
griksiar
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
55 -
Katılım
-
Son Ziyaret
griksiar - Başarıları
-
Hanımlar, Beyler, Şunu görelim: ‘Bugün’ yani aslında yıllardır Türkiye PKK teröründen daha ciddi ve tehlikeli, Zararlı bir psikolojik savaşla yüz yüzedir. Buna can kaybı da dahildir. ASALA militanlarının öldürdüğü diplomatlarımız; 1990’lardan buyana işlenen suikastlerde yitirdiğimiz Atatürkçü düşünen beyinlerimiz ( Uğur Mumcu’lar, Kışlalı’lar, … ), keza Madımak’ta yakılan yurttaşlarımız, yine suikaste kurban giden yurttaşımız Hırant Dink, … öldürülen rahipler, tümü, aslında Türkiye’ye karşı açılan aynı psikolojik savaşın birer münferit çatışma ânıdır. Ve bu çatışmada at izi, it izi özellikle birbirine karıştırılmaktadır. Keza Muavenet zırhlımızın batırılışı, Jandarma Genel Komutanımız Eşref Bitlis paşanın uçağının düşüşü, Irak’taki askerlerimizin başına çuval geçirilişi de aynı kategoriye dahildir. Bu kanlı psikolojik savaş kuşkusuz daha büyük ve stratejik bir siyasal savaşın parçasıdır. Keza bunun yanı sıra götürülen ve medya üzerinden yürütülen kansız psikolojik savaş (ki akademisyenlerden, gazetecilere, siyasetçilerden kimi sivil toplum örgütlerine dek uzanan geniş bir yelpazede tipik bir 5. Kol rolü oynayan geniş bir ‘hain kontenjanı’nın eseridir) aynı büyük siyasal stratejinin uzantısıdır. Psikolojik savaş ... İkinci Cumhuriyetçi 4 ampulün başlattığı sözde ‘1915 özrü’ kampanyası bu çerçevede değerlendirilmesi gereken çok tipik ve çarpıcı bir ‘psikolojik savaş’ eylemidir. Bunun güya ‘vicdan’la, ‘geçmişimizle yüz yüze gelmek’le vs uzaktan yakından zerrece ilgisi yoktur. Tamamen Türk toplumunu manen çökertmeye, suçluluk psikolojisi içine sokmaya, sindirmeye ve bunun sonucunda siyaseten intihar demek olacak bir alay sözde demokratik ve barışçı açılımı haplanmış gibi bir ruh hali kıvamında kabule uygun hale getirmeye yönelik onlarca oyundan en taze bir örneğidir. Açık konuşayım: Bu koşullarda kimse benden dışarıda kıyamet kopsa da istifini bozmayan ‘fildişi kulesindeki kibar aydın’ tavrı beklemesin. Gerçek Gündem’deki bu köşeden sizlere seslenirken, gündemde Türkiye’ye yönelik güya çok vicdanî, çok medenî gerçekte ise tipik emperyalist emellere hizmet eden hainane bir saldırı varken buna ilgisiz kalmamı yahut sanki diyelim ekonomik krizle ilgili bir konuyu akademik bir ortamda tartışıyormuşçasına konu edinmemi beklemesin. Bazılarının ( örnek: TARR ) nedense ‘yadırgadığı’ o sert üslup tamamen konunun gerektirdiği ve hedef alınan muhataplarının fazlasıyla hak ettikleri bir şeydir. Öbür türlüsü komik olur! Ve istesek de istemesek de, son çözümlemede, hepimiz fiilen iki tepki seçeneğiyle karşı karşıyayız: Sinmek ( farkında değilmişiz gibi hiç oralı olmamak / yahut sanki derin bir kuramsal akademik tartışma yürütüyormuşçasına davranmak ) yahut karşı koymak, ampul takımının maskesini düşürmek, 5 nci kol faaliyetlerinin iç yüzünü açığa çıkartmak, o çok insanî, o çok medenî gibi gözüken özür dileme sahtekârlığının gerçek yüzünü duyurmak ve kamuoyunu uyarmak, halkı bilinçlendirmek, tuzağı bozmak. Ulusçuluk deyince ... Sorun şurada: Atatürk’ün, 1923 Cumhuriyeti’nin içimizdeki yeminli düşmanları iki yüzlüce saldırır ve suret-i haktan gözükmeye çaba gösterirken bir yandan yalan, dolan, iftira ve saptırmaya başvurmakta; diğer yandan da gerçek bazı yanlışları ve hatalı tavır alışları rahatça istismar edebilmektedirler. Gerçekten de bazen hayli çelişkili, tutarsız tavırlar da söz konusu olabilmektedir. Dahası bizzat ‘derin devlet’ zaman zaman rezilce şeyler yapmıştır. Bu da ayrı konu. Lakin suçlu devlet aygıtı ile vatanı / ulus-devleti aynı kefede tartıp mahkum etmek 5. Kol’un işidir. Bu gaflete de düşmemek gerekir. Görünüşte hem sağda, hem de solda üzerinde birleşilen ilke: insanları değerlendirirken / yargılarken etnik veya dinsel / mezhepsel kökenlerini kendi başına (kafadan) bir ‘suç’ veya ‘erdem’ gibi varsaymamak. Bence de doğrusu budur. Lakin uygulamada böyle olmuyor ! ‘Ulusçuluk’ (milliyetçilik / nationalisme) yerleşik söylemde bu anlamda haklı olarak ‘kötü’ bir üne sahiptir. Ucu kafatasçılığa, ırkçılığa dek varan çeşitli halleri vardır; kendisininki dışında diğer ulusları veya etnik kökenleri küçümseyen; saldırgan, militarist, yayılmacı olan bir içeriğe sahiptir. Nitekim buna karşı tavır alan Sol, ulusçuluğu değil yurtseverliği kendine esas alır. ‘Atatürk milliyetçiliği’ ise bu anlamda klasik milliyetçilikten ayrılmaktadır. Çünkü etnik kökeni değil kişisel irade ve duyuşu temel alır (‘Ne mutlu Türküm diyene’). Diğer ulusları da eşit görür; saldırgan ve yayılmacı değildir yeter ki başkası da kendisine saldırgan emeller beslemesin (‘Yurtta barış, dünyada barış’). Bir yanıyla ‘Enternasyonalist’ denecek derecede diğer uluslara dostça bakar (Bkz. Atatürk’ün Anzaklara hitabı). Uzatmayalım dürüst bir bilim adamı topluluğu çok rahatça bu sonuçlara varacak bol malzemeye sahiptir. Ama Atatürk düşmanı, ikinci cumhuriyetçilerin (hepsi de ‘okumuş-yazmış’ zevat, lakin şu veya bu güdüler sonucu Atatürk’ten nefret ediyorlar ve o’nun ‘ulusalcı’ çizgisini tahrif ediyorlar; ‘iş’leri bu) cümle ikinci cumhuriyetçilerin çok tipik bir tavrı var: Sadece Türk milliyetçiliğini kınıyorlar, sadece ona saldırıyorlar. Daha doğrusu bunun da ötesine geçerek düpedüz Türk ve Türkiye düşmanlığı yapıyorlar! Kısacası hiç de gözükmeye çalıştıkları gibi ‘bilimsel’, ‘akademik’, ‘entellektüel’ değil düpedüz patolojik bir davranış içindeler. Onlardaki bu ‘pathos’ (tıbbi anlamda arıza) nereden kaynaklanıyor: Aşağılık kompleksi mi, tamamen ‘duygusal’ mı, yetişme bozukluğu mu, her ne ise … ama sonuçta bu tipler, asla gerçek anlamda dürüst ve bilimsel tutarlılığa sahip hakiki ‘liberal aydınlar’ gibi davran(a)mıyor: Türklere ve Türkiye’ye karşı bırakın taraf tutmayı, tarafsız ve nesnel olamıyorlar. Bu bir. İkincisi, güya ‘milliyetçiliğe karşı’ geçinen lakin uygulamada sadece ve sadece Türklere fiilen tarafsız ve nesnel bile kalamayıp konu ne olursa, devir ne olursa, coğrafya hangisi olursa olsun otomatiğe bağlanmışçasına olumsuz tavır takınan ve yargıya varan; Türklerin hanesine yazılan elbette bir alay yanlışı gündeme getirmekten ve teşhirden marazi bir zevk duyan (maddi kazanç kısmı da ayrı) lakin Türklere karşı işlenen en az bir o kadar yanlışa tamamen kör, sağır ve dilsiz kalan; hatta dahası ‘olağan’ ve mazur gören bu tipler, o anki konuya ve konumlarına göre Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin, vb. ‘milliyetçiliğini’ yapmaktan, onların söylemini benimsemekten, dahası onların tezleri doğrultusunda düpedüz 5. Kol faaliyeti sürdürmekten ise kaçınmamaktadırlar. Bunun sayısız ve birinci elden somut örneklerine yıllardır tanığız. Bu katmerli çifte standartın ‘bilimsel dürüstlük’, ‘akademik nesnellik’ ile uzaktan yakından bir ilgisi var mı? Bunların sadece payeleri, unvanları ‘akademik’; asla kendileri değil. Bunlar sırasında Yunanistan’ın, sırasında Kıbrıs Rumlarının, sırasında Ermenistan’ın ve tabii onların da asıl hâmilerinin hizmetinde Türkiye’ye karşı kamuoyu cephesinde yıpratıcı, bozguncu düpedüz psikolojik savaş yürütmektedirler. Canan Arıtman’ın tepkisinden Yalçın Küçük’e ... Tam da bu noktada CHP milletvekili Canan Arıtman’ın öfkeli çıkışı haklı bir tepkinin yanında istismara çok kolayca açık bir iddiayla birlikte seslendirilince 5. Kol veya artık her türlü utanma sıkılma duygusunu bırakmış olarak düpedüz malum tavır içinde olduklarından ötürü ‘İkinci 150’likler’ diye yaftalanan zevat bir anda tartışmanın zeminini kendi üstlerinden sayın Arıtman’ın üstüne çevirme çabasına girdi. Dikkat edilirse tartışma konusu bir anda ‘özür imzası’ olmaktan çıkıp ‘Arıtman kafatasçı’ linçine döndürüldü! Normaldir. Burada doğru tavır: Sayın Arıtman’a bir de bizim (vatanseverlerin) vurması değildir. C.başkanının soyu sopu ne olursa olsun yanlış olan o’nun bulunduğu konumu ‘hakemlik’ sanmasıdır! Keşke Çankaya’da Garo Mafyan otursaydı … Ama zaten iş ta en başından bozuk. Daha birkaç yıl önce ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözünü ‘ilkellik’ diye nitelemiş birinin Tazminat ve Toprak taleplerinin önünü açmaya yönelik tamamen hesaplı, planlı bir hamleyi ‘demokrasiyiz, olur o kadar’ diye meşrulaştırmakla yetinmesine belki de aslında şükretmek gerekir ! Bu arada ısrarla sorduğum soruya sayın Arıtman’a linç kampanyası açanlardan özellikle de güya Sol’dan ve Yalçın Küçük taraftarları da dahil kimse yanıt vermiyor: Canan Arıtman’ı ‘Gül’ün annesi Ermeni kökenli’ dedi diye (sadece bu kadar, buna hakaretamiz bir anlam yüklemekten de ısrarla uzak durdu haklı olarak) Sol’dan ve 5. Kol’dan eleştirenler Yalçın Küçük, örnek olsun Mimar Sinan, keza Sabiha Gökçen, keza Yaşar Kemal’in etnik Türk olmadığını iddia ettiğinde, ilk ikisinin Ermeni olduğunu vurguladığında (ki bunu da Türkleri küçümseyen bir üslupla yaptığında) neden itiraz etmediler, neden tepki göstermediler. Çifte standart değil mi bu ? Dahası Yalçın Küçük hayranlarına soruyorum özellikle: ‘şecere avcılığı’ yapmayı aşırı sağcıların tekelinden kendi uhdesine alıp Sol’a da bulaştırmanın neresi solculuğa sığar ? Neresi bilimsellikle bağdaşır. Hiç hata yapmamak insanın elinde değildir. Ama tutarlı olmak insanın elindedir. Hata da bilime dahildir, ama tutarsızlık değil. Nazım GÜVENÇ
