Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

ahmetfuat

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    33
  • Katılım

  • Son Ziyaret

ahmetfuat - Başarıları

Çırak

Çırak (3/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. önce gayb kelimesinden ne anlıyorsun açıklarmısın? gayb ne demektir? yaratılan insan,yaratıcı olan Allahın şu an ne yaptığı nasıl bilecektir? Allah senin aklını alsa kim sana aklı verecektir? Acaba Allahın ne olduğunu biliyorsunda,onunla boy mu ölçüşüyorsun? Senin aklına göre haşa Allah yarattığı galakside oturan mı? Mars gezegeni gaybdir,orda hangi canlılar yaşıyor neyle besleniyorlar hakkında sana bilgi geldi mi? ya jüpiterde kimler yaşıyor,neye yeyiyorlar, bize gösterebilir misin? gaybı allah bildirirse,resul,nebi bilir. Bildirmezse kim ne bilecektir. hamile kadınlara bilgisayrada bakıyorlar çoçuğun cinsiyeti ne diye.. peki çoçuk nasıl bir ahlak sahibi olacak,şekli nasıl olacak,saçları,eli ,ayağı nasıl olacak,hele başparmağındaki mühür nasıl olacak BUNU KİM BİLECEKTİR,KİM? daha aklının bile ne olduğunu bilmiyorsun ey insancık.. anlatacaksan aklı bana bir elmayı anlatacağın gibi anlat.. aklın şekli böyle,kütlesi böyle,şu şu atomdan yapılmış vesaire.. anlatacak kadar bilgin yoksa bil ki bu sana gaybdır.. hele ruhunu anlat ey insancık... oda sana gaybdır.. bilen var mı bu dünyada... demek Allah bildirirse insan bilir... yatıyorsun yataksa,uyanacağın kesin bile değil.. demek allah seni uyabdırırsa uyanırsın... yoksa bütün insanlar biraraya gelse elmayı sana rızık olarak veremediği gibi,seni o yatakda uyandıramazlar.. kendine gel,,, seni yaratanı düşün...
  2. Bu gördüğümüz alme ile rüya alemini birbiriyle karıştıranlar madde yoktur derler? rüyada adama silah sıkılır ölmez, amma bdünyada sıksalar,öbür tarafı boylar.. her alemin kendine has özelliği vardır. bu dünya aleminde ruh ,bu dünyada beden olmadan istifade edemez. amma ruh rüya aleminde istifade eder bedensiz...
  3. Aklın vazifesi anlamak, gözün vazifesi görmek, kulağın vazifesi işitmek, bunu düşünerek, Allah yoktur,diyenler görmüyorum,beynime öyle sinyal gelmediği için görmüyorum o zaman yoktur diyenlere, peki Aklını görmüyorsun,beynine öyle sinyal gelmediği için yok mu diyeyim.. bak sana gözden öte birşeyleri anlaman için akıl verilmiştir. Akıl aç olan bir insana ,verilen ekmek parçasında ,o veren kişide şefkatin olduğunu anlar.. ama göz şefkati görmez.... nerde Allahı görsün.....
  4. Çocuğa bir şey anlatırken,çoçuğun anlayacağı seviyede anlatacaksın ki çoçuk anlıya..değil mi? çoçuğa bir üniversite öğrencinin anlıyacağı konulardan bahsetsen çoçuk hiç bir şey anlamaz. Allah kuranda o misalleri verrek insanların anlamasını sağlıyor.. Kuranın muhatabı insanlar ve cinlerdir.. şimdi Allah kendi anladığı şekilde kuranı indirseydi kim ne anlıyacaktı.. demek Allah zamanla ilgili misalleri vererek,hemde insanların anlayacağı sözler kullanarak,bize hakikatı anlatıyor.. konuya bu pencereden bakınca verdiğiniz delil,delil olmaktan çıkıyor. Sana Allah şefkat vermeseydi,şefkatin ne olduğunu bilir miydin. Sana Allah korku hissi vermeseydi,korkunun ne olduğunu bilirmiydin.korku hissi olmasaydı elini ateşe atardın,bıçağı vururdun.sonra beş katlı binadan kendini atardın. işte bunun gibi sana zamanı anlama duygusu vermiş,ki zamanın ne olduğunu anlıyasın.
  5. Simetrik Mimari Simetriklik sanatta zirve noktadadır.Hayranı olduğumuz en büyük sanatkarlar dahi tam simetrik bir eser yapamıyorlar.Bir ayakkabıcı 2 ayakkabıyı tıpatıp benzetemiyor,bir heykeltraş sağ kolu sol kol uzunluğunda yapamıyor, bir ressam iki kulağı simetrik olarak çizemiyor.Çok az dahi olsa hata yapıyorlar. Halbuki Cenabı Hak sonsuz ilim ve kudretiyle emsalsiz mükemmelliyette birbirinden güzel simetrik eserler yaratıyor.Kelebeğin,tavus kuşunun bir kanadındaki rengarenk nakışlar diğer kanadına aynen nakşdilmiş, akvaryum balıklarının sırtının iki tarafıda harikulade motiflerle bezenmiştir.Sanki aralarına ayna konulmuş gibi mükemmel motifler ayrı ayrı desenler iki tarafada simetrik olarak nakşedilmiştir.Gözlerimizin ayaklarımızın,ellerimizin simetrik olmadığını varsaysak,simetrikliğin ne kadar önemli bir hadise olduğunu anlarız. Bazende idari olarak asimetrik eserler yaratılıyor.Kendi vucudumuzdada bunu görmek mümkün.Sol tarafımıza kalp takılmasına rağmen.sağımızda olmaması gibi... Yine yengeçlerinbir türünün kıskaçlarıasimetrik yapıda olması,Allahın tabiatı monoton yaratmadığını gösterir. Varlıkların bazen simetik bazende asimetrik yaratılması,eşya ve hadiselerehükmeden Zat'ın ilim ve hikmetle icraat yaptığını gösterir. Kardeşlerim bu şeylerin herbiri tesadüf olablirmi!!!!!!! Şu acip âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musannâ sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? (Sözler sh: 279) Bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mucize ve harikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır. (Sözler sh: 280) SİNAN VE SÜLEYMANİYE... İkisi de birbirine delil. Önce, Sinan’ın o yüksek dehasını, mimarlıktaki fevkalâde maharetini, sanat inceliklerine harikulâde vukufiyetini inceliyor ve onu bu yönüyle tanıdıktan sonra, “Elbette böyle bir ruhtan, şöyle bir eser çıkar” diyerek Süleymaniye’yi gösteriyorsunuz. Burada müessirden esere, bir başka ifade ile sebepten neticeye bir istidlâl sözkonusudur. Yahut, önce Süleymaniye’yi bütün yönleriyle inceliyor, ondaki sanata hayran kalıyor ve sonunda şu hükme varıyorsunuz: “Böyle muhteşem bir eserin mimarı elbette büyük bir dahi, eşsiz bir sanatkârdır.” Bu defa eserden müessire, neticeden sebebe bir istidlâl sözkonusu olmuştur. Merhametli bir zâtın rikkatinden, şefkatinden, cömertliğinden söz ediyorsunuz ve böyle bir zât elbette fakirlere ve düşkünlere yardım elini uzatacaktır diyorsunuz. Burada da, müessirden esere intikal etmiş oluyorsunuz. Öte yandan, bir grup fakirin her gün beslendiklerine, barınma, giyecek ve yakacak gibi her türlü ihtiyaçlarının aksatılmadan yerine getirildiğine şahit oluyorsunuz. Ve “Bunları icra eden mutlaka çok merhametli ve şefkatli bir zâttır” diye hükmediyorsunuz. Böylece, eserden müessire intikal etmiş oluyorsunuz. “Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle “bürhan-ı limmî” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlâle de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.” (İşârâtü’l-İ’caz. 86) Kur’ân-ı Kerîm’de her iki istidlâlin de misâlleri vardır. Fâtiha Sûresinin hemen başında her iki delile de işaret edilmiştir. “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” buyurulmakla önce âlemlerin harika terbiyesi nazara verilmiş ve ‘bu terbiyeyi yapan zâtın her türlü hamde ve senaya lâyık olduğu’ hükmü getirilmiştir. Burada eserden müessire istidlâl vardır. Daha sonra Rahman ve Rahîm isimleri zikredilerek, Allah’ın ‘din gününün sahibi olduğu’ nazara verilmiştir. “Mademki Allah, Rahman ve Rahim’dir, elbette din gününü getirecek ve bu rahmet ve inayetini ahirette de devam ettirecektir” mânâsı ders verilmekle, müessirden esere, sebeplerden neticeye bir istidlâl yapılmıştır. Nur Külliyatından Onuncu Söz’de her iki istidlâlin çok misâlleri yer almıştır. Bu harika risalede, Allah’ın isimlerinden hareketle ahiretin varlığı isbat edilmektedir. Bu, bir bürhan-ı limmîdir. Meselâ, Hakîm isminden hareketle, “Madem ki Allah Hakîm’dir, öyleyse ahiret vardır” şeklinde bir hükme varılmıştır. Ancak iş bu kadarla bırakılmamış, Allah’ın Hakîm olduğunun delilleri zikredilerek ‘herşeyi hikmetle yapan, her icraatında nice faydalar, maslahatlar bulunan Cenâb-ı Hakk’ın o sonsuz hikmetinin, ahireti getirmemek gibi bir hikmetsizliğe müsaade etmeyeceği’ değişik açılardan izah edilmiştir. Böylece, önce âlemdeki hikmet cilvelerinden hareketle Allah’ın Hakîm olduğu ispat edilmiş (bürhan-ı innî); sonra Hakîm ismi ahiretin varlığına delil getirilmiştir (bürhan-i limmî). Öte yandan, Dokuzuncu Söz’de “Şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, Berzahın baharı da o kat’iyyettedir” (Sözler, 42) buyrulmakla, bürhan-ı innî çok veciz bir şekilde aklın nazarına sunulmuştur. Geceden sonra sabahın, kıştan sonra baharın gelmesinden istidlâl edilerek dünyadan sonra ahiretin geleceği ispat edilmiştir. Burada da eserden müessire istidlâl vardır. Yani bu eserleri yapan zât, ahireti de getirebilir. Bu kısa açıklamadan sonra Nur Müellifinin şu mükemmel tespitine bakılım: “Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir.” (Mektûbat, 470) Birinciye bir açıklama olarak yine Nur Külliyatında “Ulûhiyet risâletsiz olamaz” hükmü getirilir. Yani, madem Allah vardır, öyleyse peygamber gönderecek ve insanlara kendini tanıtacak, onlara hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, kısacası, razı olduğu ve olmadığı şeyleri bildirecektir. Burada, ulûhiyet, risâlete delil getirilmiştir. Öte yandan, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) güzel ahlâk üzere olması, kendisine ‘el-Emîn’ denilmesi, elinde hiçbir beşerin güç yetiremeyeceği bin mucizenin zuhur etmesi de O’nun (a.s.m.) Allah Elçisi olduğuna delildir. Burada eserden müessire istidlâl sözkonusudur. Nur Külliyatında hem bürhan-ı limmî, hem de bürhan-ı innî için de birçok misâl verilmekle birlikte, şu noktaya özellikle dikkat çekilir: “Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.” Allah Kelâmında insanın yaratılışına defalarca yer verilmesi, arz ve semanın terbiyelerine ve mükemmelliklerine dikkat çekilmesi, deveden arıya kadar nice hayvanların yaratılışlarına dikkat çekilmesi hep bürhan-ı innî kısmına girer; yani, ‘eserden müessire’ gidilir. Bunlar, selim akılları doyurur, sönmemiş kalplere ve bozulmamış vicdanlara birer hidayet vesilesi olurlar. Allah Resulünün (a.s.m.) tefekkür üzerinde önemle durması da bu sırdandır. İNSAN kelimesindeki herbir harf, tek başına bir mânâ ifade etmediği halde, bir intizam ile bir araya geldiklerinde bir kelime meydana geliyor. Bir harfin dahi kâtipsiz olamayacağı apaçık olduğundan, elbetteki bu beş harfi bu tarz ile bir araya getiren birisi olacaktır. Zira, bu harfler birbirini tanımadıkları, bilmedikleri ve bir araya gelmeyi düşünemeyecekleri gibi, her bir harf de İNSAN kelimesinden ve onun ifade ettiği mânâdan bihâberdir. İşte bütün bu özellikler, bu kelimenin mutlaka hem harfleri, hem de kelimeyi bilen biri tarafından yazıldığını göstermektedir. İNSAN kelimesi yerine şimdi de bir insanın şahsını düşünelim. İNSAN kelimesi beş harften teşekkül ettiği gibi, bir insan da kâinattaki bütün unsurlardan yazılmıştır. Bu unsurlardan herbiri, kelimedeki harfler kadar şuursuz ve cahil olduklarına ve hiçbirisi insaniyet mânâsından haberdar olmadıklarına göre, elbette ki bu madde harflerinden bu hayat sahibi kelimeyi yazan bir Hakîm-i Zülkemâl vardır. Tek başına kalmış bir “İ” veya “S” harfiyle İNSAN yazmanın mümkün olmaması misâli, kâinatta da var olan İlahi hikmetin gereğince, tek bir unsurdan İNSAN yazılmamaktadır. İNSAN kelimesindeki herbir harf, birçok noktalardan meydana geldiği gibi bir insanın herbir azası da milyarlarca hücreden teşekkül etmiştir. Bu mânâda, insanın kafasını bir harf, kollarını, gövdesini ve ayaklarını da birer harf olarak düşündüğümüzde, herbir insan bu büyük harflerle yazılmış bir kelime hükmünü alır. İNSAN kelimesinde “N” harfi başa “İ” harfi ise sona konulduğunda bu kelimeye artık İNSAN denilemeyeceği gibi, bir insanın da başı ayaklarıyla yer değiştirirse ona İNSAN demek mümkün değildir. Aynı şekilde, “İ” harfinin “S” harfiyle yer değiştirmesi halinde de mânâ bozulduğu gibi baş gövdenin yerini, gövde de başın yerini aldığı takdirde İNSAN’ın mânâsı kalmayacaktır. Büyük harfler üzerinden verdiğimiz bu misâlleri, her bir azayı meydana getiren esas rükünler, meselâ elin parmakları veya gözün beyaz ve siyah kısımları için düşünebileceğimiz gibi, bir hücrenin yapısı için de tatbik edebiliriz. Bu durumda el, göz ve hücre de ayrı birer kelime olarak düşünülecektir. İşte, herbir harfinde binlerce kitap bulunan bu hayat sahibi İNSAN kelimesinin de elbetteki âlim ve hakîm bir kâtibi ve nakkaşı olacaktır. Allah’ın "kün" yani "ol" emrini nasıl anlamalıyız? “Kün” emriyle ilgili âyet-i kerimelerden iki misal: “Göklerin ve yerin mübdi’idir. (Onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır.) Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir. ” (Bakara Sûresi, 117) Âlimlerimiz buradaki ol emrini, kudretin hemen faaliyete geçmesi olarak açıklamışlar. Tıpkı, “Her şeyin melekûtu (iç yüzü) Onun elindedir” âyetindeki el tabirini, kudret olarak tefsir ettikleri gibi, bu ol emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana gelmesidir.” demişler. Diğer bir âyet-i kerime: “Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmran Sûresi , 59) Bu âyet-i kerimede geçen "ol" emrinin mânâsına bir derece yanaşmak için eşya hakkındaki şu sınıflandırmayı dikkate almak gerekiyor: Halk âlemi, Emir âlemi. Beden halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet dünyasında safha safha meydana gelmekte. Tedricen, yâni kademeli olarak yaratılmakta. Emir âlemi için ise bu tarz bir yaratılış söz konusu değil. O âlemde her şey bir anda vücut buluyor. Ruh, değişik safhalardan geçip de sonunda o hâli almış değil. Doğrudan ruh olarak yaratılmış. İnsan bedeninde vazife görmeğe başlaması da yine bir anda. Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza daha sonra "ol" emrinin verilmesini Muhyiddin-i Arabî hazretleri bu emir kanunuyla izah eder: “Ol denince oluverir kavl-i şerifi, ruhun üflenişine işarettir. Ve bunun, emir âleminden olduğuna işarettir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder.” buyurur. Bahsimize konu olan bu âyet-i kerime akla engin bir ufuk açıyor. Önce topraktan Hz. Âdem (as.) yaratılıyor ve sonra ona "ol" emri veriliyor. Bu emirle Hz. Âdem’in (as.) topraktan inşa edilen cesedi ruha, hayata kavuşuyor. Nitekim bu "ol" emrini büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi, “Canlı bir mahlûk kesil.” şeklinde tefsir ediyor. Zira, zaten var olan bir nesneye yeniden "ol" emri verilmesi, onun yeni bir şekle girmesi demek olmalı, aksi halde bu emre bir mânâ vermek mümkün olmaz. Buna göre, “İnsan bir anda yaratılıyor.” diyebiliriz. Ama, elbisesi dokuz ayda inşa ediliyor. Diğer varlıklar da öyle. Çekirdeklerdeki ilâhî şifrenin teşekkülü de ruh gibi bir anda, daha doğrusu zamansız yaratılır, ama çekirdeğin ağaç olması yıllar sürer. Şimdi bu âyetin penceresinden etrafımızdaki sonsuz faaliyetlere bir göz atalım ve "ol" emrini onlarda görelim, okuyalım. Hidrojen ve oksijen bir "ol" emriyle su oluvermişlerdir. İki zıt kutup bir emirle birleşmiş ve bambaşka bir şey olmuşlardır. Yenilen gıda bir süre sonra insan tohumu olur, yine "ol" emriyle. Bu emir olmasa, yâni ilâhî kudret yaratmasa gıdayı insan yapmak mümkün mü? Ve rahimde nutfeye yeni bir emir gelir: alâka "ol". Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. İlâhî kudret ve irade o tohumu halden hâle evirip çevirir ve sonunda insan vücut bulur. Demek ki nutfeye “İnsan ol.” denmemiş, sadece “Alâka ol.” denmiştir. Eğer “İnsan ol.” emri verilseydi rahimde o an bebek teşekkül ederdi. Dünya hikmet âlemi olduğu için, yaratılış sebepler tahtında ve kademeli olarak icra edilmekte. Ve bu safha safha yaratılışla nice sanatlar sergilenmekte. Bir anda insan yapmak Allah’a mahsus bir sanat. Aynı şekilde nutfe yaratmak, onu halden hâle çevirmek ve sonunda insan hâline sokmak da ayrı birer ilâhî sanat. Bu hikmet dünyasında bu ilâhî sanatların teşhir edilmesi için "ol" emri, “Son şeklini al.” şeklinde değil de, “Bir sonraki tavrına gir.” tarzında verilmiş oluyor. Emdiğimiz havaya gırtlakta, ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece değişik harfler dökülüyor ağzımızdan. Demek ki havaya emir var, “Ses ol.” diye. Hem de değişik şekillerde. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine "ol" emriyle. O ses, mübarek bir kelime ise, rahmanî bir hakikat terennüm ediyorsa yeni bir emir alıyor: "Melek ol". Okunan tespihlerden, tekbirlerden, hamdlerden, yâni bütün mukaddes kelimelerden melek yaratılıyor. Havaya “Ses ol.” diyen, sese de “Melek ol.” diyebilir. Bu emre, bu iradeye karşı çıkacak kimdir? Göz fabrikasına giren ışık da benzer bir emir alıyor: “Göz nuru ol.” Güzel bir cümle işitiyoruz. O söz aklımızda bilgi oluyor, yine “kün” emriyle. Kalp o sözden hoşlandı mı yeni bir emir geliyor: “Feyiz ol!”, “Huşû ol!”, “Sevgi ol!” diye... Kısacası kâinat “kün” emrinin tecellileriyle dolu. Toprağa “Çiçek ol.” deniliyor; buluta “yağmur”... Çekirdeğe “Ağaç ol!” emri geliyor, yumurtaya “civciv”... Yediğimiz gıda, bedenimizde nice emirler almakta: "Et ol", "ilik ol", "kan ol", "kemik ol", "sinir ol", "saç ol", "tırnak ol" gibi... Bir zamanlar maddeleri bir olan güneş sistemi de benzer emirler almıştı... "Dünya ol", "Merkür ol", "Ay ol" gibi... Kün emrine akıl erdiremeyenlerin hayatları bu emrin cilveleriyle aralıksız kaynaşıyor. ''RABBİN KİM?” HER ŞEY bir soruyla başladı. Bir soruyla devam ediyor. İlerimizde aynı soru bizi bekliyor… Dün ruhlar âleminde muhatap olduğumuz, ‘Rabbin kim?’ sorusuna, yarın da berzah âleminde cevap vereceğiz. İnsana düşen ise, şu soru kirliliğinde, doğru soruyu bulup onun izini sürmek. Çünkü soru bir yol açar. Yanlış sorular ise, insanı yanlış yollara götürür. İnsanı şu dünyada yaratan, ona sorma yeteneği veren, cevaplarını da yine dünyada yarattı. Soru sormamızı isteyen O yaratıcı, bize akıl verdi, âlemi de cevap olarak yarattı. ‘Rabbin kim?’ sorusuna sadece dün ve yarın değil, bugün de muhatabız biz. Karşımızdaki dünya hem soru, hem de cevaptır bize. Hikmet sahibi yaratanımız, kutsal kitaplarıyla, peygamberleriyle bize konuştuğu gibi, yarattığı kâinatla da bize hitap etmekte. İlle de bizimle, bizim gibi konuşmasına gerek yok, her mektup bir konuşmak değil mi, her mesaj bir konuşmak değil mi, her işaret bir şeyler söylemez mi bize? Şu müthiş derecede harikalarla yaratılan evrenden daha açık bir mektup mu olur? Her mevsim elimize gelen meyvelerden daha güzel bir mesaj mı olur? Atomundan güneşine her varlık konuşur bizimle, elimize aldığımız elma sorar: “Toprağı alıp elma yapan kim?” Yumurta sorar: “Bende eseri bulunmayan organları, güzelliği, sesi, hayatı kuşa veren, yumurtayı böyle mükemmel terbiye eden kim?” Tohum sorar, atom sorar, güneş sorar, her şey sorar: “Bu mükemmel eserler, cansız, şuursuz, ilimsiz, akılsız varlıkların eserleri olabilir mi?” Bu sorular aynı zamanda insana verilen cevaplardır. Her şey, tek tek ve bütünüyle kâinat insana der: “Beni, ilmiyle ve kudretiyle Allah yarattı, terbiye edip mükemmel hâle getirdi.” Ve ardından insana sorulur: “Senin Rabbin kim? Seni yokken yaratan, her ihtiyacını en güzel şekilde verip, seni besleyen, büyüten kim? Seni imkânlarla donatan, seni sen yapan kim?..” Yediğinde sorulur: “Yediğini yaratan, bedeninde faydalı hâle getiren kim?” Baktığında sorulur: “Gözünü de, görmeyi de, gördüğünü de yaratan kim?” Duyduğunda sorulur, nefes aldığında, gezdiğinde, düşündüğünde, hayal ettiğinde, sevindiğinde.. sorulur: “Rabbin kim? Seni sen yapan kim?” Bizim hayatımız, bu sorulara verdiğimiz cevaplardır. Dünyada bu sorulara doğru cevapları vermeliyiz ki, berzahta da doğru cevapları verebilelim. Öyle değil mi; cevaplarını sınavdan önce hazırlayanlar başarılı olabilirler. “Rabbin kim?” sorusu, sadece dünün ve yarının değil, bugünün de sorusu
  6. CEHENNEM NEDİR ? -------------------------------------------------------------------------------- CEHENNEM Nedir?... Nasıl izah ediliyor?... Cehennem'in kıyâmet denilen zamanda gelip dünyayı kuşatması ve yutması şöyle anlatılıyor: Abdullah ibn-i Mes'ûd-dan naklolmuştur: Rasûlullah şöyle buyurdu: -O gün cehennem getirilecek!.. Onun 70 bin bağı olacak ve her bağ ile beraber cehennemi çeken 70 bin melek olacak. Evet, böylece gelip dünyayı kuşatan Cehennemin ateşinin yâni radyasyonunun içinden istisnasız bütün insanlar geçecektir. «SİZDEN HİÇ BİRİNİZ İSTİSNA EDİLMEKSİZİN (hepiniz) CEHENNEME UĞRAYACAKTIR. BU RABBIN KATINDA KESİNLEŞMİŞ HÜKÜMDÜR!..» (Meryem - 71) «SONRA KORUNANLARI ORADAN KURTARACAĞIZ; NEFSİNE ZULMEDENLERİ İSE DİZÜSTÜ ORADA BIRAKACAĞIZ.» (Meryem- 72) «ŞÜPHESİZ CEHENNEM HERKESİN GÜZERGÂHINDADIR» (Nebe21) «O GÜN CEHENNEM GETİRİLMİŞTİR.» (Fecr - 23) Gelip dünyayı kuşatan ve alevleri içinden istisnasız herkesin geçmek zorunda kalacağı bu CEHENNEM ne yapıyor şimdi?.. Kendi kendini yiyor!.. Hayır, espri yapmıyorum!.. Gerçeği anlatıyorum!.. Buyurun önce bu olayı Hazreti Resûl-i Ekrem'in ağzından mecâzi şekilde açıklanan ifadesini okuyalım: Ebû Hureyre radiyallahu anh anlatıyor: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu: - Cehennem Rabbine şikayette bulunarak: «Yâ rabbi kısımlarım birbirini yedi!..» dedi! Bunun üzerine Allah ona iki nefes vermesi için izin verdi. işte bulduğunuz şiddetli soğuk (kışın) cehennemin ZEMHERİR'inden; bulduğunuz yakıcı sıcak da onun SEMUM'undandır!..» Evet, 1400 yıl öncesinin şartları içinde ancak bu kadar dile getirilebilir böylesine muazzam bir gerçek!.. Cennete girenler cehennemden geçip oradaki gerçeği gördükten sonra aralarında konuşurlarken, cehennem ateşini şöyle târif ederler: «SEMUM'UN AZABINDAN BİZİ KORUDU!..» (Tûr - 27) Şimdi önce birinci hususu anlamaya çalışalım. «Cehennem kendi kendini yedi.» tâbiri neyi anlatmak istiyor?.. Güneş, tümüyle hidrojen gazından ibaret merkeze sahiptir ve burada 15 milyon derece civarında bir hararet mevcûttur!.. Bu hararet dolayısıyla sürekli nükleer tepkimeler olmakta ve hidrojen atomları kendi kendini yiyerek helyuma dönüşmektedir. Bu arada yediklerinden artanı (!) da dışarıya atmaktadır. Bu atıklar ise ta dünyaya, bizlere kadar ulaşmaktadır. «Güneşin», pardon, «Cehennemin» yediklerinin artıkları nedir?.. "SEMÛM!.." Nedir «nârı SEMÛM».?.. Arapçada «semûm» kelimesi iki mânâya gelir. Birincisi: «Gözeneklere (mesâmet) işleyen ışın». İkincisi: «Zehirleyici», ateş yâni radyasyon!.. Termonükleer tepkime içinde olan GÜNEŞ'in, bu tepkime sonucu yaydığı çeşitli radyasyonlar, ışınlar acaba bundan daha başka nasıl anlatılabilirdi 1400 küsûr yıl önce?.. Evet, Rasûlullâh, tamamıyle bilimsel gerçeklere dayanan din olgusunu en mükemmel şekilde açıklamıştır. Ne var ki, insanlar dine ilimle değil, şartlanmaların hükmü altındaki önyargı ile baktıkları için bu gerçekleri görmekten mahrum kalmışlardır. Esasen dünyanın ve içindekilerin âkibeti, son derece açık seçik basîret sahiplerinin idrâkları önüne serilmiştir!.. Ancak ne var ki, çeşitli vesilelerle ortaya atılmış bulunan bu gerçekler, yüksek akıl sahipleri tarafından derlenip toparlanıp, sayısız mozaiklerden oluşan ana sistem olarak, bir resim gibi gözler önüne serilmemiştir!..işte bu mümkün olmamıştır