Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

bahtiyar_mustafa

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    28
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Profil Bilgileri

  • Cinsiyet
    Erkek
  • Yer
    TÜRKİYE

bahtiyar_mustafa - Başarıları

Araştırmacı

Araştırmacı (4/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. bahtiyar_mustafa

    alevilik

    Not: Güzel Bir araştırma konumuza ışık tutması ve samimiyetine inandığım bir yazıyız sizinle paylaşmak istedim. Eğer kısmet olursa yazının devamınıda paylaşırız inşallah Yazıyı aman çok uzun demeden ilgiyle okuyacağınız umuduyla.. TÜRKİYEDEKİ ALEVİLİK(1) Gerçek şu ki; Türkiye’deki Alevilerin aslı Caferiliktir. Türkmen ve Yörük kökenlidirler. Türkmen ve Yörükler, kısmen Hanefi ve kısmen Caferidirler. Şu andaki Kerkük Türkmenleri gibi. Onlarda yarı yarıya Hanefi ve Caferidirler. Bu neden böyle? Çünkü Türkler, Abbasilikten gelen Hanefilikle, İran’dan gelen Caferiler’deki dini görüşün etkisinde kalmışlardır. İran Caferileri ile karşılaşan Türkler-Türkmenler ve diğer Türk kökenli boylar, İranlı Caferiler’den Abbasi Hanefilerle karşılaşan Türkler de, Hanefilerden dini öğrenmişlerdir. Bu bir tarihi gerçektir. Azeri Caferiler ve diğer Türki Devletlerdeki Caferilerin durumu da budur. Yani Türklerin tamamı Hanefi değildir. Bu girişi yaptıktan sonra şimdi Caferilik(Şiilik) ve Hanefilik-Şafilik(sünnilik) nedir-ne değildir onu, sonra da bu günkü Türkiye’deki Alevilik nedir? Ve Türkiye’deki Alevi kardeşlerimiz hangi evrelerden geçmiştir? Onu, objektif ve nesnel olarak belgeleri ile açıklayacağım. Çünkü gerçek bilinmedikçe, bugünkü Türkiye’deki Alevi sorunu bilinemez, bilinmedikçe de gerçek çözüm yolu bulunamaz. Allah, Peygamber ve Şahı Velayet Adına inşallah bu konulara açıklık getireceğim. Kardeşlerim gerçek şudur ki; Dört mezhep(Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli) Fıkhi mezhepler ve itikadi olan Eş’ari ve Maturudi mezhepleri Abbasi devrinde kurulmuştur ve resmileşmiştir. Caferi ve Zeydi, İsmaili mezhepleri de Abbasi Devleti zamanında oluşturulmuştur. Ancak, resmileşememişlerdir. Çünkü Abbasi Sultanları, bu üç mezhebi meşru saymamış, hatta takibat altına almışlardır. Ancak bu üç Şii mezhep durmamış ve kendini korumuştur. Caferilik, sonra İran Devleti kurulup Abbasilerden ayrılınca; İran’da resmileşmiş ve Türk Hükümdarları Harzemşahlar tarafından da Hindistan, Afganistan ve Türk bölgelerinde kurumlaşmış ve resmileşmiştir. İsmaili Mezhebi de, Hindistan ve Pakistan dolaylarında resmileşmemiş ise de açık gizli kurumlaşmış olarak varlığını devam ettirmiştir. Zeydi Mezhebi ise, Yemen de kurumlaşmış ve derken resmileşmiştir (İşte Yemendeki sürekli Osmanlıya direnmeler-isterseniz isyanları deyiniz hep Şii oluşlarındandır) Onlar ne Emevilerin ve Abbasilerin, ne de Osmanlıların Hilafetini kabul etmemişlerdir.