Zıplanacak içerik

sedat sencan

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  1. Evrim teorisini algılamaktaki en büyük sorun zaman sürecidir. Bazı kişiler yaşadıkları süre içinde evrimleşmeyi gözlemlemediklerini ileri sürerler. Oysa evrimleşme süreci geçmiş zamanın aklımızı zorlayacak kadar uzun olması ile ilgilidir. 757 milyon yıl öncesinden başlayarak dünyamızın her yıl tek bir resim olmak üzere devamlı fotoğraflarının çekildiğini varsayalım. Bu fotoğrafları yan yana getirip bir sinema filmi oluşturduğumuzu, 757 milyon film karesini seyretmenin bir yıl sürdüğünü düşünelim. Film gösteriminin 1 ocakta başladığını kabul edersek ocak,şubat ve mart ayları boyunca hiçbir canlı görülmeyecektir. Nisan ayının başlarından itibaren tek hücreliler,ay sonunda ise çok hücreliler ortaya çıkar. Mayıs ayının sonlarında ilk omurgalıların sularda yaşamaya başladığını görürüz. Ağustos sonlarında ilk amfibiler sulardan karalara çıkacaklardır. Sürüngenleri izleyebilmek için eylül ortalarına kadar beklemek gerekir. Ekim ayında ve kısmen kasım ayında dinozorları izleyebiliriz. İlk memelilerin ortaya çıkışı aralık ayına denk gelir. Yılın son günü,yani 31 aralıkta öğlene doğru ilk insanlar görülmeye başlar. Gece yarısına bir saat kala atalarımız mağara duvarlarına resimler yapmaktadır. Saat 23.55 te ilk uygarlıklar kurulmuştur. Yılın tamamlanmasına 1 dakika 17 saniye kala İsa doğar. Filmin bitmesine yarım saniye kala insanoğlu Ay’a ayak basacaktır.
  2. Bir saniye içinde başlayıp biten olayları şimdiki zaman içinde ifade etmek pratik olarak olanaksızdır. Bir şimşek çaktığı anda ‘şimdi şimşek çakıyor’ dediğimizde şimşeğin çakma eylemi bitmiş ve geçmiş zamanda yer almıştır. Aynı şekilde,iki cismin birbiri ile çarpışması anında ‘şu anda iki cisim çarpışıyor’ dediğimizde çarpışma eylemi bitmiş ve geçmiş zamanda yer almıştır. Bu örneklerde tek bir olayı ele alıyoruz,benzer olaylar dizisi için sorun yoktur.’Şu anda şimşekler çakıyor’ dediğimizde şimdiki zamanı ifade edebiliriz. * Bir saniye içinde başlayıp biten olayları şimdiki zaman içinde ifade edemeyişimiz,zamanın,birbirlerinin yerini alan oluşumların varoluş zincirlenişi ile ilgili olmasındandır. Gece-gündüz,doğum-ölüm gibi. Evrendeki oluşum zincirlenişini geçmiş,şimdi ve gelecek gibi ayırımda düşünmemiz,bu oluşumları sıraya koyma işlemimizdir. İki oluşum arasında bir ilişki kurmamız ile zamanın ölçüsünü belirlemiş oluruz. Dünyanın Güneş etrafındaki yörüngesinin belli bir yerini ölçü alıp dönüşüne o noktadan itibaren devam etmesi bizim için bir zaman ölçüsüdür. Zaman tek boyutludur,geriye çevrilemez. Bir topu A noktasından fırlattığımızda bu top B noktasına ulaşmışsa,A noktası artık geçmişte kalmıştır. B noktasından A noktasına zaman geriye gitmez. Zamandan ayrı düşünemeyeceğimiz bir diğer olgu da harekettir. Hareketin olmadığı bir yerde zaman da olamaz. Dünya üzerinde veya uzayda en azıdan iki hareketli cisim olmadan zaman kavramını düşünemeyiz. Tek bir cisim için zaman yoktur. Zaman kavramı için cisimlerin birbirlerine göre hareketlerini karşılaştırmamız gerekmektedir. * Bütün bunlara rağmen çoğumuz bir saniye içinde başlayıp biten olayları şimdiki zaman içinde ifade ederiz ve bu zamana ait takıları kullanırız. Gene de birisi ‘şimdi şimşek çakıyor’ dediğinde şimşeğin çakma eyleminin bitmiş ve geçmiş zamanda yer almış olduğunu anlarız.
  3. Alman meteorolog Alfred Wegener’in geliştirdiği ‘Kıtaların Kayması’ teorisine katkı sağlamak isteyen bazı bilimadamları,açıklayamadıkları olgular için birtakım çareler ürettiler. Bill Bryson ‘Hemen Herşeyin Kısa Tarihi’ kitabında bu olayı anlatır. Bazı bilimadamları,fosillerin dağılımı konusuna açıklık getirmek için bir takım kara kütlelerini,eskiden olan ama şimdi olmayan kara köprüleri ile birbirine bağladılar.Bu kara köprülerinin ne sayıda olduğu da belirsizdi.Örneğin,Hipparion soyundan eski bir at türünün aynı zamanda hem Fransa’da hem de Florida’da yaşamış olduğu anlaşılınca Atlantik’in iki yakası arasına bir tane konduruverdiler. Nedense aynı soydan türler farklı yerlerde bulgulandıkça daha önce öngörülmeyen yeni kara köprüleri ortaya çıkıyordu.Çok geçmeden eski tapir soylarının aynı anda hem Güney Amerika’da hem de Güneydoğu Asya’da yaşamış olduğu anlaşılınca,oraya da bir kara köprüsü çekildi. Kısa zaman içinde tarih öncesindeki denizlerin haritaları dünyanın her tarafında bir yerden diğerine uzanan varsayımsal kara köprüleriyle dolmuştu. Bu birleştirici yollar,sadece bir canlıyı bir kara kütlesinden diğerine taşımak gerektiğinde haritalarda ansızın ortaya çıktığı gibi, bazen de önceki varlıkları siliniyordu. Bu işlerin hiçbirinde somut kanıt yoktu.Buna rağmen bütün bu varsayımlar 50 yıl boyunca bilim dünyasında yer aldı. İşin ilginç tarafı,kara köprüleri bile bazı açıklamalarda yetersiz kalıyordu. Avrupa’da bulgulanan bir tribolit türü Newfoundland’de de bulgulanmıştı,ama yalnızca bir tarafında.3.000 km. uzanan okyanusu aşabilen bu yaratık,300 km.genişliğindeki bir adada sıkışmış gibiydi. Avrupa’da ve Amerika’nın kuzey batısında bulunan,ama arada kalan bölgede hiçbir izine rastlanmayan bir diğer tribolit türünün durumunu açıklamak için ise kara köprülerinin yerine sanki üstgeçit gerektiği ortaya çıkıyordu.