geçmişte, bilimin yeterli düzeyde olmaması sebebiyle. Günümüzde ise ilâhi lûtuf ve merhamet, bizlerin bu gerçeği öğrenmesine yol açmaktadır. Öyle ise aklımızı son zerresine kadar değerlendirip, 1400 sene öncesinden işaret edilen bu gerçekleri çok iyi idrâk etmeye çalışalım. Dünya, tüm üzerindekilerle birlikte, neticede büyüyecek olan «Güneşin» yâni bir diğer ifade ile «cehennemin» içine girecektir!.. İnsan ise «ruh» beden ya da diğer bir ifade ile hologramik «dalga» bedeninin elde ettiği enerji durumuna göre ya dünya üzerinden kaçıp sayısız yıldızların boyutsal derinliklerindeki üst yaşam boyutlarına yâni cennetlere gidecek; ya da dünyanın ve hemen sonrasında da güneşin manyetik çekim alanından kendini kurtaramayarak; neticede, ebedi olarak cehennemin içinde yâni güneşin içinde kalacaktır!.. Zaten ilk anda kendilerini kurtaramayanların daha sonraki devirlerinde güneşin içinden çıkmaları gittikçe artan yoğunluk ve «karadeliğe» dönüşme olayı sebebiyle ebedîyyen mümkün değildir. İşte bu yüzden cehenneme girip de oradan kaçamayanlar ebedî olarak orada kalıcıdırlar; cennetlere girenler de ebedî olarak orada kalıcıdırlar, denilmiştir!.. Acaba niye açık açık «Güneşin cehennem» olduğu tasrih edilmemiş de, sadece bir iki hadîste bu noktaya işaret edilip geçilmiştir?.. Üzerinde açık açık durulmamıştır. Çünkü, içinde bulunulan toplum zaten taşa toprağa, aya güneşe tapan bir toplumdur!.. Zaten insanlar, yıllar yılı aya, güneşe, yıldızlara tapagelmişlerdir!.. Bir de buna üstlük Hazreti Rasûlullâh «cehennemin güneş» olduğunu sarih bir şekilde açıklasa idi, gene insanların güneşe tapınmaya başlayıp, ondan meded dilenmeleri; - Aman Güneş sen yücesin, ulusun bizi yakma! diye secdelere kapanmaları son derece doğaldır!.. Düşünün ki, bugün bile Güneşi bayrak edinip, ona tapan; Güneşinoğlu'na âdeta ibâdet eden toplumlar yaşıyor dünya üzerinde. Esasen şu gerçeği de gözlerden uzak tutmayalım; İnsanlığın içinden sivrilen çok ender, beyinler dolayısıyla teknolojik bir sıçrama olmuş ve aya gidilmiş, Plütona uzanan uydular atılmış ise de; gerçekte, genel seviyesi itibariyle toplumlar hâlâ yüzyıllarca mazide yaşamaktadırlar. İster Amerikan toplumu için olsun, ister Sovyet toplumu için olsun, ister Japon toplumu için olsun bu böyledir!.. Yiyen, içen, zevk aldığı şeyler peşinde koşan, seks yapan, daha fazlasına sahip olmak için elinden geleni ardına koymayan, korktuğundan kaçıp sevdiğine erişmek için didinen; toplumun şartlanma yollu güttüğü insan!.. Asırlar ve asırlardır bu böyle süregeliyor!.. Bu süregelen gerçeklere insanın hakîkati ve gideceği yer itibariyle işaret etmiş olan son derece yüce insan Hazreti İsâ aleyhis'selâm!.. Allah bize değerini idrâk ettirsin. Ama ne çare ki 2000 senedir geçen milyonlar içinde hesaba ve kıyasa girmeyecek kadar az sayıda insan O'nu anlıyabilmiş!.. Sözlerine kulak vermiş! Milyarlık Hıristiyan kütlesinden sözediliyor günümüzde, oysa Hıristiyanların hiç birisi Hazreti İsâ'ya kulak vermiş değil!.. O'nun ne dediğini anlamış değil!.. Hazreti Rasûlullah Aleyhi's-Selâm’ın bildirdiği üzere, kendisi hâlen yaşamakta olduğu âlemden geri dönecek, bir süre aramızda yaşayacak halkın yanlış anladığı gerçeklerin doğrusunu açıklayacaktır. Ve insanlığa O'nun, gelişini müjdelediği zirvedeki insan: Hazreti Muhammed Mustafa salla'llâhu aleyhi ve sellem!.. Olağanüstü bir beyin kapasitesi ile yaratılmış. İlâhi lûtuf ile insanların ve dünyanın gelecek aşamaları kendisine seyrettirilmiş. Mi'râc olayı ile boyut sıçraması yapıp, cennet ve cehennem yaşamlarını müşahede etmiş. Ve nihâyet tüm yaşamını, insanların gelecekte karşılaşacakları olaylara karşı almaları icabeden tedbirleri anlatmakla değerlendirmiş bir Zât!.. Geçmiş sayısız Nebi ve Rasûller insanlara özetle şunu vermeye çalışmışlar: «Sayısız putlara ve hayalî TANRILARA tapınarak ömrünüzü boş ve faydasız şeyler ile harcamayın; âlemlerin, kâinatın, yerlerin ve göklerin yaradıcısı olan ALLAH'a ibâdet edin. Kimseye kötülük yapmayın, elinizden geldiğince insanlara hizmet edin. ALLAH'ın ne olduğunu tanımaya çalışın ki, O'nun halifesi olan kendinizde mevcût olan sayısız cevherleri değerlendirebilesiniz.» İşte bu temâ, Hazreti İsâ Aleyhi's-selâm'da son haddine varmış ve şöyle ifade olunmuş: - Göklerin krallığına inanıyorsan, benimle beraber olmak istiyorsan, her şeyini terket ve benimle gel!.. Göklerin, yâni ölümötesi ebedî yaşamın krallığından sözeden Hazreti İsâ aleyhi's-selâm, özellikle dünya krallığı peşinde koşan ve sadece yahûdî asâletine inanan ilkel beyinler tarafından kabûl edilmemiş; sayısız çilelere katlanmış ve nihâyet mucizevî bir olayla dünyadan ayrılmıştır. Ve O'nun, gelişini müjdelediği Hazreti Muhammed Aleyhi's-selâm!.. Dünyaya ve ölümötesine dair hiç bir gerçeğin eksik bırakılmadığı bir kitabı, insanlığa sunan Zât!.. Gerçek yaşamın dünya hayatı değil, ölümötesi ebedî yaşam olduğunu bütün yönleri ile açıklayan; ölümötesi yaşamın bütün aşamalarını teferruatıyla târif eden eşsiz insan!.. Allah'ın hükmü ve takdiri sonucu 1400 sene öncesinin çöl toplumu içinde dünyaya geliyor ve onlara hitap etme mecburiyeti içine, insanlığa gerçeğin mesajını ulaştırma görevini yükleniyor. İlâhi seçim ve takdir sonucu, geleceğin getireceği tüm gerçekleri göreceksiniz ve geleceğin sayısız tehlikelerine karşı insanlığı uyarmak görevini yükleneceksiniz. Ne yazık ki insanlık sizi anlama basîretinden son derece uzak olacak!.. Gerçekleri anlatmaya kalksanız, akıllar-hafsalalar sizi değerlendiremeyecek ve sizi inkâra gidecekler!.. Anlatmaya çalıştınız!.. Akılları reddetmesin, hafsalaları isyân edip mahrum olmasınlar diye meselelere ancak misâl yollu, mecâz yollu, benzetme yollu yaklaşıp, geleceğin tehlikelerinden söz edeceksiniz!.. Ve buna rağmen inkâr edileceksiniz!.. Mecnûn, deli, diyecekler!.. Büyücü diyecekler!.. Cinler zaptetmiş, onlar konuşturuyor, diyecekler!.. Siz, insanlığın içine gitmekte olduğu ateşi görüp, onların kendilerini, tedbir almayarak ateşe atmalarından büyük üzüntü duyacaksınız; onlar ise sizinle alay edecekler!.. Acaba kim katlanabilir böyle bir olaya. Ve bırakın o günküleri bir yana. Acaba bizler, fark edebildik mi gerçekleri 2000 yılının eşiğinde? İlmin tüm verilerine rağmen!.. Resûl-i Ekrem’in 1400 yıl öncesinden bizi uyarmak için elinden geleni yapmasına rağmen!.. Bizim anlayışımıza göre, insanlık 2000 yılının eşiğinde olmasına rağmen, el'ân, Hazreti Muhammed'den önceki, gerçekleri görememe devrini yaşamaktadır. Din nedir?.. Din niyedir?.. Allah Rasûlü’nün ortaya koyduğu, uyulması gerekli, ya da zorunlu kuralların sebebi nedir? Din sadece bir inanç olayı mıdır?.. Dinin bilimsel bir temeli var mıdır?.. İnsanlık niçin dini tatbik mecburiyetindedir?.. Evet, şimdi, İslâm Dininin temelinde yatan bir kısım bilimsel gerçekleri; ve «niçin Din?» sorusunun cevabını dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışalım. * * *
  7. "TANRI"DAN, "ALLAH"A... İnsanoğlu, asırlar ve asırlar boyunca, karşılaştığı pek çok olayın üstesinden gelememenin aczi ile; bir yerlere, bir şeylere sığınma, bir şeylerden medet umma duygusu içinde, aklı erebildiğince çeşitli nesnelere tapınma hissi duymuştur. Bu tapınma, medet isteme, başarı isteme gibi duygular da doğal olarak insanı çeşitli tanrı kavramlarına yönelmeye ve onlardan arzuları doğrultusunda birşeyler umut etmeğe itmiştir. İşte bu yöneliş içindeki insan, kendisinde güç vehmettiği, arzuladıklarını verebileceğini sandığı çeşitli nesneleri artık bir tanrı olarak görmeğe başlamış; ve böylece de tanrılara tapılma dönemine girilmiştir. Tapılacak tanrıları önce yeryüzünden seçen insanoğlu, bu anlayış içinde, kâh madenlere, kâh nebatlara, kâh da hayvanlara tapınma yoluna gitmiştir... Daha sonraki aşamada, yeryüzündekilerin de bir tanrı değil, kendisi gibi bir ölümlü olduğunu fark edince; Nebi ve Rasûller tarafından yeryüzünde yaşayan bu varlıkların tanrı olamayacağı kendilerine idrak ettirilince, artık bu tanrılarına tapmaktan vazgeçmişlerdir... Ancak ne var ki, bu defa da semada bulunan, tanrı kabul ettikleri varlıklara yönelmişler ve çeşitli yıldızlara tapınmaya koyulmuşlardır... İnsanoğlu neyin üstesinden gelememiş, neyin sırrını çözememiş ise, o, insan için bir bilinmez güç olarak kalmış ve onda bir "tanrılık" kavramı kabul edilmiştir... Oysa yerde veya semâda bir tanrı fikri günümüz bilimsel verilerine tamamiyle ters düşen varsayımdan başka bir şey değildir... Ve nitekim bu bilimsel gerçekliğe ters düşen varsayım Kur'ân-ı Kerim tarafından da kelime-i tevhidle "tanrı yoktur" ifadesiyle reddedilmektedir.. Asırlar ve asırlar öncesinde ateşe ve yıldızlara tapınarak, "tanrı" mevhumu ile kendini kozaya hapseden insanoğlu; daha sonraki devirlerde de yetiştikleri çevrelerin şartlandırmaları ile, tefekkürden uzak bir biçimde yaşam sürmelerinin pahasını "tanrılarına" köle olmak ve bununla kendilerini tatmin etmek suretiyle ödemişlerdir... Elbette ki kozalarını günden güne daha kalınlaştırmak ve daha içinden çıkılmaz hale getirmek suretiyle!... Hazreti Muhammed Aleyhisselâm , Mekke' de kendisinin "ALLAH RASÛLÜ" olduğunu açıkladığı zaman, sadece KÂBE'de 360 tane tanrıyı sembolize eden, 360 tane PUT bulunmaktaydı!.. İnsanlar, her biri bir ayrı görev yapan 360 tanrıyı simgeleyen bu 360 puta tapınarak tatmin yolu içindeydiler... Düşünemiyorlardı yerde ya da semâda bir tanrı olamayacağını... Çünkü henüz evrenin gerçek boyutları hakkında bir fikirleri yoktu!... Yeryüzünde, ya da semada bir yıldızda oturup, dünyayı ve dünya üzerindeki insanları yöneten; onların işlerine kâh karışıp, kâh da onları kendi hallerine bırakıp imtihan eden; yukarıdan insanların davranışlarına bakıp, onları tanımaya çalışan; ve nihayet hoşuna giden işler yapanları cennetine, emirlerine uymayanları da cehennemine yollayacak olan bir tanrı!.. İşte bu vehim içindeki insanoğlunun. o yeryüzündeki ya da semâdaki tanrısına yaranmak, onun gözüne girmek için, yapmadığı saçmalıklar kalmıyordu... Hatta, Hazreti Ömer'in ifadesiyle, kurabiyeden, tanrılarını sembolize eden putu yapıyor; önce onun karşısına geçip tapınıyor; sonra da oturup afiyetle o tanrıyı temsil eden putu yiyorlardı.... Ve hatta, vehmettiği, var sandığı tanrıya yaranmak için sekiz yaşındaki kızını diri diri mezara koyup üzerine toprak atarak, onu ölüme mahkum ediyorlardı !.. TANRI - İLÂH, tapınılan varlık anlamına gelir.. Öğülen, yüceltilen, büyütülen ve bütün bunların karşılığında da kişiye istek ve arzuları istikametinde bağışlarda bulunacağı umulan varlıktır TANRI!.. O tanrı, sana bir takım emirler verecek; ve sen, onun emirlerine uyarak onun gönlünü edeceksin, ki seni cennetine soksun; sana sayısız dünya güzellikleri bağışlasın; ya da kendi hür aklın, hür iraden ile ona karşı gelmek suretiyle onun düşmanlığını kazanacaksın ve o da bu yüzden senden intikam alıp, seni türlü türlü azaplara dûçar edecek!.. İşte insanlar bu yanlış, batıl ve ilkel düşünce ve inanç içinde tanrılara taparlarken; Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, "ALLAH RASÛLÜ" olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp; artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı.. "TANRI YOKTUR SADECE ALLAH VARDIR" mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hazreti Muhammed'in vurguladığı bu gerçek, KELİME-İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti... Neydi, KELİME-İ TEVHİD'in mânâsı....
