acem kızı tarafından postalanan herşey
-
Sevemedi İstanbul ikimizi...// Vedat Didari
seninle hiç İstanbul'da olamadık göremedi İstanbul ikimizi... ne Emirgânda bir semaver tüketebildik ne Aşîyanda hüzün bir tepeden seyretmek için bu güzelim kenti ne Çamlıca kısmet oldu ne Piyer Loti hiç bir vapur taşımadı bizi Marmara'da bir güvertede seni liseli aşıklar gibi dakikalarca öpemedim ellerini avuçlarımda tutup ta içimi dökemedim... şöyle bir elimi atıpta omzuna kolun belimde yürüyemedim seninle Beyoğlu'nda bir sinema ya da tiyatro koltuğunda parmak uçlarıma değmedi dudakların pasajda arjantinleri çekip Nevizade'de bir iki tek atamadık doyulmaz uykulara bir türlü yatamadık... seninle hiç İstanbul'da olamadık duyamadı İstanbul sesimizi... sahaflarda yorulupta kitaplara bakmaktan Çınaraltı'nda mola veremedik karışıp çılgın kalabalığına Kapalı Çarşı'nın tadına varamadık bir öğlen rakısının ya da Sultanahmet'te bir müzeyi gezip dostlara uğrayamadık... Gülhane'den uzanıp Sarayburnu'na intiharı düşünemedik enine boyuna ne Lâleli'den geçebildik sevgilim ne kendimizden... bir çalgılı Kumkapı meyhanesinde ağlayamadım doyasıya sımsıcak göğsünde eski İstanbul'da gezdiremedim seni Yemiş'te, Asmaaltı'nda ... ne kaldırımlarımı gördün ne çayhanelerimi ne çocukluğumu bildin ne gençliğimi... seninle hiç İstanbul'da olamadık saramadı İstanbul hiç bizi... çılgınlar gibi dolanamadık otobüslerle trenlere binemedik bırak bütününü bu koca kentin sadece bir tek semtin içinde bile olamadık İstanbul hiç doymadı bize bir tanem biz de ona doyamadık ....
-
ben sana vuRgun
Bir mavi gül bahçesi yorganım/ Uyku saçlarımın meçhul şarkısı/ Sonra yastığımda ilk gölgen kızlık/ Ve ilk unutuluş hürriyet raksı.. Yumuşaklığında köpükten öpüşlerin/ Mukaddes günahlar cenneti oda/ Dikişsiz beyazlığında tüllerin/ Bir ay süzülecek buluta.. Ve bir mavi şarap gözlerindeki/ Musiki gölgelerinde yorgun/ Sen hep öylesine güzel sevdalım/ Ben sana Alahsızcasına vurgun… Ahmed ARİF
- gözleRin...
-
AĞLAMA DUVARI
Kudüs' e atanan bir Amerikalı gazeteci, Ağlama Duvarı'nın önünden gelip geçerken, bir musevinin her gün duvarin önünde diz çöküp dua ettiğini farketmiş. Haftalarca aynı manzarayı görünce dayanamamış ve sonunda adamla bir ropörtaj yapmaya karar vermiş. Adamdan izin aldıktan sonra teybini açmış ve konuşmaya başlamış: - "İsminiz?" - "David. Polonya yahudisiyim. 65 yaşındayım. Smalla'da bir manav dükkanım var. Evliyim. İki çocuğum Tel Aviv' de bir çiçek serasında çalışıyorlar..." - "Sizi her gün burada, Ağlama Duvarı'nda, dua ederken görüyorum." - "Evet, her sabah dükkanımı açmadan önce buraya gelir, dünya barışı ve ulusların kardeşliği için dua ederim...Öğle tatilinde yine gelir; bu kez yeryüzündeki acıların ortadan kalkması ve bütün insanların refaha kavuşması için dilekte bulunurum... Akşamda eve dönmeden önce yine uğrar; bu kez iyi ve dürüst insanların esenliği için dua ederim... Cumartesi günlerimin tamamınıda burada geçiririm, aynı şeyler için dua ederek..." - " Çok güzel.... Ne kadardır sürüyor bu?" - " İsrail kurulup da buraya göç ettiğimden bu yana... Yani 40 yıldan fazla oldu..." Gazeteci etkilenmiştir. Duygulu bir ses tonuyla sorar: - " 40 yıldır burada dua ediyorsunuz... Bunca yıl sonra nasıl bir duygu var içinizde? Nasıl hissediyorsunuz?..." Yaşlı musevi; ümitsiz, bıkkın ve üzgün bir ifadeyle duvara bakar ve kırgın bir ifadeyle cevap verir: - " Bilmiyorum. Sanki, duvara konuşuyormuşum gibi bir duygu var içimde..." NOT: Siz siz olun insanoğlunun inşaasıyla yapılan eserlere tapıp, duanın rotasını şaşırmayın. Rehberdeki (Kur’an-ı Kerim) altın öğütleri uygulayın. Daha kazançlı çıkacaksınız.