-
Hanımlar, Beyler, Şunu görelim: ‘Bugün’ yani aslında yıllardır Türkiye PKK teröründen daha ciddi ve tehlikeli, Zararlı bir psikolojik savaşla yüz yüzedir. Buna can kaybı da dahildir. ASALA militanlarının öldürdüğü diplomatlarımız; 1990’lardan buyana işlenen suikastlerde yitirdiğimiz Atatürkçü düşünen beyinlerimiz ( Uğur Mumcu’lar, Kışlalı’lar, … ), keza Madımak’ta yakılan yurttaşlarımız, yine suikaste kurban giden yurttaşımız Hırant Dink, … öldürülen rahipler, tümü, aslında Türkiye’ye karşı açılan aynı psikolojik savaşın birer münferit çatışma ânıdır. Ve bu çatışmada at izi, it izi özellikle birbirine karıştırılmaktadır. Keza Muavenet zırhlımızın batırılışı, Jandarma Genel Komutanımız Eşref Bitlis paşanın uçağının düşüşü, Irak’taki askerlerimizin başına çuval geçirilişi de aynı kategoriye dahildir. Bu kanlı psikolojik savaş kuşkusuz daha büyük ve stratejik bir siyasal savaşın parçasıdır. Keza bunun yanı sıra götürülen ve medya üzerinden yürütülen kansız psikolojik savaş (ki akademisyenlerden, gazetecilere, siyasetçilerden kimi sivil toplum örgütlerine dek uzanan geniş bir yelpazede tipik bir 5. Kol rolü oynayan geniş bir ‘hain kontenjanı’nın eseridir) aynı büyük siyasal stratejinin uzantısıdır. Psikolojik savaş ... İkinci Cumhuriyetçi 4 ampulün başlattığı sözde ‘1915 özrü’ kampanyası bu çerçevede değerlendirilmesi gereken çok tipik ve çarpıcı bir ‘psikolojik savaş’ eylemidir. Bunun güya ‘vicdan’la, ‘geçmişimizle yüz yüze gelmek’le vs uzaktan yakından zerrece ilgisi yoktur. Tamamen Türk toplumunu manen çökertmeye, suçluluk psikolojisi içine sokmaya, sindirmeye ve bunun sonucunda siyaseten intihar demek olacak bir alay sözde demokratik ve barışçı açılımı haplanmış gibi bir ruh hali kıvamında kabule uygun hale getirmeye yönelik onlarca oyundan en taze bir örneğidir. Açık konuşayım: Bu koşullarda kimse benden dışarıda kıyamet kopsa da istifini bozmayan ‘fildişi kulesindeki kibar aydın’ tavrı beklemesin. Gerçek Gündem’deki bu köşeden sizlere seslenirken, gündemde Türkiye’ye yönelik güya çok vicdanî, çok medenî gerçekte ise tipik emperyalist emellere hizmet eden hainane bir saldırı varken buna ilgisiz kalmamı yahut sanki diyelim ekonomik krizle ilgili bir konuyu akademik bir ortamda tartışıyormuşçasına konu edinmemi beklemesin. Bazılarının ( örnek: TARR ) nedense ‘yadırgadığı’ o sert üslup tamamen konunun gerektirdiği ve hedef alınan muhataplarının fazlasıyla hak ettikleri bir şeydir. Öbür türlüsü komik olur! Ve istesek de istemesek de, son çözümlemede, hepimiz fiilen iki tepki seçeneğiyle karşı karşıyayız: Sinmek ( farkında değilmişiz gibi hiç oralı olmamak / yahut sanki derin bir kuramsal akademik tartışma yürütüyormuşçasına davranmak ) yahut karşı koymak, ampul takımının maskesini düşürmek, 5 nci kol faaliyetlerinin iç yüzünü açığa çıkartmak, o çok insanî, o çok medenî gibi gözüken özür dileme sahtekârlığının gerçek yüzünü duyurmak ve kamuoyunu uyarmak, halkı bilinçlendirmek, tuzağı bozmak. Ulusçuluk deyince ... Sorun şurada: Atatürk’ün, 1923 Cumhuriyeti’nin içimizdeki yeminli düşmanları iki yüzlüce saldırır ve suret-i haktan gözükmeye çaba gösterirken bir yandan yalan, dolan, iftira ve saptırmaya başvurmakta; diğer yandan da gerçek bazı yanlışları ve hatalı tavır alışları rahatça istismar edebilmektedirler. Gerçekten de bazen hayli çelişkili, tutarsız tavırlar da söz konusu olabilmektedir. Dahası bizzat ‘derin devlet’ zaman zaman rezilce şeyler yapmıştır. Bu da ayrı konu. Lakin suçlu devlet aygıtı ile vatanı / ulus-devleti aynı kefede tartıp mahkum etmek 5. Kol’un işidir. Bu gaflete de düşmemek gerekir. Görünüşte hem sağda, hem de solda üzerinde birleşilen ilke: insanları değerlendirirken / yargılarken etnik veya dinsel / mezhepsel kökenlerini kendi başına (kafadan) bir ‘suç’ veya ‘erdem’ gibi varsaymamak. Bence de doğrusu budur. Lakin uygulamada böyle olmuyor ! ‘Ulusçuluk’ (milliyetçilik / nationalisme) yerleşik söylemde bu anlamda haklı olarak ‘kötü’ bir üne sahiptir. Ucu kafatasçılığa, ırkçılığa dek varan çeşitli halleri vardır; kendisininki dışında diğer ulusları veya etnik kökenleri küçümseyen; saldırgan, militarist, yayılmacı olan bir içeriğe sahiptir. Nitekim buna karşı tavır alan Sol, ulusçuluğu değil yurtseverliği kendine esas alır. ‘Atatürk milliyetçiliği’ ise bu anlamda klasik milliyetçilikten ayrılmaktadır. Çünkü etnik kökeni değil kişisel irade ve duyuşu temel alır (‘Ne mutlu Türküm diyene’). Diğer ulusları da eşit görür; saldırgan ve yayılmacı değildir yeter ki başkası da kendisine saldırgan emeller beslemesin (‘Yurtta barış, dünyada barış’). Bir yanıyla ‘Enternasyonalist’ denecek derecede diğer uluslara dostça bakar (Bkz. Atatürk’ün Anzaklara hitabı). Uzatmayalım dürüst bir bilim adamı topluluğu çok rahatça bu sonuçlara varacak bol malzemeye sahiptir. Ama Atatürk düşmanı, ikinci cumhuriyetçilerin (hepsi de ‘okumuş-yazmış’ zevat, lakin şu veya bu güdüler sonucu Atatürk’ten nefret ediyorlar ve o’nun ‘ulusalcı’ çizgisini tahrif ediyorlar; ‘iş’leri bu) cümle ikinci cumhuriyetçilerin çok tipik bir tavrı var: Sadece Türk milliyetçiliğini kınıyorlar, sadece ona saldırıyorlar. Daha doğrusu bunun da ötesine geçerek düpedüz Türk ve Türkiye düşmanlığı yapıyorlar! Kısacası hiç de gözükmeye çalıştıkları gibi ‘bilimsel’, ‘akademik’, ‘entellektüel’ değil düpedüz patolojik bir davranış içindeler. Onlardaki bu ‘pathos’ (tıbbi anlamda arıza) nereden kaynaklanıyor: Aşağılık kompleksi mi, tamamen ‘duygusal’ mı, yetişme bozukluğu mu, her ne ise … ama sonuçta bu tipler, asla gerçek anlamda dürüst ve bilimsel tutarlılığa sahip hakiki ‘liberal aydınlar’ gibi davran(a)mıyor: Türklere ve Türkiye’ye karşı bırakın taraf tutmayı, tarafsız ve nesnel olamıyorlar. Bu bir. İkincisi, güya ‘milliyetçiliğe karşı’ geçinen lakin uygulamada sadece ve sadece Türklere fiilen tarafsız ve nesnel bile kalamayıp konu ne olursa, devir ne olursa, coğrafya hangisi olursa olsun otomatiğe bağlanmışçasına olumsuz tavır takınan ve yargıya varan; Türklerin hanesine yazılan elbette bir alay yanlışı gündeme getirmekten ve teşhirden marazi bir zevk duyan (maddi kazanç kısmı da ayrı) lakin Türklere karşı işlenen en az bir o kadar yanlışa tamamen kör, sağır ve dilsiz kalan; hatta dahası ‘olağan’ ve mazur gören bu tipler, o anki konuya ve konumlarına göre Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin, vb. ‘milliyetçiliğini’ yapmaktan, onların söylemini benimsemekten, dahası onların tezleri doğrultusunda düpedüz 5. Kol faaliyeti sürdürmekten ise kaçınmamaktadırlar. Bunun sayısız ve birinci elden somut örneklerine yıllardır tanığız. Bu katmerli çifte standartın ‘bilimsel dürüstlük’, ‘akademik nesnellik’ ile uzaktan yakından bir ilgisi var mı? Bunların sadece payeleri, unvanları ‘akademik’; asla kendileri değil. Bunlar sırasında Yunanistan’ın, sırasında Kıbrıs Rumlarının, sırasında Ermenistan’ın ve tabii onların da asıl hâmilerinin hizmetinde Türkiye’ye karşı kamuoyu cephesinde yıpratıcı, bozguncu düpedüz psikolojik savaş yürütmektedirler. Canan Arıtman’ın tepkisinden Yalçın Küçük’e ... Tam da bu noktada CHP milletvekili Canan Arıtman’ın öfkeli çıkışı haklı bir tepkinin yanında istismara