  8. Zaman Algısının Oluşması Zamanın, hareket eden cisimler ve meydana gelen değişimler arasında yaptığımız belirli bir sıralamadan doğan bir kavram olduğu gerçeği, bugün bilimsel olarak da kabul edilmiştir. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Nobel ödüllü genetik profesörü ve düşünür François Jacob, Mümkünlerin Oyunu adlı kitabında zaman algımızın her zaman düzgün bir sıralamaya göre oluşmasının önemini şöyle anlatır: "Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini anlamamıza imkan vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici iş birliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir." Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine alıştığı için şu anda dünya üstte anlatıldığı gibi işlememekte ve zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısıyla tamamen izafidir (görecelidir). Gerçekte zamanın nasıl aktığını, ya da akıp akmadığını asla bilemeyiz. Bu da zamanın mutlak bir gerçek olmadığını, sadece bir algı biçimi olduğunu gösterir. Kader, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm olayları "tek bir an" içinde yaratmış olmasıdır. Bu da, Allah Katında evrenin yaratılış anından kıyamete kadar olan her olayın yaşanmış ve bitmiş olması demektir. İnsanlar ise Allah'ın yarattığı zamana bağlı olarak yaşamlarını sürdürürler ve hafızalarına verilen bilgiler olmadan hiçbir şey bilemezler. Genel Görecelik Kuramı Zamanın bir algı olduğu, 20. yüzyılın en önemli fizikçisi sayılan Einstein'ın ortaya koyduğu 'Genel Görecelik Kuramı' ile de doğrulanmıştır. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein adlı kitabında bu konuda şunları yazar: "Zamanın öznelliğini en iyi Einstein'in sözleri açıklar: "Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir ben-zamanı, ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabilirim ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur." Einstein, Barnett'in ifadeleriyle, "uzay ve zamanın da sezgi biçimleri olduğunu, renk, biçim ve büyüklük kavramları gibi bunların da bilinçten ayrılamayacağını göstermiş"tir. Genel Görecelik Kuramı'na göre "zamanın da, onu ölçtüğümüz olaylar dizisinden ayrı, bağımsız bir varlığı yoktur. Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır. Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur. Lincoln Barnett'in belirttiği gibi "rengi ayırt edecek bir göz yoksa, renk diye bir şey olmayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir." Allah, dünyadaki imtihan ortamı gereği "gelecek" olarak isimlendirdiğimiz olayları hafızamıza vermediği için, gelecekte ne olacağını da bilemeyiz. Kuran’da ‘Zamanın Göreceliği’ Zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte herşey birkaç dakika hatta birkaç saniye sürmüştür. Modern bilimin bu bulgularının bize gösterdiği sonuç, zamanın materyalistlerin sandığı gibi mutlak bir gerçek değil, göreceli bir algı oluşudur. İşin ilginç yanı ise, 20. yüzyıla dek bilimin farkında olmadığı bu gerçeğin, bundan yaklaşık 14 asır önce indirilen Kuran'da bildirilmiş olmasıdır. Kuran ayetlerinde, zamanın izafi bir kavram olduğunu gösteren açıklamalar bulunur. Modern bilim tarafından doğrulanan, zamanın psikolojik bir algı olduğu, yaşanan olaya, mekana ve şartlara göre farklı algılanabildiği gerçeğini pek çok Kuran ayetinde görmek mümkündür. Allah, insan hayatının çok kısa olduğunu Kuran'da şu ayetlerle bildirir: "Sizi çağıracağı gün, O'na övgüyle icabet edecek ve (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız." (İsra Suresi, 52) "Gündüzün bir saatinden başka sanki hiç ömür sürmemişler gibi onları bir arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar…" (Yunus Suresi, 45) Bazı ayetlerde, insanların zaman algılarının farklı olduğuna, insanın gerçekte çok kısa olan bir süreyi çok uzunmuş gibi algılayabildiğine işaret edilir. İnsanların ahiretteki sorguları sırasında geçen aşağıdaki konuşmalar bunun bir örneğidir: "Dedi ki: 'Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz.'" (Müminun Suresi, 112-114) Allah bazı ayetlerde de, zamanın farklı ortamlarda farklı bir akış hızıyla geçtiğini bildirir: "... Gerçekten, senin Rabbinin Katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Suresi, 47) "Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir." (Mearic Suresi, 4) "Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir." (Secde Suresi, 5) Tüm bu ayetler, zamanın izafiyetinin çok açık birer ifadesidir. Bilimin 20. yüzyılda ulaştığı bu sonucu bundan yaklaşık 1400 yıl önce Allah'ın Kuran'da bildirmiş olması ise, elbette, Kuran'ı, zamanı ve mekanı tümüyle sarıp kuşatan Yüce Allah'ın indirdiğinin delillerinden bir tanesidir. Allah zamandan ve mekandan münezzehtir, zaten bunların tümünü yoktan yaratan Allah’tır. Bu nedenle Allah Katında geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir. yamyam kardeş,GERÇEKTEN OKUDUNSA ANLADINMI? ŞİMDİ sana Allah isminin nereye işaret ettiğini anlatılacaktır. dikkatini ver KENDİNE YAZIK ETME. NİÇİN BU DÜNYAYA GELDİN İYİ ÖĞREN. KENDİN İSTEĞİNLE GELMEDİĞİNE GÖRE,KENDİ İSTEĞİNLEDE YOK OLMUYACAKSIN,SONSUZA TEK YAŞAYACAKSIN. YAM YAM KARDEŞ,BU KONUYU İYİCE OKU,ANLAMAYA ÇALIŞ. ALLAH İSMİNİN NE OLDUĞUNU ANLAMADIĞIN SÜRECE,ALLAHI ANLAYAMAZSIN. BUYRUN;MERAK EDENLERDE OKUSUN. FARKIN FARKINDA MISINIZ: "ALLAH" BİR "TANRI" DEĞİLDİR İslam dinini bildiren Hazreti Muhammed kudsal kitap Kur'an-ı Kerim ile "TANRI" kavramını reddeder; "Tanrı" nın varolmayıp "sadece ALLAH'ın mevcud" olduğunu vurgular!. Bu gerçeğin farkında mıyız? Bu bölümde, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği "ALLAH" kavramının bütün inançlardaki "TANRI" kavramından niçin son derece farklı olduğunu açık seçik göreceksiniz… * * * En ilkelinden gelişmişine kadar, hemen herkesin, düşüncesinde bir "TANRI" kavramı vardır… O'na kızar, O'nu sever, O'nu yargılar, Zaman zaman yaptığı yanlış (!) işleri yüzünden O'nu itham eder; adeta O'nu yukarıda bir yıldızda ya da galaksinin herhangi bir yerinde boşlukta oturmakta olan tonton bir dede, ya da celalli bir sultan gibi hayal ederiz!.. Biraz daha geniş düşünenler ise, bu hayalimizde var kabul ettiğimiz "TANRI"nın gerçekte varolmasının mümkün olmadığını belirterek; "biz tanrıya inanmıyoruz" derler ve bu yüzden de "ateist-tanrı tanımaz" olarak adlandırılırlar… Oysa gerçekte, ne tanrı tanımazların (ateistlerin), ne de duyduklarına göre hiç düşünmeden şartlanma yollu bir tanrı var sananların; Hz. Muhammed'in açıkladığı "ALLAH"tan haberleri yoktur! Bu yüzdende "Tanrı" ile "ALLAH" kavramlarını aynı zannedip hatta sanki iyi bir iş yapıyor sanısı ile "ALLAH" yerine dillerine "TANRI" kavramını dolarlar… Aslında yaptıkları doğrudur; zira onlar gerçekten "ALLAH"tan ve "ALLAH" kavramından sözetmeyip, hayallerinde varsaydıkları "TANRILARINDAN" bahsetmektedirler… Şunu kesinlikle bilelim ki… Rasulullah Muhammed Mustafa aleyhisselam ve Kur'an-ı Kerim şu çok önemli gerçeği vurgulamaktadır; ÖTEDE ya da ÖTENDE bir TANRI yoktur; SADECE "ALLAH" vardır!.. "ALLAH"ı hakkıyla idraka çalışmadılar…(22-74) Ayeti bizim bu konudaki ihmalimize işaret eder… Biline ki… Dilimizdeki "TANRI", "İLAH", "MABUD" kelimeleri ile bunların İngilizce'deki karşılığı olan "GOD", Fransızca'da karşılığı olan "DIEU", Almanca'da karşılığı olan "GOT" kelimeleri hep "TAPINILACAK bir varlık" kavramını ifade eden kelimelerdir… Yani, insanlar, bu kelimeler ile ÖTEDEKİ bir mabuda, ilaha, tanrıya işaret ederler!.. "ALLAH" kelimesi ise ÖZEL olarak bir varlığın ismidir!..Ki biz, O varlığa işaret etmek ve O varlığı tanıtmak için, ya çeşitli vasıflarıyla tarif ederiz; ya da bu vasıflarını çeşitli isimlerle işaret ederiz…Ancak, bütün bu isimler, hep, O varlığın, sadece ve sadece çeşitli vasıflarına işaret eder; ve o vasfı yönünden O'nu tarif eder… Mesela, bu fakire "HULUSİ" derler…Bu isim, O'nun özel ismidir…Herhangi bir lisana bu ismi çeviremezsiniz…İngilizce de olsa, Fransızca da olsa hep gene "HULUSİ" denmek zorunluluğu vardır… İşte bunun gibi, "ALLAH" isminin de, ÖZEL bir varlığın ÖZEL ismi olması nedeniyle, başka bir kelimeye çevrilmesi, veya başka bir kelimeyle anılması mümkün değildir… Esasen, yukarıda belirttiğimiz gibi, diğer kelimeler "tanrısallık kavramına" işaret ederken; "ALLAH" kelimesi ise tamamiyle ÖZEL bir VARLIĞA işaret eden ÖZEL bir isimdir… Bu sebebledir ki, tanrısallık ifade eden hiç bir kelime, asla "ALLAH" kelimesinin yerini tutamaz!.. "ALLAH" yerine "TANRI" kelimesini kullananlar, bunu ya cahillikten, bilgisizlikten kullanmaktadırlar; ya da kavranış yani idrak yetersizliğinden konuyu değerlendirmedikleri için yapmaktadırlar… İşte, böyle özel bir ismi olan ve "CÜZ" kavramından dahi münezzeh bulunan varlığa kişi "ALLAH" dediği zaman, bu kavram yanısıra bir de "CÜZ" tasavvur ederse; ya da bir "CÜZ" kabul ederse, bu hangi isim ve kavram altında olursa olsun, o kişi "ALLAH"a şirk koşmuş olur; yani "ALLAH" gerçeğini örtmüş ve bir "TANRI" kabullenmiş olur!.. Ki bu durumda da şu ayetle uyarılır: - ALLAH YANISIRA TANRI OLUŞTURMA!.. Sonra aşağılanmış ve kendi başına bırakılmış olursun… (17-22) İşte bu konuda ikinci bir uyarı daha: - "ALLAH" YANISIRA TANRI EDİNME!. (28-88) Yani varolan gerçek mutlak varlık "ALLAH" iken; sen "ALLAH" kavramından gaflete düşüp, "ALLAH" ismiyle işaret edilen varlığı ötende bir TANRI sanıp; böylece bir TANRI edinmiş durumuna düşme!.. Ötede, ya da ötende bir tanrı kabul etmek suretiyle, farkında olmadan "ALLAH" kavramı ve anlamı dışına çıkarak "tanrı" kavramı içine girersin… Böylece de Kur'an-ı Kerim'in açıklamış olduğu "vahdet" idrakından kendini mahrum etmiş olursun… Ve böylece de "nefsine en büyük zulmü yapmış olursun" Hazreti Muhammed aleyhisselam, "ALLAH RASULU" olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp, artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı… "TANRI YOKTUR, SADECE ALLAH VARDIR" mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hazreti Muhammed'in vurguladığı bu gerçek, KELİME-İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti… İslam Dininin temelini, "LA İLAHE İLLALLAH" sözünün manası oluşturur. "La İlahe İllallah" ne demektir? Bu söz basit olarak ele alınırsa; "TANRI yoktur sadece ALLAH vardır" anlamında değerlendirilir… Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak… "La İlahe"; "La" yoktur; "İlahe", TANRI demektir, yani tapınılacak tanrı yoktur, demektir. Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim… Kelime-i Tevhid, "La ilahe" ile başlıyor… Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor. "Yoktur tapınılacak varlık!"; "la ilahe"!.. Akabinde, bir açıklama geliyor… "İlla" "sadece", "ALLAH" vardır!.. "İLLA ALLAH" yani "sadece ALLAH"!.. Birinci mana olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur… "Tapınılacak TANRI yoktur"… Evet, burada, kesin olarak, tapınılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, "İLLA ALLAH" diyor… "İLLA", yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, "ancak" manasına anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü üzere "SADECE" anlamında dahi kullanılır… Evet, "İLLA", "ALLAH" kelimesiyle birarada kullanıldığı zaman kesinlikle "SADECE" anlamında algılamak zorundadır; zira "ALLAH"tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, "ALLAH" ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nisbetle tarif edilsin!.. Bu hususu da geniş şekilde Hz. "MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda açıkladık. İşte bu sebebten dolayıdır ki, "İLLA" kelimesi "ALLAH" ismiyle yanyana kullanıldığı zaman bunu daima "SADECE" kelimesiyle tercüme etmek zorundayız… Nitekim bu mana İngilizceye tercüme edilirken: "There is no god BUT ALLAH" şeklinde değil; "There is no god ONLY ALLAH" şeklinde tercüme edilmelidir… Ki böylece, İslam Dini'nin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK inanç veya düşünce sistemi farkedilebilsin. Evet, sadece "ALLAH" vardır ki, "O ALLAH, tapılacak bir tanrı değildir", anlamı mevcuttur bu açıklamada…Çünkü başta, kesin olarak "LA İLAHE" yani "tapılacak TANRI yoktur"; hükmü veriliyor!.. Öyle ise "ALLAH", İnsanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!.. "ALLAH"ın "AHAD" olşunu şayed iyice idrak edersek, görürüz ki -basiretle-, bir ALLAH, bir de, yanısıra kainat gibi, iki ayrı yapı mevcut değildir! Yani bir "ALLAH" var, bir de alemler mevcut, değil!.. Başka bir deyişle, bir içinde yaşadığımız alemler, kainat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut" anlayışı, tümüyle batıldır!.. Hazreti MUHAMMED'İN açıkladığı "ALLAH" bir TANRI değildir !.. Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı "ALLAH", AHAD'dır!.. Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı "ALLAH", sonsuz manalara sahip olup, her an bunları seyir halindedir!.. İSLAM'ın "Tevhid" inancı, yani, Hazreti Muhammed'in açıkladığı inanç sistemi, TAPILACAK TANRI OLMADIĞI; ALLAH'ın AHAD olduğu ve dolayısıyla bir TANRI'nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!.. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır: "İnsan için kendi çalışmalarının karşılığı dışında hiç birşey yoktur!.." (53-39) "Yaptıklarınızdan başka bir şeyden dolayı karşılık göremezsiniz." (37-39) "Yaptıklarınızın karşılığına (neticesine) ereceksiniz." (36-54) "Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır. Bu da kendilerine haksızlık edilmeyerek, çalışmalarının karşılığını almaları içindir." (46-19) "Siz çok büyük ızdırap verecek azabı tadacaksınız; ancak bu, yaptıklarınızın neticesi olarak başınıza gelecektir!.." (37-39) Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere, insan dünyada yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, acil olarak ilk yapması gereken şey ölümötesi yaşamın ne olduğunu araştırmak ve "ALLAH"ın ne olduğunu idrak etmektir… Hazreti Muhammed aleyhisselama "ALLAH nedir" diye soranlara cevap, "ALLAH" tarafından bizzat veriliyor Kur'an-ı Kerim'de, "İHLAS" Suresinde: "De ki, O ALLAH AHAD'dır; ALLAH SAMED'dir; LEM YELİD ve LEM YULED'dir; ve LEM YEKUN LEHU KÜFUVEN AHAD'dır!.." "Hz. MUHAMMED'İN açıkladığı ALLAH"ın ne olduğunu açıklayan bu surede öncelikle, kelimelerin geniş manası üzerinde duralım… Ve sonra da bu manaların getirmekte olduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye başlayalım… "ALLAH AHAD"dır…Yani, sınırsız, sonsuz, cüzlere ve zerrelere bölünmesi sözkonusu olmayan TEK'dir… Şimdi bu tanımlamayı iyi düşünelim!.. Cüzlere, zerrelere bölünüp parçalanması mümkün olmayan "AHAD", ya sonlu sınırlı bir tektir, ki bu takdirde evrenin herhangi bir yerinde oturmaktadır (!); ya da sonsuz, sınırsız cüzlere ayrılmaz TEK'tir ki, bu takdirde de ancak ve sadece, tekrar ediyorum ancak ve sadece "KENDİSİ" mevcuttur!.. "AHAD" olan "ALLAH"ın dışında herhangi bir varlığın mevcudiyetini ileri sürmek önce akıl ve mantığa, sonra da iz'an ve insafa sığmaz!.. Düşünelim… Şayed "ALLAH"tan ayrı, "ALLAH"ın dışında bir varlık var ise… Bu varlık ile "ALLAH" arasındaki sınır nerededir?.. Bu sınırı nerede çizeceksiniz?.. Ya varlık, mevcud, sınırsız sonsuz TEK'tir, ikinci bir varlık yoktur!.. Ya da sınırlı sonlu, evrenin içinde bir yerde, veya evrenin dışında MEKANI OLAN bir TANRI mevcuttur (!)..? Burada idrak edilmesi en önemli olan şey "SINIRSIZLIK-SONSUZLUK" kavramıdır… Şimdi bu "sınırsızlık-sonsuzluk" kavramını en - boy - derinlik olarak değil, boyutsal olarak kavramaya çalışalım… GERÇEKTE, mevcud olan TEK, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK'tir!.. AHAD'dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro planda kendisinin dışında hiç birşey olmayan "ALLAH AHAD"dır!.. Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz!.. Çünki, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!.. Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusunun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesi ile kayıtlı kalmasa… Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, sadece, evrendeki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse… Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden; daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse… Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel ÖZ ile karşılaşsa… Ve nihayet kendi "ben"liğinin dahi o evrensel "ÖZ" içinde "yok" oluşunu farkedebilse… İşte bu işin çok önemli bir yanı… Konunun ikinci önemli yanı da şurası… Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı "ALLAH", "AHAD" yani sınırsız-sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şamil bulunduğuna göre; bu takdirde O'nun varlığı yanısıra, varolabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O'nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!.. "AHAD ALLAH" dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI'nın yeri neresidir?.. "ALLAH"ın içinde mi, yoksa dışında mı?!.. "ALLAH", sonsuz-sınırsızdır, dedik… "ALLAH"ın sınırsız-sonsuz oluşu dolayısıyla bir MERKEZİ olması da muhaldir!.. Bir şeyin merkezi olması için, onun sınırları olması, bu sınırların köşelerinin kesiştiği noktanında merkez kabul edilmesi gerekir… Halbuki, "ALLAH"ın sınırı yoktur… Sınırı olmayan şeyin, merkezi de olmaz!.. Merkezi olmayan şeyin özü, içi ve dışı da olmaz!.. Bizim beş duyusal yaşamımıza ve beş duyudan ileri gelen madde kabulümüze göre, bir nesnenin içi ve dışı vardır; özü vardır kabuğu vardır!.. Oysa, merkezi olmayan şeyin özü ve kabuğundan, içi ve dışından sözedilemez!.. Nitekim bu mana Kur'an-ı Kerim'de bir ayette şöyle vurgulanmaktadır: "HU ve'l evvelü vel ahirü ve zahiru vel batın" "O, evvel, ahir, zahir, batın'dır" Yani, Zahir, Batın, Evvel ve Ahir diye bildiğin hep "O"dur!.. Bunlar, gerçekte TEK bir şeydir!.. Yani, zahir ve batın diye iki ayrı şey yoktur!. "Evvel, Ahir, Zahir, Batın" kelimeleri ile işaret ettiğin şey hep "O"dur!.. Sen, "O"na, ister "Zahir" de, ister de, "Batın" de, ister "Ahir" de, ister "Evvel" de; dediğin, işaret ettiğin, tarif ettiğin hep "O"dur!.. Zira, "zahir-batın" ayırımı senin beş duyundan doğmaktadır!.. Beş duyu ile algılayabildiğine "zahir" diyorsun, algılayamadığına "batın"!.. Oysa altı, yedi, oniki duyu ile algılama durumundan olsaydın, senin için zahirler de değişecekti, batınlar da!.. Ve sen, bugün zahir dediğine batın, batın dediğine zahir demek durumunda olacaktın. "ALLAH" ise sınırsız-sonsuz TEK olması hasebiyle, "ZAHİR" VE "BATIN" kavramlarından beridir, münezzehtir!.. Evet, merkezi, içi-dışı, zahiri-batını, başı-sonu olmayan; bu gibi anlamlardan ve oluşlardan beri olan varlığın, bir yerde son bulup; o noktadan sonra, ikinci bir ayrı varlığın başlamasından sözedebilir misiniz?.. Elbette hayır!.. İşte, bu yüzden farkederiz ki, düşünebilen, hayal edebilen her noktada, tüm özellikleriyle; ve "ZAT"ıyla ve dolayısıyla tüm özellikleriyle ancak ve ancak, sadece ve sadece KENDİSİ yani, "AHAD" olan "ALLAH" mevcuttur!.. "O"nun dışında, ikinci bir varlığın vücudundan sözeden ise, tümüyle derin düşünce yetersizliğinden doğan yanılgı içerisindedir!.. Ki bu durumun dindeki adı da "ŞİRK"tir!.. "ALLAH", "AHAD" olduğuna göre… Kendi varlığı yanısıra ikinci bir varlıktan sözedilemez!.. Ve gene, "O"nun zerrelere ayrılması şeklinde zaman boyutuna girmesi de sözkonusu değildir… "ALLAH SAMED'dir"… "SAMED" kelimesinin anlamında derinlemesine bir araştrma yaparsak, şu manalar ile karşılaşırız bilebildiğimiz kadarıyla: "Hiç boşluğu olmayan, eksiksiz, gediksiz, deliksiz, nüfuz edilemiyen… Bir şey girmez, bir şey çıkmaz!.. Som…" Hani som altın deriz ya; işte öyle… Yani bir diğer ifade ile "sırf"!.. Görüldüğü gibi bütün bu manalar esas itibariyle "AHAD" isminin manasını bütünleyen, ışıklayan, açıklamalar şeklindedir. Öyle ise "ALLAH DOĞURMAMIŞTIR" uyarısı hangi manalarda anlaşılacaktır? İlk anlıyacağınız mana şudur: "ALLAH" kendisinden ikinci bir varlık meydana getirmemiştir!.. Ya da başka bir ifade şekliyle; "ALLAH"ın varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcut değildir!.. Çünki O, cüzlere, zerrelere bölünmesi parçalanması mümkün olmayan TEK'tir, yani "AHAD"tır!.. 1- Sınırsız sonsuzdur ki, bu yüzden ikinci bir varlığı kendi içinde veya dışında meydana getirmesi sözkonusu olamaz. 2- "AHAD" oluşu dolayısıyla cüzlere, zerrelere ayrılmaz ki, O'ndan meydana gelen ikinci bir parça olsun!.. İşte bu yüzden, "ALLAH"tan meydana gelmiş, O'nun doğurduğu, O'nun özellikleri ile de olsa, ikinci bir varlığın mevcudiyetinden asla sözedilemez! Netice… "ALLAH" ne başka bir varlık tarafından doğurulmuş yani meydana gelmiştir; ne de O'nun doğurduğu, yani O'nun varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcuttur!.. Bu arada açıklamadığımız bir husus daha var… Onu da görelim… Şimdi de "LEM YULED"i anlayalım… "Doğmamıştır" dendiğine göre burada bize şu idrak ettirilmek isteniyor demektir. "ALLAH, başka bir varlıktan meydana gelmemiştir!.." "ALLAH"ın başka bir varlık tarafından meydana getirilmesi nasıl düşünülebilir ki?.. Zira O, "AHAD"dır!.. Yani, sınırsız-sonsuz, cüzlere bölünme kabul etmez TEK'tir!.. "ALLAH"ı, meydana getirecek bir varlık düşünebilmek için, "ALLAH"ın ister yönsel, ister BOYUTSAL bir SINIRI olması gerekir ki; o sınırın ötesinde O'nu meydana getirecek ikinci bir varlık olsun!!!.. Ve sonra da o ikinci varlık kendisinden "ALLAH"ı meydana getirsin!!!.. "ALLAH", "AHAD"dır!.. "AHAD" olan "ALLAH" ise, sınırsız-sonsuz, zerrelere bölünmezdir… Bu sebeble de, kendisinin bir noktada bitip, o noktadan sonra ikinci bir varlığın başlamasından sözedilemez!.. Bu yüzden de "ALLAH"ı meydana getiren, DOĞURAN, ikinci bir varlıktan bahsedilemez, böyle bir şey düşünülemez!.. İşte, "LEM YULED" uyarısının bize anlatmak istediği, anlayışımız kadarıyla budur… * * * Geldik bu tarif metnindeki son uyarıya… "LEM YEKUN LEHU KÜFUVEN AHAD" "O'nun dengi, misli, mikro ya da makro benzeri mevcut değildir, AHAD'tır." Burada şu ayeti de hatırlayalım: "…LEYSE KEMİSLİHİ ŞEY'A…" (42-11) "İster mikro, ister makro planda O'nun misli olabilecek hiç bir şey mevcut değildir." Bu arada, konuya vukufu olmayanların düşecekleri bir hatayı önleme amacıyla, şu hususu da belirtmeden geçmeyelim… Kur'an-ı Kerim'de çeşitli yerlerde "İlahımız", "İlahınız" gibi ifadeler geçmekte; ancak akabindede "İLAH"ın, "ALLAH" olduğu vurgulanmaktadır… Peki bu duruma göre, "ALLAH"ın, bir "İlah" yani "tanrı" olduğu ileri sürülemez mi? Sürülemez!.. Bu gibi tanımlamalar, "İlah"a yani "tanrı"ya tapanlara yapılan açıklamalardır. Yani onlara denilmektedir ki; "Sizin, İLAH sandığınız, TANRI dediğiniz şey mevcut değildir; gerçekte var olan SADECE "ALLAH"tır!.. Sizin ve bizim "İlah"ımız hep aynı ve tektir…Ve dahi, O da "ALLAH"tır.." Evet, bu açıklamalardan gaye, o kişilerin belirli bir "tanrı" varsayımından kurtulup, "ALLAH"ı idrak etmeye çalışmalarıdır… Şimdi, elimizi vicdanımıza koyarak düşünelim… Varlığına iman ettiğimiz, ya da inanmadığımız, ancak her iki halde de "ALLAH" adını verdiğimiz TANRI ile; burada tarif edilen Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı "ALLAH" aynı mıdır?.. Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı "ALLAH" için "TANRI" kelimesi kullanılabilir mi, ya da "TANRILIK" mefhumu kabul edilebilir mi?..Düşünülebilir mi?!.. Yani, gerçekte, dün - bugün - yarın varolan ve sonsuza dek varolmakta devam edecek olan, "BAKİ" "VECH"tir. "VECH"in perdesi olan yegane şey ise, o şeye ait olan "İSİM"dir…Ki o isim, sonradan "VECH"in bir manası üzerine konmuş bir perdedir… Perdedin ardındaki varlık ve onu meydana getiren manalar ise "ALLAH" isimlerinden varlıklarını alırlar… Sonuç olarak şunu kesinlikle bilelim ki… Kur'an-ı Kerim'de ve Hz. Muhammed'in açıkladığı "ALLAH" kavramında ötede ya da ötende, yani senin dışında bir tanrı kavramından sözedilmeyip; sadece kendisi var olan sonsuz-SINIRSIZ "TEK" farkettirilmeye çalışılmaktadır.