-
Dostoyevski'nin hayatını değiştiren olay neydi, biliyor musunuz?
......Kendi idam sahnesi....... Dostoyevski, Çar' ın baskı döneminde, arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuştu. Yakalandı. 28 yaşında idam isteğiyle yargılandı. Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alındı. Ölüm kararı yüzüne karşı okundu. Papaz günah çıkarttırdı. Gözleri kapali olarak bir direğe bağlanıp, müfreze karşısına geçirildi. "Ateş" emrini beklerken gerçek karar bildirildi kendisine. ...Aslinda mahkeme 8 yil hapis vermiş, Çar bunu 4 yıla indirmişti; ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı. Böylece "ölüm" le tanıştı; oysa bu sefil oyunda asıl keşfettiği şey, "yaşam"dı. Stefan Zweig'a göre 4 yıl sonra yaralı parmaklarından zincirleri çıkardıkları zaman sağlığı bozulmuş, şöhreti uçup gitmişti, ama kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey vardı. Yaşama sevinci... Durumu en iyi anlatan cümle Nietzsche'nindir: "Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar".
-
hiç sevmedim.... narçiçeğime...
SxKBvlE1VLs
-
ACABA NE VAR:))
slm ra_dya müzikler bir harika. emeğine yüreğine sağlık. beni çok uzaklara götürdü... tüm bunları yüreğinin sesiyle yaptığın belli. blog çok güzel olmuş. sevgiyle kal her daim. hrg...
-
bozar büyüsünü aynaların.... / Mustafa Küçüktepe
yağmur ıslatır akşamları / bozar büyüsünü aynaların / suskundur … karanlık… kimsesizdir gece/ sessiz yatağında sen/ ver elini uzasın içimdeki aydınlık/ yürüyor üzerime deniz kızları/ alıp kuşanıyorum seni üzerime yakışıyorsun/ kaçışıyor … seni görünce deniz kızları/ aşkın külleri kör ediyor gözleri/ savrulurken arta kalan külleri / yağmur ıslatır akşamları / bozar büyüsünü aynaların….
- dayan yalnızlığım...
-
AYNALARIN ÖTESİ
Her ne kusur varsa geçen zamanda; Suçsuzdur aynalar, ela gözlü yar Mecnunlar Mevla'yı bulursa canda, El olur Leylalar ela gözlü yar Güzel açar güzelliğin sergisin Gün ağartır kara saçın örgüsün... Muhabbet faslında ölüm türküsün Kim söyler, kim çalar ela gözlü yar Estikçe iş çıkar işin içinde; Gençliğin hasret yer sevda göçünde Bilmez misin, dört mevsimin üçünde Kar olur yaylalar, ela gözlü yar Alı al, yeşili yeşilde ara; Ahirete gider kalbdeki yara... Ne yapsan bir daha çıkmaz dallara, Dökülen ayvalar ela gözlü yar Vakit dolar, nakit biter kasanda... Sevda bir kitaptır gönül masanda; Okusan da olur, okumasan da... Kapanır sayfalar ela gözlü yar Abdurrahim KARAKOÇ
-
kendinden birşeyler kattın...