  4. Şehir dışında yürüyüş yapan ve belirlediği yere ulaşmak isteyen birisinin karşısına oldukça yüksek bir tepe çıkıyor. Bundan sonra o kişinin davranışları şunlardan biridir: 1- Tepeyi aşmayı gözüne kestirir ve tırmanmaya başlar. 2- Tepeyi aşmayı gözüne kestiremediği için geri döner. 3- Yolu uzatmayı ve zaman kaybetmeyi kabullenerek tepenin etrafına dolanır. * Bu tepeyi,yaşantımız boyunca karşılaştığımız zorluklara benzetebiliriz. Veya gerçekler aşılması gereken yüksek tepeler gibidir. 1-Bazıları bu tepeyi aşar.Bu kişiler gerçekleri kabullenmiş ve onlarla mücadele etmeyi göze almışlardır. 2-Bazıları geri döner. Bunlar,ya sorunları yok varsayan,ya da gerçekleri unutmak için bütün enerji ve vakitlerini harcayan kişilerdir. 3-Bazıları tepeyi dolanır.Böyleleri hayatın sorunları karşısında,o sorunları çözme yerine oyalanmayı tercih ederler. * Birinci durum dışındaki iki şık için insanlarda değişik davranışlar göze çarpar. Örneğin sorunların çözümünü göze alamayanlar çok sayıda bahane üretirler. Veya tepeyi aşmayı göze alamayan birisinin tepenin yüksekliğini iki misli arttırma eğilimi gibi,yaşamdaki zorlukların içeriğini abartırlar. Bir sorunun olumsuz yönlerini olduğundan küçük görme isteği,mücadele yeteneklerinin alabildiğine azaldığını düşünmek,ya da sürekli fikir değiştirmek diğer kaçış şekilleridir.
  5. Türk Dil Kurumu,telkini genel olarak ‘bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama’ruh bilimi açısından da ‘bilinç dışı bir sürecin aracılığıyla, kişinin ruhsal veya fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesi’ olarak açıklıyor. Telkin,öyle bir fikir aktarılmasıdır ki,sonunda fikrin aktarıldığı kişi,mantıklı bir sebebi olmadan ve inançla kendisine aktarılmış olan fikri kabul eder. Herbirimizin önyargılardan uzaklaşması ve gerçekten tarafsız bir gözle kendi fikirlerimizi analiz etmesi mümkün olsaydı, herhangi bir mantık sonucu değil,sadece başkasından veya dış kaynaktan gelen telkinlerin sonucu türlü türlü inanç ve düşünce sahibi olduğumuzu görürdük.Ama birçok insan,örneğin kullandığı parfüm markasının en iyisi olduğu kanısının bir dost veya reklam sonucu olmayıp,kendi kararı olduğunu düşünür. İçinde yaşadığımız toplumun ekonomik sisteminde tüketim eğilimi fazla olduğu için reklamcılar telkinin gücünü etkin bir biçimde kullanırlar. Ben de dahil olmak üzere reklamların etkisinde kalmadığını iddia eden kişiler gerçekten de öyle midirler?Örneğin herhangi basit bir malın reklamını okuduğu ciddi bir gazetede gören kişinin söylenenleri kabul etme eğilimi yok mudur?Yapılan kampanyalarda sevinç,hoşgörü,haz, umut veya iyimserlik gibi yaşamın olumlu yönleri ile kamufle ederek tanıttıkları ve telkin yönyemlerini ustaca kullanarak mallarını sunan kişilerin etkisinde kalmamak gerçekten çok zor.
  6. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Bilim Dünyası
    Hangi kaynaktan okuduğumu anımsayamadığım bir yazıdaki örnek şöyle idi: Cetvelle çizilmiş gibi dümdüz uzanan inişli-çıkışlı bir yol var. İniş ve çıkış mesafelerinin çok farklı olduğunu varsayalım. Örneğin 500 metre iniş,900 metre yokuş,sonra 1000 metre iniş,1500 metre yokuş...gibi. Bu yolda bir otomobil sabit hızla,diyelim ki 100 km. hızla ilerliyor. Yolun herhangi bir noktasında 90 derece olmak üzere yükselen balondaki bir kişi,yeterli yükseklikte iniş-çıkışları fark edemez ve yolu çizgi halinde görür. Bu balondaki bir gözlemci,yolun inişli-çıkışlı olduğunu biliyorsa sorun yok. Ama arazi yapısını bilmiyorsa otomobil sabit hızla ilerlediği halde ona ilk önce yavaşlayıp hızlanıyormuş gibi gelir. Kendisine otomobilin sabit hızla gittiği söylendiğinde arazinin inişli-çıkışlı olduğunu hemen anlayacaktır. Şimdi aşırı bir varsayım yaparak tüm dünyası dosya kağıdı gibi dümdüz olan başka gözlemciyi ele alalım. Bu kişiye otomobilin sabit hızla gittiği kolay kolay anlatılamaz. Bizim için evrenin hem mekan hem de zaman açısından yapısı son gözlemci gibi değil midir? Hepimiz evreni yerküremizin koşulları içinde anlamaya çalışıyoruz. Üstelk her türlü bilgimiz henüz çok yeni sayılır. İlk yaşam belirtilerinin başladığı günlerden bugüne kadar olan süreyi 4 ay kabul edersek,ortaçağdan günümüze olan süreyi ancak bir saniyeye sığdırabiliriz. Bu durumda bilgi seviyemizin henüz nerelerde olduğunu kolaylıkla kavrayabiliriz.