çok kolayca açık bir iddiayla birlikte seslendirilince 5. Kol veya artık her türlü utanma sıkılma duygusunu bırakmış olarak düpedüz malum tavır içinde olduklarından ötürü ‘İkinci 150’likler’ diye yaftalanan zevat bir anda tartışmanın zeminini kendi üstlerinden sayın Arıtman’ın üstüne çevirme çabasına girdi. Dikkat edilirse tartışma konusu bir anda ‘özür imzası’ olmaktan çıkıp ‘Arıtman kafatasçı’ linçine döndürüldü! Normaldir. Burada doğru tavır: Sayın Arıtman’a bir de bizim (vatanseverlerin) vurması değildir. C.başkanının soyu sopu ne olursa olsun yanlış olan o’nun bulunduğu konumu ‘hakemlik’ sanmasıdır! Keşke Çankaya’da Garo Mafyan otursaydı … Ama zaten iş ta en başından bozuk. Daha birkaç yıl önce ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözünü ‘ilkellik’ diye nitelemiş birinin Tazminat ve Toprak taleplerinin önünü açmaya yönelik tamamen hesaplı, planlı bir hamleyi ‘demokrasiyiz, olur o kadar’ diye meşrulaştırmakla yetinmesine belki de aslında şükretmek gerekir ! Bu arada ısrarla sorduğum soruya sayın Arıtman’a linç kampanyası açanlardan özellikle de güya Sol’dan ve Yalçın Küçük taraftarları da dahil kimse yanıt vermiyor: Canan Arıtman’ı ‘Gül’ün annesi Ermeni kökenli’ dedi diye (sadece bu kadar, buna hakaretamiz bir anlam yüklemekten de ısrarla uzak durdu haklı olarak) Sol’dan ve 5. Kol’dan eleştirenler Yalçın Küçük, örnek olsun Mimar Sinan, keza Sabiha Gökçen, keza Yaşar Kemal’in etnik Türk olmadığını iddia ettiğinde, ilk ikisinin Ermeni olduğunu vurguladığında (ki bunu da Türkleri küçümseyen bir üslupla yaptığında) neden itiraz etmediler, neden tepki göstermediler. Çifte standart değil mi bu ? Dahası Yalçın Küçük hayranlarına soruyorum özellikle: ‘şecere avcılığı’ yapmayı aşırı sağcıların tekelinden kendi uhdesine alıp Sol’a da bulaştırmanın neresi solculuğa sığar ? Neresi bilimsellikle bağdaşır. Hiç hata yapmamak insanın elinde değildir. Ama tutarlı olmak insanın elindedir. Hata da bilime dahildir, ama tutarsızlık değil. Nazım GÜVENÇ
-
Hayran olmamak elde değil !.. “Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum” kampanyası toplumu karıştırdı, Ermeni diyasporası başta olmak üzere dışarıdaki mihrakları pek bir mutlu etti ya, hiç vakit kaybetmeden yeni bir “özür” istemi daha burnumuza uzatılıverdi !.. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı TESEV, “Kürt Sorununun Çözümüne Dair Yol Haritası: Bölgeden Hükümete Öneriler” başlıklı bir araştırma yayımladı. Raporda son derece ilginç, çarpıcı öneriler yer alıyor. Örneğin, raporun amacını pek güzel anlatan bir tanesi şöyle: Devlet genelde topluma ve özelde Kürt halkına en azından bir özür borcu olduğunu unutmamalı…” Nasıl buldunuz ?.. Güneri Cıvaoğlu dün Milliyet gazetesindeki köşesinde yukarıdaki maddeyi şöyle yorumladı: - Bunu Kandil’dekiler bile istemedi !.. Ama TESEV istedi !.. Üstelik daha neler neler istedi... Önce kısaca TESEV’i anımsayalım… Can Paker’in başkanlığındaki vakıf, daha önce de “ses getiren” raporlarla ilgiye mazhar olmuştu. Yani bu konuda pek başarılı!.. Can Paker aynı zamanda ünlü spekülatör, “renkli devrimlerin” parasal destekçisi George Soros’un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Danışma Kurulu’nun da başkanı. Peki, bu enstitünün “Demokratikleşme Programı”nın başında kim var dersiniz ?.. Etyen Mahçupyan !.. Mahçupyan aynı zamanda “Kürt Raporu”nun da moderatörü !.. Bakın Etyen Mahçupyan, bu raporla ilgili olarak ne diyor: - Bu çalışma sırasında Demokratik Toplum Partisi (DTP) üzerimizde çok baskı kurmaya çalıştı… Yardım konusunda aşırı istekli tavırları için kendilerine teşekkür ediyoruz.. Bu açıklamadan ne anlıyoruz? Demek ki DTP’nin baskısı işe yaramamış. Bir de işe yarasaymış ne olurmuş acaba?.. Neyse, sanırım TESEV’i anımsadınız. Şimdi şu “çarpıcı rapor”dan bazı önerilere bakalım: - Sivil ve demokratik olması gereken yeni bir anayasa yapılmalı ve bu anayasa “insan haklarının korunması” dışında “değiştirilmez ilkeler” barındırmamalıymış... Peki bu ne demek? Şu demek: Devletin laik niteliğini, Türkiye’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu, bayrağı ve marşını, dilinin Türkçe, başkentinin Ankara olduğunu anlatan değiştirilemez maddelere elveda demek !.. - Yeni, anayasa “herhangi bir resmi ideolojiye atıfta bulunmamalıymış..” Yani, Atatürk’e de elveda ! .. - Okullarda okutulan “Türküm, doğruyum, çalışkanım” andı da kaldırılmalıymış. İnsan, “arkadaşlar şu Türk, Türkiye isimlerini toptan kaldırsak nasıl olur, diyememişler, şimdilik bu kadarıyla yetinmişler” hissiyle dolup taşıyor !.. Raporda daha pek çok inci var! Okuduğunuz zaman “Sevr’i çöpe atmaya hiç gerek yokmuş” diye düşünmeden edemiyorsunuz!.. Ama ben en çok “özür” istemine takıldım… - Bir sözcük bu kadar mı kirletilir, pes !.. Büyükelçi Suriye’nin daveti üzerine Şam’a giden Türk gazeteci heyeti büyükelçiliğimizi de ziyaret ediyor. Güneş gazetesi yazarı Rıza Zelyut, büyük kabul salonunda Atatürk resmi olmadığını görünce Büyükelçi Yaşar Halit Çelik’e soruyor. Aldığı yanıt şöyle: - Efendim bu salona Atatürk resmi koymadık, çünkü gerek görmedik !.. Artık bu işleri aşmalıyız. Avrupa’da devlet adamlarının resmi olmaz kabul salonlarında. Sadece kral ve kraliçelerinki bulunur… Bu çağda Atatürk resmiyle uğraşmak doğru değil. Başka şeylere bakalım !.. Zelyut, “İyi ama Atatürk bir devlet adamından öte, bir kurucu lider” diye itiraz edince büyükelçi kestirip atıyor: - Kurucu lider olabilir ama kabul salonunda resmi şart değil… Pekiii, büyükelçi hazretleri bu müthiş mantık içeren derin konuşmayı nerede yapıyor ?.. Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ın resimlerinin özenle yerleştirildiği bir masanın önünde !.. Elçinin mantığına göre, bu durumda Gül ve Erdoğan kral (yoksa padişah mı demeliyim !) statüsüne yükselmiş oluyor!.. Eğer öyleyse o mantığa göre; - Büyükelçi, padişahın bendesi olmuş olmuyor mu ?.. Ümit ZİLELİ e-posta: [email protected]
-
Acayip bir toplum olduk diyorum inanmıyorsunuz. Ya nasıl bir iş ya.. Anlayanınınz bileniniz var mı ?.. Varsa beri gelip bize de anlatsın da bizde şu cahillikten kurtulalım. Ekonomide canlanma varmış, kalkınma varmış, Söylendiği gibi berbat değilmiş, her şey iyi ve rayında gidiyormuş, iş psikolojik miş.. Bak şimdi… Harbiden bizlerde haksızlık ediyormuşuzda haberimiz yokmuş. Başbakan’ımız böyle söyleyince halimizden utandım. Niye olumsuz yazıyoruz, niye eliştiriyoruz, niye tartışıyoruz, ayıp değil mi ?.. Milletin psikolojisini bozmanın ne anlamı var ! Her şey iyi güzel ama iş psikolojik… İşte bu kadar… İzahı bu… Ne konuşup duruyorsunuz, duruyoruz… Başbakan teşhisi yaptı, tedaviye yöneldi… Ben Türkiyenin doktoruyum diyor ya… Doktor doktor civanım… Dengeli bir paylaşım olmaz ise lastik sonunda patlar, bunu biliyormusunuz ? Ekonomideki iyiliği, canlanmayı, milletin hepsinin altındaki otomobile, Yeni araçlara bağlayanlar yanılğı içinde. Gerçekten milleti son 5 yılda sıfır araba alma sevdası sardı. Şimdi biraz durdu ama baya bu iş tuttu. Borçlandı araba aldı. Sonuç… Fısss… Şimdi kesildi. Herkesin altında sıfır araba. Ama yakıtı alacak parası yok. Borç gırtlağa kadar yükselmiş. Siz otomobil satışlarına bakarsanız, Türkiye’yi çok zengin sanırsınız. Yılın ilk altı ayında 12 milyon dolarlık binek, hususi araç satılmış. Bunlar ülkemizdeki görgüsüzlüğü ve görgüsüz zenginliği belirleyen rakamlar. Bunları örnek göstererek ülkemizde işlerin iyi gittiğini söylersek yanlış yaparız. İyi giden iyi işleyen tek bir şey kalmadı. Bu söylenen iki ayrı Türkiyeden birincisi… Doğruları söylemeyen, tartışmayan, aktarmayan bir toplum haline geldik. Özellikle siyasilerimiz işine geldiği gibi konuşuyorlar. İktidarı muhalefeti hep aynı. Cilalı ve içi boş laf ve vattlerle millet uyum uyum uyutuluyor. Gerçekleri ört bas edip ters yüz ederek halkı uyutmaya devam ediyorlar. Millet geçim derdinde. Açlıkla, yoklukla inim inim kıvranıyor. Sokakta kimi görsem oynatmak üzere. Halinden memnun olana rastlamıyorum. Acaba ben mi öyle sanıyorum ? İşte ikinci Türkiye burası. Yani dediğim bu kesim. İşsizlik, açlık,yokluk, yoksulluk, geçim sıkıntısı bunalım, kredi karti borçlarını ödeyememe, iflas, yokluktan çaresizlikten canına kıymalar, intihar etmeler… Bir taraftan ise enflasyon düşüyor, işler