(Tıpkı İran ve Arap-Türk Türkmen Şiileri gibi.) etmezler, edemezler. Nedeni? Nedeni şudur: Şii mezheplerine göre, ilk üç halife; Hazreti Ebubekir, Ömer, Osman peygamberin halifesi değillerdir. Bu durumda nerede kaldı; Emevi’lerin, Abbasi’lerin, Sultan Selim’den gelen Osmanlıların Halifelikleri!. Abbasiler çağında kurulan Hasan-el Eş’ariye göre ki - Ehli sünnet itikadı olarak Hanefi ve Şafi ulemalarının çoğu tarafından kabul edilmiştir- İlk dört Halifenin dördünün de Hilafeti Haktır. Hazreti Zübeyir, Talha ve Ayşe, Hazreti Ali’ye karşı hata yapmışlardır. Ancak hatalarından dönmüşlerdir. Muaviye ve Amribni As ise Taği- Tuğyan ehlidirler.(Taği kötü, zalim Hakka asi ve fesatçı demektir.) Hatta Hasan El-Eş’ari şöyle buyurmaktadır: “Öyle bir Hak İmam’a (Hazreti Ali’ye) tuğyan etmişlerdir ki, Hak Ondan (Hz.Ali’den) ayrılmaz. “ “ Hak Ali iledir” (Tirmizi, Tac Terc.C.3.s.627 Suyuti, Ebu Said’den, Camiulkebir) Ayrıca “Peygamber Efendimiz(s.a.v) Ammar’ı (Ammar Bin Yasir ilk 6. Müslüman ve aynı zamanda ilk kadın şehit Hz.Sümeyye’nin oğludur.) baği (asi, tuğyan ehli, kötü zalimler) taifesi muhakkak katledecektir.” Buyurmuşlardır. (Hadisi Şerif) Ammar Bin Yasir’i , Hazreti Ali’yi tuttuğu için Muaviye Amribni As gil yani Emeviler katletmiştir. Ve Peygamberimizin sözü ispatlanmıştır. Zalim ve fesatçıların bu suretle kim olduğu apaçık meydana çıkmıştır İşte kardeşlerim, böyle tertemiz bir Hazreti İmam’a, Peygamberin Hak halifesine ve Kur’anda geçen Tahir, mutahhar, tertemiz Ehli Beytine tuğyan etmiş bu iki- zalim taği, Eş’ari’nin taği olarak nitelendirdiği Muaviye ve Amribni As denilen iki fesatçıdır. Bunları ben söylesem inanmazlar. İşte Ehli Sünnetin itikat imamı olarak kabul ettikleri İmam Eş’ari söylüyor. (Şehristani; Elmilel Sayfa 3, Taftazani-Kelam İlminin Belli Başlı Meseleleri isimli kitap Sayfa 87. Yazarı Dr. Ebul Vefa El-Taftazani Tercüme Doç.Dr. Şerafettin Gölcük Kayhan Yayınevi Umumi Neşr.No:9 Birinci Baskı Ocak 1980 ) Sultan Selim’den sonraki medrese uleması yani Şeyhül İslamlara göre ise, ilk dört halife haktır. Onlar reşit halifelerdir. Yani Kamil-olgun hilafetlerdir. Muaviye- Yezit-Mervan da dahil, Emevi melikleri de Peygamberin halifesidirler. Abbasi sultanları da Peygamberin halifesidir, Selim ve sonraki Osmanlı Sultanları da Peygamberin Halifesidirler. Ancak bunlar, Reşit-Kamil halife değillerdir. Eksikleri noksanları vardır. Amma halifedirler. Halbuki “Hilafet benden sonra 30 yıldır sonra adud (ısırıcı) melik(kral) gelir. Hadisi Şerif; vardır.(Said b. Cümhandan; Ebu DAvud, Tırmizi, Nesei Tac.Terc.c 3s 79,Bekir Sadak ist.1973 Ayrıca Sahihi Buhari ve Tecridi Sarih Terc. Diy.İşl.Bşk.Y) Abbasilere göre ise, Emeviler ve Melikleri değil Halife dinsiz, imansız zalim ve münafıklardır. Zaten Emevi devletini yıkıp onları dinsiz, imansızlar diye kılıçtan geçirmişlerdir. Emevi devletini yıkan Hazreti Abasın torunlarından, ilk Abbasi sultanı Ebul Abbas Hazretleridir. Ama Ebul-Abbastan sonra yerine geçen Ebu Cafer Mansur ve diğer Abbasi Sultanları da İmam Muhammed Bakır, Caferi Sadık, Musa-i Kazım, Ali Rıza ve evlatlarını incitmişlerdir. Hazreti Ali(k.v), evlatları-amcaları oğlu olduğu halde gayeleri “iktidarda kalmaktır.” Caferiler ile, İsmaililer’e göre ise, “ilk üç halifenin hilafeti hak değildir. Hazreti