Kendinden birşeyler kattın/ Güzelleştirdin ölümü de/ Ellerinin içiyle aydınlattın/ Ölüm ne demektir anladım.../ Yer değiştiren ben değildim/ Farklılaşan sendin/ Sendin bana gelen aynalarla/ Sendin bana gelen sendin.../ Artık ölebilirdim/ Bütün İstanbul şahidim/ Ben kandan elbiseler giydim/ Bundan senin haberin var mı.../ Sezai Karakoç
-
Yitirilen..//..Umut Altınçağ
Tl9e2Yma8-k Olaki yürürüm bir başka aşka/ Yada yürürüm mavi olmayan bir gülüşe/ Unutmaki tek aşk olduğum sensin Aşık olduğum değil/ Karanlıkla süzülüyor içime yıkım/ Dur diyorum yıkılıyorum/ Uçurumları başucuma koyuyorum sonra Okşuyorum rüzgarda saçlarını Sıcak ılık bir koku siniyor yüreğime/ Gitme diyorum düşüyorum Sonra beni soruyorlar bana Tanımıyorum diyorum Daha hiç karşılaşmadık Aynı çizgide bilge susumu dinliyorlar Ben sustukça.../ Yazık, bir çığlığın doğuşu gibi ölüyorlar; Önce bir bir, sonra hepsi.../ Sonra bir uçurumlar kalıyor birde yıkımlar / Verilen herşey borçmuş gibi alınıyor sonra / Önce bir bir sonra hepsi ... Sonra bir ben kalıyorum, birde yalnızlık Uçurumlar, yıkımlar, ben ve yalnızlık Zorlu bir savaşın unutulmuş cesetleri gibi Yatıyoruz yan yana Öpüşüyoruz, sevişiyoruz da hatta.... / Her şey oyunun yasaklarına uygun Bir günah oluyor sonra / Tek umudumuzu göğe gelin ediyoruz Telli, kanlı bir düğün işte/.... Üşüyor saçların biliyorum dargın mısın? Bu baharda mayısta bıraktığım gibimisin hâlâ? Vurulmuş çocuk gibi büyümemiş yüreğindeki hüzün.../ Hâlâ kaçıyormusun zamansız Gözlerini bırakarak birilerinden Hâlâ ellerinden tutup sevgileri Dipsiz bir kuyuya salıyormusun ağlayarak ? Küçüçük bir dokunuşla son sevilen olabiliyor musun? / Kendin kadar aklımdasın/ Hâlâ öyle savruk bir gök Hâlâ öyle yerini yurdunu bulamamış bir mavi Ve aşkını şaşırmış bir Tanrı Çoğalan sızısıyla mutlu bir yara .../ Öyle misin hâlâ mavi gözlü sarı saçlı yoldaşım Öyle bıraktığım gibimisin .../ Gerçeği yakmada hâlâ ustamısın Yoksa çırakmı yanarken yollarda Saçlarıma dolanan aydınlığımsın Somutlaştıramadığım tek imgemsin şiirde anlattıkça eksilebilen tek anlam!.../ Hâlâ bıraktığım gibimisin Yoksa beni bıraktığın gibi mi? Kaç mevsimsiz kar düştü benim toprağıma Kaç mevsimsiz kar düştü toprağıma Hâlâ bıraktıığım gibi misin...???
-
Bekleyişlere yüklemişsen aşkını...