iyiye gidiyor ninnileri… İnkar etmeyelim ki, ülkemizde gerçekten çok lüks bir hayat süren kesim var. Evde TV ekranına yansıyan voleler, magazin programları sizi yanıltmasın. Çok lüks bir kesimi evinizin içinde ağırlıyorsunuz ama milletin hepsi onlar değil. Orta direk yok oldu. Memur işçi kesimi sürünüyor. Esnaf gümledi gitti. Sanayici, iş adamı, çiftçi ağlıyor. Gülen bir kesim yok, kalmadı… Türkiye aslında fakir bir ülkede değil. Ama gelir dağılımındaki adaletsizlik, vergilendirmedeki adaletsizlik bizi bu hallere getirdi. Yüz kızartıcı bir bozuk düzeni yaşıyoruz. Gelirler arası uçurumun farkında değiller. Toplumda dengeli bir paylaşım olmaz ise, sorunlarımız her geçen gün dahada artarak şişecek ve büyüyecektir. Unutmayın ki, devamlı şişen bir arabanın lastiğide sonunda patlayacaktır ! Yazımı burada keseyim ve bir misal vereyim isterseniz ? Olmaz Olmaz !... Rüşvetin belgesi olmaz ! Mayonun tesettürü olmaz ! Kutupların kumsalı olmaz ! Aşkın gözü olmaz ! Zalimin merhameti olmaz ! Bir çiçekle yaz olmaz ! Balığın göz yaşı olmaz ! Ölümün çaresi olmaz ! Cinayetin özrü olmaz ! Çiğ süt emmiş insanın sağı solu olmaz ! Eski dost düşman olmaz ! Yine de “olmaz olmaz” demeyin; dünya hali hiç belli olmaz ! Kalın sağlıcakla. Mustafa GÖKTAŞ [email protected] Çevre Ve Tüketici Haklarını Koruma Derneği (ÇETKODER) Genel Başkan - İktisatçı
-
Demokratik düzene geçtiğimizden bu yana, 1950’den beri üzerine gölge düşmedi. Bugüne dek genel ve yerel seçimler hemen her açıdan olağanüstü dürüstlük içinde yapıldı. Nihayet seçim olayını da yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Yerel seçimlerden önce ortaya birden altı milyon yeni seçmen olayı çıktı. Seçmen kütükleri ve iktidarın lehine seçmen kaydırmalarla ilgili olaylar hâlâ tartışılıyor. Daha önceki seçimlerde kütüklerde saptanan ufak tefek hatalar bu kez büyüdü, büyüdü… içinden çıkılması zor bir ivme kazandı. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Kütüklerin Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi ile düzenlendiğini öne sürerek, ortaya çıkan aksaklıklardan sorumlu olduğunu kabul etmiyor. Altı milyon yeni seçmenin iki milyonu -YSK’ye göre- 19 aylık bir sürede 18 yaşını dolduranlar… 4 milyonu ise önce kendi iradesiyle yazılmayanlar… Sorun veya sorunlar YSK’nin saptamalarıyla sonuçlanıyor mu ? Hayır ! Muhalefetin, kamuoyunun, kimi hukukçuların kütüklerle başlayan, sonuçta yerel seçimlerin şaibeli olacağını vurgulayan eleştirilerine iktidar partisi şu veya bu biçimde katkıda bulunmuyor. Seçimlere gölge düşürecek sakıncaları olumlu buluyormuş gibi bir havada. Elbette demokratik bir ülkede “yollar yürümekle aşınmayacağı” gibi, soruna çareler de tükenmez ! .. Örneğin çare parlamentoda bulunabilir. Oysa iktidar harekete geçmedikçe yasal yoldan sorunu çözümlemek olanaksız. Geriye bir olanağını bularak Danıştay’a başvurmak kalıyor. Bu olasılığı eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu ortaya attı. Çözüm arayışında iki yöntem, yoldan söz ediyor. Yasa çıkararak seçime gölge düşürecek olgular ortadan kaldırılabilir. Ya da YSK ile (İçişleri Bakanlığı) Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü arasında imzalanan protokol anayasaya aykırıdır. Danıştay bu protokolü iptal edebilir. Her iki durumda da tartışmaya açık bir başka durum ortaya çıkabilir. Danıştay’a başvuru olumlu sonuçlanır veya yeni bir yasa ile sakıncalar ortadan kaldırılırsa 2004 referandumundaki kütüklerle seçime gidilecek ve altı milyon yeni seçmen seçime katılamayacak !.. Kanadoğlu’nun yasal yoldan çözüm önerisi yeni bir şey değil. Güncel’de yazdık. Kütük sorunu çıktığı ilk günlerde çözüm yolları araştırılırken Tarhan Erdem, bir yasa çıkarılarak sorunun çözümlenebileceğini açıkladı. Ne çare, siyaset tarafından benimsenmedi. İktidar susuyor, lakin hemen her konuda parlamentoyu devreye sokmaya çalışan muhalefet ise sorunun yasa yoluyla çözümü için hükümeti sıkıştırmıyor. Bu arada YSK de son sözü söyledi. Çözüm yolunu gösterdi: “Kütüklerin seçim takviminin elverdiği ölçüde daha uzun süreli olarak yeniden askıya çıkarılacağını” yineledi; askıya çıkarılan kütüklerle yerel seçimlerin yapılacağını açıkladı. Böylece derde deva ilacı “bulmuş” (mu) oldu ! Şimdilik dürüst seçim rafa kaldırıldı. Türkiye şaibeli seçim yapmakla övünecek konuma geliyor. Cüneyt ARCAYÜREK
-
Şuan yaşadığımız ekonomik krizi yaratan küresel kapitalist sistemdir. İşbirlikçi devlet ve hükümetler ise sömürü sistemi koruyan bir organizmadır. Bir dönem feodalizme kapı kulluğu ederdi. Günümüzde de insanlığın düşmanı, işgalci, bölücü ve sömürüye dayanan küresel kapitalizme hizmet etmektedir. Bir tahlil yaptığımızda krizden kurtulmanın yolunun; Milli duyguları güçlendiren ulus-devlet anlayışını güçlendirmenin yanında toplumun demokratikleşmesinden geçmektedir. Ülkede tarımsal üretim çökmüştür. Bu nedenle de ekonomik kimyası bozulan yoksul halk sadece karınlarını doyurmak için başka işlerde çalışmaktadırlar. Bir yandan küresel kapitalist sitemin saç ayaklarını oluşturan uluslararası şirketlerin farklı departmanlarından çalışarak bu şirketleri artı değerlerle zengin ederken, karşılığında bu yoğun çalışmalarına ve emek vermelerine rağmen karınlarını bile zor doyurmaktadırlar. Emeğinin karşılığı olan ücretlerin bu kadar aşağıda tutulması, sosyal ihtiyaçlarını bir tarafa bırakın, yaşamsal gıdalarını bile karşılayamamaktadır. Finansal yüksek sermayenin tarım alanındaki gücünün de böyle ağır sonuçları olduğunu söylemek gerçek dışı olmayacaktır. Tarımı yok ederek halkı kendine bağlıyor, Aynı zamanda da yoksul halkı kendi büyük şirketlerin de çalıştırarak Kendi içlerinde rekabet edecek metalar üretiyor. Birçok uluslar arası örgüt uyarıyor; İnsanlık gerekli önlemleri almaz ise dünyanın birçok yerinde açlık başlayacak. Açlığın temel nedeni arazi ve üretim azlığından değildir. Bilinçli olarak ülkemiz dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde tarım çökertilmiştir. Üretim daraltılmıştır. Böylece Küresel kapitalist sistem tarımda hâkimiyeti sağlamıştır. Bazı bölgelerde de tarıma bilimsel teknoloji sokularak verimler arttırılmıştır. Yalnız bir yanda üretim var iken, diğer yanda da bu üretimden yararlanamayan aç ve yoksul insanlar. Böylece küresel kapitalist sömürü sistemi trajik bir çelişkiyi oluşturmakta ve derinleştirmektedir. Yerkürede bir kıtlık olmamasına rağmen ne yazık ki yeryüzünün vermiş olduğu bolluk içinde geniş halk kitlelerine kıtlık yaşatılmaktadır. Bir diğer çelişkide, AB ve ABD’de de ki halkın temel sorunlarının obezite olarak belirlenirken Türkiye ve gelişmekte olan ülkelerde ise küresel işbirlikçiler eliyle açlığa mahkûm edilmekte, insanlar çöplerde beslenir hale gelmektedir. Peki, bu durumda kurtulmanın çözüm yolu nedir ?.. Ulus-devlet tek çözüm yoludur. Milli mutabakat hükümeti tek çözümdür Tam Bağımsız Türkiye şiarıyla antiemperyalist sistem tek çözüm yoludur. Bu anlamda sömürücü kapitalist sisteme karşı temel örgütlenme biçiminin; Millici bir hükümetin iktidara gelmesiyle olacaktır. Aynı zamanda demokratik yaşamında hayata geçmesi önemlidir. Hayatın demokratikleşmesi, bu temelde uluslararası tekeller karşısında Türk halkın, toplumun demokratik iradesinin ortaya çıkarılması temelinde onların ekonomik alandaki dayatmalarına boyun eğmemektir. Boyun eğmemek de, Tam bağımsızlıkçı ve millici bir ruh halini doğurmaktadır. Yani ekonomik planlamadan üretime kadar Türk toplumun demokratik iradesinin, karar mekanizmasının devreye girmesi gerekir. Sömürücü, tekelci küresel kapitalizmin ve onların yerli işbirlikçilerinin yönetimlerin kararı, isteği değil de, Türk Milletinin ihtiyacı, isteği ekonomik sistemde karar mekanizmalarını yönlendirmelidir. Miktat ALGÜL
-
Be Hey Dürzü Ne ararsin TANRI ile aramda!... Sen kimsin ki orucumu sorarsın? Hakikaten gözün yoksa haramda Başı açığa niye türban sorarsın? Rakı, şarap içiyorsam sana ne. Yoksa sana bir zararım, içerim. İkimiz de gelsek kıldan köprüye, Ben dürüstsem sarhosken de geçerim Esir iken mümkün müdür ibadet? Yatip kalkip ATATÜRK'e dua et. Senin gibi dürzülerin yüzünden, Dininden de soğuyacak bu millet İşgaldeki hâli sakin unutma. ATATÜRK'e dil uzatma sebepsiz. Sen anandan yine çıkardın amma Baban kimdi bilemezdin ******.