Ali’nin hakkını elinden almışlardır. Ancak ilk üç halife mümindir. Onlarda peygamberin ashaplarıdır. Sövmezlerde sevmezlerde. Delilleri “Ben kimin efendisi isem Alide onun efendisidir” Hadisi Şerifi (Hazreti Enes, Zeyd bin Erkan, Cerir Habeşi ve Ammardan Ahmed Bin Hanbel Müsned C.4.Sh.281 Ayrıca Sa'd b.Ubeyde'den, O da İbn-i Bureyde'den, O da babasından; ayrıca İbn-i Abbas'tan, Müsned 5,350,358,361; Tırmizi 5,633, ayrıca İslam İslam Tarihi M.Asım Köksal C 8, s 195) ve Ehli Beytin üstün olduğuna dair Sure-i Ahzap'daki Ehli Beyti yücelten 33. ayettir. (Çok Önemli Bir Not :“ Ehli Beyti bizzat Allah, nefis kirinden arındırmıştır” İşte bu Azhap Suresinde geçen Ehli Beyt ile ilgili ayet, EHLİ BEYTİ MUHAMMED'İN yüceliğinin ispatıdır. Ehlibeyt, bu suretle bütün insanlardan üstün kılınmıştır. Ashablar da dahil, evliyalar da dahil bütün Müslümanların beş vakit namazlarının içinde ve dışında okumaya mecbur tutuldukları "Allahumme Salli, Allahumme Barik Selavatları " da bunun delilidir. Peygamber'e ve Ehli Beytine selavat okumayanın namazı bile namaz olmamaktadır. Arapça'da "Al-i " sözcüğü Ehlibeyt sözcüğünün kısaltılmışıdır. Araplar, Ehlibeyt sözcüğünü kısaltarak, "Al-i Muhammed" derler. Şu kadar var ki; "Al-i Muhammed(Ehlibeyt)" Nebi (Peygamber) değillerdir. Fark bu kadardır. Onlar, Allah'a en yakın olan Yüce Velilerdir(Evliya). Çünkü Peygamberleri arındırdığı gibi, Hazreti Muhammedin(s.a.v) Ehlibeytini de, bizzat Allahu Taala arındırmıştır. "İnnema yürudillahi li yüzhibe ankümürricse EHLELBEYTİ ve yütehhireküm tethira"(Azhap 33) Bu Ayet-i Kerime, Ehlibeyti bizzat Allahu Taala'nın arındırdığının kesin delili ve şahididir. Allahu Taala'nın bizzat arındırdıkları Peygamberlerdir. Bir de Hazreti Muhammed'in(S.a.v) Ehl-i Beytidir. Sure-i Azhap taki ehlibeyt ile ilgili 33.ayet bunun delili ve şahididir. Diğer insanları nefis kirinden, Allah'ın Peygamberleri ve Velileri ( Allah'a vasıl olmuş İnsan-ı Kamiller) arındırmıştır. Şu mübarek ayet bunun delilidir: "--Kendi içinizden, size Âyetlerimi okuyan, Sizi tezkiye eden (nefis kirinden, fücurdan tezkiye eden-arındıran), Size Kitap ve Hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir elçi (Resul, İnsan-ı Kâmil) gönderdik. (Bakara: 151) ) Bu nedenle İran'da ve Caferilerde bir tane Ebubekir, Ömer, Osman isimli kimseye rastlanmaz. Zeydi Şiilerin durumu farklı. Onlara göre Peygamber, İmameti- hilafeti Hazreti Ali ve evlatlarına bırakmıştır. Bu kıyamete kadar böyledir. Onlar da, imameti-hilafeti, Oniki imamcı Caferiler gibi sınırlamak yoktur. Hazreti Ebubekir, Ömer, Osman’ın hilafetleri ise maslahat icabı caizdir. Hazreti Zeynel Abidinin büyük oğlu İmam Zeyd Hazretlerine göre, “Hazreti Ali Efdel yani en faziletli olandır. Diğer ilk üç halife ise, fazıldır. Yani onlar da, faziletli zatlardır.” Peygamberin yakın ashabıdır. Hazreti Zeyde sordular: “Efdel, en faziletli varken faziletli olanların hilafetleri caizmi dir? Hazreti İmam Zeyd buyurdu ”Maslahat icabı caiz olur.” Zeydiler çocuklarının ismini Ebubekir, Ömer Osman koyarlar. İran şiasına benzemezler. İsmaili