Bekleyişlere yüklemişsen aşkını, senin için en tanıdık sözcük "yarın"dır... Aslında "o" yoktur ve senin de beklemekten başka çaren yoktur. Bu yüzden yarın senin için hiç bitmeyen bir umuttur. O olmadan geçirdiğin hiçbir gün yaşanmış sayılmaz. Yaşamadığın günler eklendikçe birbirine, yarına olan özlemin daha da artar. Her gece gözlerini "yarın olsun" diye kaparsın, her gece o günü değil yarını düşünerek uyursun. Uyuyabilirsen tabii... Gün ışığı varken daha çabuk geçer zaman. Gündüzdür, bir uğraşın vardır, "o ve yarın" yine aklındadır ama yolların, sokakların kalabalığında daha az hissedersin yalnızlığını. Ama gece... Kahrolası gece... Bir çöktü mü kentin üzerine geçmek bilmez saatler de seninledir artık. Ne yapsan olmaz, ne yapsan tüketemezsin dakikaları. Oysa senin istediğin bu gecenin de bir an önce bitmesi ve "yarın" olmasıdır. Bugün yoktu ya "o", belki yarın olacaktır. Günlerdir beklediğin telefon belki "yarın" gelecektir. Aylardır hasret kaldığın yüzünü belki "yarın" göreceksindir. Kadehlere sığınarak ve kendini sarhoşluğun kollarına bırakarak bitirmek istersin geceyi. Yapamazsın çünkü içki seni uykuya değil yine "yarın"lı düşüncelere taşır. İki satır kitap okuyamazsın. Sözcükler çoktan anlamını yitirmiştir, anlamazsın. Belki bir iki şarkı daha çekilir kılar geceyi dersin ama dinlediğin her şarkı yine "o"nu anlatır sana... Umudun vardır ya içinde "yarın"a dair, bir tek ona sarılırsın. Yüzünde beliren gülümsemeyle kaparsın gözlerini. Zaten ne kalmıştır ki şurada "yarın" olmasına... Sabahın ilk ışıkları yüzüne çarpar çarpmaz açarsın gözlerini. Heyecanla kalkarsın yataktan. "Yarın" olmuştur ya, geceki sıkıntıdan eser kalmamıştır. Telefonlarını kontrol edersin, arayan, not bırakan var mı diye... Yoktur... Kapıyı dinlersin gelen var mı diye... Yoktur... Yine yalnızsındır işte ve bu duygu bir bıçak gibi keser yüreğini... İnce ince bir sızı hissetmeye başlarsın, tıpkı dün sabah hissettiğin gibi... "Yarın" bugün olmuştur ve senin önünde yine sadece "yarın" olmasını beklemekle geçecek bir gün daha vardır. Daha kaç gün geçecektir "yarın"ı bekleyerek bilinmez... Daha kaç gün geçecektir yaşanmadan bilinmez... Bekleyişlere yüklemişsen aşkını ve "yarın"ı bekleyerek tüketiyorsan zamanını, bekleme... O yarın hiç gelmez.
-
aslolan....yürekten sevebilmek dilden değil
Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini: - Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim... İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti,yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti. - Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı. İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu. Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle: - Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih , kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim? - Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir. İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah... Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çe ş me başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu: - Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah ..." Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam , karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. edalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın. Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah... Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin: - Hünkârım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu. Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar: - Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti. - Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi? Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı. Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle; - Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik. Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı. Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin. - Efendim , diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz... Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı. Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle: - Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum. Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip: - Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın? Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak: - A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim...
-
...neyi erken yaşadıysam, hep ona geç kalıyorum...