  7. İnsanın en önemli özelliği, kendi eyleminin bilincinde oluşudur.Diğer canlılar sadece eylemde bulunur,insan ise kendi eylemleri üzerinde düşünür. Buna ilave olarak her bireyin,bebeklik evresinden sonra kendi kendisinin bilincinde olması,yani kendi varlığını kavraması gibi bir yeteneği vardır. Her insanın kendi bilinci olduğuna göre,her birey,hiç kimsede olmayan bilince sahip demektir.Bir kişi bir diğeri veya bir çokları ile aynı fikirleri taşıyabilir.Belirli olaylar karşısındaki duygusal tepkileri de benzerlik gösterebilir.Ama bir kişinin kendi bilincinde olma tarzının diğerleri ile ortak olduğunu ileri süremeyiz.Zira benim dış dünyayı algılamamın ve kendim ile çevrem arasındaki ilişkiyi kurmamın bir başkası ile tıpatıp aynı olduğunu ileri sürmem olası değildir. Buna rağmen herhangi iki kişinin veya bir kişi ile birçok kişinin kendi bilincine varma eyleminin ortak noktalar içerdiğini ama ayrıntıların farklı olduğunu söyleyebiliriz.Ancak bu kadarı bile her insanın ayrı ve tek birey olması için yeterlidir. * İnsanların tek tek kendi kendinin bilincine varma gerçeği,toplumun mutlak olarak aynı düşüncenin tek tek bireylerin düşünce toplamı olmasını engeller.Başka bir ifade ile,toplum düşüncesi,tek tek bireylerin düşünce toplamını yansıtan matematiksel bir işlem değildir. Ama belli bir evreden sonra tek tek bireylerin düşüncelerinin toplumun tümü tarafından irdelendiğini biliyoruz.Bir kişinin kendiliğinden ve içinden geldiği gibi davranması,diğer insanlar tarafından yadırganmasına neden olur.Örneğin yas tutulan bir ortamda birisinin içinden gülme isteği geçse ve bunu gerçekleştirse toplumda nasıl tepki uyanacağını hepimiz biliriz.Bunun gibi, kendi bireysel çıkarları doğrultusunda davranan bir kişi başkaları tarafından suçlanacağını bilir.Ya da kendi kendine suçluluk duygusuna kapılır. Her iki durum da kendi kendinin bilincinde olmanın toplum tarafından denetlenmesi anlamına gelir.Şu halde,insanı öteki canlılardan ayıran kendini bilme özelliği,hem ahlak kurallarını hem de öteki canlılar için söz konusu olmayan suçluluk duygusunu doğurur.Buna rağmen insanın kendini tek olarak görebilme ve öteki insanlardan ayırabilme yeteneği sosyal bağlar kurmasına engel değildir.Ama bu yetenek bazen doğal olması gereken duygusallık bağlarını aşan aşırı davranışlara neden olur.Felsefenin ele aldığı konuların bir tanesi de budur. İnsanın bir zamanlar masum,suç işleme yeteneğinden yoksun ve aldatmacadan habersiz olduğu söylenir.Ayrıca insanın,gelecekte yücelmiş bir konuma erişeceğini,bilincinin bencillikten arınacağını da söyleyenler vardır. Hatta geçmişe veya geleceğe bakmaya gerek te yoktur.Çocukluğun en büyük mutluluğuna gerekçe bilgi eksikliğidir.Bu durum,henüz kendi kendinin bilincinde olmama evresiyle ilgilidir. Buna rağmen salt bilimsellik uğruna yaşamın bütün gerçeklerini görmezden gelmemeliyiz.İnsan,çevresini bilir,onu denetler.Üstelik bu bilme ve denetleme olgusu kendine özgü,kendinin ve çevresindeki dünya ile ilişkisinin bilincinde olması şeklindedir.Ayrıca konu bu kadarıyla da sınırlı değildir.En önemlisi,insan ayrıca kendi bireysel varlığının geçici olduğunun da bilincindedir,yani ölümlü olduğunu bilir. * İnsanın,kendi dışındaki dünyayı bilmesi ve onu denetlemesi,kendisi ile çevresi arasındaki ilişkinin bilincinde oluşu,diğer taraftan ölümlü olduğunu da anlaması,hem kendi geçmişine hem de kendi geleceğine ilgi duymasına neden olur.Böyle bir tanım ilk bakışta biraz anlamsız görünür. Ama kendimizi, şimdiki zamanda yaşayan ben olarak görmenin yanı sıra en azından kendi atalarımızın devam eden bir ferdi olarak düşünürsek ister istemez geçmişle bağlantı kurmuş oluruz.Mitoloji ve tarih hep geçmişle olan ilgimizi yansıtır. Ölümlü olmamızın bilincini taşımamız,bizleri ölümümüzden sonra anımsanmamızı sağlayacak olgular üretmeye zorlar. En basit hatıra eşyasından başlayarak anıtlara saraylara ve hatta piramitlere kadar genişleyen objeler örneği hep anımsanma isteğinden doğan olgulardır.Hem geçmişe hem de geleceğe yönelik ilgimiz ölümlülük konusunda bizleri rahatlatmaya yarayan davranışlardır. Her bir kişinin bilinci kendisine özgü olduğundan ve bu olgu başkaları ile tümüyle paylaşılamadığına göre her insanın kendisini birey olarak algılaması,ister istemez onun yalnızlık duymasına neden olur.Burada bahsedilen,kalabalıktan uzak kalma,insanlardan ayrı durmak şeklindeki yalnızlık değildir.Kendi varlığının bilincinde olan,kendisinin diğerlerinden apayrı olduğunu bilen bir insanın toplum içinde olsa bile görünmez bir zırhla çevrelendiğini hissetmesidir.Bugün için etrafımızda birçok dostumuz olabilir.Ama günün birinde,koşulların değişmesi sonucu kendimizi, onların olmadığı bir ortam içinde bulabiliriz.İşin ilginç tarafı,bir insan,kendi bireyselliğinin bilincine ne kadar çok varırsa,yalnızlığının da o kadar farkında olur. Daha eski çağlarda,hatta o kadar uzak olmayan zamanlarda toplum-birey ilişkisi bugünküne benzemiyordu.Gerçi o dönemlerin insanları içinde oldukları durumu normal kabul ederlerdi,ama içlerinden birini günümüze getirebilseydik, aradaki farkı hemen anlayabilirdi.Nitekim eğitim ve kültürün kendi kendinin bilincinde olmayı arttırdığı,buna bağlı olarak bireyselliğin geliştiği günümüz toplumu gerçekten farklıdır. Artık toplum, geçmişte olduğu gibi organik bir bünye içinde yer alan elemanların mekanik davranışları gibi değildir.Ayrı ayrı bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu günümüz toplumlarının en belirgin özelliği,iletişim olanaklarının artmasıdır. * Birçok kişi,kendi kendinin bilincinde olduğunun tümüyle farkında değildir.Daha doğrusu bilinçlerinin benliklerinin tümünü kapsamadığını bu nedenle de eylemlerinin gizemli güçler tarafından yönetildiğini düşünürler.