Şiiler ise, on iki imamın altısını hak bilirler. Caferi Sadıktan sonra, İmamet-hilafet Hz.Sadıktan önce ölen küçük oğlu İsmail’e geçti deyip, kendilerini İsmailiye diye adlandırırlar. Musa Kazım Hazretlerinin imametini kabul etmezler. Peki Hazreti İsmailden sonra imamet kime geçti sorusuna “Ondan sonra imamet gizlendi. İmamı mektum-gizli imam” derler ve batın imamı gizli tutarlar ve dini yüzde yüz batıni görüşle yorumlarlar. Halbuki dinin, batıni yorumu olduğu gibi, zahiri yorumu da vardır. İsamililere Batınilerde denir. İran Şiası Caferiler ise, 12 imamı imam bilip, ilk 3 halifeyi imam-halife bilmezler. Dini ise tamamen zahir bilip-zahiren yorumlarlar. Bir nevi Zahiriyecidirler. Örneğin İran Caferi Mezhebine göre, sadece şeriat vardır. Tarikat-şeyh-tekke yoktur. Abbasilerde ve Osmanlılarda olduğu gibi, ruhani arınma olan seyri sülüke şeyh pir-mürşidi Kamil mürid, derviş salik ilişkilerine, tasavvuftaki insanı kamilin kutsi ruhuna rabıtaya inanmazlar. Onlar da tasavvuf bir olgu değil bir düşüncedir. Yani onlara göre tasavvuf bir kültürdür. Edebiyattır, İslami değildir. Tıpkı bizim ekseri medrese ulemamız gibi, vahhabiler gibi. Seyri sülüke, rabıtaya inanmazlar. Tasavvufu da dinin görüşü saymazlar. Dini zahiren yorumlarlar. Bir nevi vahiyci değil mantıkçıdırlar. Aristo'nun kıyasla istidlaline (delillendirme) inanırlar. İran’da tekke yoktur. Olmamıştır. Vardır, oradaki Sünni mezhepler arasındadır. Ayetullahlar kabul etmezler. Çünkü Caferilik sadece şeriatçılıktır. Onlara göre din-İslam şeriattan ibarettir. Bu mezheplerle ilgili verdiğim malumatları, Muhammed Ebu Zehranın Mezhepler Tarihi isimli Diyanet İşl. Bşk.Yayınlarından olan kitabındada tafsilatlı olarak görebilirsiniz. Ayrıca, Eş’ariliğin yayıcısı Taftazani’nin kitabında da bu imamet bahsini genişçe bulabilirsiniz. (Yukarıda Zikredilen Kelam meseleleri isimli kitap) . Bizim “Mezhepler ve Yükseliş” isimli kitabımız ve diğer kitaplarımızda ve www.varliktanveriler.com isimli internet sitemizde “Peygamberden Sonra Din Yorumları” yazımızı okuyabilirsiniz. Kardeşlerim, size yukarıda mezheplerle ilgili bilgileri kaynaklarına dayanarak sunduktan sonra gel gelelim TÜRKİYEDEKİ ALEVİLİĞE. Bu gün Türkiye’deki Alevilik nedir. Bu mezheplerin hangisinden kaynaklanmaktadır. Menşei, asıl kaynağı hangisidir. Bilindiği gibi yukarıda da açıkladığım gibi, Türklerin ve Türkmenlerin bir kısmı dini Abbasi Din yorumları (Dört Müctehid, Ebu Hanife–Numan bin Sabitten, Muhammed Şafiden, Malikten ve Ahmed bin Hanbel’den) Abbasi Aş’ari Maturidi ve Tasavvuf bilginlerinden almışlar ki, bunlara ehli sünnet yani Sünniler denir. Bir kısmı da İran Caferilerinden ve Türk hükümdarları Herzemşahların kabul ettikleri Caferi ulemasından almışlardır. Yani Türkler ve Türkmenlerin tamamı Sünni yada Şii değildir. Örneğin Azeri Şiiler Kerkük Türkmen(Irak) Şiileri gibi. Bu yazdıklarıma kimse itiraz edemez. Bunlar tarihi ve elan yaşayan gerçeklerdir. Şimdi açıklıyorum: Türkiye’deki Aleviliğin ilmi mezhebinin aslı İsna Aşeriyedir.(On iki imamcılık) bu ise, ne Zeydi Şiilerde vardır, ne de İsmaili Şiilerde. Zaten Caferilik 12 imamcılıktır.