  9. EL-ADL:SONSUZ ADALET SAHİBİ Allah Adl?dir. Adaleti sonsuz kemâldedir ve onun ötesinde bir adalet düşünülemez. Nur Külliyatında adalet iki temel esasa ayrılarak incelenir: ?İhkak-ı hak? ve ?zalimleri cezalandırmak.? İhkak-ı hak, her hak sahibine hakkını en güzel şekilde vermek demektir. Allah, ağacın dallarından, güneşin gezegenlerine, Cennetin tabakalarından, Cehennemin menzillerine kadar her şeyi lâyık mevkiine koymuştur. Bunun bir küçük misalini de insanda sergilemiş, her organı yerli yerine koymuş, vazife yapması için gerekli olan bütün şartları en güzel şekilde hazırlamış ve ihtiyaçlarını görmüştür. İnsanın simasında, göz ile kulağı nasıl adaletle yerleştirmişse, ruhunda da akıl ve hafızayı aynı adalet ölçüleriyle yaratmış ve her birine uygun vazifeleri yüklemiştir. Varlık âleminde adaletini en güzel şekilde gösteren Allah, kullarının amellerine de adalet üzere karşılık verecektir. ?Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim de zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.? Zilzâl sûresi, 7-8 Adalet denilince bunun zıddı olan zulüm hatıra gelir. Zulüm, ?başkasının mülkünde, izni olmaksızın, tasarruf etmek? demektir. Allah zulümden münezzehtir; çünkü bütün mülk âleminin tek sahibi ve yaratıcısı O?dur. Bütün esmâ-i hüsna gibi, Adl isminin de diğer isimlerlerle yakın ilgisi vardır. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz: Azîz, Cebbâr, Celîl, Kahhâr, Kadîr, Muktedir, Muntakîm... olan Allah, adaleti en kâmil mânâda tatbik eder. Rahmân, Rahîm, Kerîm, Latîf, Halîm, Ğaffar... olan Allah, bir kulunu Cehenneme koyarsa, o kul bunu hak etmiş demektir. Bir insanın Adl isminden feyiz alabilmesi için, öncelikle kendisine ilâhî bir ihsan olarak verilen bütün organlarını, akıl, kalb, hayal, hafıza gibi manevî cihazlarını, sevgisini, korkusunu ve daha nice hislerini yaratılış gayelerinde kullanması gerekir. Ancak o zaman, ?her şeyi yerli yerine koymak ve her hak sahibine hakkını vermekle? adalet etmiş ve zulümden kurtulmuş olur. Aklını başkalarını aldatmaya ve onlara haksızlık etmeye yoran bir insan, öncelikle kendi aklına zulmetmiş olur. Çünkü, o akılla nice ilimler tahsil edebilir ve faydalı işler yapabilirdi. Böylece, hem dünyasını hem de ahiretini mamur etmiş olurdu. Muhatabına zarar vermekle ettiği zulüm ise ikinci derecede kalır. Çünkü, kendi aklına verdiği zarara karşılık muhatabının, meselâ, malına zarar vermiş olur. Yine, bir insanın âdil olabilmesi için, maddî imkânlarını da adalet üzere kullanması, israftan sakınması, fakirin hakkı olan zekâtı eksiksiz vermesi gerekir. Zekât vermeyen insan, hem kendi nefsine, hem de muhtaçlara zulmetmiş demektir. Adaletin ikinci şubesine gelince, elinde hüküm ve infaz yetkisi bulunan kimseler, ?zalimlere hak ettikleri cezayı vermek? ve bunu yaparken de aşırı giderek zulme girmemek suretiyle, Adl ismine mazhar olur ve bu isimden ayrı bir feyiz alırlar. İRADE “İstek, arzu. Dileme” CÜZ-İ İRADE “İki ayrı fiile birlikte taallûk edemeyen irade” İnsanın arza halife olmasında en büyük esas: Cüz-i irade. Meyvelerini vermekte hiçbir tercihe sahip olmayan ağaç, yörüngesinde dönmeye mahkûm dünya, yerinden kıpırdayamayan bir dağ, istediği renge bürünemeyen çiçek, uysal olamayan aslan, bal veremeyen ipek böceği... İşte küllî bir iradenin emri altında vazifelerini yerine getiren bunca mahlûkun başına İlâhî takdir, bir halife tensip buyurdu: İnsan. Ona bir cüz-i irade verdi. İradesiz kâinatın bu iradeli meyvesine dilediği mesleği seçme, arzu ettiğini yiyip içme, istediği menzillerde dolaşma ve hepsinden önemlisi kendisine inanıp inanmama, ibadet edip etmeme hürriyeti tanıdı. Böylece her biri ayrı bir yöne giden, farklı tercihlerde bulunan, değişik şeylerden zevk alan insanlar çıktı ortaya. Ve Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “insanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev’i hükmünde” oldu. Bülbül ve pars, birbirinden ne kadar uzak iki hayvan nev’î. Ama insanın bülbülü daha tatlı ötüyor ve insanın parsı daha yırtıcı. Koyun ve yılan... Birinin sütüne doyulmaz diğerinin zehrinden kaçılır. Ama insanın ilmi sütten daha tatlı ve sapık fikirler zehirden daha zararlı. Bütün bu farklılıklar “Dünya âhiretin tarlasıdır” hadis-i şerifinin hükmüne göre cennet ve cehennemde muhtelif meyveler verecekler. Bütün bu acı ve tatlı meyvelerin köküne indiğimizde karşımıza cüz-i irade çıkar. ••• Cüz’i, bir anda ancak bir şeye taallûk etme, işleri sırayla, birbirini takiben yapma mânâsına geliyor. Buna teakub deniliyor. İnsanın iradesi cüz’idir, yani insan bir anda ancak bir şey irade edebilir. Birden fazla şeyi ise sırayla. “İnsanın zihni ve lisanı ve sem'i; cüz'î ve teakubî oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz'îdir. Ve teakub tarîkıyla yalnız bir şeye taallûk eder ve meşgûl kalır” Muhakemat Demek ki, insan bir anda iki ayrı şeyi düşünemiyor, iki harfi birlikte söyleyemiyor, iki sözü beraber anlayamıyor. ••• Nur Külliyatı’nda insanın İlâhî isimlere üç cihetle ayna olduğu izah edilir. Bunlardan biri de “İnsana verilen nümûneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık” etmektir. İşte insan nasıl o azıcık kuvvetini ölçü alarak kâinattaki bütün faaliyetlerin İlâhî bir kudretle icra edildiğini anlıyorsa, cüz-i iradesini de aynı şekilde de ölçü yapıyor ve bu âlemdeki hadsiz faaliyetlerin birlikte irade edilmesiyle kendini hissettiren mutlak ve sonsuz bir iradeyi uzaktan uzağa tefekkür edip hayran kalıyor. ••• İnsanoğlu harika bir sanat eseri. Bu harikalıkta bir pay da cüz-i iradeye ait. İnsan bir anda iki şeyi irade edemezken, bedeninde sayısız denecek kadar çok faaliyetler birlikte yürütülüyor. Yaklaşık yüz trilyon hücre, her hücrede en az yüz trilyon atom ve bunların her birinde icra edilen nice faaliyetler... İşte bu tablodan küllî bir irade açıkça okunur, elbette ki “oku” emrini doğru değerlendirenler için. İnsan şöyle düşünür: Ben iki işi birlikte göremezken bende bu kadar çok icraat birlikte nasıl sürdürülüyor? Ve cevabını hemen verir: “O halde, ben kendime gerçek mânâda mâlik değilim. Ruhum İlâhî bir kanun, bedenim onun tasarrufunda bir memur gibi. İkisi de Allah’ın mülkü, ikisi de Hakkın mahlûku ve her ikisi de emanet.” Bedenin ruhumuza emanet verildiğini çok iyi biliyoruz. “Ya ruhumuz kime emanet verilmiş? ” Bu sorunun cevabında da karşımızda yine cüz-i iradeyi buluyoruz. Cenâb-ı Hakk ruha cüz-i irade takmış ve bu iradeyle o en güzel mahlûkunu bir başka varlığa değil bizzat o ruhun kendisine emanet etmiş. O halde biz, ruhumuzu haram sahalarda kendi keyfimizce dolaştıramayız. Aklımızı yanlış işlere yoramaz, hafızamıza yanlış bilgiler dolduramayız. Hayalimizi haram işlere gönderemez, sevgimizi gayr-ı meşru sahalarda çalıştıramayız. ••• Cüz-i irade ile cüz-i ihtiyarî çoğu zaman birbiri yerine kullanılırlar. Ama aralarında az da olsa bir fark var. İhtiyar, ‘seçme, tercih etme’ demektir. Bu seçme ise irade ile yapılır. Yani, insan kendisine ihsan edilen irade sıfatı ile ihtiyar eder. Ama bu ihtiyarı cüz’idir, bir anda birden fazla şeyi seçmeğe güç yetiremez. Demek ki, ihtiyar iradeye dayanıyor, irade ihtiyara değil. ••• Cüz-i irade meleklerde de var, ama insandakinden çok farklı. Cebrail (a.s.) kendisine verilen bir İlâhî emrin gereğini, cüz-i iradesiyle yerine getirir. İlâhî bir emri başka meleklere yine iradesiyle tebliğ eder. Şu farkla ki, onda emrin zıddına hareket etme iradesi yoktur ve insan iradesinden bu yönüyle ayrılır. Şu da var ki, melekler derecelerine göre bir anda çok yerlerde bulunabilir ve farklı nice işleri birlikte irade edebilirler. Yine de bu iradeleri mutlak değil sınırlıdır; ancak belli hudutlar arasında cevelan edebilirler. “Melâike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüz'î, icadsız, kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur.” Şualar ••• İnsanda iki türlü fiil cereyan eder, birisi ihtiyarî diğeri ise ızdırarî. Birincisinin ortaya çıkmasına insan iradesi şart kılınmış, ikincisi ise tamamen onun iradesi dışında. İhtiyarî fiillerde insanın elinde sadece talep etme, meyletme, kesb etme var; yaratma ise Allah’a mahsus... “Âdetullah üzerine, irade-i külliye-i İlâhîye abdin irade-i cüz'iyesine bakar.” İşaratü’l-İ’caz Kul bir işi yapmak için cüz-i iradesini sarf ettikten sonra, o işe küllî irade taallûk eder ve o fiil yaratılır. Bilim adamlarımız, bir tek kolumuzu kaldırıp indirmemizde yetmiş çeşitten fazla kimyevî reaksiyon vuku bulduğunu ve her bir çeşit reaksiyonun da binlerce kez cereyan ettiğini söylüyorlar. Bunların hiçbiri bizim işimiz değil. Ama biz kolumuzu kaldırmayı irade etmesek bu reaksiyonlardan hiçbiri ortaya çıkmıyor. Bir konuşma hadisesi dudaktan, dilden, tükürük bezlerinden, beyinden, akla, hafızaya kadar uzanan maddî ve manevî nice cihazın birlikte çalışmasının neticesi. Bütün bu işleri Allah yaratıyor; ama biz konuşmak istemesek bunların hiçbiri icra edilmiyor. Bedenimizi hayalen büyüttükçe büyütelim ve irademiz dışındaki faaliyetleri artırdıkça artıralım, karşımızda bütün bir kâinatı buluruz. Suyun akması da kanımızın deveranı gibi kendi iradesiyle değil. Çiçeklerin boy göstermesi de saçımızın uzaması gibi kendi isteğiyle değil. Güneşin doğup batması da dünyaya gelişimiz ve gidişimiz gibi kendi keyfince değil. İşte bütün bu sonsuz faaliyetler birlikte ortaya çıkıyor. Ayrı varlıklarda birbirine zıt fiiller beraber yürütülüyor. Bir grup dünyaya gelirken bir başka grup kabre ayak basıyor. Nice hastalar şifâ bulurken, nice sağlar da hastalığa tutuluyorlar. Birileri gülüp oynarken, berikiler ağlıyor, sızlanıyorlar. Bütün bunlar birbirinden farklı fiiller; ama hepsi birlikte meydana geliyorlar. Bu sonsuz fiiller birlikte düşünüldüğünde kalbi bozulmamış her insanın vicdanında şu mânâ inkişaf eder: Ben de cüz-i irademden yine irademle vazgeçmeli ve şu mûtiler ordusuna katılmalıyım. İrademi, kendi keyfimce değil, Hakk’ın rızasına uygun biçimde kullanmalıyım. Böyle diyerek dünya hayatını helâl dairesi içinde geçirenler “irade imtihanını” başarır, melekler gibi sadece hayrı irade eder hale gelirler. Bu noktaya, nefis ve şeytana rağmen ulaştıkları için de meleklerden ileri geçerler.