-
Be Hey Dürzü Ne ararsin TANRI ile aramda!... Sen kimsin ki orucumu sorarsın? Hakikaten gözün yoksa haramda Başı açığa niye türban sorarsın? Rakı, şarap içiyorsam sana ne. Yoksa sana bir zararım, içerim. İkimiz de gelsek kıldan köprüye, Ben dürüstsem sarhosken de geçerim Esir iken mümkün müdür ibadet? Yatip kalkip ATATÜRK'e dua et. Senin gibi dürzülerin yüzünden, Dininden de soğuyacak bu millet İşgaldeki hâli sakin unutma. ATATÜRK'e dil uzatma sebepsiz. Sen anandan yine çıkardın amma Baban kimdi bilemezdin ******.
-
Veya Buzdağının Ucu... Gazeteci ve bilim adamı kılığındaki Fethullahçılar ve AKP’ciler, “Böyle araştırma mı olur?.. Araştırma uzayda yapılmış.. gerçekleri tahrif etmişler.. toplumda ötekileştirme yok, huzur arayan toplum var.. bu ne biçim ilim?..” diyor. Liberalizm ve sosyal demokratlıktan Zaman gazetesi yazarlığına ve Fethullah destekçiliğine “terfi” edenler doğal olarak da “Neden Kemalizmin tutuculuğu araştırılmamış?..” derler ! Tabii ki kendini “yükselen değer”lere, iktidara ve paraya dayadın mı, “Maddi şartlara göre” yeniden biçimlenen bakış açın konuşturur seni... Efendim, iki yıl kadar önce, ülkede muhafazakârlaşmayı araştıran ve örneğin türban takanların sayısının düştüğünü ileri süren Prof. Dr. Binnaz Toprak ve arkadaşları, bu defa değişik bir yöntemle “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” konulu bir araştırma yaptı. Daha çok sosyal demokrat kesime bakmışlar... 12 Anadolu kentinde 401 kişiyle yüz yüze görüşmüşler... Epey dehşet verici bir manzara ile karşılaşmışlar... Öyle ki AKP, Fethullahçı ve diğer dinci merkezi ve yerel iktidarların, 6 yıl boyunca bütün ülkeye dayattıkları “ötekileştirme”nin örnekleriyle karşılaşmışlar... Üstelik bazen şiddete dayalı baskıyla sürdürülen bir ötekileştirme... Kimlere mi: Kadınlar, Kürtler, Aleviler, küpeli müpeli üniversite öğrencileri, Çingeneler... Şüphesiz ki: İçki içenler, laik olarak bilinen ve tanınanlar.. tabii ki de Müslüman olmayanlar... Bir dışlama, bir aşağılama ki sorma gitsin ! Bugüne kadarki muhafazakâr “laik” iktidarlar zamanında asla yaşanmayan, yeni türde, yani saf dinci, saf İslami bir toplum-ülke yaratılıyor, 6 yıldır !.. Hijyenik, yeni türde dinci pro-faşist... Özgürlüklerin tüm altyapısını adım adım yok eden... İnsan temel haklarının, düşünce çeşitliliğinin garantisi, Toplumsal altyapıyı hem de ağır bir şekilde tahrip eden yeni bir “sivil” iktidar yapılanması... Bu köşede yayımlanan eski yazılarıma baktım; en az 3 yıldır, AKP’nin kendisi dışındakileri nasıl “ötekileştirdiği” ve buradan ancak dinci-faşist bir ülke ortaya çıkabileceği konusunda onlarca yazı çıktı karşıma! AKP’nin bir liberal parti olmadığını ve olamayacağını, bir süre sonra da Türkçü-milliyetçi cephaneliğe sarılacağını da yazmışız. İktidarın niteliği, gücün karakteri, AKP’nin ülkede hemen her şeyi ele geçirme politikası.. bütün bunları gösteriyordu... Görmek isteyenler görüyor... Görmek istemeyenlere ise hiçbir şeyi gösteremezsiniz !.. Binnaz Toprak’ın Ayşe Buğra, Şevket Pamuk ve liberal, demokrat ve sağcı-Fethullahçı kanattan köşe yazarlarıyla yaptığı ve araştırmanın sonuçlarını açıkladığı özel toplantıdaki konuşmaları, Milliyet’ten Ece Temelkuran ve Kadri Gürsel’in yazılarından izledik. Prof. Şevket Pamuk, bilgilerin sayısallaştırılmasını eksik bulmuş ve araştırmayı geçerli bulmadığını söylemiş. Pamuk yanılıyor! Çok farklı araştırma yöntemleri var. Bu da onlardan, belki de en önemlilerinden: Bu bir saha, daha doğrusu bir “yüzey araştırması”dır... Ayşe Buğra haklı: Bilim salt sayı saymak değil! ( Ş. Alpay’a da iyi bir Popper’cilik dersi vermiş ! ) Arkeologlar yüzey araştırmasını bilir. Eski kültürlerin izlerini araştırmak için geniş sahaları tarar, bazı belirtiler ararlar.. Bir tarihi taş, höyük, tümülüs, kalıntı, çanak çömlek parçası vb.. Bütün bu işaretler kendilerine, içinde bulundukları “saha” hakkında bilgi-fikir verir. Bunlar, “buzdağının” işaretleridir... Sonra bulduklarını eşeler, kazmaya başlarlar.. derken karşılarına müthiş bir “uygarlık” çıkar ! Binnaz Toprak ve arkadaşları, “saha araştırmasında” buzdağıyla karşılaştılar! Hemen her kentte belirli işaretler, karşılarına bir “ortak desen-örüntü” çıkarmış. Toprak, hiç araştırmadıkları halde her yerde Fetocu örgütlenme ile karşılaştıklarını; pek çok yerde, ötekileştirilenlerin CHP’den başka sığınacakları bir yeri olmadığını belirtiyor.. Sonuca bakın: Bu tablo ile “Türkiye’nin ne Avrupa Birliği’ne üyeliğinin gerçekleşmesi, ne de özgürlükçü bir demokrasiye sahip olması mümkün”. AKP’ci “aydın” takımı, acaba utanır mı? Yoksa bu araştırmaya mı saldırır ? Orhan BURSALI
-
Veya Buzdağının Ucu... Gazeteci ve bilim adamı kılığındaki Fethullahçılar ve AKP’ciler, “Böyle araştırma mı olur?.. Araştırma uzayda yapılmış.. gerçekleri tahrif etmişler.. toplumda ötekileştirme yok, huzur arayan toplum var.. bu ne biçim ilim?..” diyor. Liberalizm ve sosyal demokratlıktan Zaman gazetesi yazarlığına ve Fethullah destekçiliğine “terfi” edenler doğal olarak da “Neden Kemalizmin tutuculuğu araştırılmamış?..” derler ! Tabii ki kendini “yükselen değer”lere, iktidara ve paraya dayadın mı, “Maddi şartlara göre” yeniden biçimlenen bakış açın konuşturur seni... Efendim, iki yıl kadar önce, ülkede muhafazakârlaşmayı araştıran ve örneğin türban takanların sayısının düştüğünü ileri süren Prof. Dr. Binnaz Toprak ve arkadaşları, bu defa değişik bir yöntemle “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” konulu bir araştırma yaptı. Daha çok sosyal demokrat kesime bakmışlar... 12 Anadolu kentinde 401 kişiyle yüz yüze görüşmüşler... Epey dehşet verici bir manzara ile karşılaşmışlar... Öyle ki AKP, Fethullahçı ve diğer dinci merkezi ve yerel iktidarların, 6 yıl boyunca bütün ülkeye dayattıkları “ötekileştirme”nin örnekleriyle karşılaşmışlar... Üstelik bazen şiddete dayalı baskıyla sürdürülen bir ötekileştirme... Kimlere mi: Kadınlar, Kürtler, Aleviler, küpeli müpeli üniversite öğrencileri, Çingeneler... Şüphesiz ki: İçki içenler, laik olarak bilinen ve tanınanlar.. tabii ki de Müslüman olmayanlar... Bir dışlama, bir aşağılama ki sorma gitsin ! Bugüne kadarki muhafazakâr “laik” iktidarlar zamanında asla yaşanmayan, yeni türde, yani saf dinci, saf İslami bir toplum-ülke yaratılıyor, 6 yıldır !.. Hijyenik, yeni türde dinci pro-faşist... Özgürlüklerin tüm altyapısını adım adım yok eden... İnsan temel haklarının, düşünce çeşitliliğinin garantisi, Toplumsal altyapıyı hem de ağır bir şekilde tahrip eden yeni bir “sivil” iktidar yapılanması... Bu köşede yayımlanan eski yazılarıma baktım; en az 3 yıldır, AKP’nin kendisi dışındakileri nasıl “ötekileştirdiği” ve buradan ancak dinci-faşist bir ülke ortaya çıkabileceği konusunda onlarca yazı çıktı karşıma! AKP’nin bir liberal parti olmadığını ve olamayacağını, bir süre sonra da Türkçü-milliyetçi cephaneliğe sarılacağını da yazmışız. İktidarın niteliği, gücün karakteri, AKP’nin ülkede hemen her şeyi ele geçirme politikası.. bütün bunları gösteriyordu... Görmek isteyenler görüyor... Görmek istemeyenlere ise hiçbir şeyi gösteremezsiniz !.. Binnaz Toprak’ın Ayşe Buğra, Şevket Pamuk ve liberal, demokrat ve sağcı-Fethullahçı kanattan köşe yazarlarıyla yaptığı ve araştırmanın sonuçlarını açıkladığı özel toplantıdaki konuşmaları, Milliyet’ten Ece Temelkuran ve Kadri Gürsel’in yazılarından izledik. Prof. Şevket Pamuk, bilgilerin sayısallaştırılmasını eksik bulmuş ve araştırmayı geçerli bulmadığını söylemiş. Pamuk yanılıyor! Çok farklı