Binmediğim hiç bir otobüs Beklemediğim hiç bir durak kalmadı bu şehirde Gittikçe azalıyor hayat Neyi erken yaşadıysam Hep ona geç kalıyorum Sana göçüyorum her sonbahar Yolların çıkmıyor aşkıma Unuttuğun yağmurların adı saklımda Seni içimden terk ediyorum… Susmaktan yoruldum Kuşlar ve şarkılar bu şehri terk edeli beri Efkar demliyorum gözlerimde yaşlarımı, yanağıma varmadan öldürüyorum Tam sancağımdan yaralıyorum kendimi Alnını yüreğime dayadığın güne bakıp Seni içimden terk ediyorum… Ne unutacak kadar nefret ettin Ne hatırlayacak kadar sevdin Yıkık bir duvar kadar bile pişman değilsin biliyorum Beni hep bulmamak için aradın Yanılgımdın, Yandığımdın, Yangındın… Sensizliğe yenilmek, Sana yenilmekten zor olsada Ardımda bir sürü "belki"ler bırakarak Seni içimden terk ediyorum… Şimdi, İçimde öldürecek bir anı bile bulamayan İki yarım kaldık. Tamamlayamadık bizi Elinden tutamadık yanlızlığımın Saçlarımıda uzaklarına gömdün İçimin mavisi senin okyanusundandı Al! geri veriyorum. Kilitleri hep yanlış kapılara vurdun Devrilmiş vagonlara dönerken gözlerim Sana bensizliği terk ediyorum… "Yârime uzanmayan bütün dallarım kırılsın" demiştin Aşk içinde doğmuşsa nereye kaçabilirdi? Ne tuhaf değil mi? İçimi acıtanda sendin Acımı dindirecek olanda "Ya öldür beni"dedim Ya da git benden İçi bulanık bir sevdanın ucunda Seni kaybettim Aldırmadın aldırmalarıma Bir gecede yakıp yârini Şafaklara sattın ihanetini Küllerime basanlar bile utandı yaptığından İşte soluk bir ömrün son nefesi… Benden.. İçimden.. Terkediyorum... Kahraman Tazeoğlu
-
Tozlu KafeS
Tozlu Kafes Merhaba vefasizim Gocmen kuslarin dunyasindan Hos geldin tozlu kafesime. Gelecegini bilseydim Etrafa sacilmis dus kiriklarimi toplardim Kusura bakma Daginik tumcelerle karsiladim seni. Dikkat et! Dus kiriklarim ayagina batmasin Terliklerimi sana vereyim Ben alistim bu acilara Sen dayanamazsin. Mâzur gor kekeleyen sozlerimi Dedim ya, Tumcelerim dus kiriklarim, Ortalik darmadaginik… Neden geldigini bilmiyorum Ama gozlerin yetiyor anlamaya Ve anladigim kadariyla Biraktigin beni istiyorsun. Keske bulabilseydin Keske kalabilseydim oylece. Simdi soyleyecek soz bulamiyorum Nerden baslasam bilmiyorum Oysa bildigini saniyordum… Haberin yok mu? Yoklugunla evlendim! Goksel YANLAR
-
binbir kısa şiirler
Üstad FUZULİ'den.... Beğeneceğinizi umuyorum. Lütfen yüreğinizle okuyunuz...... KASÎDE DER NA'T-I HAZRET-İ NEBEVÎ (Su Kasidesi) Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su (Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda vermez.) Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su (şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem..) Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su (Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir.) Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin ıhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su (Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.) Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su (Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile mahvetsin), boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.) Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su (Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi, gözlerine kara su inse (kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de) gubârî (yazı)sını, senin yüzündeki tüylere benzetemez. ) Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su (Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su boşa gitmez.) Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su (Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.) ıste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su (Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve onun ayrılığında duyduğum hararetimi yatıştır, söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara.) Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su (Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar.) Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su (Su, her zaman senin Cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş salınışlı; serviyi andıran sevgiliye aşık olmuş.) Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su (Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, onu o yere bırakamam.) Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su (Dostlarım! şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem, öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun.) Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su (Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dikbaşlılık ediyor. Onu ancak suyun eteğini tutup ayağına düşmesi (yalvarıp aracı olması bu dikbaşlılığından) kurtarabilir.) ıçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile Gül budağınun mizâcına gire kurtara su (Gül fidanı bir hile ile (meşhur gül ve bülbül efsanesindeki gibi yine) bülbülün kanını içmek istiyor; bunu engelleyebilmek için suyun gül dallarının damarlarına girerek gül ağacının mizacını değiştirmesi gerekir.) Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme ıktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su (Su Hz. Muhammed’in (s.a.v) yoluna uymuş (ve bu hâli ile) dünya halkına temiz yaratılışını açıkça göstermiştir.) Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su (ınsanların efendisi, seçme inci denizi (olan Hz. Muhammed’in s.a.v) mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir.) Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su (Katı taş, Peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için (ve onun) mucizesinden dolayı su meydana çıkarmıştır.) Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su (Hz. Peygamberimiz’in mûcizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir deniz gibi imiş ki, ondan (o mucizelerden), ateşe tapan kâfirlerin binlerce mâbedine su ulaşmış ve onları söndürmüştür.) Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su (Mihnet günü Ensâr’a parmağından su verdiğini (bir mucize olarak parmağından su akıttığını) kim işitse hayret ile (şaşakalarak) parmağını ısırır.) Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su (Dostu yılan zehri içse (bu zehir onun dostu için) âb-ı hayat olur. Aksine düşmanı da su içse (o su, düşmanına) elbette yılan zehrine döner.) Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su (Abdest (almak) için el uzatıp gül (gibi olan) yanaklarına su vurunca (sıçrayan) her bir su damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.) Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su (Su ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.) Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su (Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık salmak (orayı aydınlatmak) ister. Eğer parça parça da olsa o eşikten dönmez.) Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su (Sarhoşlar içkiden sonra gelen bat adrysını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkârlar da senin na’tının zikrini dillerinde tekrarlamayı (dertlerine) derman bilirler.) Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su (Ey Allah'ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susamışların (susuzluktan dudağı kurumuşların) yanıp dâimâ su diledikleri gibi (ben de) seni özlüyorum.) Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc’da şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su (Sen o kerâmet denizisin ki mi'râc gecesinde feyzinin çiyleri sabit yıldızlara ve gezegenlere su ulaştırmış.) Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su (Kabrini yenileyen (tamir eden) mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.) Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su (Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış, (ama) o ateşe, senin ihsan bulutunun su serpeceğinden ümitliyim.) Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su (Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî’nin (alelâde) sözleri, nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su (damlası) gibi birer inci olmuştur.) Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su (Kıyamet günü olduğu zaman, gaflet uykusundan uyanan düşkün (yahut aşık) göz, (sana duyduğu) hasretten su (gözyaşı) döktüğü zaman,) Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su (O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını ummaktayım.)
-
binbir kısa şiirler
SEN VARSIN Gönül tezgahında şiir dokudum İplik iplik nakışında sen varsın Aşk yolunun kanununu okudum Madde madde yokuşunda sen varsın Fikir vadisinden bir ırmak geçer Eğilir selviler suyundan içer Bağrında ay doğar zambaklar açar Sessiz sessiz akışında sen varsın Öz suyusun hayat denen şişenin Nedenisin keder ile neşenin Sevda cephesinde şehit düşenin Donuk donuk bakışında sen varsın Hep senin renginde görünür bahar Yaprakta yeşilin gülde kokun var Yama yama kalbimdeki yaralar Sıra sıra dikişinde sen varsın Gidip de yorulma çok uzaklara Sen; seni gel benim içimde ara... Umut güneşimin mor bulutlara Girip girip çıkışında sen varsın Abdurrahim KARAKOÇ....
-
binbir kısa şiirler
BENİ DE ÇAĞIR Çileyi koklayıp gül niyetine, Zindana girersen beni de çağır. Sabrı, kanaatı bal niyetine Ekmeğe dürersen beni de çağır. Bazen iki dünya sığar içime, Bazen iki güneş doğar içime. Bazen gam yağmuru yağar içime Sen beni ararsan, beni de çağır. Dostların var ise divanelerden, Göz yaşın aktıysa minarelerden. Binlerce senelik viranelerden Birşeyler sorarsan, beni de çağır Ezelin ezelden öncesi vardı, Yine sonsuzluktur sonsuzun ardı. Zaman yumağına bizi kim sardı? Aklını yorarsan beni de çağır. Dışarda göz yanar, içerde yürek, Taahhüt ehline tahammül gerek. Mazlum yarasına merhem diyerek Göz yaşı sürersen beni de çağır. Abdurrahim KARAKOÇ...
-
binbir kısa şiirler
bu gün Ankara’da kar var sende bahar seni sende kıskanan bir ben var beni benden eden ey hüznün sureti ey yürek yangını söyle de gitsin yollar yollar yollara eklensin kaybolsun yollar seni senden alan baharı kıskanırım seni sende sana bırakan akşamları bir gelen bir giden çalı kuşlarını bir de kaybolup giden zamanı bugün Ankara’da kar sende bir hâl var damarlarında kan Ankara’da kar var.... Recep Garip.....resmi sitesinden alıntıdır....