(Muhammed Ebu Zehra’nın Mezhepler Tarihine bakınız.Diy.İşl.Bşk.Yayınl) Ama Türkiye’deki Aleviler de on iki imamcıdırlar. On iki imamcılıktan gelir. Hiçbir alevi kardeşimiz, on iki imamın ve Caferi Sadık Aleyhisselamın başına yemin edip hayır kardeşlerim “Ben asla Caferi değilim ben asla On iki imamcı değilim” diyemez. Varsa buyursun. On tane Bektaşi dedesi çıksın “ Ehli Beytin başına yemin etsin.” Desinki; “Biz Caferi değiliz” .O zaman ben yanılıyorum demektir. Yemin ederlerse bu sözlerimden vazgeçiyorum. Asılları On iki imamcılıktır. Caferiliktir. Hatta Mustafa Timisinin On iki, imama atfen kurduğu, zannedersem “Birlik(Ehli Beyt) partisinin” başkanı o zaman Anayasa Mahkemesine başvurup, Caferi mezhebinin kabulunu istemiş, Anayasa mahkemesi ise mealen ” Türkiyede tarihten gelen ne ise odur, yeniden mezhep kurulamaz” diye karar vermiştir. İslam’da mezhep yoktur. İctihad vardır. Müctehid vardır. Kardeşlerim isteyen istediği ictihadı kabul eder veya etmez, serbesttir. İslamda ictihat vardır. Öyleyse devam eder. Üçle-dörtle-beşle sınırlanamaz. İçtihat olmazsa bağnazlık başlar. Din de millet de geriler. Geri kalışımızın bir nedeni de budur. Meşhur Şeyhül İslam fetvaları. Şöyle ki, “İÇTİHAT KAPISI KAPALIDIR”. İşte buyurun bu günkü halü pür melalimiz; ve çırpınışlarımızı görünüz. Zaten görünüyor. İçtihat, fetva şimdilerde görüş bildirme olmuştur. Fetva ve görüş bildirme İÇTİHAD değildir. İÇTİHAT HER BİR MESELEDE yeniden kitap ve sünnete (özüne) ters düşmeden hükümler vermektir. İçtihadı 2-3-5 kişi bir araya gelip yapamaz. Müctehid tek kişidir ve bağımsızdır, gerçek müttaki ve Müslümanların saygı duyduğu (ilmine takvasına) alim ve fakih kişidir. Türkiye’deki Alevilerin aslı on iki imamcılık yani Caferilik iken neden sonra Bektaşi tarikatına girdiler? Ve “NEDEN BİZ ALEVİYİZ” dediler? Nedeni derindir ve siyasidir. Şöyle ki; Selçukluların son zamanlarında Baba İshak’ın önderliğinde, Türkmen Şii başkaldırısını bazılarınca isyanını kim başlattı. Bu hareketin ardında hiç kimse İran Şii devletinin parmağı yok diyemez. Baba İshak Hacı Bektaşın’da arkadaşı ve hocası veya Şeyhi idi. Ancak sonra Hacı Bektaş, İshak Baba’yı terk etti. Selçuklu beylerinin takibatından kurtulmak için eskiden küçücük bir köy olan şehirlerden uzak, ıssız bir köye çekildi. (halen Hacıbektaş ilçesi) ve orada tasavvuf sohbetleri yaptı, tıpkı Yunus Emre gibi. Yani eylemci değildi. Eylemden uzak kendini Tanrıya adamış bir sufi idi. (Bakınız. Kırşehirli Mutasavvıf Şair Aşık Paşa tezkireleri) Sonra onun adına Bektaşi tarikatı kurumlaştırıldı. Pir-şeyh Hacıbektaşi Veli denildi. Tarikatın piri kabul edildi. Aslında Bektaşilik bir Osmanlı tarikatıdır. 