Öyle kişiler vardır ki, bu güçlerin benlik içinde ama bilincin uzanamadığı yerde olduğunu sanırlar.Veya onlara göre,benliğinin içindeki gizemli güçler,bilinçlerince ulaşılamaz konumdadır. Söz konusu güçler,geçmiş dönemlerde kötü ruh ya da şeytan olarak biliniyordu.Günümüz ruhbilimi ise bu güçleri,bireyi içten iten,tümüyle bilemediği veya denetleyemediği güdüler olarak tanımlıyor.İster geçmişteki tanım, ister bugünkü tanım gerçeği pek değiştirmiyor.İnsanın kendi kendinin bilincinde olma süreci bireyselliğin oluşumunda bize yabancı olan olguların etkisindedir. Bu konuda verilen bir örnekte olduğu gibi insan,tam bir bilgiye ya da denetime sahip olmadığı bir atın binicisi gibidir.Bazen binici ve at uyumlu biçimde birlikte hareket edebilir.Bazen binici,atı istemediği bir yönde gitmeye zorlayabilir.Bazen de at tarafından sürüklenir.Şu halde,kendimizi kendi benliğimizle uyum içinde hissettiğimiz zamanlar olabilir.Kendi kendimizi denetlemeyi çoğunlukla başardığımız da doğrudur.Ama sürüklendiğimiz ve gerçekten yapmak istemediğimiz eylemleri de gerçekleştirdiğimiz olur. İnsan eylemlerinin yönetimine etkin olduğu düşünülen güçler,benliğin dışında algılandıkları zaman ortaya ister istemez soyut objeler çıkar.Ama bilimsel analizimizi sürdürerek insan doğasının toplumsal ve tarihsel güçler tarafından belirlendiğini söylemeliyiz.Başka bir deyimle,bu güçler insanı ve onun yaşam biçimini dışarıdan etkiler.Aslında konu burada önemli bir yol ayırımına varıyor.İnsanın kendi içindeki güçler tarafından yönetildiğini varsayarak ruhbilimsel açıklamalara mı,dış koşullar tarafından belirlendiğini varsayarak tarihsel ve toplumsal açıklamalara mı kulak vermeliyiz? Kaynak : The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  8. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Politika Bilimi
    Mehmet Y.Yılmaz’ın bugünkü (25.2.2009) yazısında belirttiğine göre Başbakan,Mardin’de yaptığı konuşmasında muhalefet liderlerine seslenmiş,işsizliğe çareleri varsa açıklamalarını istemiş ve bu çözümleri yerine getireceğini söylemiş.Meydanı dolduran insanlar da bu sözleri alkışlamışlar.Yazar,bu durumu,vatandaşların işittiklerini duymadıkları şeklinde yorumluyor.Ben de yazar gibi o meydanı dolduranların içinde işsizlerin çok sayıda olduğunu tahmin ediyorum.Bu sözleri dinleyen ezici çoğunluğun,son seçim öncesinde işsizliğe çözüm bulacağı sözünü verenlerin bu kez nasıl böyle konuştuklarını sorgulamadıkları belli ki alkışlıyorlar. Futbol ile ilgilenenler ve bir takımın taraftarı olanlar bilir.İnsanların çoğu tuttukları takımın hatalarını kabul etmek istemezler veya hatalı yönleri hoşgörmek için hertürlü bahaneden yararlanmayı kollarlar. Siyasal bir partinin görüşlerini benimsemek te aynıdır. İnsanların ezici bir çoğunluğu aile,tanıdık ve önem verdikleri kişilerin kararlarını doğru olarak varsayarlar.Bu nedenle onlardan gelecek her türlü düşünceyi hemen benimserler.Doğru olsun yanlış olsun toplum birimlerinde kabul edilmiş kanıların düşünme süzgecinden geçirilmeden kabul edilmesi sosyolojik bir olgudur.Kişilere tek tek sahip oldukları kanıların yanlış olduğu kanıtlansa bile,onlar toplu olarak davrandıklarında benimsedikleri kanılara daha sıkı sarılırlar ve gösterdiğimiz kanıtları kendilerine uygun gelecek şekilde çarpıtırlar. Bütün bu olgular bilinçlenme seviyesi ile ilgilidir.
  9. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Hayvanlar Alemi
    Kentin sokaklarında,boş arsalarında,park ve bahçelerinde dolaşanlar kedi ve köpeklere rastlarlar. Biraz dikkatli bir gözlemci bunların sayısının hiç te az olmadığını görür. Onlar,dışarıda yaşayan kimsesiz hayvanlardır ve insanların verdikleri veya sağdan-soldan buldukları yiyeceklerle beslenirler. Doğadaki mücadele yeteneklerini birçok nesil önce yitirmişlerdir,bir anlamda kendilerini insanların insafına bırakmışlardır. Hiç kimseye zararları dokunmaz ve hep aynı yerdedirler. Aslında her türlü eziyetten ve acımasız katliamlardan kurtulabilmiş bu hayvanların tek amacı,yaşama devam etmektir. Bazen yürürken onlardan birisini okşayan insanlar görürüm. O ana dek bir sürü olumsuz eylemlere maruz kalan hayvan,bu kez kendisine yapılanları unutmuşçasına bütün varlığını bu okşamaya bırakır. Duyduğu hazzın tüm vücuduna yayıldığını,içgüdüsünün sadece bu okşamada yoğunlaştığını anlarım. Okşamakta olan kişi hafifçe gülümsemektedir. Hayvancağız ile karşılıklı sevme-sevilme ilişkisi içindedir ve arada sırada çevresine bakınır. Yaptığı bu eylemin diğer insanlarda bir yadırgama uyandırıp uyandırmadığını anlamaya çalışır. Derken göz göze geliriz. Bakışmamız belki bir belki de iki saniye sürer. Ama bu süreye neler sığmaz ki? Her şeyden önce ben,onun hayvancağızı sevme eylemini paylaştığımı,o da benim ne düşündüğümü anladığını belirtmiştir. Bizlerin,bu zavallı yaratıklara karşı zalim duygular besleyen kişiler olmadığımız,onların da yaşama haklarının bulunduğunu kabullendiğimiz artık anlaşılmıştır. Bu kısacık sürede duygusal iletişimin ortak bir noktada uyum sağladığını hissederim. Hislerimiz sanki aynı frekansta titreşmektedir. Sevecenlik şimdi iki kişi arasında paylaşılmıştır. Günlük yaşamın acı veya tatlı süreci içinde çakan ufacık bir hayvan sevgisi kıvılcımı kelimelere sığmayan niteliktedir. Her ikimiz de yolumuza devam ederken gülümsememiz sürmektedir.