araştırma yöntemleri var. Bu da onlardan, belki de en önemlilerinden: Bu bir saha, daha doğrusu bir “yüzey araştırması”dır... Ayşe Buğra haklı: Bilim salt sayı saymak değil! ( Ş. Alpay’a da iyi bir Popper’cilik dersi vermiş ! ) Arkeologlar yüzey araştırmasını bilir. Eski kültürlerin izlerini araştırmak için geniş sahaları tarar, bazı belirtiler ararlar.. Bir tarihi taş, höyük, tümülüs, kalıntı, çanak çömlek parçası vb.. Bütün bu işaretler kendilerine, içinde bulundukları “saha” hakkında bilgi-fikir verir. Bunlar, “buzdağının” işaretleridir... Sonra bulduklarını eşeler, kazmaya başlarlar.. derken karşılarına müthiş bir “uygarlık” çıkar ! Binnaz Toprak ve arkadaşları, “saha araştırmasında” buzdağıyla karşılaştılar! Hemen her kentte belirli işaretler, karşılarına bir “ortak desen-örüntü” çıkarmış. Toprak, hiç araştırmadıkları halde her yerde Fetocu örgütlenme ile karşılaştıklarını; pek çok yerde, ötekileştirilenlerin CHP’den başka sığınacakları bir yeri olmadığını belirtiyor.. Sonuca bakın: Bu tablo ile “Türkiye’nin ne Avrupa Birliği’ne üyeliğinin gerçekleşmesi, ne de özgürlükçü bir demokrasiye sahip olması mümkün”. AKP’ci “aydın” takımı, acaba utanır mı? Yoksa bu araştırmaya mı saldırır ? Orhan BURSALI
-
BAHARLA ÖLÜM KONUŞMALARI I Memelerim koparıyor Yüzyıl süren bir yalnızlık dile gelmişçesine Nasıl nasıl bir sevinç yarabbi! Ve ağrıya ağrıya tabi, ağraya ağraya ağbi... Nakkaş Tepe de ancak bezmimize böyle gelmiştir Gelincikleri ve Nazım Hikmet’leriyle Yerbilimsel bir hapisten sonra II İçimdeki karanlığı patlatacağım Zifiri bir su akacak kamışımdan toprağa Bir kedi yavrulayacak köpek dişli bir kedi Ve böğürtlenler köpürecak ağzından Yedikçe kendi kendini mayhoş Ya da Posta Nazırı dedemden kalma Mors’un en morundan bir karga Konacak karşıki direğin doruğuna Düşmanlarım öyle doldurmuşlar ki onu Ne kadar taşlasan boş oynamıyor yerinden Ben kargadan korkmam ama bunun gözleri baykuş Ve tüyleri güngörmedik deniz dipleri kadar ıslak Ve ötüyor ötüyor ötecek Beni ışığa bağlayan (Bağlayın beni ışığa! Gerin telleri gerin!) beni ışığa bağlayan o gelin telleri o gelin telleri kopuncaya dek... Akpembe bahar yelkenleriyle Güneşin rüzgarına gerilmiş bir badem ağacı gibi... İçimdeki karanlığı patlatacağım Ve beynimin en ölümcül yaşlarıyla ağlaya ağlaya Yepyeni bir insan pırıl pırıl bir can bitecek toprağa... III İki çöpçü geliyordu karşıdan. Biri (Aynen Selahattin-i Eyyubi Haçlılar Seferinden, sanırsın, pos bıyıklarıyla Tarihin, süpürmeye gelmiş Prens Adalarını ) Öbürüne (Marmara’yı bizim Yaşar Küklopsunun o Anavavza gözüyle dünyanın en güzel atlarının neredeyse ineceği e biraz genişçe bir çakır su gibi görüyordu, eminim) Eyitti kim: Halk Partisi’nin solunda bir parti olsa Hiç dinlemez oyumu ona veririm IV Sevda Tepesinde geçen gün Karşıki masanın altında İki tane tavuk gördüm Toprakla yıkanıyorlardı Eşeledikleri çukurda İnsanlar için de belki ölüm Toprakla bi tür Yıkanmaktır diye düşündüm V Üşüyor mu deniz üstüne boşandıkça yağmur? Ondan mı dersin tüyleri böyle ürperiyor? Ben de gidersem bi gün bu biçim bi sağnakta Alı al moru mor bir sandal gibi acaba Yıllar sonra yılmayıp yine Çarpar mı yüreğim yurdumun sahillerine? VI Buket diye bahçeli bir meyhane vardı Yenişehir’de Yıkıldı çoktan Gima var şimdi yerinde Kenarı küpelerle çevrili o küçücük havuzun Yamacında bir masa Cahit Ağ’beyle otururduk yaz gecelerinde Fıskiyenin serpintisiyle sırılsıklamdı muşamba Zaten Cahit’in gözleri daim yaşlı “Şunu siliver!” derdi garsona “Şu muşambayı siliver, mirim!” Ne Cahit kaldı, ne Buket, ne fıskiye Yine de bu bahar öğlesinde Fıskiyenin üstündeki o kırmızı top gibi -İsterse kalpten olsun, isterse- Hop hop ediyor ya yüreğim bi düziye VII Ruhum sıkıldıkça, ruhum, Mızrapsız bir tambur gibi Apayrı bir hava çalıyor vücudum Ruhum sıkıldıkça ruhum, Senden ayrı, kendimden ve kentten ayrı Apayrı bir hava çalıyor vücudum Kalk gidelim, kalk gidelim başka yere! Başka yere, başka yere, başka yere! Ruhum sıkıldıkça, ruhum, Cemil Beysiz bir tambur gibi Kendi kendini çalıyor vücudum VIII Yalıların surları boyunca giderken Kanlıca’da Duvarda bir gedik ilişti gözüme Uydurdum gözümü deliğe: Bir bahçe Bahçe değil bir havuz Havuz değil bir bahçe Üstü nilüfer kesmiş silme O nefti yapraklarıyla gelmiş O aksarı çiçeğiyle Ne hevesle gelmiş kim bilir bu güzelliğe! İnsanoğlu beni görsün diye mi? Bahçede oysa Bahçedeki bir havuz Bir havuz ki bir bahçe Ne in var ne cin ne bey ne ağa Surları da çekmişler dört bir yanına Bizler de varmayalım diye bu uçmağa Sade bir garibim yavru kurbağa Serilmiş o ortası çukur O sal gibi yaprağa Yarı suyun içinde Yarı yansımış ışığa Pırıla pırıl yeşile yeşil Rezil mi rezil Başladı birden haykırmağa Başladı inin cinin ağanın beyin Ne kendi görüp ne kimseye gösterdiği Çevresine bizler görmeyelim diye Surlar çektiği O kimsesiz güzele türkü yakmağa Şairim ben Benim işte o kurbağa IX Hep ölümü çalacak değil a Zangoç Bu da Sema’yla Asaf’ın kızına Hoşgeldin demek için Oysa Ne kadar Ne kadar Ne kadar yalnız Sanıyordum kendimi demin X Atkestanelerini geçen süvari ışıklar Er-erken kaldırmış hanımellerini tühallah üşüyecekler! Ve zeytinler eski Rum tenteneleriyle Esen yel! Esen yel! Kim gördü böyle gül yiyen horoz Tanyeri kokuyor sesi... Yuvarlandıkça sanki bayırdan aşağı hapiste dolmuş bir şarap şişesi Öbür horozlar da ayaklanıyor merdiven nakışlı ibikleriyle Ve balkonlardan sarkarken düşleri bebelerin bir albayrak yarışı gibi Horozlar nev-icad ediyorlar denizi Hırsızlar! Hırsızlar! Ve deniz levent gölgeleriyle Turgut Reis’in Bütün bu dizelerden alınıyor Bir ala bir mora kesiyor yüzü Esen yel! Esen yel! Bu sabah bir firardır kan-davasından bir çocuk Kuşluk vaktine kalmadan önce Güneşin kurşunlarıyla vurulacak Ve akşamladı mıydı çamlar ve karadı mıydı Tepelerde Tepelerde Öyle güzel ki esen yel Esen yel! Esen yel! Bu sabah ve bu bahar bir firardır Baruta koşan bir fitil İfil İfil Öyle güzel ki esen yel! Esen yel! Esen yel! Öyle güzel Öyle güzel ki Esmese de Esmese de Güzel XI İçimden bir his bırakmıyor beni ölmeceye. İçimden bir his. Bir his ki Çapraz oturmuş denizin kıyısına Taş Taş Taş Derken bir güneş! Tıpkı Üsküdarda’ki Şemsi Paşa Camisi gibi. Sen iskeletlerle değil diyor bana Sen iskelelerle kuracaksın cesedini Ve öyle köpeksin ki sen Öldükten sonra bile Yılmaz’ın umudundaki Paytonların ardından Koşacaksın hep Geleceğe Çın Çın Çın Ve karnımın gevşemesine karşın Taş..larımdaki tarçın Bırakmıyor beni ölmeceye Evet diyemiyorum Diyemiyorum ki evet O hayırlı O hayırlı geceye XII Ben de Boğaziçi de bu bahar Mavi sakalına erguvanlar takmış Sarhoş bir İskele Babası kadar Hem delikanlı hem deliler gibi ihtiyar
-
BEN HAYATTA EN ÇOK BABAMI SEVDİM Ben hayatta en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk Çarpı bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek Nasıl koşarsa ardından bir devin O çapkın babamı ben öyle sevdim Bilmezdi ki oturduğumuz semti Geldi mi de gidici - hep , hep acele işi Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan bakardım nereye gitti Öyle öyle ezber ettim gurbeti Sevinçten uçardım hasta oldum mu, Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul'a Bi helallaşmak ister elbet , diğ'mi oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oy'nunu, Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu, En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin, Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim Hayatta ben en çok babamı sevdim.
