. Saygılar. *** Allah çeşitliliği sever, daha neler görürsünüz neler, o yüzden şaşmayın, şokta olmayın mazaallah.. bendende size saygıyla birlikte tek bir nefisten yaratılmış olmak hasebiyle kucak dolusu sevgiler..
  9. reşha şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Öneri ve Eleştirileriniz
    Hiç bişi anlamıom dediinden Sevgili arkadaşlarımızın başkasına ait olan ilmi nefyetmekten başka bir özelliği varmı açıkçası merak ediyorum.. Hep derim yakınımdakilere, arkadaşlarıma ve kardeşlerime, bilginizi başkasının bilgisizliğine güzelliğinizi başkasının çirkinliğine kurmayın.. Siz başlı başına bilgli ve güzel olun, kimseyi eleştirmeksizin,kimseyle mukayese edilmeksizin.. ******* saygılar
  10. Vereceğim merak etmeyin ama şimdi çok daha önemli bir iişim var.. Sizden korkan sizin gibi olsun sayın taklamakn.. Cevap vermeme sebebim eleştiriyi çok basit ve üstünkörü ve detaya dayalı gördüğüm içindi.. daha sonra görüşürüz.. saygılar..
  11. Aslında biliyorum zaman kaybı olacak, ama çatlak nerede biliyor musunuz sayın taklamakan, vahyin keyfiyetini, Allahın varlığının mahiyetini bilmemekte.. Bazı arkadaşlar Alllah putu diyorlar, öyle başlık açmışlar, sonlu sınırlı ihata edemez kainattan uzak ve varolduğu vehmedilen bir Allah iddiası ve Onun özel olarak seçtiği resulü,ve ona kanatlı meleği cebrail tarafından indirdiği Kur-an, yada başka bi yazınızada sizin tabirinizle, 124.000 peygamber göndermekle kendini yalanlayan bir ilah.. Size anlayamıyor oluşunuza kızmakta kendimi haksız görüyorum.. Sekülerizm kasıp kavuruyo insanları, herkes varlık hakkında tek taraflı düşünüyo, bütüncül bir düşünce sistemi yok, kimi kadını savunuyor, kimi erkeğin hakimiyetini, kimi maddeyi savunuyo, kimi uçuyo çok idealist yaklaşıyo, kimi sosyalist kimi kapitalist,herkes varlığın bi köşesinden tutmuş, bana göre hepsi her düşünce sistemi her fikir her felsefi görüş doğru olmakla birlikte,bi açıdan hepsi yanlış, çünkü eksik,çünkü bu gözle görülecek kadar müthiş düzeni bu harika ötesi yapıyı bu sonsuz kudret ve ilim içeren hareket etmesiyle her daim bir kasıt bir iradenin var olduğunu göstern varlığı açıklamaya yetmiyor.. Benim anlatımımda eksik kalıyo.. Gerçekten kendimi her anlamda kuşatılmış eksiksiz bir ilim sahibi oalrak görmüyorum, çok öğrenmem gerek, çok bilmem gerek.. Bu sebepten yazılara ara verip belli konularda gelişmem lazım.. Bu arada ben forumda yeni değilim, 2 sene öncesinde enkas nickiyle yazıyordum, ne var ki şifremi unuttum Kısaca vahy hakkında şunu söyleyebilirim, vahy 2 kere 2 nin her yerde 4 etmesi gibi bir gerçek, fakat bu ilmi sembol, zaman zaman kendini 4 kalem 4 çocuk 4 kitap 4 gezegen 4 galaksi 4 atom olarak göstersede hepside 2 tane 2 nin yanyana gelmesiyle oluşmuştur.. zamanlar değişsede mekanlar değişsede değişmeyen birşey var, oda her zaman ve her yerde 2 kere 2 nin 4 ettiği,, biz buna ilmin realitesi diyoruz, vahyde, böyle bir ilmi gerçekliktir, varlıktan süzülen hayat, hayattan süzülen his ve şuur, ondan süzülen akıl,özerk bilinç, ve nihayet vahye namzetlik.. öyle bir beyin ki, tüm evrim sürecini yapısında saklıyor, öyle bir dna ki kaderi bir program,geçmişi ve geleceği içinde barındırıyor, bu vech ile vahy, kainatın varlığın dna sı, ruhu, genomudur, hangi topluma hangi zamanda gelirse gelsin ifade ettiği mana aynıdır.. Girdiği topluma düzen ve canlılık verir.. elbisesi, dil yapısı,ifade şekli, şeriatler toplumlara göre değişir,ama amaç tektir, sonsuz bir bilgiye dayanan bir düzenleme canlı kılma eylemi.. Cebrail, Allahın iletişimcisi, Cebraile külli akıl derler, hani süper ego deriz ya, kendi benimizden egodan id den ayrı toplumun oluşturduğu bir benlik, işte vahy de tüm varlığın oluşturduğu bir akıl bilinç vasıtasıyla cebrail ile gelir.. Resullerin bir yatay gelişmesi birde dikey gelişmesi mevcuttur, miraç denen hadise, tüm peygamberler hatta tüm insanlar için vardır, yükseliş demektir,dikey yükseliş,bunun en alasını hz. Muhammed sav yaşamıştır, gelmiş ve geçmiş tüm ilimler açılmıştır, beyin hakkında var olan bilgilerinize arz olunur.. Müceddid meseleside yine dinin özü aslı ile alakalı değildir, hiç bir müceddid gelip Âdemden beri (yani insanlığın ilk medenileştiği zamandan) beri kötü olan adam öldürmek ve zina etmek gibi başkasının hakkına tecavüz edip dengeyi sarsıcı şeyleri değiştiremez, değiştirse zaten müceddid değildir, yada Allahın varlığı birliği bütünlüğü ile ilgili temel akideleride değiştiremez, değiştirdiği sadece o asra uygunluktur, belli başlı şeylerdir.. Yani özde bir değişme olmadığı için, size diyebilirim ki, ilk inen vahy de hz. Nuha anlatılmak yaşattırılmak istenen ne ise, ki insanlık o dönemde öyle güzel medeniyetler kurmuş ki tarih okurken şaşıyorum, demek sonsuz bilgiye dayalı vahy ile kurmuşlar.. neyse.. Hasılı kelam vahyin özü aynıdır, değişmez, değiştirilemez, 2 kere 2nin 4 etmesi gibi gerçektir, sadece şeriatlar (şartlar demektir) değişir, oda zamanın değişmesinden kaynaklanır, her bir toplum her bir zaman dilimi o vahye o yüksek bilgiye bir elbisedir, bir kılıfıtr... Mesela şöyle düşünün çok maharetli bir usatasınız, her mutfakta farklı sebzeler farklı baharatlar var, farklı malzeme, ama sizdeki hüner maharet değişmez birşey, bütün mutfaklarda çok güzel ama birbirinden farklı yemekler yapıyorsunuz, aşçılığınız ustalığınız maharetiniz ve yemeği lezzetlendiriş biçiminz değişmesede yemekler farklı oluyor.. ve daha bir sürü.. Foruma belli bi süreliğine veda ediyorum.. Kendimi ilmen ve aklen hazır hissettiğim bir zamanda geri döneceğim.. Selam ve sevgiler..
  12. Elbette şaşmamak gerek. Bende insanların ilim adı altında kişilerle uğraşmasına, dil bilmedikleri halde hadis ve ayet yorumlamasına, dil ve kültür seviyesine gelemeyip Âdem olamadıkları halde önüne gelen her ilme yapacak bir eleştiri bulabilmelerine şaşmıyorum.. Akıl göze inince haliyle oluyor böyle şeyler..
  13. Arkadaşlar okumanızı rica ediyorum, ve tartışmaya hiç bir şekilde girmeyeceğim.. Çünkü dinin sahibi ve realitesini savunduğum varlığın sahibi ben değilim, ve dinde vahy de kimsenin tekelinde değildir.. Bu tarz sizli bizli tartışmaları gereksiz anlamsız görüyorum.. Ayrıca diğer kendisini müslüman olarak niteleyen arkadaşlardan dolayıda önyargılı bi şekilde "sizdemi böyle diceksiniz ha?" tarzındaki söylemlerinizi pek tartışma adabınada uygun görmüyorum.. Saygılar!