  10. Çok basit imla hataları çok değişik sonuçlar doğurur. Bunlardan en çok gördüğümüz,sadece iki harften oluşan ‘da’ veya ‘de’ ekleridir. * Örneğin; Düşün,ondan sonra kararını ver,demek istersek şu cümleyi yazabiliriz: Kararını düşün de ver. Şimdi bu cümledeki ‘de’ ekini yanlış yerde yani kelimeye bitişik olarak yazalım. Kararını düşünde ver. Bu durumda,kararını rüyanda veya rüya görürken ver,gibi bir anlam oluşur. * Başka bir örnek: Ahmet isimli bir şahsın evinde,uzun zamandır tahmin ettiği gibi, yangın çıktığını,diğer odalar ve çok değer verdiği özel odasının yandığını şöyle yazabiliriz: Ahmet,zaten bekliyordu,nitekim en değer verdiği özel oda da yanmıştı. Şimdi bu cümledeki ‘da’ ekini yanlış yerde yani kelimeye bitişik olarak yazalım. Ahmet,zaten bekliyordu,nitekim en değer verdiği özel odada yanmıştı. Sadece iki harfi kapsayan bir hecenin yanlış yerde kullanılması ile anlatılmak istenen olay tamamen kayboluyor,bambaşka bir şey ortaya çıkıyor. Anlatmak istediğimiz olay,özel odanın yanmış olmasıydı. Ama ‘da ‘ ekini yanlış yerde yazınca Ahmet’in yandığı anlaşılıyor. * Bir örnek daha vereyim. Sonbaharın geldiğini,çiçeklerin ve çimenlerin solduğunu,özellikle bahçede bulunan bitkilerin sarardığını şu şekilde yazabiliriz: Sonbahar gelmiş,çiçekler ve çimenler solmuş,bahçe de sararmıştı. Gene ‘de’ ekini yanlış yerde yani kelimeye bitişik olarak yazalım: Sonbahar gelmiş,çiçekler ve çimenler solmuş,bahçede sararmıştı. Çiçekler ve çimenlerin,bahçe içinde olanların solup sarardığı anlamı çıkıyor. Oysa niyetim,tüm çiçek ve çimenlerle beraber,özellikle bahçe içindekilerin sarardığını anlatmaktı. * Böylesi hatalara düşmemek için akılda tutulması gereken kural oldukça basittir. Bile,o bile anlamına gelen ‘de’ veya ‘da’ ekleri ayrı yazılır. * Yazılardaki imla hatalarının yanısıra kelimelerin söylenişinde yapılan vurgu hatalarına da çok sık rastlanır.Bu vurgu hataları en az ‘de’ veya ‘da’ eklerinin yanlış yerde kullanılması kadar yanıltıcı olur.Bildiğimiz gibi bazı kelimelerin belli heceleri ya uzun veya kısa söylenir,ya da bazı heceler daha sert ifade edilir. Uzak anlamında kullandığımız ırak kelimesini söylerken ı ve rak hecelerini hiç uzatmadan birbirinin peşisıra bir anda söyleriz.Oysa bir ülke adı olan Irak kelimesini söylerken ı harfini biraz uzatırız.Şimdi,bir ülke adı olan Irak kelimesini bir cümle içinde kullanırken ı harfini uzatmadan söyleyin,cümlenin nasıl anlamsız hale geldiğini görürsünüz. Vurgu hataları yapmamak için dilimize özen göstermeli,başkalarında duyduğumuz yanlışları kendimizin de yapıp yapmadığımızı sorgulamalıyız. İşin ilginç tarafı,vurgu hatalarının çoğunu farkında olmadan yaparız.Kendi sesimizi kaydedip dinlemek pek pratik olmadığı için birisiyle konuşurken ağzımızdan çıkan kelimeleri (bir anlamda) duymaya çalışmalıyız. Bir dilin imla hataları olmadan yazılması,vurguların hatasız yapılması o dili daha kolay anlaşılır hale getirdiği gibi,estetik yönünden de içimizi açan özellikleri taşır.Cümle içindeki eklerin yanlış kullanılması okumamızın akıcılığını keser,ifade edilmesi istenen fikrin ne olduğunu anlamamızı önler.O yanlış yerde kullanılan ekleri gözümüzle doğru yere yerleştirirken hem sinirimiz bozulur hem de vakit kaybederiz.Giderek okuduğumuz yazıya olan intibakımız azalır.
  11. 19.yüzyılın son dönemlerinde evrenin sürekli şekilde düzenini yitirdiği saptanmıştı.Herşey karmaşaya,yani kaosa doğru gitmektedir. Düzensizliğin adı olan entropi,evrenin her yerinde artmaktadır. Mahlon B.Hoagland,Hayatın Kökleri adlı kitabında bu konu ile ilgili şöyle bir örnek gösterir: Biraz sulandırılmış mavi boya ile gene biraz sulandırılmış sarı boyayı aynı kaba boşaltalım.Yeşil karışım oluşana dek boya molekülleri rastgele ve düzensiz bir şekilde dağılırlar.Sıvının yeşil renk alması durumunda tüm moleküller en üst seviyede düzensiz dağılmışlardır,diğer taraftan,kendileri açısından en dengeli biçimi almışlardır. Şimdi işlemi tersine çevirmek,ayrı ayrı mavi ve sarı sıvılar elde etmek istersek,dengeli ve düzensiz olan sıvının yeşil renge yönelik çok güçlü isteğine karşı savaşmamız gerekecektir.Zira evrendeki tüm atomlar tam düzensizliğe,yani erişebilecekleri en son dengeye varmak isterler. Karmaşıklık durumu ve denge cansız maddeler için aynı şeydir.Biz insanlar ise bu iki özelliği özdeş görmeyi pek kabullenemeyiz. Bu doğal bir tepkidir.Zira yaşayan organizmanın bütün yönlendirmesi veya dürtüsü,cansız doğanın dağıtma yönelimine karşıdır. Canlı varlık sürekli ‘dengesizlik’ durumunu sürdürmeye çalışır.Çabası daha da ileri gider;özel bir durum olan sürekli dengesizliği yeniden yaratmaya çabalar. Yaşam,dağılmanın karşısındadır,kendi düzenini yaratır.Bir anlamda yeşil boyayı ayrıştırmaya gayret eder.