-
Yeter Çok uzun bu uzantılar Üç dakka yeter bana Çocuk sesleri için Mektepten dönerken Üç dakka yeter bana Öpmek için gözlerinizden Ve cennetten kovulmak için... Ağaçları Kesmeyin Düş bir yaş dalından düşerse Nereye düşer hiç düşündünüz mü? Yerde bir iz kalmayacak mı izdüşüm? Düşen yaş dalından düşünce Gözlerinizdedir pınarı Bir yaş bir daldan düşünce Kökündedir yaşı Bir yaş düşer bir daldan Hepimizin ölen arkadaşı Ve çok eskilere dair bir düşünce Ağıt Dün gece seyrimde gördüm cerenim. Kızlar ne kadar çok seviyorlarmış ki seni Mosmor olmuş gülyazısı bedenin Mosmor olmuş gülyazısı bedenin Düşmüş sanki erguvanlar içinde En genç burcu yıldızdan bir kalenin En genç burcu yıldızdan bir kalenin Uçmuş sanki uçsuz bir uçuruma Gökyüzünün çakır gözlerinden Gökyüzünün çakır gözlerinden Düşmüş bir damla,bir deniz feneri Işınlarıyla şile bezlerinin Güdüyor çobansız kalmış tekneleri Poetika Yalnızlığı sevmiyorum Yalnız kim ola ki Kendim... Kendimin kendini sevmiyorum Kediler hariç... Kahve ocakçısı olacaktım ben Tuttum kavlimi Yazdıklarımsa hep nafile Hep nişanlı angaje ısloganlı Can, diyorlar, bir kahve yap şu dümenin ağzına Kallavi olsun! Bende yoksa kahve, yemişçiden tedariklenip Ve cazveyi ateşe sürüp, üstüne yemeni, şekerini Taşırmadan pişiriyorum Biliyorum, bilmez miyim bu kahve ocağınnan Ocağımızı bucağımızı Isıtamayacağımı! İşte onun içinde de içim titreyerek Cezvenizi sürüyorum ateşe Mihtihar İşin ne? diye soruyorlar Eskiden serseriydim derdim, Ölüm diyorum şimdilerde Ölmek benim esas işim Fil miyim ormanlarda saklanacak Ecelim geldiğinde, Şairim ben ölüyorum Gözünüzün önünde Haykıra haykıra Muhabbet Bir fasulye çimleniyordu Çiseledikçe yağmur. Koştum vardım ki yanına Anlasın ne nimet olduğunu Sen git yerine! dedi Ayşa Kadın Böyle kibar erkeyin ayağ’na Ben kendi ayağ’mnan gelirim Bu muhabbeti görünce uzaktan Kıpkırmızı oldu biberiye Bayram nedir ki dedim kendi kendime Bayram bir ömürdür ben gibi bir deliye Sevgi Duvarı Sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi Dilimizde akşamdan kalma bir küfür Salonlar piyasalar sanat sevicileri Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni Yakanda bir amonyak çiçeği Yalnızlığım benim sidikli kontesim Ne kadar rezil olursak o kadar iyi Kumkapı meyhanelerine dadandık Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi Öyle sıcaktı ki çöpcülerin elleri Çipcülerin elleriyle okşardım seni Yalnızlığım benim süpürge saçlım Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi Baktım gökte bir kırmızı bir uçak Bol çelik bol yıldız bol insan Bir gece Sevgi Duvarını aştık Düştüğüm yer öyle açık seçik ki Başucumda bi sen varsın bi de evren Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi Yalnızlığım benim çoğul türkülerim Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi Akdeniz Yaraşıyor Sana Akdeniz yaraşıyor sana Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında Hiç dinmiyor motorların gürültüsü Köpekler havlıyor uzaktan Demin bir çocuk ağladı Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir Denizi tokmaklıyor balıkçılar Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak O sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessizliği Hayatta yattık dün gece Üstümüzde meltem Kekik kokuyor ellerim hala Senle yatmadım sanki Dağları dolaştım Ben senden öğrendim deniz yazmayı Elimden düşmüyor mavi kalem Bir tirandil çıkar gibi sefere Okula gidiyor öğretmenim Ben de ardından açılıyorum Bir poyraz çizip deftere Bir ada var sırf ebabil Dönüyor dönüyor başımda Senle yaşadığım günler Gümüş bir çevre oldu ömrüm Değince güneşine Neden sonra buldum o kaçakçı mağarasını Gözlerim kamaşınca senden Ölüm belki sularından kaçırdığım O loş suda yıkanmaktır Durdukça yosundan yeşil Kulaç attıkça mavi Ben düzde sanırdım yıkıntım Örenim alkolik asarım Mutun doruğundaymışım meğer Senle çıkınca anladım Eski Yunan atları var hani Yeleleri bükümlü Gün inerken de öyle Ağaçtan izdüşümleriyle Yürüyor Balan tepeleri Yürüyor bölük bölük can Toplu bir güzelliğe doğru Kadınım Yaraşıyorsun sen Akdenize Yeşil Şiir Baktıkça çoğalır yıldızlar gecede Parmaklarınla sayılmaz; Kimi duyulur, kimi duyulmaz, Dinledikçe çoğalır gecede, Sesler gelir, Ya hızlıdan, ya yavaştan. Her şey kendi dilince konuşur; Karanlık örtse de üstünü Gecede devam eder renk renk Ağacın dalında, rüzgarda; Her şey kendi rengince konuşur. Gözlerini kapatır beklerdi; Yaprağa benzer ellerini, avuçlarını uzatır, Beklerdi işitinceye dek Ağacın dalında, rüzgarda; Yeşili duydu mu uyurdu Rüyasında. Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türk, öğün, çalış, güven! demiş a, Şimdilerde çalışan parasız, pulsuz Çalışıyor paralıya, Güvenen varsa, parasına güveniyor, Üstyanı, öğün babam öğün! Dövün babam dövün! Körkütük Denize karşı yakılan ateş Kurumuş meşe dallarından Öğlen sıcağını anımsatıyor denize, Duman olmuş ikircikli bir ikilem Yavaşına yavaşına giriyor geceye Kayaları gemileri ve körkütükleriyle Uyudu uyuyacak
-
kedi.....