  14. Dinin Mahiyeti ve Fıtrat Kâinat ve yeryüzü Cenâb-ı Hakk?ın Vâhidiyeti ile koyduğu ve hassas bir dengeden ibaret olan fıtrat üzere hareket eder. Her bir faaliyet ve her bir varlık bu denge üzeredir. Yeryüzünde, kapsamlı bir rahmet olmakla beraber, sınırsız bir adalet de vardır. Sonsuz bir cömertlik olmakla beraber her bir şey iktisatlı şekilde yapılır. Bu hakikatler birbirlerini dengelerler ve varlıkları birbirine zıt değildir. İnsan, yeryüzündeki bu kuşatıcı ve her şeyi hükmü altına alan bu fıtrattan süzülmüş olarak gelen Kur?ân-ı Kerim?in gösterdiği rota ile, ancak bu umumi düzene ayak uydurabilir ve yeryüzünde huzur ve sükûnet içinde yaşayabilir. Dinin her bir emri ve yasağı insanı sırat-ı müstakime getirmeye yöneliktir. Mesela Ankebût suresi ayet 28: ? Göz ile görülebilen bir hakikattir ki hakkıyla kılınan bir namaz insanı aşırılıklardan ve noksanlıklardan engeller. Ona dengeyi gösterir.? Sırat-ı müstakim Cenâb-ı Hakk?ın isimleri ve sıfatlarıyla tecelli ettiği yerdir.(76) İnsan, Cenâb-ı Hakka ve Onun her biri insanı ebediyete açan emir ve yasaklarına tâbi olmalı. Aksi halde sınırsız hissiyatının getirisi olan geçmiş zamanın hüzünlerinden ve gelecek zamanın korkularından kurtulup rahat bir nefes almadan dünyadan göçüp gidecek. Din fıtrattan ibarettir. Cenâb-ı Hakk katında da din ancak bu sırat-ı müstakim olan yani madde ile manayı, gayb ile şehâdeti, ruh ile bedeni birleyen ve bir gösteren İslam?dan ibarettir ve tek din ve hatta din odur. İnsan, Kur?ân?a tabi olduğunda, o zaman Rahîmî, Rahmânî, İlâhî üç bilinç irtibata geçer ve insan hâliyle ve kavliyle Bismillahirrahmânirrahîm der. Kainat ağacının meyvesi olan insanın kalbi bu bağlantının kurulması ile yeşerir ve mânâ alemlerinde, gayb ve misal alemlerinde dallanır, budaklanır ve böylece insandan beklenilen gaye tahakkuk etmeye başlar.Evet, fıtrat, maddi ve manevi yapının eseridir ve hangi sistem ve fikir olursa olsun, bu yapıyı beraber ele almazsa dengesizlik etmiş ve sırat-ı müstakîmden cehenneme yuvarlanmış olur. Hiçbir beşerî felsefe tek başına insana bu dengeli hali bu zamana kadar temin edememiş, hep yolda kalmıştır. Felsefe tarihi buna şahittir. (76)Hatta sırat-ı müstakîmin Varlık açısından ehemmiyetini ifade eden şu ayet çok çarpıcıdır: ? İnne rabbî alâ sıratın müstakîm ? ( Göz ile görülebilen bir hakikattir ki Rabbim sırat-ı müstakîm üzeredir, her bir şeyi dengeli yapar ve dengede tutar. ) ( Hud suresi 56. ayet ) İmtihan ( Diyalektik ) Hakikati ve İbadet Kâinat Cenâb-ı Hakk?ın Celâlî ve Cemâlî isimleriyle kurulmuş bir sistemdir. Ve bu isimlerin çarpışması ile bu sistem işler. Bediüzzaman Said Nursî, sistemin niçin kurulduğunu ve nasıl işlediğini ve sonucun ne olacağını şöyle ifade eder: ? Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki temel element var ki her tarafa uzanmış kök atmış: Hayır-şer, güzel-çirkin, yarar-zarar, kemal-noksan, ışık-karanlık, hidayet-dalalet, nur-nar, iman-küfür, tâat-isyan, havf-muhabbet gibi eserleriyle, meyveleriyle, şu kâinatta zıtlar birbiriyle çarpışıyor, daima başkalaşma ve değişmelere mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsullerinin tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, merkezileşip birbirinden ayrılacak, o vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir. Madem beka alemi, şu fanilik aleminden yapılacaktır. Elbette, temel elementleri bekaya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet-Cehennem, maddi yaratılış ağacından ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu oluşumlar silsilesinin iki neticesidir ve şu fiillerin ve işlerin oluşturduğu selin iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecellî yeridir ki, İlahî kudret bir şiddetli hareket ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır. Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki: Hakîm-i Ezelî, daimi mana üreticilikle ve ezelî hikmetinin gereğiyle, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına ayna ve kader ve kudret kalemine sayfa olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise, neşvünemâya ayine olup büyüyüp gelişmeye sebeptir. O neşvünemâ ise, istidatların yani potansiyel yeteneklerin inkişafına ve açılmasına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, nisbî hakikatlerin ortaya çıkışına sebeptir. Nisbî hakikatlerin ortaya çıkışı ise, Haşmetli Sânatkârın Esmâ-i Hüsnâsının tecellilerinin nakışlarını ve kodlarını göstermesine ve kâinatı Ehadiyet ve Samediyet-i İlahîsiyle yazılmış mektuplar suretine çevirmesine sebeptir. İşte, şu imtihan esprisi ve teklif sırrıyladır ki, yüce ruhların elmas gibi cevherleri, sefil ve alçak ruhların kömür gibi maddelerinden arınır, ayrılır. İşte, bu bahsettiğimiz sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden, şu âlemin başkalaşmasını ve halinin değişmesini dahi o hikmetler için irade etti. Hal değişikliği ve öz değişikliği için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlerle kaynaştırarak, şerleri hayırlara sokarak, çirkinlikleri güzelliklerle birleştirerek, hamur gibi yoğurarak, şu kâinatı değişme ve başkalaşma kanununa ve hal değiştirme ve tekâmül ( evrim ) düsturuna tâbi kıldı. Ne zaman ki imtihan meclisi kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icra etti. Kader kalemi, mektuplarını tamamıyla yazdı. Kudret, san'at nakışlarını tamamladı. Mevcudat, vazifelerini ifa etti. Mahluklar, hizmetlerini bitirdi. Her şey mânâsını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Kudretli Sânatkârın bütün kudret mucizelerini, bütün san'at harikalarını teşhir edip gösterdi. Şu fanilik âlemi, sermedî ve zamünlarüstü manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Celalli Sanatkârın zamanlar üstü hikmeti ve ezelî mana üreticiliği, o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsnânın tecellîlerinin hakikatlerini, o kader kalemi mektuplarının hakikatlerini, o nümune misali san'at nakışlarının asıllarını, o mevcudat vazifelerinin faydalarını, gayelerini, o mahlûkların hizmetlerinin ücretlerini ve o kâinat kitabının kelimelerinin ifade ettikleri mânâların hakikatlerini ve istidat çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir büyük mahkeme açılmasını ve dünyadan alınmış misalî manzaraların gösterilmesini ve zâhirî sebeplerin perdesinin yırtılmasını ve her şey doğrudan doğruya Celalli Hàlık?a teslim edilmesi gibi hakikatleri iktiza etti, gerektirdi. Ve o zikredilen hakikatleri iktiza ettiği için, kâinatı başkalaşma ve fanilik sıkıntısından, hal değiştirme ve geçicilikten kurtarmak ve ebedîleştirmek için, o zıtların tasfiyesini istedi ve başkalaşmanın esbabını ve dağınıklıkların sebeplerini ayrıştırmak istedi. Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte, şu tasfiyenin neticesinde Cehennem ebedî ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri ? Vemtâzu?l-yevme eyyühe?l-mücrimûn ? (77) ( Sizler, ayrılın, ey mücrimler ) tehdidine mazhar olacak; Cennet ebedî, haşmetli bir suret giyerek, ehil ve ashabı ? Selâmun aleyküm tıbtüm fedhulûha hàlidîn ?[78] ( Size selâm olsun. Buraya ter temiz geldiniz. Ebediyen kalmak üzere girin Cennete ) hitabına mazhar olacak. Ve ayrıca Ezelî Hakîm, şu iki hanenin sekenelerine, kusursuz kudretiyle ebedî ve sabit bir vücut verecek ki, hiç çözülmeye ve başkalaşmaya ve ihtiyarlığa ve dağılmaya maruz kalmazlar. Çünkü dağılmaya sebebiyet veren başkalaşmanın sebepleri bulunmaz. ? ( Sözler, 29. Söz ) İbadet, insanı bu fırtınalı harp meydanı olan, zıtların çarpıştığı yeryüzünde pişirip güç depolatır ve imtihanını iyi verebilmesi yolunda ona yardımcı olur. Kabir ve haşirde ve sonraki yolculuğunda ona azık ve nur olur. İbadet böyle bir imtihan salonunda Bediüzzaman?ın ifadeleriyle insana şunu sağlar: ? İnsan, yaratılış ağacının meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en kapsamlı ve umuma bakar ve umumun vahdet cihetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenâya, dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubudiyet yani kulluk ise, onun yüzünü fenâdan bekaya, halktan Hakka, kesretten yani çokluktan vahdete yani birliğe ve tekliğe, yaratılış ağacının sonundan başlangıcına çeviren bir vuslat ipi, yahut başlangıç ( mebde? ) ve son ( münteha ) ortasında bir kavuşma noktasıdır. Nasıl ki, tohum olacak kıymettar şuur sahibi bir meyve, ağacın altındaki ruh sahiplerine baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi birtek meyve gibi zayi olacak. Eğer o meyve, dayanak noktasını bulsa -ki bu dayanak noktası Uluhiyet ile ifade edilen ilk tecelli-i vahdettir- içindeki çekirdek bütün ağacın vahdet cihetini tutmakla beraber, ağacın bekasına ve hakikatinin devamına vasıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat, daimi küllî bir hakikate, bir bâki ömür içinde erişir. Öyle de, insan, eğer kesrete dalıp, kâinat içinde boğulup, dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir kayba düşer. Hem fenâ, hem fâni, hem ademe düşer. Hem mânen kendini idam eder. Eğer Kur'ân'ın dilinden kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubudiyetin miracıyla kemâlât arşına çıkabilir, bâki bir insan olur.?