  12. Kurt Schilling, ’Toplumsal Düşünce Tarihi’ adlı kitabının giriş bölümünde,eserinin başlığını oluşturan üç kelimeyi ele alır.Toplumsal terimini incelerken,kabul edilmiş olan ‘insan,toplumsal bir hayvandır’ deyişini irdeler.Ben de yazarla paralellik kurarak bu konuda bir açılım yapmaya çalışacağım. * Bilimadamları canlılar alemini incelemeye başladıklarından itibaren bitki ve hayvanlarda toplulukların varlığını saptamışlardı.Bu topluluklar nicelik ve nitelik olarak farklı özellikler gösterir.Geniş bir yelpaze içinde yer alan toplulukların en basit şekli,aynı türden veya farklı türlerden iki yaratığın ortak yaşama halidir. Yelpazenin diğer ucunda,işbölümü ve hiyerarşinin çok geniş şekilde yer aldığı örgütlenmiş topluluklar bulunur.Aynı türden olsun,farklı türden olsun,iki yaratığın oluşturduğu ortak yaşam şekline biyolojide sembiyoz denir.Örneklerini daha çok mikroskopik boyutlarda veya basit organizmalarda görürüz. Örgütlenmiş topluluk örneklerine ise memeli hayvan sürülerinde veya karınca ve arı gibi böcek türlerinde sıkça rastlarız. İşin içine bitkiler katılınca durum biraz farklı bir özellik gösterir.Bitkiler,hem kendilerini koruyan hem de kendilerini topraktan söküp çıkaran hayvanlarla geçici de olsa topluluklar kurarlar.Burada önemli olan,tek tek bireylerin değil,yaşamın devamlılığını sağlayan türlerin göz önünde tutulmasıdır. Sonuçta bir denge oluşur.Canlılardan birisi ötekine hizmet eder,aynı zamanda ölçüsüz şekilde büyümesini önler.Topluluklarda canlılar farklı derecelerde birlikte yaşadıkları hayat ortaklarına bağlı oldukları için yalnız kalacak olurlarsa ölürler. * Toplum kavramını ele alınca konuya insanı katmış oluyoruz.Toplumsal grupların oluşması,insan yaşamının en önemli özelliği midir?Veya hayvan ve bitkiler toplumsal canlılar mıdır?Soruyu şu şekilde de sorabiliriz:Yaşam biçimi ne gibi özellikler gösterince toplumsal nitelik kazanır? * Aristo,insanı ‘toplumsal hayvan’ olarak tanımladıktan sonra bu tanıma ‘rasyonel hayvan’ veya ‘ussal hayvan’ niteliği eklenmiştir.Bu durumda insan,biyolojik olarak hayvandır,ama onlardan farklı olarak toplumsal bir özellik kazanmış oluyor.Zira hem konuşabilmekte hem de bilinçli davranmaktadır. Konuşma,dil ile mümkündür.Hayvanların çıkardıkları uyarım çığlıkları,zevk ve acı sesleri dil değildir. Şu halde insan topluluğu ile hayvan topluluğunu birbirinden ayırabilmek ve insana toplumsal özellik verebilmek için dil, incelenmesi gereken en önemli bir olgudur. * Dil,basit bir anlaşma değildir.Biraz başka şekilde de olsa hayvanlarda anlaşma vardır.Örneğin iki karınca duyargaları ile iletişim kurabilir.Arılar bal alınacak bir yeri özel uçuş şekilleri ile belirtirler.İnsanlar bazı durumlarda dil olmadan da birbirlerini anlayabilirler.Bakışlar,jest ve mimikler bu işlevi yerine getirir. Bazı böceklerin ve topluluk halinde yaşayan hayvanların birbirleri ile birtakım anlaşma usulleri,onlara insan toplumuna ait özellik kazandırmaz. * Şu halde işe insan topluluğunu meydana getiren özelliğin ne olduğunu sorarak başlamalıyız.Bunun için hayvan yaşamını iyice anlamak gerekir. Hayvanların yaşamına doğuşlarında var olan birtakım tepkiler yön verir.Ancak hiçbir birey bu tepkilerin birbiri ile olan ilişkisini ve anlamını algılayamaz. Duyu yapısında,herhangi bir imge daha doğumunda vardır ve bu imge,bireyde kendine özgü bir davranış yaratır.Örneğin yeni doğmuş bir ördek yavrusu yüzebilir.Civciv hemen gagalama eyleminde bulunur.Bu doğuştan gelen davranışlar öylesine egemendir ki,kuluçka makinesinden çıkan yaban ördekleri bile, bir deniz kartalının kartondan maketini görünce kaçmaya çabalar.Zira deniz kartalları,yaban ördeklerinin başlıca düşmanıdır ve bu durum genlerine işlemiştir.Başka bir deyimle,bu davranışlar öğrenilmez.Hayvanların yaşamı,bireysel tepkilerden hareketle örülür.Bir tepki kendinden sonrakini oluşturur. Tepkilerin algı ve eylem dünyasında oluşturduğu imgeler ve dürtüler birbirini izler. Bütün bunlar önceden saptanmıştır,türün korunması amacına uygundur. Beslenme,çiftleşme,saldırma,korunma,yavru yetiştirme ve bunlara benzer olgular doğuştan gelen tepkiler zinciridir. Ancak hiçbir hayvan bu ilişkinin bilincinde değildir.Sadece içinde yaşadığı anda kendisine yön veren içgüdüsüne uyar.O anda ve o yerde yapması gerekeni yapar.Davranışı,dış alemden gelen dürtüye uygundur.Bir öngörü veya bir tasarı hazırlaması söz konusu değildir,böyle bir amacı yoktur. Öğrenmek eylemi,daha geniş bir hareket kolaylığı sağlamak için yapılan bir alıştırmadır. * En genel tanımlama ile dil,insanın kendi varlığının temel özelliği olarak dış alemin bilincine varmasıdır.Birbirleri ile ilişkisi olmayan birkaç sözcük dil değildir. Her sözcük,başka hiçbir şey ifade etmez.Bir ayırım ifadesidir.Başka sözcüklerle bağlantılıdır.Veya her sözcük ayırım ilişkisini içerir.Bütün bu özellikler,dış dünyanın bilincine dil aracılığı ile varılmasını kanıtlar. Burada gözümüze çarpan en önemli olgu,dilin öğrenilmesidir.Yani dil, içgüdü gibi doğuştan var değildir,öğrenilmesi gerekir.Bir dil öğrenen kişi,bu dili konuşarak,onu eşyaya uygular.Bu yolla bir şeyi belirtir,tanımlar.Böylece herhangi bir nesneyi, orada olmasa bile karşımızdaki kişiye belirtmiş oluruz.