  10. Kâinatın Yaratılışı, Evrim ve İnsan KÂİNATTA, yani evrende milyarlarca galaksi var. Her bir galaksi milyarlarca yıldızı içerisinde barındırıyor. Bu ne muhteşem bir uzaydır ve ne harika bir düzenlemedir! Evrenin her yerinde esrarlı ve şuurlu bir tanzim ve büyüleyici bir güzellik var. Gözümüzü semadan yere indirdiğimiz zaman, son derece harika güzellikler ve sırlarla örülmüş ve örtülmüş bitkiler ve hayvanlar gibi esrarengiz varlıkların etrafımızı kapladığını görüyoruz. Ünlü uzay bilgini Prof. Stephen Hawking gibi çevremize bakarak şöyle diyoruz: “Kendimizi acayip bir dünyada bulduk. Uzay niye bu kadar esrarlıdır? Evren nereden ortaya çıktı ve biz nereden geldik? Bu evren içinde bizim yerimiz nedir?”… Dünya üzerinde milyonlarca canlı türü yaşamakta. Hepsi de son derece mükemmel sistemlere sahip bulunan bu canlılar nasıl ortaya çıktı? Bu ve benzeri sorular insanlık tarihi boyunca hep sorulmuş ve bunlara cevaplar aranmıştır. Özellikle konunun içerisinde insanın kendisinin bulunuyor olması, sadece ilim adamlarını değil, geçmişini anlama konusunda herkesi alâkadar eder hâle gelmiştir. Çevremizdeki bu ağaçlar, böcekler, çiçekler ve hayvanlar ve hatta insanlar, hep aynı şekilde mi kalmaktadır, yoksa devamlı bir değişiklik içerisinde midir? Değişiklik varsa, bu değişikliği kim yapmaktadır? Çevremize küçük bir dikkat, bu sorunun cevabını kolayca bulmamızı sağlayacaktır. Dünyaya gelenlerin büyümesi, farklılaşması, büyüyenlerin yaşlanması, yaşlıların dünyadan gitmesi, etrafımızdaki hiçbir şeyin kararında kalmadığını ve her an değişime tâbi tutulduğunu göstermektedir. Elma çekirdeğinin açılarak filizlikten fidanlığa, fidanlıktan ağaç ve hatta meyveli ağaç safhasına ulaşması neyin ifadesidir? Bir yumurtanın civcive dönüşmesi, onun piliç ve horoz kademelerine geçişi, insanın da yumurta safhasından bebeklik, çocukluk, gençlik ve olgunluk devreleri, hep bu değişikliğin ürünü değil midir? Her birimizin içinden yaşayarak geçip geldiğimiz bu safhaları unutmamız mümkün mü? Dünya da birden bire bu şekli almış değil! Bu mânâda kâinatın tamamında her an ve devamlı, ama gayet yavaş işleyen bir değişiklik söz konusudur. Buna biz tedrici tekâmül de diyebiliriz. Yani, yavaş yavaş değişme. Bu manadaki değişiklik teori değil, bir kanundur. Yani kâinat, tedrici tekâmül kanununa tâbidir. Şimdi baştaki soruya dönersek, evrim var mıdır, yok mudur? Ne diyeceğiz? Bu, bizim evrimden neyi kastettiğimize bağlıdır. Evrime çok farklı mefhum ve manalar yükleniyor ve dolayısıyla bu kelimeden herkesin anladığı mana farklı oluyor. Genellikle evrim; değişme, başkalaşma, farklılaşma ve bir canlıdan bir başka canlının tesadüfen meydana gelmesi manalarında kullanılıyor. Eğer evrimden tekamülü veya embriyodan itibaren bir canlının geçirdiği safhaları ifade eden ontojeni manasını kastediyorsak, bu manadaki değişiklik teori değil, bir kanundur. Ya da, elementlerin bir halden bir başka hâle geçmesini ifade eden değişiklik, yani bir molekülün atomlarına ayrılması ve yeni bileşikler vermek üzere birleşmesiyle meydana gelen farklılaşmalar kastediliyorsa, bu manadaki değişiklik de teori değil, bir kanundur. Yok, eğer evrim felsefesini savunanların ifade ettiği gibi, evrimden; bir türden bir başka türün, bir canlıdan bir başka canlının tesadüfen meydana gelmesi kastediliyorsa, o mânâda bir evrim kâinatta mevcut değildir. Yeryüzünün canlılarla şenlendirilmesi Dünya birden bire bu şekli almamış. Güneşten ayrıldıktan sonra belli devreleri geçirmiş. Önce soğuyarak kabuk bağlamış. Sonra atmosfer yapılmış ve onun içerisine hava yerleştirilmiş. Denizlerde ve yerin altında sular biriktirilmiş. Yerküre üstünde canlı varlıkların barınabileceği bir hâle ulaşınca yer yüzüne, kademe kademe canlılar gönderilmiş. Önce bitkiler âleminden, daha kanaatkâr ve güç şartlarda hayatiyetlerini devam ettirme özelliğine sahip olan yosunlar kendilerine yer edinmiş. Daha sonra yüksek yapılı bitkiler boyunlarını, gayp âleminden yeryüzüne uzatmışlar ve zemini rengarenk çiçekler ve yemyeşil çimenlerle bezetmişler. Arkadan çimeni ve çayırı, suyu ve havası hazırlanmış olan yeryüzüne, koyunlar, keçiler, arılar ve sinekler gönderilmiş. Ya aksi olsa idi! Yani, çimenden önce koyun, çiçekten önce arı gönderilseydi, o zavalılıların hâli nice olurdu. Hele suları, ya da teneffüs edecekleri havaları bulunmasa idi. Demek ki, kâinatın sahibi, herkesin yeryüzü sofrasını tamam ettikten sonra, onları hazır mekânlara davet etmiş. Yeryüzü bu halde iken, yani koyunlar meleşir, kediler oynaşır, kuşlar cıvıldaşırken meyve ağaçları da ormanların arasında, gayet leziz, tatlı ve hoş kokulu meyvelerini elleriyle uzatıp, yer yüzü sultanının gelip almasını bekler bir halde iken, Hz. Âdem babamız ve Hz. Havva validemiz yer yüzüne teşrif ediyorlar. Artık yer yüzünde umumi bir şenlik başlamıştı. Kuşların ötüşü, arıların uçuşu, kuzuların meleyişi değişiyordu. Rüzgâr daha bir nazlı nazlı esiyor, bulutlar yağmur vermek için emir bekliyordu. Güneşin ışığı daha aydınlık, ısısı daha ısındırıcı, suların çağlayışı daha canlıydı. Çünkü, bütün varlıkların süsü, yeryüzünün halifesi, varlıkların efendisi gelmişti. O’nun gelişiyle yeryüzü şenlenmiş, gariplikten kurtulmuştu. Önceleri melâikeler yeryüzünde atın varlığına, devenin bulunmasına bir mânâ veremiyorlardı. Yer altında demirin, altının ve petrolün istif edilip yerleştirilmesini bir türlü anlayamamışlardı. Çünkü ne devenin ve ne de atın bunlara ihiyacı yoktu. Hele kömürün ne işe yarayacağını bir türlü açıklayamıyorlardı. Yeryüzüne teşrif eden bu insan, diğer canlılara benzemiyordu. Bütün varlıkların üzerinde bir kumandan gibiydi. Bütün yer yüzünün idaresi ve kontrolü ona verilmişti. Artık, yeryüzündeki varlıklar adına söz söyleme yetkisi ona aitti. Böylece, melâikelerin önceleri yaratılışlarına bir anlam veremedikleri her bir canlının yaratılışının sebebi yavaş yavaş anlaşılmaya başlamıştı. Dünyaya gönderilen bu insanın hiçbir ihtiyacı unutulmamıştı. Bu şerefli misâfirin ayağının altına bütün yeryüzü serilmiş, denizler emrine verilmiş, bitki ve hayvanlar sofrasına konmuş, gökyüzü de üstüne açılmıştı. Bütün varlık âlemlerinin hayranlıkla takip ettiği bu misâfirin öyle engin duygu ve düşünceleri, öyle geniş hayal ve tasavvurları vardı ki, bu dünya ona az geliyordu. Belli ki bu değerli misâfir, başka bir âlem için yaratılmış, sonsuzluğu isteyen ve arayan duygu ve düşünceleri, ebedî bir âlemin varlığından haber veriyordu. Zaten buraya da o âlemden gelmemiş miydi? Burada misâfirliği bitince yoluna devam edecekti. n
  11. ALLAH’IN ZATI NEDEN BİLİNMEZ? Allah’ın zâtı, idrak edilemeyecek kadar yücedir. Zira akıl ve idrak O’nun insana bir hediyesidir ve mahluk olan bu sermaye ile Allah’ın varlığı bilinebilir, ama zâtının hakikati idrak edilemez. Mahluk olan şey mutlaka sınırlıdır. Bir başlangıcı olduğu gibi, bir nihayeti de vardır. Meselâ, göz mahluk olduğu gibi, görme sıfatı da mahluktur ve her ikisi de sınırlıdır. İnsan, bütün cisimleri göremediği gibi, kâinatta faaliyet gösteren kuvvetleri, bedenlerde vazife gören ruhları, bu âlemi dolduran melekler dünyasını göremez. Göz gibi, akıl da bir mahlûktur. Allah’ın sıfatları ise sonsuzdur. Sınırlı olan, sonsuzu ihata edemez, kavrayamaz. Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez." (bkz. Sözler) Mutlak, kayıt altına alınamayan, kendisine bir sınır biçilemeyen demektir. ‘Enzar,’ ‘nazar’ın çoğuludur; nazar ise, çoğu zaman, akıl mânâsına kullanılmaktadır. Allah’ın bütün sıfatları mutlaktır, sonsuzdur. Bu sıfatların kayıtlı ve mahlûk olan akılla hakkıyla idrak edilemeyeceğini her müstakim akıl, şüphesiz, kabul eder. Sıfatı hakkıyla idrak edilemeyenin Zâtının da mahiyetiyle bilinemeyeceği çok açıktır. Hz. Ebubekir Efendimizin (r.a.) bu mânâyı ders veren çok ibretli bir sözü vardır. "Allah’ın zâtının idrak edilemeyeceğini bilmek gerçek idraktir. Onun zatı üzerinde düşünmek ise işraktır (gizli şirktir)." Allah’ın zâtı hakkında ne düşünülse, bu düşünce aklın bir mahsulü olacaktır. Akıl gibi, onun düşündüğü, zihninde şekillendirdiği şey de mahluk olur. Bu mahluku Hâlık kabul etmek ise gizli şirk demektir. O’nun zâtının kudsî mahiyetini ancak Kendisi bilir. Allah, bizleri imana, marifete, muhabbete götürecek pek çok duygularla, latîfelerle donatmış. Bu yaratılışımız sayesinde, pek çok hakikatlere muhatap olabiliyoruz. Bunlardan birisi de, Allah’ın zâtının bilinmezliği... Ki, bedenimizde tasarruf eden ruhumuzun mahiyetini bilmekten dahi aciziz. İmam Gazalî hazretlerinin enteresan bir açıklaması var. Buyurur ki: Allah, insanlar için noksanlık sayılan sıfatlardan münezzeh olduğu gibi, kemal sayılan sıfatlardan da münezzehtir. ‘Mükemmel,’ ‘üstün,’ ‘noksansız’ kelimeleri telaffuz edildiğinde, insanın aklında canlanan mânâlar mahlukturlar ve Allah’ın kudsî kemali, bunlarla anlaşılabilecek bir kemal olmaktan münezzehtir. Bu güzel tespit üzerinde düşünürken, insanın ruhu ile bedeni arasındaki mahiyet farklılığı hatırıma geldi. Hayal âlemimde, bedenin bütün organlarına şuur verdim ve kendilerine, ‘kemal’ denilince ne anladıklarını sordum. Göze göre kemal, miyop ve hipermetrop olma gibi kusurlardan uzak bir görme; ayak için kemal, topal olma kusurundan azade bir yürüyüş; ciğere göre kemal, bütün arızalardan uzak bir solunum sistemi idi. Örnekler çoğaltılabilir. Ve bunların hiçbiri ruhun kemalini anlamakta ölçü olamazlar. Ruhun, ‘iman, marifet, ilim, ahlâk’ gibi esaslara bina edilen kemali, organların kemaliyle anlaşılmaz. Ve ruh, organların kendi zât, sıfat ve kabiliyetlerine kıyas ederek ortaya koydukları her türlü kemalden münezzehtir. İkisi de mahluk oldukları halde bedendeki kemal ruhun kemalini anlamakta nasıl ölçü olamıyorsa, elbette mahluk olan aklın anladığı ve yine bir başka mahluk olan hayalin tasvir ettiği bir kemal ile Allah’ın mukaddes kemalinin bir ilgisi olamaz. İşte İmam Gazâlî Hazretleri o hikmetli sözüyle bize bu ulvî dersi vermiş oluyor.