(79) Yani kulluk insanı Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk?ın vahdet tecellisine mazhar eder ve bu tecelliye mazhar olan baki bir varlık kazanır. Kalbindeki aşk-ı beka tatmin olur. İbadet, insanı bir nokta-yı vahdete çevirir ve ona odaklanmakla ancak kalp çekirdeği filizlenir. Çünkü, insanın kalb çekirdeği nefis kabuğu tarafından kuşatılmış haldedir. Bunun çatlatmanın tek yolu eğer kız ise Ehadiyet arşı olan Uluhiyete ihtiyacını hissetmek ve Ondan şefkat beklemek, erkek ise Samediyet arşı olan Rahmâniyete yönelmekle ihtiyacını hissetmek ve dıştaki mükemmelliklere odaklanmak ve ona ulaşmak için kabuğundan çıkmaya çalışmaktır. Ancak o zaman kalb çekirdeği çatlar ve insan kalbi kendisini ayine-i Ehad-i Samed yapacak konuma ulaşır. İnsanlığın ilk zamanlarından bu yana Cenâb-ı Hakk insanları hep bir nokta-yı vahdete yönlendirmiş ta ki kalplerindeki çekirdek, kesrette ve toplulukları da vahşette dağılmasın. İlk zamanlar bunu putlar ile yapmış ve buna müsaade etmiş.[80] Çünkü o zamanlar insanların zihin yapısı iptidai idi. Sonra gelişince soyuta, manaya açılmaya başlayınca Hazret-i Nuh ile başlayan peygamberler silsilesini gönderdi. Bu iptidai dönemde insanları nokta-yı vahdete çevirmede kadın kullanıldı. Çünkü kadın yüzü güzelliğin göründüğü yerdir. Yani Cenâb-ı Hakk?ın cemâlinin aynasıdır. Cemâl ise tecelli-i vahdetin eseridir. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk, ilk insanlarda anaerkilliğe izin verdi.[81] Hatta ilk zamanki insanların putları ve Kur?an?ın geldiği Câhiliye toplumunun putlarının çoğunluğu kadın suretindeydi. Zihinler geliştikçe Cenâb-ı Hakk Peygamberler ile onları hakiki manasıyla soyut olan vahdete adım adım yönlendirmek için kıble tayini yaptı. Kıble müminlerin yöneldikleri nokta-yı vahdettir. Bir semboldür. Ona yönelerek Cenâb-ı Hakka kullukta bulunulur. Allah ismi, Cenâb-ı Hakk?ın ilk tecelli-i vahdetidir. Mutlakiyeti zihinler kavrayamayacağı ve Mutlak bir Zâtı tahayyül edemeyip ona kullukta bulunamayacağı için Cenab-ı Hakk ilk tecelli-i vahdeti olan Uluhiyetine insanları yönlendirir ve Uluhiyet perdesinden kullarının teşekkür ve ibadetlerini alır. Uluhiyet kainattaki Vâhidiyet tarzındaki Celâlî ve Ehadiyet tarzındaki Cemâlî tecellilerin -ki kadın yüzündeki güzellik bu Ehadiyet tecellisinin eseridir- vahdet potasında eritildiği kemal noktasıdır. Ubudiyet insanı cemâl şuurundan bir ileri mertebe olan kemâl şuuruna götürür. Varlığın, sınırlı dahi olsa mükemmel olduğunu, kainatın bütün olarak kusursuz olduğunu insana öğretir, gösterir ve yaşattırır. (77)Yasin suresi 59. ayet [78]Zümer suresi 73. ayet (79)Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 5. Meyve... [80]Bakınız, Muhyiddin-i Arabî, Füsûsu?l-Hikem, Hazret-i Nuh Fassı... [81]Freud?un kendisi bir Yahudi olmasına rağmen ve Yahudilerde hala bu anaerkilliğin devam ettiği de nazara alınırsa acaba o, nasıl oldu da ısrarla ilk insanların ataerkil olduğunu iddia edebildi şayan-ı hayrettir. Yahudilerin bu anaerkilliği Tevrat?a dayalı bir sistem değildir. Çünkü bütün vahye dayalı dinler ataerkilliği esas alırlar. Anaerkillik somutçu nefsânî güzelliği hedef tutarken, vahye dayalı ataerkillik insana kalbî, ruhânî, aklî soyut kemâlât ve cemâli hedef kılar ve ona doğru yol aldırır. Eymen Erdem AKÇA 09.12.2005
  15. Beşer-İnsan ve Âdem Hakikatleri Kur’ân-ı Kerim’de insanı anlatırken, onun maddi cihetinden bahsettiği zaman yani onun yiyen içen bir varlık olduğundan, onun Rahîmiyet’inden bahsedildiği zaman ondan “ beşer ” olarak bahsedilir.(49) Fakat insanın madde ve manaya mazhariyetinden bahsedilen yani Rahmânî bilincinden bahsedilen noktalarda ondan “ insan ” diye bahsedilir.(50) İnsanın melekî yani soyut hakikatlerin esas olduğunu bilen ve ona göre yaşayıp hayatını bu İlâhî hakikatlere küllî çapta ayna kılan boyutundan bahsedince ondan “ Âdem ” diye bahseder, ve onu halife-i İlâhî olarak yani Uluhiyet aynası olarak nazara sunar.(51) Kur’ân-ı Kerim’de bu kelime seçimleri çok mühimdir. Bediüzzaman Said Nursî, insan benliğini tarif ederken bu kelimeleri şöyle kullanır: “ Demek ene ( benlik ), ayna-misal ve vahid-i kıyasî ( kıyaslama birimi ) ve âlet-i inkişaf ( gelişme vesilesi ) ve mânâ-yı harfî( harfe dayalı manada ) gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin ( insanlık mahiyetinin varlığının ) kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin ( beşerlik yapısının ) hullesinden ( elbisesinden ) ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin ( Âdemlik kişiliğinin ) kitabından bir elif'tir ki, o elif'in iki yüzü var…” ( Sözler, 30. Söz, Ene Bahsi.) Kur’ân-ı Kerim’de bahsedilen Âdem ve Havva hakikatleri insanlığın kolektif kişiliği ile ilgili iki şahs-ı manevidir, gaybîdir. Her bir kadın, Havva’dır; her bir erkek, Âdem’dir. Aksi halde, hem Âdem’i peygamber veyahut Cenab-ı Hakk’tan kelimeler alan ilhama mazhar bir şahsiyet kabul edip sonra da onu A’raf suresi 189-190. ayetlerin hükmü gereği “ müşrik kabul etmek ” gibi bir çelişkiye düşmek söz konusu olur. Ayrıca Bakara 213. ayette belirtildiği üzere ilk zamanlar insanlar bir ümmet halinde bir sınıftı. Daha sonra aralarında çeşitli sebeplerden dolayı ihtilaflar çıkınca peygamberler gönderildi ve Nisa Suresi 163-4. ayetlerinde bu peygamberlerin gönderilişi şöyle anlatılır: “ Muhakkak biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik. Daha önce sana anlattığımız peygamberlerle, anlatmadığımız başka peygamberlere de ( vahyettik ). Ve Allah Musa ile de konuştu.” Kur’ân-ı Kerim’de ve diğer kutsal kitaplarda Âdem ve Havva ile ilgili anlatılan hakikatlerin tamamı insan türü ile ilgilidir. Gayb âleminde nasıl ki her bir türün temsilcisi olan şahs-ı manevi vardır.(52) Aynen öyle de insanlığın bir şahs-ı manevisi yani kolektif kişiliği vardır ve ismi de Âdemdir.(53) Hadis-i şerifin tabiriyle “ bütün dilleri bilen, 60 metre uzunluğunda ( ortalama ömrü anlatır )(54) 7 metre omuz genişliğindedir. ( ki insandaki temel 7 duyuyu ifade eder ) Sağ yanında cennetlik çocukları vardır, onlara bakar sevinir; sol yanında cehennemlikler vardır, onlara bakar üzülür. ”(55) Meleklerin Âdem’e secde meselesini, şeytanın bundan kaçınmasını ve Âdem’e bütün isimlerin öğretilmesini Bediüzzaman Said Nursî şöyle açıklar: “ Kur'ân-ı Hakîmde çok cüz’î hadiseler vardır ki, her birisinin arkasında bir küllî düstur saklanmış ve bir umumî kanunun ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki, “ Âdem'e bütün isimleri öğretti ” ( Bakara Suresi 33. ayet ) Hazret(56)-i Âdem'in meleklere karşı hilâfet kabiliyeti için bir mucizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir cüz'î hadisedir. Şöyle bir küllî düsturun ucudur ki: Beşer türüne istidadının kapsamlılığı cihetiyle tâlim olunan hadsiz ilimler ve kâinatın türlerini kuşatıcı pek çok fenler ve Hâlık’ın fiillerine ve sıfatlarına şâmil kesretli marifetlerin tâlimidir ki, beşer türüne, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı en büyük emanet olan benliği yüklenmek dâvâsında bir rüçhaniyet, üstünlük vermiş; ve bütünüyle arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur'ân anlattığı gibi, “ melâikelerin Âdem'e secdesiyle beraber Şeytanın secde etmemesi ” olan gayb aleminde geçen cüz’î hadise, pek geniş, gözle görünen küllî bir düsturun ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikati ihsas ediyor, hissettiriyor. Şöyle ki: Kur'ân, şahs-ı Âdem'e(57) melâikelerin itaat ve inkıyadını, boyun eğmelerini ve Şeytan’ın büyüklenmesini ve kaçınmasını zikretmesiyle, beşer türüne kâinatın ekser maddî türleri ve türlerin mânevî temsilcileri ve sorumluları hizmetkâr olduklarını, hizmet ettiklerini ve beşer türünün duygularının bütün istifadelerine yatkın ve boyun eğdirilmiş olduklarını düşündürtmekle beraber; o türün istidatlarını bozan ve yanlış yollara sevk eden şerli maddeler ile onların temsilcileri ve o şeylerin içinde oturan pis sakinleri o beşer türünün kemâlât yolunda ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l- Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün beşer türüyle bir ulvi konuşma yapıyor.” Âdem ve Havva’nın şeytan tarafından kandırılmasında şöyle külli hakikatler var: Taha suresinde Şeytan’ın onları “ şecere-i huld ve mülk-ü layebla ” ile yani ebedilik ağacı ve yıkılmaz bir saltanat ile kandırdığı ifade edilir. Bunun iki yönü var: İnsan nefsi, somutçudur. Ondaki âcizliği o, nesil çokluğuna dayanmayla ve fakirliğini de yıkılmaz bir dünyevi saltanat elde etmeyle gidermeye çalışır. Oysa ki bunlar şeytanın insanı kandırdığı sahte tatmin şekilleridir. İnsan ontolojik olarak acizdir. Ondaki âcizliği ontolojik olarak kimse gideremez. Onun fakirliği yani her şeye muhtaç oluşu yine ontolojik bir hadisedir. Onun aczini ancak Ehadiyet Güneşi, fakrını ancak Samediyet cenneti doyurur. Yoksa yok.