  13. Bilincimiz,kendisi için karşı konulması güç olan fikirlerle başetmek üzere iki yöntem kullanmaya eğilimlidir.Birincisi fantezi,yani hayal kurmadır.İkincisi ise yansıtma yöntemidir.Herhangi bir düşünce bizi incitiyorsa,onun varlığını kabul etmemiz,normal bir kişinin yapacağı eylemdir.Yani,incitici düşünceyi görmezden gelmek değil,onu kabullenmek sağlıklı davranıştır.Ama çoğumuzda incitici düşünceleri bir başkasına yükleyip kendimizi kurtarmak isteği vardır.Böylece kendimizin eksik olan taraflarımızı veya yanlışlarımızı ve onların kendimizle olan bağlantısını kabul etmemiş oluruz.Elbette bütün bunlar bir eğilimdir,yapılıp yapılmaması şartlara göre değişir. Beceriksiz bir işçinin,yaptığı iş kötü olunca suçu kullandığı iş aletinde bularak başarısızlığını kendi üzerinden atmasına çok şahit olmuşuzdur. Böylece yansıtma,savunmanın ötesinde bir karşı saldırı niteliğini kazanır.İyi bir çizgi çizemeyen,sözgelişi desenini gereği gibi düzenleyemeyen birisi oradaki iş arkadaşlarının arasında hiç kimsenin iyi bir desen çizemediğini ileri sürebilir.Gerçekten de o iş yerinde kendisinden daha kabiliyetsiz bir iş arkadaşı varsa yansıtmayı gerçekleştirmiş olur.Artık kendisi o kadar da kötü desen çizen birisi değildir. İnsanların zayıf yanları olabilir,bazılarının davranışı birçok kişiye çok aşırı gelebilir.Böyle kişileri sık sık görebiliriz.Hatta günlük yaşantımızda böyle davranan kişileri çoğu zaman hoşgörüyle de karşılarız.Ancak yansıtma uygulayan kişiler,zayıf yanlarının ve aşırı davranışlarının kendilerine ait olduğunu kendi kendilerine açıklamak istemezler.Problem,içlerinde taşıdıkları bu eğilimlerini başkalarının davranışına yansıtmak istedikleri zaman ortaya çıkar. Kişinin içinde oluşan herhangi bir duygu veya düşünce,kendisi için endişe verici bir özellikte ise,aynı durumu başkalarında da görmeye çalışacaktır. Arkadaşının yanlış bir hareketine tepki gösteren birisi,kendisi o davranışı yapmamış bile olsa,öyle davranabilecek potansiyelde olabilir.Ama o kişi arkadaşının yaptığı yanlış hareketin kendisinin de eğilimi olacağını kabul etmedikçe tepkisi şiddetli olacaktır.Diğer insanlara garip görünen davranış,bu tip tepkilerdir.Kişi,yansıtma ile ‘Ben öyle değilim’ der.Oysa hepimiz biliriz ki öyledir.Başkasında tanıdığı ve eleştirdiği özellik, kendisinin benimsemek istemediği,atıp kurtulmak istediği kendi ‘ben’inin bir bölümüdür.
  14. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Bilim Dünyası
    Hava zerreciklerini sıkıştırarak kulağa ulaşan ses,hava üzerine,zaten mevcut olan atmosfer basıncına ek olarak bir miktar daha basınç ekler. İlave edilen basıncın miktarı sesin şiddetine göre değişir. Hafif bir rüzgarın meydana getirdiği yaprak hışırtısı,atmosfer basıncının milyarda ikisidir.Ama birçok ağacın çıkardığı hışırtıyı belirgin biçimde duyabiliriz. Bir jet motorunun 50 metre gerisinden işittiğimiz sesin basıncı, atmosfer basıncının 30 katıdır.Bu sesin yer yüzeyine nasıl ulaştığını deneyimlerimiz ile biliriz. Her iki örnek sesin özelliklerine ait iki uç noktadır. Araçlardan çıkan her türlü ses ve insanların çeşitli eylemlerinden oluşan gürültü bir araya gelince nasıl bir ses bombardımanı altında olduğumuzu anlarız.
  15. Asıl ön adı Mikolaj,Latincede Nicolaus olan Kopernik 1473 yılında Polonya’da doğdu. Varlıklı bir tüccar olan babası, Kopernik 10 yaşında iken ölünce,eğitimini dayısı üstlendi. Krakow Üniversitesi’nden sonra 1497 yılında Bologna Üniversitesi’ne girdi. Burada matematik ve felsefe öğrenirken astronomiye de ilgi duyuyordu. İlk gözlemi 9 Mart 1497 günü Aldebaran yıldızının Ay tarafından örtülmesi idi. Aynı yıl Frombork kilise kuruluna seçildi.Böylece yaşamı boyunca sürecek olan mali güvenceye kavuşmuş oldu. 1501 yılında İtalya’ya giderek Padova Üniversitesi’nde hukuk ve tıp öğrenimi gördü. 1503 yılında Ferrara Üniversitesi’nde kilise hukuku doktora çalışmasını tamamladı. Aynı yıl ülkesine döndü.1512 yılından itibaren Frombork katedral kurulu temsilciliği görevine başladı. Ayrıca hekimlik te yapıyordu. * Kopernik 1497 yılından itibaren astronomi ile fiilen ilgilenmekteydi. Aslında yaptığı gözlem sayısı azdı. Ama gerçekleştirdiği gözlemler Güneş,Ay ve gezegenlerin Yer’in çevresinde izledikleri öngörülen yörüngelerin temel bileşenlerini yeniden hesaplamaya yetecek sayıdaydı. 1497-1529 yılları arasında yapmış olduğu 27 gözlemin sonuçlarını yayımladı. Yoğun astronomi araştırmalarının yanısıra daha pekçok çalışmalar da yapıyordu. Örneğin şairlerin şiirlerini Latinceye çeviriyor,para konusunu inceliyordu. * Kopernik,astronomi alanındaki çalışmalarında ilerledikçe,Ptolemaios’un evren modelinden kuşku duymaya başlamıştı. Zaten aynı kuşkuyu başka bilimadamları da dile getirmişlerdi.Kopernik,bu görüşlerden etkilendiğini yapıtlarında belitmiştir. Ptolemaios’un evren modeli,eski Yunan filozoflarının görüşlerinin bileşimine dayanıyordu,ama kendi katkılarını da içeriyordu. Bu model yermerkezli,yani jeosantrik idi ve yörüngelerin çemberlerden oluştuğu görüşünü varsayıyordu. 