griksiar şurada yorum gönderdi made in turkey!'nın blog başlığı içinde made in turkey!'s Blog
özlediyse bana ne ki -
Beyin sağlığına klasik müzik Yaptığı işi "beynin temizlik işçiliği" olarak değerlendiren Ord. Prof. Dr. Gazi Yaşargil, beynin cemiyet ortamlarında, akşam davetlerinde yorulduğunu söylüyor. Yaşargil, beyni dinlendirmek için 'klasik müzik dinlemeyi' öneriyor Yıldız Yazıcıoğlu - Ankara Beyin cerrahisine katkılarıyla çığır açan Ord. Prof. Dr. Gazi Yaşargil, TBMM Milli Egemenlik ve Onur Ödülü'ne değer görülme mutluluğunu yaşadığı Ankara'da, siyasi görüşlerinden kadınlara bakışına, beynin yapısından sağlıklı yaşam sırlarına kadar pek çok konudaki düşüncelerini Milliyet'le paylaştı. Yaşargil, Türkiye'nin "ılımlı İslam ülkesi" değil, "laik bir Cumhuriyet" olduğunu vurguladı. Röportajımız sırasında Redhouse İngilizce - Türkçe sözlüğü yanında hazır tutan ve "Doğuştan Fenerbahçeliyim" diyen Yaşargil, şunları söyledi: İşim siyaset değil TBMM Onur Ödülü'ndeki konuşmamı bilhassa egemenlik sorunu üzerine kurdum. Muhtelif çelişkili fikirler var. 'Hâkimiyet Allah'ındır' diyenler var. Atatürk'ün dediği gibi 'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.' Bu ifade demokratik ülkelerde de geçerli. Bence Türkiye, laik demokratik cumhuriyet. Ancak batı dünyası bunu ılımlı İslamiyet gibi algılıyor. Bence laik cumhuriyet devleti Türkiye'nin vatandaşları çoğunlukla İslamiyete inanmıştır. İçimizde Hıristiyan da, Budist de, ateist de var. Bugün TBMM Onur Ödülü'nün esasında yatan, laik Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmuş olması. Bu nedenle TBMM'nin nasıl kurulduğunu anlattım. Ancak konuşmalarımı siyasi tarafa çekmek yanlış. Benim derdim siyaset değil de, hastalarımı nasıl ameliyat edeceğim. Günlük işimiz beyinde temizlik işçiliği. Onları düşünüyorum. Gazi'nin eseri Gazi'yim Atatürk'ün kurduğu Türkiye ortamında yurtdışına eğitime gitme olanağı bulduğum için 'Gazi'nin eseri Gazi' ifadesi (Milliyet'te kullanılan başlık) çok doğru. Ama hepimiz en sonunda Allah'ın eseriyiz. Allah inancı kendine mahsus bir konu. Ben siyasete karışmayan her din insanına büyük hürmet duyarım. Akıllı yaratıcı Allah Okuduklarım ve bildiklerimle baktığımda makro ve mikro kozmosta gördüğüm mükemmellik karşısında şaşkın durumdayım. O zaman diyorsunuz ki, akıllı bir yaratıcı var. Akıllı yaratıcı, Allah. Düşünün ki insan hayatı kısacık. Dünya milyarlarca yıldır var. İnsan, en fazla 120 yıl yaşayabiliyor. İnsan toz parçası bile değil. Dalga içindeki bir damla. Camiye ise çocukluğumda ibadet amaçlı 2 kez gittim. Bütün ibadet merkezlerinde ulvilik hissediyorum. Kadın cerrah 30 binde 300 Ben kadın hakları meselesi üzerinde duruyorum. Beyin cerrahisinde biz 30 bin kişiyiz. İçimizde 300 kadın cerrah var. Ülke parlamentolarında ortalama yüzde 5 kadın temsili var. Türkiye'de de öyle. Memleketin gelişmesi için kadın hakları meselesi önemli. Türkiye'de en çok gençler hoşuma gidiyor. Annelerimiz, hatta hanım hocalarımız bile başlarını öne eğip bakarlardı. Bakışlar değişti. Sizin gibi kadınlar doğrudan karşısındakine, gözlerine bakıyor. Cemiyet ortamı beyni yorar Hiçbir zaman sosyete veya cemiyet atmosferine karışmadım. Öyle ev ziyaretlerine gitmeyi sevmem. Beyin böyle cemiyet ortamlarında yoruluyor. Cemiyet ortamı yerine bale izlemeye gidilebilir. Beyin sağlığı için ve beyni dinlendirmek için klasik müzik dinlenebilir. Aşkı kadınlar seçerek başlatıyor İnsan beynini keşfetmeli. Bütün olaylar beynimizde. Âşık olmak, sevmek, korku, vicdan, acı, hepsi beynimizde. Dolayısıyla sevgi işi kalpte değil. Yakında plastik kalpler gelecek. Peki neden kalp deniliyordu? Aslında beyin sinir sistemi üzerinden kalbi etkiliyor. Beyin aşk hissine girince daha fazla kan dolaşımına ihtiyaç duyuyor ve kalp daha hızlı atmaya, yani daha fazla kan pompalamaya başlıyor. Kalbimiz, öyle hızlı hızlı atınca sevgi işi de kalbe bağlandı. Aşk mevzuu çok derin, ama bunun fizyolojik tarafı olduğunu düşünüyorum. Aşk beynimizde başlıyor. Kadınlar aşka açık. Kadınlar kendini başka biriyle birleştirdiğinde tehlikeye giriyor. Kadınlar daha duygulu, hassas ve altıncı his sahibi. Kadın erkeği seçerken, hisleriyle davranıyor. Tehlikeyi hesap ederek, bu erkekten çocuk sahibi bile olabileceğini düşünerek erkeğe açılıyor. Çünkü çocuğu kadın taşıyor, tehlikeye giriyor. Hakiki aşk - sevgi, kadının erkeği seçmesi ve ona açılmasıyla başlıyor. Erkek, kadın gözüne, bacağına bakar da, yok öyle. O başka hadise, aşk değil. Bence aşk duygusu beyinde, kadın ve erkeğin fizyolojik birleşmesiyle gelişiyor. Detaylarını bilmiyoruz. Aşk üzerine düşünüyorum. Mükemmel ev kadınsız olmaz Mükemmel ev kadınsız olmaz. İnsanlar güzel yatak odası, mutfak yapıyor. Ama içinde kadın yok, öyle olmaz. Bekârlık sultanlıktır sözünü ve diyenleri hiç anlamıyorum. 'Kabiliyet meselesi sır' Bizim 1.5 kilogramlık beynimiz, içindeki 1 trilyonluk hücresiyle makro kozmos ile mikro kozmosu kavrayabiliyor Kendimizi bulmak da çok kolay değil. Felsefe, din eğitimleriyle kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Buna çalışan kim? Beynimiz. Beynimiz hakkında pek az şey biliyoruz. Beyin çok değişik hücrelerden yapılmış. Yapısı ve işlevleri ise muazzam. Bizim 1.5 kilogramlık beynimiz, içindeki 1 trilyonluk hücresiyle makro kozmos ile mikro kozmosu kavrayabiliyor. Hem evreni, hem de hücre içini kavramamız, algılamamız ilginç. Bunu hiçbir hayvan algılayamıyor. Beyin beni şaşırtıyor. Hafıza, zekâ nerede, bilmek istiyoruz Dünyada 6 milyar insan içinde 10 milyon çocuk belki de piyano dersi alıyor. Ama içlerinden belki sadece 10 tane kabiliyet çıkacak. Beyinde kabiliyet meselesini bilemiyoruz. Futbol ya da basketbol oynamak çok zor bir şey değil. Ama topla oynamakta bile kabiliyet söz konusu. Hafıza, zekâ, hepsi beyinde nerede, bilmek istiyoruz. İyilik ve kötülük beyinde Beynimiz en iyi ve en kötü yaratıcılığa da sahip. Tüm beyinler kötü işlere çalışsa dünya karışır. Ama beyinde kötü hisler durdurulabiliyor. Suçlu insanlar durduramıyor. Bunun arkasında ne yatıyor, henüz bilemiyoruz. Genetik nedenle dünyada suçlu olanlar yüzde 5 oranında. Kimse ben iyiyim, o kötü dememeli. Hiçbirimiz diğerinden iyi değil. Hem iyilik, hem de kötülük beynimizde var. Tat hücrelerine esir olmamalı Sağlık için ölçülü yaşamak şart. İnsanlarda mutlaka kalori bilinci olmalı. Peygamberimiz de 'Sofradan yarı tok kalk' demiş. İşin özü, tıka basa yeme. Beynimizdeki tat hücrelerine esir oluyoruz. Esir olunmamalı, şişmanlık tehlikeli. Günde mesela 1 kadeh şarap içilebilir. Meclis'teki fındık sözlerim şakaydı. İlaçlar bireyselleşecek Hücre, 10 mikron ölçüsünde ufacık bir çuval. 1 mikron, 1 metrenin milyonda biri. Her hücrede ise binlerce alıcı-verici var. Bu nedenle gelecekte beyne nasıl ilaç verileceği de değişecek. Belki sağ veya sol beyinciğe ayrı ayrı ilaçlar önerilecek. İlaçlar bireyselleşecek. 'Dedem 90 yaşında evlenmiş' Göz ve diş sağlığımla ilgili sıkıntılarım oldu. Ama 80 yaşında başka hiçbir sağlık sorunum yok. Evde kendimi dinlemeye çekilirim. Klasik Batı veya Türk Müziği dinlerim. Yediğime, içtiğime dikkat ederim. İçimde sonsuz yeme isteği var, ama çok sevmeme rağmen çikolatayı bile yemiyorum. Cinsel yaşamım da normal gidiyor. Her şey gibi dozunu kaçırmadan yaşamak lazım. Sağlıklı olmak için en güzeli her şeyde ölçülü olmak. Dedem var ki, 90 yaşında evlenmiş. Belki genetik yapıyla ilgili. Sağlıklı oluşuma ben de şaşırıyorum. Eşimle rumba yapıyoruz Spor yapmıyorum. Hastane içinde merdiven inip çıkıyorum. Ameliyatlar yapıyorum. Bazen arkadaşlar çağırıyor, bahçede futbol oynuyorum. Hoşlanmadığım için içki içmiyorum. Bazen evde eşimle rumba yapıyoruz. Müzik melodisi duyunca hareket ediyorum. 'Can, sonra komünist oldu' Annemiz 18 yaşında çocuk doğurmaya başlamış. İkinci çocuğu, İhsan Ağabeyim. Diyarbakır-Lice'deyken tifüs rahatsızlığıyla vefat etmiş. Annemiz, saçını kesip saklamış. Hep onu kaybettiği için hayıflanırdı. 'Sarışındı, ne güzel renkli gözlüydü' derdi. Ankara'da da hasta insanları yakından gördüm. Numune Hastanesi'nde nasıl beklediklerini, eşek üzerinde hatta insan sırtında nasıl hasta geldiğini gördüm. Bunlar benim elbette tıbbı seçmemi etkiledi. Ben hümanistim Benim aklımda ne Almanya, ne de İsviçre'de yaşamak vardı. Viyana'ya gitmek vardı. Tahsilimi orada yapmak istiyordum, ama olmadı. Yalnız ben burslu gitmedim. Para biriktirmiştim. Öğrenciliğimle birlikte Ankara Stadyumu'nda, sonra da Toprak Mahsulleri Ofisi'nde çalıştım. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, oğlunu Nazi Almanyası'na siyaseten göndermek istemedi. Biz düşünememiştik ki, gerçekten Türkiye'nin bakanı siyaseten oğlu Can Yücel'i Nazi dünyasına gönderemezdi. Can'la arkadaşlığım nedeniyle benim için 'komünist' demelerine şaşırdım. Ben kendimi hümanist biliyorum. Hiçbir anda komünist olmadım. Can Yücel de sonradan komünizme eğildi. Ben herhangi bir siyasi partiye üye olmadım. Hümanizme neden inanıyorum? Çünkü her insana eşit yaşama hakkı tanınmalı. Yiyeceği, içeceği, giysisi, hastalandığında sağlık bakımı mutlaka olacak. Bu eşit hakları istiyorum. Ancak hiçbir yerde yüzde 100 hümanizm gerçekleşmiş değil. Milliyet okuyorum Ben Milliyet okuruyum. Fako İlaçları'nın sahibi Kaya Turgut Bey, bana ABD'ye Milliyet'i gönderiyor. İstanbul'dan aylık gazeteleri biriktirip gönderiyor. Ama benim için konular enteresan ve zamanı geçmemiş oluyor. Bazen internet aracılığıyla gazete okuyorum. Ama internetten okumak, soğuk yemek yemek gibi oluyor. En iyisi gazeteyi eline alıp okumak.