[58] İkinci olarak, insan fıtratında ciddi, sarsılmaz bir beka aşkı var. Bu beka aşkı kendisini farklı şekillerde tezahür ettirir. Erkek, kendisini âciz görmediği(59) için zanneder ki onun ihtiyaçlarını karşılayıp fakrını gideren sarsılmaz bir saltanat ve mülk elde ederse o bakileşir. Bundan dolayı şeytan onu mülk-ü baki arzusuyla kandırır. Evet, bir çok erkek ( Firavun(60) ve Nemrud gibi ) sarsılmaz saltanat sahibi oldular ama Cenâb-ı Hakk onlara unuttukları âcizliklerini bir karınca ve sivrisinek ile hatırlattı. Kadın ise kendini fakir görmediğinden aczini giderecek erkek evladı(61) arzular ta ki sırtını ona dayayıp bakileşsin. Fakat, umduğunun tam tersi olur ve bir çok kadın(62) erkek evladının tokadını yer. Evet, Cenab-ı Hakk insan neyi put yaparsa o şey ile onun kalbini kırar. Din, nefsin, bu dünyevi mülk ve evlat arzusunu kudsiyet potasında eritir ve “ yetiştirilen salih evladın yaptığı hasenelerin öncelikle annesinin amel defterine yazılacağını ve salih evladı olanın amel defterinin o kadın öldükten bile sonra kapanmayacağını ”(63) ifade ederek kadının böylece hayır cihetiyle ebedileşebileceğini anlatır. Erkek için de elde ettiği mülkten, vereceği zekat, sadaka gibi hayırların onun için “ bire on, bire yüz, bire yedi yüz ve daha fazla veren buğday başakları haline geleceğini ” ayetle(64) ve hatta “ vakfedilen bir malın veya bir hayrın kişi öldükten sonra bile amel defterine sevap yazdıracağını ”(65) ifade etmekle erkek nefsinin mülk arzusu böylece hem karşılanmış hem de ebedi bilinç olan beka ile bağlantısı kurulmuş olur.(66) Evet insanda evrim sürecinin eseri olarak üç temel boyut var ve her bir boyutun ifrat-tefrit-vasat olmak üzere üçer boyutları var. Her bir boyut sırasıyla insandaki beşerî, insânî ve Âdemî boyutlara bakıyor. Evet insan, beşeriyet cihetiyle yiyen, içen ve diğer canlılar gibi üreyen bir varlıktır. Hem de hayvanlar gibi binlerce çeşit hissiyata sahiptir hem ayrıca melekler gibi çeşitli soyut hakikatleri idrak etmesine ve yaşamasına vesile olan özellikleri de vardır. Şöyle ki: Kuvve-i Şeheviye(67)>>Fısk ve fücur[68] [İfrat( Aşırılık)], İffet [Vasat(denge)], Humud(69) [Tefrit(noksanlık)] Kuvve-i Gadabiye>> Tehevvür(70) [İfrat( Aşırılık)], Şecaat [Vasat(denge)], Cebanet(71) [Tefrit(noksanlık)] Kuvve-i Akliye>> Cerbeze(72) [İfrat( Aşırılık)], Hikmet(73) [Vasat(denge)], Gabavet(74) [Tefrit(noksanlık)] Kur’ân ve bütün vahiyler insanı vasata, dengeye ve bunların anlattığı hal olan sırat-ı müstakime getirir ve bu yol cennete dek uzanır. Bu yolun sağı “ mağdûb ” ( aşırı gidip ekolojik sistemin ve ilahi bilincin gazabına uğrayanlar ), yolun solu ise “ dâllîn ” ( verilen nimetlerden istifade etmeyip, onları israf edip sistem tarafından dışlananlar) yoludur.(75) (49)Mesela: “ De ki: Ben de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki. Bana ilahınızın ancak bir İlâh-ı Vâhid olduğu vahiy olunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadette hiç kimseyi ortak etmesin. ” ( Kehf suresi 110. ayet ) ve “ Sen de bizim gibi bir beşerden başka nesin? ” ( Şuara suresi 186. ayet ) ve saire onlarca ayet... (50)İnsanın gayb alemine açıldığı pencereleri olan Kur’ân ve beyanın ona öğretildiğinden bahsedilen surenin isminin Rahman suresi olması ve orada da insanın bunlarla ancak insan olacağını anlatma sadedinde şöyle denilmiş: “ Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı halk etti, kudretine ilim ve iradesiyle şekil verdi, onu Rahmâniyet’ine ayna kıldı. Ona beyanı yani düzgün konuşmayı, kendini anlatabilmeyi öğretti. ” ( Rahmân suresi, 1-4. ayetler ) Bu hakikatlerin Rahmâniyet-i İlahiye’nin anlatıldığı Rahman suresinde ifade edilmesi, bunların Rahmânî bilinç ve ekolojik denge vasıtasıyla yapıldığına işaret eder. Sonra “ Rahmân, insanı, pişmiş bir çamura benzeyen bir balçıktan ve cinleri de halis ateşten halk edip şekillendirerek Rahmâniyet’ine ayna haline getirdi. ” diyerek verilen nimetin kıymetini bilmeleri sadedinde şu uyarıda bulunur: “ Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? ”. ( Rahmân suresi, 14-16. ayetler ) (51)“ Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: ‘ Âdem’e secde edin ’ dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis, secde edenlerden olmadı. ” ( A’raf suresi 11. ayet ) ve “ Bir zamanlar Rabb’in meleklere: ‘ Ben, yeryüzünde bir halife yapacağım ’ demişti. ( Melekler ): ‘ A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yapacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz ’ dediler. ( Rabb’in ): ‘ Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim. ’ dedi. Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: ‘ Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin ’ dedi. Dediler ki: ‘ Sübhan’sın sen ( ya Rab! ). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Hakikat şu ki sen her şeyi bilen Alîmsin, her işi hikmetle yapan Hakîmsin. ( Allah ): Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver. ’ dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, ( Allah ): ‘ Ben, size, ben semavâtın ve arzın gayblarını bilirim, sizin açıkladıklarınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim ’ dememiş miydim? ’ dedi. Ve o zaman meleklere: ‘ Âdem’e secde edin! ’ dedik, hemen hepsi secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkarcılardan oldu. ’ ( Bakara suresi 30-34. ayetler ) ve benzeri onlarca ayet... (52)Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 14. Söz, 3. Sual ve Muhâkemât, 2. Mes’ele ve saire... (53)Kadın ve erkeklerden müteşekkil bir topululuktan, Arapça’da, erkekler şeklinde bahsedilir. Âdem’e secde hadisesinde, kadınlar, manen Âdem oldukları için ayrı bir secdeye gerek kalmamıştır. Temsil makamında, din açısından, erkekler bir derece önde olduklarından, insanlığın şahs-ı manevisi gayb aleminde Âdem olarak tecessüm etmiştir. (54)Gayb literatüründe, “ boy uzunluğunun, ömür manasına geldiğine ” dair bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 8. Söz ) (55)Bakınız, Sahih-i Buhârî... (56)Hazret, Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyetiyle, ilim-irade-kudretiyle hazır olduğu, kendisini gösterdiği makam demektir. Hazret-i Âdem tabiri ise Âdem olarak görünen Cenâb-ı Hakk’ın görüntüsü demektir. (57)Gayb âleminde, bu bizim alemde olan soyut hakikatler somut olarak temessül ederler, şahsiyet giyerler. Âdemiyet, soyuttur ve soyuta dayanarak yaşamak demektir. Fakat gayb aleminde, kavram olan Âdemiyet şahsiyete bürünür, görülür ve melekler ona secde ederler. [58]Ayette, şecere-i huld’ün daha evvel zikredilmesi, aczi dolayısıyla ve fıtratındaki çocuk sevme arzusunun gereği, kadının, erkeği bu bilinç ağacından yemeye sevk ettiğine işaret eder. Çünkü kadın, erkekten daha önce ergenliğe ulaşır. Erkeğin arzusu ise mülk-ü lâyeblâdır. Çünkü onda fakr baskındır ve bu hiç değişmez. Kısacası şeytan Havva modelinde bütün kadınları çocuk hayaliyle ve Âdem modelinde bütün erkekleri de yıkılmaz saltanat ile kandırır. Bilfiil görüyoruz. (59)Müşriklerin ve müşrik filozofların, benliklerindeki bu zâtî aczlerini görmek istemediklerini ifade noktasında Kur’ân-ı Hakîm, onların hayallerinde kurdukları sistemler veyahut ilah modellerinin bile ele geçirilebilen, pasif ve edilgen ilahlar olduğunu anlatmak için Onların taptıkları üç put olan Lât, Uzza ve Menâtın ismini zikreder. ( Üç isim sırasıyla, insandaki melekî, hayvanî ve bitkisel bilinç seviyelerinin sarsılmaz arzularının pasifize edilmiş halini simgeler: Mutlak Varlık, Sınırsız Özgürlük ve Sonsuz rızık ) ( Necm Suresi, 19-20. ayetler ). Ve bunların ontolojik bir hakikatleri olmadığını, müşriklerin hayallerindeki sistem ve put isimleri olduğunu söyler. Ayrıca, müşriklerin, ontolojik olarak kendilerini faal gördüklerinden, başka birisinin etkinliğini kabul etmeme noktasında, meleklere onların pasifliklerini ifade eden “ kız isimleri ” taktıklarını, bunları yapmalarının tek sebebinin de âhirete inanmamaları olduğunu söyler. ( Necm suresi 27-8. ayetler ) Çünkü, eğer ki Cenâb-ı Hakk, Ehad ise, faaldir ve faal ise her şey âhirete doğru akıyor ve âhireti anlatıyor, demektir. Eğer âhiret varsa, melekler pasif değil, vazifeli memurlardır ve cehennemde zebânilik yapanları da vardır. Ve