  12. Allah nerededir? (35) “Nerede?” sorusu, mekân tutan varlıklar için sorulabilir. Bunlar da maddî varlıklardır. Mekân madde olduğu gibi onda yer tutanlar da maddedirler. Mekânı ve maddeyi yaratan ve bir ismi Nur olan Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez.. Kaldı ki, mahluklar içinde bile, mekânla kayıtlı olmayanlar vardır. Bunun en yakın misali kendi ruhumuzdur. Organlarımızın yerleri, mekânları vardır. Bunun içindir ki, “Ciğer nerededir?” yahut, “Böbrek nerededir?” gibi sorular sorulabilir. Fakat, ruh ve onun latifeleri, duyguları hakkında bu tip sorular sorulamaz. Mesela, “Ruh nerededir, akıl nerede oturur, sevginin, korkunun, hafızanın mekânları nerelerdir?”şeklinde sorular soramıyoruz. İnsan, maddî olan ve mekânla bağlı bulunan bedenini ölçü almak yerine, mekândan bir derece bağımsız olan, ruhlar alemini, melekleri ve tabiatta icra edilen kanunları düşünse böyle bir soruya yer kalmayacaktır.
  13. Bir olan Allah aynı anda her şeyi nasıl bilir ve yapar? (11) İnsan bir anda iki yöne bakamayan gözlerini, iki ayrı konuya birlikte düşünemeyen aklını, bir anda iki şey dileyemeyen iradesini kısacası hepsi noksan ve cüz’î olan kendi sıfatlarını ölçü aldığında, bütün sıfatları sonsuz, küllî ve mutlak olan Allah’ın icraatlarını elbette anlayamaz. Bu noktada hayret etmesi gerekirken nefis ve şeytanın birlikte gayretleriyle bazen inkar yoluna saptığı olur. Halbuki insan kendini ölçü alacağına Allah’ın yarattığı ve Onun izni ile bir anda sayısız işler yapan mahlukatı düşünse böyle bir soruyu sormasına gerek kalmaz. Bir anda bütün gözlere birlikte giren güneş ışığını, bütün canlıların kanlarını birlikte temizleyen havayı, üzerindeki her varlığı beraber çeken yer çekimini, bir anda bütün kulaklara birlikte giren kelimeyi, bütün yapraklara, meyvelere birlikte rızık gönderen ağaçtaki kanunu, her bedenin her hücresinde birlikte bulunan ruhtaki hayat sıfatını düşünebilse bu mahlukatına bu kabiliyetleri veren Allah, elbette sonsuz işleri birlikte yapabilir ve bilebilir der. Bu konuda hiçbir şüphesi kalmaz. Bir tek zat çeşitli aynalar vasıtasıyla külliyet kazanabilir. Bütün aynalarda birlikte bulunabilir ve iş görebilir. Bir anda çok yerlerde birlikte iş görmenin çok harika bir misalini Cenabı Hak, görüntü kanunuyla bizim nazarımıza sunmuştur. İnsan binlerce aynada birden görünür. Mesela, kolunu kaldırsa binlerce kol birden kalkar. Mektup yazsa bütün aynalarda da birer mektup yazılır. Aynı insanın televizyondaki görüntüsü aynadakinden çok ileri bir seviyededir. Ekranlarda sadece sureti değil, sesi de görüntülenir. Ve o insan bir anda milyonlara hitap eder. Bu da Allah ın bu kainatta koyduğu bir kanundan beşerin faydalanmayı bilmesinin bir sonucudur. Aynalarda görüntülenen varlıkları üç kısma ayırabiliriz. Birincisi, "katı, maddî ve ışıksız" şeylerdir. Bunların görüntüleri bir suretten, bir resim olmaktan öteye geçmez. O şeyin mahiyetini yansıtmaz. Mesela, bir kimse yüz aynalı bir odaya girse, yüz tane görüntü meydana gelir. Fakat o suretler ölüdürler. Görmezler, işitmezler, konuşmazlar, yemezler, içmezler. İkincisi, "maddî nuranî" varlıklardır, güneş gibi. Aynasını güneşe çeviren bin tane adam düşünelim. Güneş, bütün aynalarda görünür. O görüntüler güneşin aynısı değildir, ancak güneşin bazı özelliklerine sahiptir. Aynadaki güneş akisleri de, asıl güneş gibi ışık, ısı ve yedi renk sahibidir. Gökteki güneş şuurlu olsaydı, aynamız vasıtasıyla bizimle konuşabilir, çeşitli işler yapabilirdi. Bir iş başka bir işe engel olmazdı. Üçüncü kısım, "nuranî ruhlar"dır. Bunların görüntüleri, o ruhanî varlıkların özelliklerine sahiptir. Diridirler, görürler, işitirler, konuşurlar, bilirler. Bu noktada aynaların gösterebilme kabiliyeti önem taşır. Muteber hadis kitaplarında temessülün birçok misalini görmek mümkündür. Mesela, "Hame" isimli bir cin, ihtiyar bir adam halinde temessül ederek Peygamber Efendimizin (asm) yanına gelmiş, şahadet getirerek İslâm ı kabul etmiştir. Hazret-i Ömer in (ra) anlattığı bu hadise, cinlerin temessülüne güzel bir misaldir. Hazret-i Cebrail (as) ise, Dıhye isimli bir sahabe suretinde Peygamber Efendimizin (asm) huzuruna gelmiş, “İman nedir, İslâm nedir?” Diye sorular sormuştur. Sahabelerin huzurunda meydana gelen bu hadise, meleklerin temessülü hakkında meşhur bir misaldir. O büyük melek, aynı anda daha başka sayısız yerlerde bulunur, çeşitli işler yapar, bir iş başka bir işe mani olmazdı. Hem ruhu, hem de cesediyle, aynı anda birçok yerde bulunabilen bir kısım evliya da vardır ki, bunlara “abdal” namı verilir. Ruhu gibi, cesedi de nuraniyet kazanan bu zatların hali hakikaten harikadır. Temessül kanununu gereğince değerlendirebilen bir insan, Allah Teala nın, “bir” olduğu halde her şeyi aynı anda nasıl bildiğini, nasıl yarattığını, nasıl idare ettiğini, bir işin başka işlere nasıl mani olmadığını hiç bir şüpheye yer kalmayacak şekilde anlar, tasdik eder. Bütün kanunları koyan Odur. Nice harikalara mazhar olan bütün cinleri, melekleri ve ruhları yaratan Odur. Bütün nurlar, onun “nur” isminin gölgeleridir. O, maddî olmayan mukaddes zatıyla hiçbir yerde değildir, ancak isimleri ve sıfatlarıyla her yerde hazırdır. Her şeyi bilir ve her işi bizzat icra eder.
  14. Allah’ı bu dünyada niçin göremiyoruz? (10) Allah’ın bir ismi Nur’dur. Nuranî varlıklar olan meleklerden, güneş ışığına ve kâinatı doldurmuş bütün ışınlara kadar her şey bu ismin değişik tecellilerini taşımaktadır. İnsan gözü, bu dünyada, sadece madde alemini görür. Ne kendi ruhunu, ne amellerini yazan melekleri görebilir, ne de ışınlar âlemini. İnsan gözünün kainatta mevcut ışınların ancak % 2.5 kadarını görebildiği tespit edilmiştir. Bu göz ile bu alemde bütün nuranî varlıkları yaran Allah’ın görülmesini beklemek, en azından, fizik kanunlarına zıt bir anlayış olur. Konunun bir başka yönü de insanların bu dünyada imtihan olmalarıdır. Allah’ın görünmesi bu imtihan sırrına da ters düşer. Allah ın görme organımız olan göz ile görünmemesi, kudret ve ilmiyle her şeyi kapsamasından ve zıddının yokluğundandır. Mesela, atmosferin yer küreyi her yandan kuşatması gibi, güneşin de bütün feza âlemini kuşattığını farz etsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Her yer güneşin ışığıyla kaplandığından güneş görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığından güneş görülmez ve mahiyeti anlaşılmaz. Bununla beraber, ışığıyla her yerde bulunan ve her yeri kapsayan güneşin varlığını inkâr etmek de cehalet olur. Aynı mantık perspektifi içerisinde, isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatan ve her yerde hazır olan ve zıddı olmayan Allah’ın da göz ile görülmemesine bir derece bakılabilir. Ahirette durum tamamen farklıdır. Cennet ehlinin ruhları bedenlerine galip gelecektir. Burada gölge hükmünde olan varlıklarının aslı orada yaratılacaktır. İnsan her yönüyle cennete layık ve ondaki her türlü ihsanlardan faydalanabilecek bir varlık olarak cennete girecektir. Cennette bile rüyet hadisesinin sürekli olmayışı üzerinde düşünmek gerekir. Demek oluyor ki, cennet ehli, rüyete mazhar olacakları zaman ayrı bir hale girecekler ve bu İlâhî ikram kendine mahsus ayrı bir ortamda gerçekleşecektir. Nitekim, rüyetten döndüklerinde ailelerinin onları tanıyamayacakları yolundaki haberler de bunu göstermektedir.
  15. Allah’ın zatını, aklımızla anlayabilir miyiz? (9) Akıl, Allah’ın zatının varlığını bilir, ancak mahiyetini bilemez. Henüz kendi mahiyetini bilmeyen insan aklının, böyle bir yola girmesi onu ancak şirke düşürür. Çünkü Allah’ın zatı hakkında her ne düşünse bunlar onun kendi düşüncesinin mahsulüdür. İnsan ancak Allah’ın yarattığı şu varlık alemini anlamaya çalışabilir, Onun mahlukatını tefekkür edebilir; zatını değil. Onun zatının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir. Ne göz her varlığı görür, ne kulak her sesi işitir, ne de akıl her şeyi anlar. Her şey Allah ın mülkü ve mahlûku. Akıl ise o her şeyden sadece bir şey. Ve her mahlûk gibi, o da mahdut, sınırlı. Henüz bir hücreyi bile tam olarak izah edememiş, genin şifrelerini çözememiş. Öte yandan galaksilere sınır biçememiş, semanın büyüklüğünü rakamlara dökememiş. Kısacası, insan aklı henüz mahlûkat dairesini bütünüyle anlamış değil. Bu hâliyle kalkıyor, hâlıkıyeti anlamaya, Allah ın mukaddes zatı hakkında tahminler yürütmeye zorlanıyor. Kaldı ki, akıl henüz kendini anlamaktan âciz. Akıl nedir? Nasıl çalışır? Duyu organlarıyla edindiği bilgileri nasıl yoğurur? Hâfızadan nasıl yardım alır? Elde ettiği neticeleri hâfızaya ne ile gönderir? Bu ve benzeri nice sorulara insanoğlu cevap bulmuş değil. Aslında aklın kendi mahiyetini bilmemesi insan için büyük bir irşat kapısı, büyük bir hidayet vesilesidir. "Henüz kendini layığınca bilmeyen bir âletin öncülüğüne fazla güvenilmez." diye bir ikaz işaretidir. Hiçbir akıl kendi mahiyetini bilemez ve yine hiçbir akıl kendi varlığından şüphe etmez. Bu, ilâhi hikmetin bir şifresidir. Bu şifreyi çözebilen insan, ne bu âlemin bir sahibi olduğundan şüphe eder, ne de Onun kutsî zâtını anlamaya zorlanır. Her biri değişik özeliklere sahip ve farklı işler gören organlarımızı; "gözümüzü, kulağımızı, kalbimizi, ciğerimizi" bir an için şuurlu farz edelim ve onlara ruhu soralım, "Ruhu nasıl bilirsiniz?" Diyelim. Bu organlardan, şuurunu yerinde kullananlar diyeceklerdir ki, o hepimizi idare eden ve hiçbirimize benzemeyen bir başka varlıktır. Onun hakkında ne konuşsak, yalan olur. Onu neye benzetsek hata yaparız. İkisi de mahlûk oldukları halde, bedenin organları ruhu anlayamıyor. O halde, bir mahlûk olan akıl, kendi hâlikının kutsî mahiyetini nasıl anlayabilir? Onun mukaddes zâtını nasıl kavrayabilir?... Mahluk ve sınırlı olan insan aklı, bütün sıfatları sonsuz kemalde bulunan Allah ın zatını elbette idrak edemez. Onun zatının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir. Resulullah Efendimiz (asm.), Allah ın zatı hakkında tefekkür etmenin şirk olduğunu bize haber veriyor. Yani, böyle bir düşünceye dalan insan Allah a ortak koşma yolundadır. Çünkü, akıl neyi anlarsa, hâfıza neyi alır, hayal neye ulaşırsa, bütün bunlar tıpkı, gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin tattığı varlıklar gibi birer mahlûk olurlar. Bu âletlerin hepsi yaratılmıştır ve bu terazilerin tartabildikleri de ancak mahlûk olabilir, hâlik olamaz. Akıl mahluk olduğu gibi, onun düşündükleri de mahluktur. İnsan, Allah ın zatı hakkında her ne düşünse, mahlukattan elde ettiği bilgiler ve görgüler çerçevesinde düşünecek ve mutlaka hataya düşecek, yanlış karar verecektir. Allah ı, kendi aklının sınırlı kalıplarıyla değil, Allah kelamı olan Kur’an ile bilen insan hakikate ermiştir. Beşer aklının bu vadide konuşacağı sözler çok sınırlıdır. Allah ın zatı gibi, sıfatları, fiilleri, isimleri, kullarından istekleri, emir ve yasakları hakkında da bu zayıf aklın gendi gücüyle bize söyleyeceği fazla bir şey yoktur.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.