16.yüzyıla gelininceye değin Ptolemaios’un görüşleri astronomiye tümüyle egemendi. Öyle ki bir dinsel inanç biçimine dönüşmüştü. Aslında filozoflar arasında evren merkezinin Yer değil Güneş olduğunu öne sürenler olmuştu,ama kabul görmemişti. Ptolemaios, Güneş,Ay ve gezegenlerin hareketlerine ilişkin gözlemlerin yermerkezli modele uygunluğunu sağlamak amacındaydı. Bunun için taşıyıcı çember ve ilmek kavramlarını ortaya atmıştı. Bu sistemde her gezegen ilmek olarak adlandırdığı bir çember üzerinde dolanıyordu. Bu çemberlerin merkezleri de taşıyıcı çember adını verdiği büyük bir çember üzerinde hareket ediyordu. Ptolemaios’un sistemi,gezegenlerin gözlenen hareketlerinde ortaya çıkan düzensizlikleri açıklayabilmek için onun zamanında gerekliydi. Nitekim bu sistem 16.yüzyıla gelininceye değin gözlenen olguları açıklayabilmiş ve astronomlara gök olaylarını önceden haber vermeyi sağlamıştı. Ama yüzyıllar geçtikçe daha duyarlı gözlemler yapılmaya başlanmıştı. Artık gökcisimlerinin gelecekteki konumlarının bu modele göre hesaplanması giderek güçleşmişti. * Kopernik,çok sayıda ve dışmerkezli çemberlerden oluşan bu karmaşık Ptolemaios sistemine göre daha sade bir sistem düşünüyordu. Yer’in hareketli olduğu varsayımından yola çıktı. Gezegenlerin çembersel yörüngeler üzerinde düzgün olarak hareket ettiklerini kabul etti. Yıllar süren matematiksel hesaplar sonucu yeni modelini oluşturdu.Ama görüşlerini hemen yayımlamadı. 1510-1514 yılları arasında hazırladığı ve sadece yakın dostlarına dağıttığı el yazması incelemede Güneş’in gezegenler sisteminin merkezinde yer aldığını ve durağan olduğunu belirtiyordu. Yıldızların görünürdeki günlük hareketlerinin,Güneş’in yıllık hareketinin ve gezegenlerin görünürdeki geri hareketlerinin Yer’in ekseni çevresindeki günlük dönüşü ile Güneş çevresindeki yıllık dolanımından kaynaklandığını söylüyordu. Kopernik,günmerkezli sistem üzerindeki çalışmalarını sonraki yıllarda da sürdürdü. 1533 yılında Papa VII. Clemens bu görüşleri olumlu karşıladı. Ancak Martin Luther,Yer’in ayrıcalıklı konumuna son verdiği ve Kutsal Kitap’a ters düştüğü gerekçesi ile Kopernik’e karşı çıktı. Kopernik uzun süre tereddüt etti. Yakın dostlarının ısrarları ile görüşlerini yayımlamayı kabul etti. Reform öncülerinin karşı çıkmaları sürse de kitap1543 yılında ‘Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine’ adıyla yayımlandı. * Kitabın basımına öncülük eden Andreas Osiander adındaki Lutherci din adamı,aslında Güneş’in durağan,Yer’in hareketli oluşunu öne süren bir yapıtın şiddetle tepki göreceğini tahmin ediyordu. Bu nedenle imzasız olarak yazdığı önsözde,kitapta öne sürülen sistemin, gerçekleri yansıtan bir kuramdan çok,gezegenlere ilişkin hesaplamaları kolaylaştıran bir varsayım olarak ele alınması gerektiğini belirtmişti. Oysa kitapta Kopernik ,günmerkezli sistemi evrenin gerçek modeli olarak kabul ettiğini açıkça anlatıyordu. * Kopernik’in ‘Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine’ adlı kitabı 6 bölümden oluşur. Birinci bölümde bazı temel matematik kurallar yer alır. Yer’in durağan olduğu görüşüne karşı çıkar. Yermerkezli sistemde diziliş şöyle idi:Yer,Ay,Merkür,Venüs,Güneş,Mars,Jupiter,Satürn. Kopernik şu sıralamayı öngördü:Merkezde Güneş,Merkür,Venüs,çevresinde Ay olan Yer, Mars,Jupiter,Satürn. İkinci bölümde yıldızların ve gezegenlerin görünürdeki hareketleri daha önce verilen matematik kuralları ile açıklanır. Güneş’in görünürdeki hareketinin Yer’in hareketinden kaynaklandığı ortaya konur. Üçüncü bölüm Yer’in hareketinin matematiksel açıklanması ile ilgilidir. Diğer üç bölümde Ay’ın ve gezegenlerin hareketleri ele alınır. * Kopernik’in günmerkezli kuramı,Ay ve gezegen hareketlerini Ptolemaios’un sistemine oranla daha iyi açıklar. Ancak Kopernik,gezegenlerin çembersel yörüngeler üzerinde sabit hızla dolandıkları görüşünden vazgeçmemişti. Bu nedenle gözlem sonuçları ile model arasında uygunluk sağlamak için,Güneş’in,yörüngelerin tam merkezinde yer almadığını kabul etmek zorunda kaldı. Bu model aynı nedenlerle karmaşık ilmekler sistemini de içeriyordu. Ama Kopernik,gene de ortaya koyduğu sistemin daha estetik ve ilahi takdire daha uygun olduğuna inanıyordu. * Kopernik’in günmerkezli sistemi özgür düşünceli bilim adamlarınca benimsendi. Herşeyden önce bu model daha yetkindi ve aynı zamanda geleneksel inanışlardan kopuşun simgesiydi. O güne kadar Aristo’nun savunduğu Yer’in durağan olduğu görüşü ile Ptolemaios’un Yer’in evrenin merkezinde olduğu görüşü kilise tarafından dinsel bir dogma haline gelmişti. İleri görüşlü bilim adamları kilisenin bu tutumunun bilimsel gelişmeleri engellediğini görüyorlardı. Kopernik’in kuramı evrene bakış açısında iki önemli değişikliğe yol açtı: Birinci değişiklik evrenin boyutları ile ilgiliydi. Yıldızlar gökyüzünde hep aynı sabit konumlarda gözlenmekteydi. Oysa Yer,Güneş’in çevresinde dolanıyorsa,yıldızların konumlarında dönemsel küçük değişmeler olması gerekirdi. Kopernik,bu durumu,yıldızları taşıyan kürenin Yer’den çok uzakta oluşuyla açıkladı. Böylece günmerkezli sistem,evrenin daha önce sanıldığından çok daha büyük olduğu görüşüne yol açtı. İkinci değişiklik,cisimlerin neden yere düştüklerini açıklıyordu. Aristo öğretisine göre cisimler,doğal konumları olan evrenin merkezine doğru düşerdi. Günmerkezli sistem evrenin merkezinin Yer’in merkezi olmadığını ortaya koyunca düşme olgusu yeni bir açıklamayı gerektiriyordu. Bu açıklama 150 yıl sonra Newton’un evrensel kütleçekimi kavramı ile sonuçlandı. * Yerküre artık evrenin merkezi değildi.Normal bir gezegendi. Bir yaratılış simgesi değildi,öteki gezegenlere bir üstünlüğü de yoktu. Çevresindeki değişmez evrenin ortasında tek değişim merkezi de değildi. Artık insanoğlu geleneksel inançlar ve kalıplar sistemine karşı çıkmaya başlamıştı. Kopernik 1543 yılında öldü.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.