Cenâb-ı Hakk’ın Uluhiyet’inin tabiri caizse eli-kolu gibidirler. Evet, kâinata bakıldığında dört küllî, azametli hakikat görünüyor ve bütün diğer hakikatler bunlardan hayat alıyorlar: “ İletişim, sarfiyât, denetim ve kayıt muhafaza. ” Bunlar da sırasıyla dört büyük meleğe bakar: “ Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail... ” (60)Kur’ân’da, Firavunun saltanatının sağlamlığına dair “ Ve fir’avne zi’l-evtâd ” ( Dağlar gibi yere sağlam çakılmış bir saltanat sahibi olan firavun... ) ( Fecr suresi, 10. ayet ) (61)Hazret-i Meryem’in annesi Hazret-i Hanne’nin, Beyt-i Makdis’e “ erkek evladı olacağını ” umarak adakta bulunması ve kız evladı olunca hayıflanması bu hakikate işaret eder. Çünkü, insanın bir hadisedeki ilk tepkisi onun nefsinin o hadiseye karşı mukavemetini sergiler. Eğer ki bir hadise olduğu zaman hayıflanılma varsa bu hak-perestçe bir tavır değildir, nefsânîdir. Çünkü hak-perest olan insan bilir ki, her bir hadise Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesinin eseridir ve O, her şeyin en iyisini bilir. Bu yüzden üzülmez ve korkmaz. Oysa Hazret-i Hanne’nin, “ oğlu olacağını hayal etmesi, kızı olunca hayıflanması ” onun hadiselere ilk tepkileridir ve bu hakikati anlatırlar. Ayrıca Hazret-i Hanne’nin kızına “ denizler aşan insan ” manasına gelen, bir erkek ismi olan Meryem’i vermesi de onun “ Beyt-i Makdis’e, erkekçesine hizmet etmesini umduğunu ” göstermekle kadınlardaki oğul arzusunun şiddetini gösterir ve bu hakikati ispat eder. (62)Cenâb-ı Hakk, kadın içinde, kadının nefsini erkek yapmakla biraz erkeklik, erkeğin içinde onun nefsini dişi yapmakla biraz dişilik koymasına binaen; kadının nefsi oğlunda kendini görür ve oğluyla kendini özdeşleştirir ve onda kendini yaşar. Bu yüzden kadınlar oğullarına düşkündürler. Hatta “ sen benim tek varlığımsın ” diyerek bu sevginin Cenâb-ı Hakk’tan dolayı şefkate dayalı bir sevgi olmadığını bilakis nefsânî dengesiz bir şefkatten kaynaklandığını gösterirler. ( Burada şehvet söz konusu değildir ve olamaz.Çünkü kadının nefsi oğluyla kendini özdeş kıldığı için ona şehvet değil şefkat duyar, acır. Yani nefis, kendi kendisine acır. Evet, insan kendisine karşı şehvet değil ancak şefkat duyar. Hatta insanın hayvanlara acıması yine bu marazî nefsânî şefkattendir. Hayvanlara değil onların içine hayalen girip onlarda fânî olan kendi nefsine acıyor. Bu konuya dair bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Şu’le Risalesi. ) Hatta oğlu, bu kadını dövse bile o çocuk, kadın için vazgeçilmez evlattır. Babanın da nefsi dişi olduğundan onun nefsi de kızında kendini görür ve kendini yaşar. Ve onu çok sever. Anne ile oğul arasında geçerli olan o dengesiz şefkat baba ile kızı arasında da mümkündür. (63)Bakınız, Kütüb-ü Sitte... (64)Bakara suresi, 261. ayet... (65)Bakınız, Kütüb-ü Sitte, aynı hadisin devamı... (66)Din, eğer bir şey fıtrî ise onu yasaklamaz, bilakis onu en uygun hale getirir, dengeler. Çok kadınla evlilik, fıtrî olduğu için onu ifrat halinden en dengeli olan hale getirmiştir. (67)Bu üç kuvvet, sırasıyla insandaki bitkisel, hayvanî ve melekî yapıyı anlatır. [68]Fısk, Kur’an’da, şehvetin aşırılıklarını ifade için kullanılır ( Mesela, Zümer suresi 34. ayet ) ve böyle bir halde insanlar arası ilişkilerde zulümlere varılır. Fücur zaten suç demektir. (69)Sönüklük, iştahsızlık demektir. Var olan şeylerden istifadeyi engelleyen bir haldir ve hastalık belirtisidir. (70)Her şeye tepkili olmayı ifade eder. Toplumdaki baskıların, zulümlerin, haksızlıkların bir çoğu böyle marazi ruh hallerine sahip insanlardan kaynaklanır. (71)Korkaklık demektir. Korku insan bilincini baskı altına alan ve onun sistemini çökertip istidatlarının yeşermesine fırsat vermeyen dehşetli bir illettir. Resulullah ( A.S.M. ) “ korkaklık ve tenbellikten daima Allah’a sığınırmış. ” ( Buhârî, Daavât, 38, 40, 41; Tirmizî, Daavât, 71 ve saire... ) (72)Dengesiz akıl yürütmedir. Bediüzzaman Said Nursî cerbezeyi şöyle tarif eder: “ Dağınık büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir; aldanır ve aldatır. Cerbezenin şanı, bir kötülüğü sünbüllendirerek iyiliklere galip etmektir. ( Cerbeze çirkin olduğu için misalleri de çirkindir. Gelecek temsildeki kusura bakılmasın. ) Mesela, bir aşiretin her bir ferdi bir günde attıkları balgamı, cerbeze ile vehim yoluyla mekanları atlayıp, birden bir şahısta onların tamamını temsil edip, başka ferdleri ona kıyas ederek, o nazar ile bakılsa... Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen ********* kokuyu, cerbeze ile zamanları atlayıp, bir dakika içinde, o hazır şahısta ortaya çıkışını tasavvur etse, acaba evvelki adam ne derece pis, ikinci adam ne derece kokuşmuş... Hatta hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar, akıl onları kınamaya, azarlamaya hakkı olmayacaktır. ” ( Osmanlıca Âsâr-ı Bediiye, Tulûât, 159-160 ) Cerbeze hakikatinin tarifi nazara alındığında Freud’un sivri zekasıyla nasıl dengeden kayıp cerbeze yaptığı açıkça görünecektir. Şehvet, insana ait binlerce yönden sadece bir kaçını ifade ederken, insanın süt emmesi, altını ıslatması ve benzeri ne kadar özellik varsa ve hatta kutsallığı esas alan din dahil her şeyi şehvetle yorumlamak ve izah etmeye çalışmak cerbezedir, dengesiz kişilik göstergesidir. Aldandı ve maalesef aldattı... “ Bîçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, Hakikat Çekirdekleri, 500 ) (73)Dengeli düşünmek ve hakikatleri araştırmaya yarayacak aklî fonksiyonlarda bulunmak demektir. Kur’ân’da “ Ve men yu’te’l-hikmete fekad utiye hayran kesiran ” ( Her kime hikmet verilmişse yani kainatı ve hadiseleri yorumlayabilme kabiliyeti verilmişse ona çok büyük hayır verilmiş demektir. ) ( Bakara suresi 269. ayet ) denilir. (74)Ahmaklık ve anlayışsızlık demektir. (75)Fatiha suresi 7. ayet.
  16. Hakk ( Mutlak Varlık) Varlık, Mutlaktır. O, saf şuur olan sonsuz bir ilim, sınırsız nurânî bir kudret ve mutlak küllî bir irade sahibidir. Onun, hayatı, konuşması, görmesi, işitmesi, bir şeyler oluşturması ( tekvin ) ve hatta irade sıfatı dahi, Onun sonsuz ilmine dayanır.(1) Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk, sınırlı görüntüler oluşturarak hem misilsiz cemâlini ve kusursuz kemâlini seyretmek, hem o görüntülere şuur vererek onları geliştirmek için tecellide bulunuyor. Cenâb-ı Hakk’ın her bir görüntüsü cüz’î olsun küllî olsun bir hakikate dayanır ve onu sergiler. Her bir hakikat, bir ism-i İlâhîdir, onu ifade eder. İsim ve sıfatlar Mutlak Varlıktan geldikleri ve her şey o esma ve sıfatların nokta belirlenmeleri olduğu için güzel ve mükemmeldirler. “ Lehü’l-esmâü’l-hüsnâ ” ( Bütün güzel isimler, belirlenmeler Ona aittir. )(2) (1) Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 16. Söz, 1. Şua... (2) Taha suresi 8. ayet... Bütün Yönleriyle Birlik Hakikati Cenâb-ı Hakk birlikler oluşturarak tecelli eder. Onun, vahdet, vâhidiyet, ehadiyet, tevhid ve vahdâniyet şeklinde çeşitli birlik tecellileri vardır. Bunları bir temsil aynasında şöyle görebiliriz: Bir ağacın kökündeki çekirdek vahdeti simgelerken, çekirdeğin açılıp içinden ağacın çıkıp büyümesi vâhidiyeti, ağacın meyve verip her çekirdeğin kalbinde içerdiği bütün bilgileri kodlaması ehadiyeti anlatır. Meyvenin şuurlu olduğunu nazara alırsak, onun, kendini ağacın hakikati ile birlemesi ve kendini onun ürünü kabul etmesi tevhidi; bütün meyveleriyle, dal ve budaklarıyla oluşturduğu sibernetik sistemle, ağacın tamamı vahdâniyeti anlatır. Her bir ağaç meyve için dikilir ve meyveden gaye de gelecek bir ağaçtır. Meyvenin çekirdeği bu vazifeyi görecek programı içerir. İşte kâinat da böyle bir ağaçtır(3) ve insan da onun meyvesidir. (4) (3)Necm suresi 14-16. ayetler, kâinatın hakikatinin gayb aleminde bir “ sidre ağacı ” olarak temessül ettiğini bildiriyor. (4)“ Allah, sizin cisimlerinize ve sûretlerinize değil, kalplerinize ve ona dayalı olan amellerinize bakar ” hadîs-i şerîfi bu espriyi ifade eder. Celâl, Cemâl ve Kemâl Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-yı hüsnâsı ( güzel isimleri ) iki kategoriye ayrılır: Celâlî ve Cemâlî isimler… Kur’ân-ı Kerim’de(5) ve hadîs-i şerîfte(6) bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın -her şeyi bunlar ile yapmasına binaen- “ iki eli ile ifade edilmiş ”. Kâinat esmâ-yı hüsnâya dayandığı için bütün âlemlerde bu isimlerin hükümleri görünür. Cenâb-ı Hakk bu isimlerden kaynaklanan zıtlıklarla oluşturduğu hakikatleri çarpıştırmakla hem kemâlâtını sergiliyor, hem hakikatleri -nisbî hakikatler oluşturmakla- çoğaltıyor hem de âhirete malzeme üretiyor. Şöyle ki: Bireyde> Akıl (celali), kalb (cemali), nefis (kemali) Ailede>> Baba (celali), anne (cemali), çocuk (kemali)( kız ise, cemali, erkek ise, celalidir) Dünyada> Gökyüzü (celali), yeryüzü (cemali), insan (kemali) Kainatta> Zaman ( celali ), mekan ( cemali), mümin ( kemali): kadın ( cemali ), erkek ( celali) dir. Ahirette> Cehennem (celali), cennet (cemali), A'raf (kemali) Varlıkta> Allah (Celali), Rahman (cemali), insan-ı kamil veya ism-i Rahim(kemali)(7) Cenâb-ı Hakk’ın Vâhidiyet tecellisi, kanunlar, sistemler ve bütünlük arz eden yapılarda görünmekle Celâlî iken, Ehadiyet tecellisi ise türler ve bireyleri gibi küllî manalar ve mahiyetler şeklinde görünmekle Cemâlîdir. İnsandan istenen şey ise bu ikisini birleyip cemâl içinde celâli, celâl içinde cemâli görmekle [8] kemâl ve kibriyâ sıfatlarını idrak seviyesine çıkmak ve Hakk’ın vahdâniyetini kavrayıp saf soyuta açılmaktır. (5)Sa’d suresi 75. ayet (6)İmam-ı Nevevî, Riyâzü’s-Salihîn, meşhur şefaat hadîsi... (7)Kâinattaki Uluhiyet ve yeryüzündeki Rahmâniyet tecellileri nasıl ki Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerinin Ehadiyet tarzında farklı farklı tecelli ederek göründüğü noktalardır, aynen öyle de kâmil bir insan dahi Rahîm ismiyle Cenâb-ı Hakk’ın görüntüsüdür. Tevbe suresi 128. ayet bu ulvî hakikati beyan eder. (8)Cenâb-ı Hakk, nefis vasıtasıyla az dahi olsa, kadın içine bir erkeklik, erkek içine de bir kadınlık koymuş, ta ki anne veya babadan herhangi birisi çocuklar yetişmeden vefat ederse, erkek, annelik ve kadın da az da olsa babalık yapabilsin ve böylece aileden beklenilen vazife gerçekleşmiş olsun. Bir insanda bu iki zıt karakterin oluşuna dair, bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeât, 668 ve Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Anima-Animus bahsi...[/b] Ehadiyet (9) ve Samediyet Cenâb-ı Hakk, mutlak manada faaldir ve Onun bu etkinliğini Ehad ismi anlatır. O, bir Ehadiyet Güneşidir(10) ve daima ışıklarını dalga dalga yayar ve Varlık Bilgisayarının ekranında görüntüler oluşturur. Bir görüntü vazifesini bitirir gider yerine başkası gelir.(11) Buradan da anlaşılacağı üzere her bir görüntü âcizdir; edilgendir, etken değildir ve pasiftir. Yapabileceği en fazla şey, kendisinde yansıyan Ehadiyet Güneşi’nin ışınlarının etkisini göstermektir.(12) Cenâb-ı Hakk’ın ehadiyet tecellisi, Onun, sahip olduğu bütün isim ve sıfatları ile sınırlı şekilde görüntüler oluşturduğundan,(13) O, her bir şeyde -bu ne olursa olsun- ilim-irade-kudret sıfatlarıyla görünür ve kendisine ait mükemmelliklere o şeyi ayna kılar. O şeyin, ayakta kalması, varlığını devam ettirmesi ve geliştirilmesi için gerekli şartların hazırlanması ve bunların da devam ettirilmesi Onun Samed ismiyle ifade edilir.(14) Evet, O hiçbir şeye muhtaç değildir fakat her şey Ona muhtaçtır.(15) Bu iki hakikat Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk’ın iki temel sıfatı olduğundan ve bunların mukabilleri olan acz ve fakrın bütün özellikleri ile beraber her bir alemde görünürler ve her bir şeyi kendilerine arş edinir, hükümlerini icra ederler. Bireyde> Akıl (Ehad), kalb (Samed), nefis (Aciz), nefis (fakir) Ailede>> Baba (Ehad), anne (Samed), Kız (Aciz) erkek (fakir) Dünyada> Gökyüzü (Ehad),(16) yeryüzü (Samed),(17) Kadın (Aciz), erkek(fakir) Kainatta> Zaman ( Ehad ), mekan ( Samed ), mümin kadın ( Aciz), mümin erkek ( fakir ) Varlıkta> Allah (Ehad), Cennet (Samed), Kadın (Aciz) ve Erkek (Fakir)>> İnsan-ı Kamil [18] Kâinattaki her bir şeyde olduğu üzere insanda da acz ve fakr, yani pasiflik ve muhtaçlık hakikatleri hükmediyorlar ve ebediyen de hükmedecekler. Bundan dolayı, kız çocuğu aczini hisseder ve kendisinin aczini telafi edecek Ehadiyet arşı olan babasına sığınır ve ondan şefkat umar. Çünkü âciz insan, aczinin derecesine göre çevresindeki her şeyden, sahip olduğu hayatını korumak için, korkar ve çekinir. Böyle bir hal ise dünyayı o kız için yaşanılmaz hale getirir. Oğlan ise fakrını hisseder(19) ve bunu giderecek Samediyet arşı olan ve bir açıdan onun için cennet gibi görünen anasına sığınır ve onun, şefkatle ihtiyaçlarını gidermesini bekler.(20) Bu iki hal fıtrîdir.(21) Çocuklar yetiştikçe eğer iman ile tanışmazsa yani Sonsuz Bir Varlığın olduğunu ve Onun Ehadiyet ve Samediyet’ini bulmazsa Gökyüzü ve Yeryüzünde takılıp kalır. Ya varlığa küser ateist olur veyahut da çeşitli şeylere tapar putperest olur. İnsandaki bu iki ontolojik değişmez hakikati bilmeden aile içindeki bu ilişkileri şehvet ile yorumlayan Sigmund Freud buna Oidipus Kompleksi ile bir açıklama getirmeye çalışmış. Evet, insanda şehvet vardır ve buna, İlâhî kudret tarafından -yalnızca imtihan hakikati gereği- sınır konulmamıştır. Din, bunu reddetmez. Bilakis şehvetin bu sınırsızlığını vurgular.(22) Ve bu şehvet hakikatinin umumî düzende yeri olduğundan bahsederek onun zararlı boyutlarını budayıcı tedbirleri, yasaklarıyla alır(23) ve onun dengelenmesi ile insanın umumî fıtrî düzene ayak uydurmasını sağlatır. Çünkü din, fıtrattan(24) ve o da dengeden, sırat-ı müstakîmden ibarettir. Bu durum din açısından bir zaaf değildir. Bilakis onun tabiattaki ekolojik düzenden kopuk olmadığını bilakis onun yansıması olduğunu gösterir. Bilakis şehvet hakikatini reddetmek bir zaaftır ve sorumluluktan kaçmak ve Âdem olamamaktır. Freud anlattığı her bir meselede bir hakikati görmüş ama ya her şeye teşmil etmiş veya yanlış uyarlamış. Buna binaen Freud’un yanlış yorumladığı Oidipus Komlepksi’nin gerçek manası şudur: Eski insanların, kavimlerin ve toplulukların esâtirî ve mitolojik karakterlerle anlattıkları bilgiler çoğunlukla gaybîdir, vahiy veyahut ilhama dayalı sembolik ifadelerdir. Bunları hakkıyla anlayabilmenin tek yolu gayb alemi literatürünü bilmektir. Yoksa hadiseyi olduğu gibi yorumlamak, rüyasında “ kendini buğday tanesi görüp gündüz horozdan kaçmak ” kadar anlamsız ve gülünç olur. Gayb aleminde insanın yetiştiği çevre ve toplum, onun annesi olarak görünür; onu etkileyen manevi, kültürel ve dinî bilgiler ve sistemler ise onun babası olarak temessül eder.(25) Buna binaen, erkek çocuk annesini arzular ve onu ele geçirmeye çalışır. Kız çocuk ise babasını arzular ve onu özler.(26) İnsanlık tarihinde, devlet başkanlarının tamamının erkeklerden veya erkek karakterli kadınlardan oluşması bu hakikati gösterdiği gibi, kadınlardan bir çok azîze, evliya ve gayb alemine açık insanın yetişmesi ve Hz. Meryem ve Hz. Hatice gibi insanlık tarihine yön veren simalar, bu Oidipus mitolojisinin gerçek manasının böyle olduğuna imza basar. (9)Cenab-ı Hakk’ın isimleri Ehadiyet tecellisi gereği iç içe ve beraberce tecelli ederler. Her bir çiçeğin güneş ışığının yedi rengini alıp yalnızca kendine ait rengi göstermesi gibi her bir ayna da kendi rengiyle Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını yansıtır. Her bir şey Ehadiyet’e ve Samediyet’e ontolojik olarak aynadır ve onlar olmadan da var olamaz. Fakat kendisinde hangisi baskınsa onu yansıtır. Akılda, bin bir İlâhî hakikati anlamaya yatkın bir hal olduğundan, Ehadiyet; kalbde ise içerdiği mutlakiyetten ötürü Samediyet baskındır. Gelecek tablolar için de aynı hakikat geçerlidir. Bu, yansımada farklılaşma olması küllî bir kaidedir... (10)Cenâb-ı Hakk, kendisini insanın bilinçaltına “ güneş ve kral ” sembolüyle kodlamıştır. ( Bediüzzaman Said Nursî, 16. Söz, 1. ve 3. Şualar... ) Bu yüzden güneşi görmeyince insanlar sıkılırlar, bunalırlar. Güneşsiz Batı ve Kuzey Ülkeleri’nde dinsizliğin çok olması şayan-ı dikkattir. Buna mukabil dindarlığın yaygın olduğu ve bilfiil uygulandığı Doğu ve Güney Ülkeleri düşünülürse bu hakikat görünür. İstatistik olarak inceleme yapılabilir. (11)“ Ondan geldiniz ve Ona dönüyorsunuz...” (12)Kur’ân-ı Kerim, bu yüce hakikati şöyle ifade eder: “ Küllü şey’in hâlikun illa vechehu ” ( Bütün şey’ler, sınırlı varlıklar değişmeye, dağılmaya ve silinmeye mahkumdur. Ancak Onun Zât’ı başka... ” ( Kasas suresi 88. ayet ) ve “ Lâ yahlukûne şey’en ve hüm yuhlakûn ” ( O put yaptığınız şeyler, hiçbir şey yaratamazlar, çünkü onlar yaratılıyorlar, yani âciz ve pasiftirler, etkenlik sıfatı olan Ehadiyete mazhar değiller ki bir şeyler yapabilsinler. Kısacası, mutlak olmayan, mukayyeddir, eli-kolu bağlıdır, bir şey yapamaz. Ancak verileni gösterir. ) ( Nahl suresi 20. ayet ) (13)Cenâb-ı Hakk’a ait yedi sabit sıfatın cüz’î bir tarzda da olsa insan üzerinde görülmesi bu sırdandır. (14)Samediyet, Rubûbiyet ( terbiye edicilik ) ve Kayyûmiyet ( mutlakiyet yani boşluksuzluk ve istila edicilik ile her şeyi ayakta tutma ) hakikatlerini içerir.( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeât, 638 ve Şualar, 2. Şua ) (15)Yeryüzündeki mahluklar içinde en aktif ve özgür irade sahibi olan insanların dahi Cenâb-ı Allah’a karşı, diğer varlıklarla beraber, ontolojik olarak muhtaçlıklarını ifade eden: “ Yâ eyyühe’n-nâsu entümü’l-fukarâu ilallah. Vallâhu’l-ganiyyu’l-hamîd ” ( Ey insanlar! Hepiniz Cenâb-ı Allah’a karşı fakir ve muhtaçsınız. O ise mutlak manada zengindir ve görünen bütün kemâlât da Onundur. ) ( Fatır suresi 15. ayet ) bu sırrı anlatır. (16)Eski ve ilkel insanların “ Gök Tanrı ” ve “ Yıldırımlar İlahı ” ve saire ne kadar batıl inanışları varsa, bu, gökyüzünün etkin görünüşünden kaynaklanır. Oysa ki Cenâb-ı Hakk’tan başka etkin ve yetkin her hangi bir şey yoktur. “ İzzet ve azâmet-i ilâhî ister ki sebepler Kudret Eli’nin perdesi ola aklın nazarında; ta ki o Kudrete zahirî çirkinlikler isnad edilmesin. Tevhid ve Celâl-i İlâhî ister ki sebeplerin bir tesiri olmasın... ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 22. Söz ve Lemeât, 639 ) (17)Tabiat-perestliğin bir sebebi de tabiatın bir derece sabit ve insanların bütün ihtiyaçlarını gideriyor görünüşüdür [18]İman, Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyet ve Samediyet’ine inanmaktır. Hayatın hakikati, Ehadiyet tecellisine ve Samediyet cilvesine aynalık olduğundan ( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 11. Söz ), iman ile bunu idrak eden müminlerden, “ Ve inne’d-dâre’l-âhirete le hiye’l-hayevân ” ( Âhiret diyarı ise her şeyiyle hayattardır, canlıdır ) ayetinin hükmünce, dünyadaki görüntü halindeki hayatlarının kıymetini bilenlere Cenâb-ı Hakk, hayatın aslını ve esasını cennette yaşattırmak için onları oraya alacaktır. (19)İnsan kalbi Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyet ve Samediyet’ine ayna olduğu için her bir insan, kendisinde noksan gördüğü kısmı tamamlayacak olanı arıyor. Kız Samediyet aynasıdır, Ehadiyet aynası arıyor; oğlan ise Ehadiyet aynasıdır, Samediyet aynası arıyor. Kız, hakikî Ehadiyet’i bulana kadar, oğlan da hakikî Samediyet’i bulana kadar bu aramaya devam edecek. Bulamadan da insanın ruhuna bu dünyada rahat yoktur. (20)Bu, anne-babaya çocukların yönelişlerini şefkatten değil de şehvetten diye anlamak ontolojiyi ve hatta tıbbı bilmemekten kaynaklanır. Çünkü tıbben de sabittir ki, şehvet, vücuttaki büyüme sonucunda, üreme hormonlarının çalışmasıyla başlar. Bu ise kız için 9, erkek için ise 12 veya 15 yaşlarında olur. Bundan evvelki süreler içinde cinsellik dürtü olarak ve bilinçli olarak değil refleks tarzındadır. Oysa şefkat daha insan doğar doğmaz insanda başlayan ve ömür boyu ondan ayrılmayan, bilakis gittikçe şiddetlenen bir hakikattir. Şehvet, nefis denilen id’den, şefkat ise kalpten gelir. Zaten, İlâhî Kudret, çocuğun ergenliğe girmesiyle beraber onun akıl mekanizmasını da çalıştırmaya başlatıyor ki imtihanı kolaylaşsın. (21)İnsan, bu arayışı otomatik olarak yapar. Çünkü bunlar fıtratına İlâhî Kudret tarafından pusula olarak konulmuşlar ta ki o insan dünyada cehennem ızdırabı yaşamasın. İman ile Cenâb-ı Hakk’ı Ehad ve Samed olarak bulan ve Ona iltica eden bir müminin “ ne korku ne de hüzün duymayacağını ” Kur’ân ifade eder. ( Yunus Suresi, 62. ayet ). Evet, korku, insanı gelecek zamanın belirsizliğini göstermekle ezer. Hüzün ise geçmiş zamanın kayıplarını hatırlatarak onun sabrını dağıtır. Böyle bir insana dünya, cehennemdir. (22)Kur’ân-ı Kerim, A’raf suresi 80. ayette “ daha evvel hiçbir canlının yapmadığı homoseksüelliği insanların yaptığından ” bahseder. (23)Aile bireylerinin yüzleri birbirlerine şefkat çağrışımı yapar, bu yüzden örtülmeleri gerekmez. Fakat mahrem bölgeleri bu çağrışımı yapmadığından, sefil ruhlarda şehevânî duyguları uyandırdığından, aile bireyleri arasında da örtülmesi gerekir. Bunun için bireylerin soyunma vakitlerinde “ izinsiz birbirlerinin yanlarına girmeleri ”, Nur suresinin 58-59. ayetleri ile yasaklanmıştır. Evlenilmesi haram kılınanlar Nisa suresinin 22-24. ayetlerinde tek tek sayılmış ve evlenilmesi uygun olanlar Maide suresinin 5. ayetinde teşvik edici bir üslupla hususi olarak belirtilmiş ta ki tabiatta cari olan “ neslin kaliteli devam ettirilmesi ” kanununa müminler intibak etsinler. Sünnetullah denilen fıtrî tabiî kanunlara uymayanlar cezasını görsünler. Değil aile içi evliliklerinin, yakın akraba evliliklerinin bile neslin devamına darbe vurması ve fıtrî ekolojik denge içinde aile içi ilişkilere benzer ilişkilerin çok nâdir oluşu ve olduğu durumlarda da hastalıklara yol açışı, dinin yasaklarının ve emirlerinin ne kadar yerinde ve dengeli olduğunu gösterir. Freud ve onu takip eden dengesizlerin kulakları çınlasın!.. (24)Rum suresi 30. ayet... (25)“ Biz peygamberler, babaları bir anaları ayrı kardeşleriz. ” ( Zübdetü’l-Buhari, 729 ) hadis-i şerifi ile " İnneme'l-mu'minune ihvetün..." ( Hakikat şu ki, Cenab-ı Hakk'ın Ehadiyet ve Samediyet'ine inananlar ancak kardeştirler, onlar hakikat kardeşidirler ) ( Hucurat suresi, 10) ayeti bu gaybî literatürü bize açar. (26)Şeytanın, Âdem’i “ mülk-ü lâyeblâ ”, yani yıkılmaz saltanat ( Taha suresi 120. ayet ) vaadiyle ve Havva’yı “ melek olma ” yani tamamen gaybî bir varlık olma ( A’raf suresi 20. ayet ) vaadiyle kandırması bu sırdandır. Hayat ve Kıyam Mutlak Varlık, mutlak hayat sahibidir. Onun tecellileri de hayata mazhardır, gölge tarzında olsa bile. Kâinat sistem olarak ve işleme tarzı olarak ve içindeki mahlukatın yapısı açısından büyük bir ağaca benziyor. Bu ağacın her bir parçası, hayata derecesine göre mazhardır. Cenâb-ı Hakk, kâinattaki bu her şeye sirayet edici, akıcı hayatı, bu hayat ağacının yaprakları hükmünde olan bitkilerde sınırlamış ve durgunlaştırmış, sonra hayvanlarda bunu biraz daha yoğunlaştırmış ve bu hayattan his ve şuuru süzmüş, insanlarda ise hayatı hayvanlara nazaran daha bir somutlaştırmış ve his ve şuurdan da aklı süzerek insana aklı ihsan etmiş.(27) Onu kâinatın kıyam ve bekasına sebep kılmış.[28] Çünkü kâinattan gaye hayattır, hayattan gaye ise onun meyvesi olan âhiret hayatıdır(29) ve bunun kapısını açacak vazifeyle de insan sorumlu tutulmuş ve ona göre de dizayn edilmiş. Evet, insan, aklı ve şuuru ile bu kâinata meyve verdirmekle sorumludur. Bunun yolu ise kendi hakikati gibi ayine-i Ehad-i Samed olan risâlete(30) kulak verip kâinatı satır satır okumak ve kendisinde, ibadetler ile âhirete onu ulaştıracak enerjiyi ve şuuru biriktirmektir. Âhiret, dünyaya göre kıyas kabul etmez derecede hayata mazhardır. Oraya girmenin yolu da o hayat seviyesine ve şuur ve akıl mertebesine ulaşmaktır. Bunu da sağlayan tek hakikat dindir. Din, insanın ve kâinatın anahtarıdır. Çünkü fıtratın teşhirgâhı olan kâinat ve arz, ve bu ikisinin çocuğu olan insanın özünden süzülmüş olan vahiy elbetteki onu açıp ona sonsuz hayatı ve sonsuz varlığı gösterebilir. Bunun canlı delili bütün beşer tarihidir. Felsefe ve onun talebeleri daha “ Varlık var mı, yok mu? ” meselesini çözememişken, din ve onun müntesibi olanlar varlığı, yaşamışlar, ve yaşıyorlar. Hayat ve Kıyam, Cenâb-ı Hakk’ın iki ism-i A’zâmını ifade eder: Hayy ve Kayyum... Bu iki isim her bir alemde kendilerini gösterirler: Bireyde> Akıl (Kayyum), kalb (Hayy), Ailede>> Baba (Kayyum), anne (Hayy),(31) Dünyada> Gökyüzü (Kayyum), yeryüzü (Hayy), Kainatta> Zaman ( Kayyum ), mekan ( Hayy ) Varlıkta> Allah (Kayyum), Cennet (Hayy) İnsanın ubudiyeti ile Cenâb-ı Hakk, kâinata dağıttığı hayatı ve şuuru toplar. Kur’ân’da insandan tek istediği şeyin bu olduğunu ifade eder.( Zâriyât Suresi 56. ayet ) İnsan kullukta bulundukça şuurunun arttığı ve şuuru arttıkça Cenab-ı Hakk’ı daha iyi tanıdığı için bir çok âlim bu ubudiyetten gayenin mârifet-i İlâhiye olduğunu söylemişler. Evet, insanın marifeti arttıkça şuuru artar ve saf şuur olan Cenâb-ı Hakkı tanımakla kendi bireysel varlığına varlık katar ve öyle bir hale gelir ki Cenâb-ı Hakk’ı Vâhidiyet çapında geniş ve Ehadiyet şeklinde hususî tecellileriyle bilecek seviyeye ulaşıp kendi hususî kemâline erişir.(32) Böylelerine tasavvufta “ Ferîd ” denilir ve ancak böyle insanlar ile bu kâinat ağacı meyve verir. (33) (27)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Hayy bahsi... (28)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Kayyum bahsi... (29)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Hayy bahsi... (30)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Hakem bahsi... (31)Çocuğun ilk öğretmeni annesi olduğundan ve anne, hayatın hakikati yoluyla Samediyetin içerdiği Kayyûmiyet ve Rubûbiyet hakikatlerine mazhardır. Buna binaen denilebilir ki anne olmadan çocukların terbiye edilmesi bir aile için mümkün değildir. Baba ne kadar isterse istesin bunu hakkıyla başaramayacaktır. Anne, bu cihetle ailedeki canlılığın kaynağıdır. O olmazsa, o aile, bitkisel hayat yaşayan bir cesede döner. (32)“ Varlığın, varlığı kemâl iledir; kemâlin kemâli devam iledir. ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 110-111 ) Devam etmeyen, sabitleşmeyen kemâl, noksandır. (33)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Ferd bahsi ve Şualar, 2. Şua... Tekâmül ( Evrim ) Hakikati Hem ilmen, hem aklen, hem mantıken, hem de dinen(34) sabit ki önce kâinat, sonra yeryüzü, sonra yeryüzünde hayat yaratıldı. Sonra bitkisel hayat ve sonra hayvani hayat mertebesi ve insan hakikati ortaya çıktı. Yeryüzündeki beslenme zincirine bakıldığında bu gayet âşikâre görünüyor. Çünkü bitkiler, toprak ve çamur yerken, hayvanlar bitkilerle ve diğer hayvanlarla, insanlar ise bitkiler ve hayvanlarla besleniyorlar. Görüldüğü üzere kâinat ağacı ve hayat ağacı büyümüş ve gelişme göstermiş. Meyve verecek hale gelmiş. Cenâb-ı Hakk’ın bu yaratma sistemini Bediüzzaman Said Nursî âyetlerle şöyle özetler: “ ‘ Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘ Ol ’ demektir; o da daima oluveriyor. ’ ( Yâsin Sûresi, 82 ) ve ‘ Tek bir kuşatıcı sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler. ’ ( Yâsin Sûresi, 53 ) gibi ayetler eşyaların sırf bir emirle ve ânî bir şekilde var edildiğini, ‘ Allah'ın sanatıdır ki, herşeyi hikmetle ve zamana yayarak yaratmıştır. ’ ( Neml Sûresi, 88 ), ‘ O herşeyi özenerek ve tedrîcen yarattı. ’ ( Secde Sûresi, 7 ) gibi ayetler eşyaların halk edilmesi, ilim içinde büyük bir kudretle, hikmet içinde ince bir sanatla tedrici olduğunu gösteriyor. Evet, Cenab-ı Hakk, başlangıçta ikinci şekilde yaratmıştır. Birinci kısım ise yani hız ve sür’at ise, mislini iadedir…” ( Sözler 16. Söz, 2. Şua ). Böyle tedricî bir şekilde yaratmakla esmâ-yı hüsnâsının farklı farklı tecellilerine, sıfatlarının garip eserlerine aynalar elde ediyor. Hilkatte israf yoktur. İsteseydi eğer bir anda her şeyi halk edebilirdi fakat Kur’ân’da belirttiği üzere Cenâb-ı Hakk her şeyi sebepleri kullanarak, perdeler arkasında ve hikmeti gereği çeşitli aşamalardan geçirerek yapıyor. Buna binaen âlimler şöyle demişler “ Dünya dârü’l-hikmettir, her şey hikmet gereği yavaş yavaş yapılır, âhiret dârü’l-kudrettir, orada her şey bir anda olur. ” Bir ağacın her şeyi nasıl ki kendisinden büyüdüğü çekirdekte var idiyse aynen öyle de bu kainatın çekirdeği olan Nûr-u Muhammedî’de ( A.S.M. ) de bütün bilgiler vardı ve her şeyin böyle tedricen mükemmelleşerek oluşacağı yazılıydı.(35) Cenâb-ı Hakk bu hilkat sürecine ait bütün bilgileri insanın kalb denilen bilinçaltı hafızasında kodlamış ve onu bu hafızanın - tabir caizse- virüs tarayıcısı olmakla görevlendirmiş. Bunun için de onu kainatta kimseye vermediği özerk bilinçle donatmış.(36) İnsana benliğin verilmesinin asıl gayesi budur. Bu cihetten her insan, bir yönden taştır, kalbi taş gibi sertleşebilir; bir cihetten bitkidir, fizyolojik ihtiyaçları bunu gösterir; bir cihetten hayvandır, onlardaki canavarca(37) yapıyı fazlasıyla sergiliyor; hem de melek gibidir, meleklere has akıl, fikir, hayal ve saire özelliklere sahip. İnsandan istenen ise bu farklı şuur tabakalarını dinin gösterdiği daire içinde denge üzere nurlandırmak ve seviyelerini yükseltip cennete ehil hale getirmektir. Yani Ãdem olmaktır. Evrimin, son halkası Ãdem yani kendisine herkesin secde edip boyun eğdiği insan-ı kâmil olmaktır. Freud, insanın bitkisel yönünde boğulmuş ve onun Ãdemiyetini görememiş veyahut unutmuş. İnsan bu evrim sürecinin kalıntılarını bilinçaltında toplu halde taşıdığından zaman zaman bu sınırsız yönlerden bazıları ön plana çıkmış. Bunlardan birisi de yamyamlıktır yani hemcinsini yemek. Yamyamlık bir realitedir, Freud bunu doğru tespit etmiş ama maalesef yanlış uygulamış. Belki birkaç nümune onu doğrular mahiyette olsa da bütüne şamil kılınamaz. Yamyamlığın hakikati şöyle olmalı: Birinci olarak, insandaki bitkisel boyutun içerdiği yemek arzusunun da ifratı vardır. Eğer ki insan kendini frenlemezse her şeyi yiyebilir.[38] Kur’ân-ı Kerim insan sağlığı açısından en zararlı olan şeyleri – ki birkaç şeydir – yasaklamış ve onların haricindekileri “ eğer iğrenmezlerse ” kaydıyla helal kılmış. Yamyamlık. dinin gelmediği toplumlarda uygulanan ve din geldikten sonra yasaklarla ortadan kaldırılan bir geçici beslenme şeklidir.(39) İkinci olarak, eğer bitkilerin, hayvanların ve insanların hayat ağacı münasebetiyle kardeş olduğu düşünülürse zaten yamyamlık fıtrî bir haldir. Sadece Cenâb-ı Hakk, buna hudut çizmiş ve bir kısmını haram etmiş. İnsanın bitki yemesi veyahut herhangi bir hayvanı yemesi de hayat kardeşliği açısından bir cihetten yamyamlıktır. Gerçi Kur’ân bütün canlıların insana hizmetkar kılındığını söylüyor ama bu durum hakikati değiştirmez. Üçüncü olarak, ilkel insanlar çocuk seviyesinde bir zihnî yapıya sahip olduklarından her şeyi canlı görürler, ruhlu bilirler.(40) İnsanın yediği şeyin tesiri ve ruhânî özelliği insanın üzerinde kaldığı hakikatine(41) binaen onlar da düşman kabilelerini, rakiplerini ve bazen de yakın akrabalarını yiyebiliyorlardı. Bunu da kendilerince kutsal nedenlere bağlıyorlardı. Çünkü babasının ruhu kendine geçip onun bedeninde yaşayacaktı. Dördüncü olarak, ilkel insanlarda anaerkillik esas olduğu için bir kadını elde etme konusunda mücadeleler olurdu. Rakibini yenen ve öldüren bazı canavar ruhlular onu yemişlerdir. Bu hadise uzun zaman dünyada devam etti.(42) Beşinci olarak da, zaruretten dolayı insanlar açlıktan ölmemek için birbirlerini yemişlerdir. Fakat dengesizlik yapılmış ve günümüze kadar gelinmiştir. Din açısından insan kutsaldır. Bundan dolayı zarurette kalınmadıkça onun cesedine el sürülmez ve sürülse de karın doyuracak kadar değil açlık giderilecek kadar yenilir. (34)Bakınız, Tevrat, Tekvin Kitabı, 1. Bab; Kur’ân-ı Kerim, İbrahim suresi ve diğerleri... (35)Bu konuya dair, bakınız, Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Habbe Risalesi, 259 ve Sözler, 31. Söz ) (36)“ Biz emaneti yani özerk bilinci, benliği semâvâta, arza ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Hakikat şu ki insan emanetin hakkını vermemekle çok zulüm işliyor ve çok cahillik ediyor. ” ( Ahzab suresi, 72. ayet ) (37)Cumartesi Yasağı’na uymayan bir grup Yahudi’nin maymun ve domuza çevrilmesi gaybî bir hadisedir. Kur’ân, gayb aleminden geldiğinden o alemin literatürünü kullanarak hadiseleri aktarır. O insanlar, maymun gibi karaktersiz ve aç gözlü ve domuz gibi sabit fikirli hale geldiler ve manen mesh oldular. İnsan eğer manevi yapısı açısından insansa, gayb aleminde de insan olarak temessül eder. Eğer manevi yapısı bozulursa, sergilediği baskın karakter hangi hayvan türüne ait ise gayb aleminde onunla temessül eder, görünür hale gelir. Kur’ân, inanmayanların ve inkar edenlerin hayvandan daha aşağı olduklarını çeşitli yerlerde ifade eder. ( A’raf suresi, Furkan suresi ve saire... ) (38)Nitekim şu an Çinliler, cenin yiyorlar. (39)Hazret-i Hamza’nın kalbini yemeye yemin eden ve Uhud Savaşı’ndan sonra kendisine getirilen Hazret-i Hamza’nın kalbini dişleriyle parçalayan Ebu Süfyan’ın hanımı Hind bu yamyamlığın Cahiliye Arapları’nda da olduğuna delildir. ( Siyer-i İbn-i Hişam ve diğer bütün siyer kitapları... ) (40)Onların bu inanışları doğrudur. Her şey Cenâb-ı Hakk’ın ilim-irade-kudret sıfatlarının tecellisidir. Hayatın kaynağı olan ruhun mahiyeti ilimdir. Buna binaen, ilim sıfatının göründüğü her yer ruhludur. Her bir şeye verilen isim, o şeyin ifade ettiği manayı anlatır. O mana da onun ruhudur. Yani icra ettiği fonksiyondur. Mesela, kalemin ruhu, “ kalemlik ” tir ve hakeza... Bu animizm değil umumî hayat kanununun gereğidir. “ Hayat bir birlik tecellisidir, tecelli-i vahdettir ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeât, 640 ) ve birliğin görüldüğü her yer hayattardır. (41)Muhyiddin-i Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyyesi’nde, “ insanın yediği hayvanların ruhlarının onun bedeninde kaldığını ve gitmediğini keşfen gördüğünü ve ilmen tespit ettiğini ” söylüyor. Bediüzzaman Said Nursî de, yenilen gıdaların insan karakteri üzerindeki kalıcı tesirlerini ifade sadedinde şöyle der: “ Acaba Batı Ülkeleri, bu kadar harika medeniyet ilerlemeleriyle ve fennî kemâlâtıyla ve hümanistçe bilimleriyle ileri gittiği halde, onların, o terakkilere ve kemâlâta ve ilimlere bütün bütün zıt olan materyalizm ve natüralizm karanlıklarında hınzırcasına saplanmalarında, domuz etinin yenilmesinin etkisi yok mudur? Soruyorum. İnsan beslendiği şeyle huyu, karakteri etkilendiğine delil ‘ kırk günde her gün et yiyen kalp katılığına düşüyor olduğu ’ darb-ı mesel hükmüne geçmesidir. ” ( Lem’a’lar, 9. Lem’a ) (42)Geçen asra kadar, Avrupa’da “ düello ” namı altında bu adet devam etti.
  17. Evet oda var ya.. önyargılarım var.. neye karşı bilinmez. Bişeylerin yokluğuna dair sürekli eleştirip duruyorum demi! Allah akıldan ve iz'andan ayırmasın ne denir..

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.