2.Murat dahil bir çok padişahlar da Bektaşi tarikatına mensuptur. Yani Bektaşilik tarikattır. Tasavvufculuktur, kitapları meydandadır. (Velayetname ve Menakib) Selçuklular zamanında, Baba İshak taraftarları kılıçtan geçirilmiş sürekli takibat altına alınmışlardır. Bektaşiler, Osmanlılar zamanında ise genellikle rahat yaşamışlar ve Bektaşi tarikatına yanaşmışlardır. Ancak Sultan Selim, Abbasilerden o sahte hilafeti alıp kendini Halife-i Resulullah ilan edince Şah İsmail'e de kızgınlığından, mezhebi tek kılmak istemiş Hoca-i Sultan namındaki Tacitevarihin(Kültür Bakanlığı Yayınlarından) yazarı Hoca Nasruddinin verdiği bir fetva ile Osmanlı topraklarında Hanefilikten başka mezhepleri yasaklamış bunun üzerine çıkan olaylarda on binlerce Türkmen Şii Caferiler kırılmıştır. Kuyucu Murad’a niçin “kuyucu” dendiğini bilmeyen Tarihçi yoktur. Sonra şafilik serbest bırakılmış ama resmi mezhep Abbasilerden beri hep Hanefi mezhebidir(Osmanlıda böyledir) Şah İsmail de İran'da Sünni halkı kırmıştır. Selim de İsmail de Türk kökenlidir. İki si de Türktür. Savaşlarının gayesi cihangirlikdir. Sünnilik ve Şiilik her ikisi tarafından kullanılmıştır. İşte bu olaylardan sonra Türkmen Caferiler, şehirleri terk etmiş dağlara çekilmişlerdir. Şii Caferi olan Dadaloğlu’nun: “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir “ dizeleri meşhurdur. Dağlara çekilince ne olmuştur? Bektaşi Babagan sınıfından uzaklaşılmış Bektaşi Dedegan sistemi kurulmuştur. Yüzyıllarca o dağlarda mektep medreseden (Caferi medreselerinden ve öğretisinden) mahrum olmuşlardır . Artık dağlarda ne Caferi camileri ne de Caferi medreseleri vardır. Yüzyıllarca ve halende bir çoğu dağ köylerindedirler, yeni yeni kentleşmektedirler. Cem evleri gereksinimleri de bu kentleşmeden doğmuştur. Çünkü eskiden hep Bektaşi dedelerinin denetiminde köy evlerinde cem ayini yaparlardı. İşte bu şekilde kendi ana kaynakları olan ve ilmi bir içtihad olan Caferi öğretisini de unutmuşlardır. Bu gün hangi alevi kardeşimize Ehli Beyte yemin ettirerek sorsan “ Ben Caferiyim“ der, der ama ilmi bir içtihat olan Caferiliğin itikat ilkelerini sorsan bilmez. Bu durumda Alevilerin, İran Azeri caferiliği ile bir alakası kalmamıştır. Alevilerin bugün Caferlikleri, sadece Caferi Sadık'a ruhen bağlılıkları ve sevgileridir.On iki imamcıların da, Oniki İmam Efendilerimize, ruhen bağlılıkları ve sevgileridir. Tıpkı Tasavvufi Alevilerin, ruhen bağlılıkları, sevgileri ve sonsuz saygıları gibi. Bu konuda oniki imamcı bektaşi alevilerle tasavvufi Cüneydi (Bağdadi) aleviler beraberdirler, hem fikirdirler. En kuvvetli ortak yanlarıdır. Peki dağdaki on iki imamcı kardeşlerimiz ne duruma düşmüştür? Kendi atalarının mezhebi olan Caferi kültüründen mahrum olunca ehli sünnet mezheplerinin dışındaki bütün fikirlere açık olmuşlar ve onlardan esinlenmişlerdir. Örneğin, bugünkü Alevi kardeşlerimiz şeriatı inkar etmezler. Pir sultanın da şeriatı kabul eden, bir Caferi alim ve şair olduğunu bilirler. 4 kapı 40 makamı hakikat bilirler. “Şeriat, tarikat marifet ve hakikat haktır” derler. Ancak şeriatı Caferiler ve Hanefiler gibi zahiren değil de batinen yorumlarlar. Tasavvufcular da dini zahir, batın kabul edip batini yorum da getirirler. Alevi kardeşlerimiz işte bu tasavvufi batın yorumu ile bir yerde İsmaili Şii mezhebinin batıni yorumu arasında bir batıni görüşü kabul ederler ” Alevilik İslamidir. En büyük Müslüman ve Muhammedi, Şahı Velayet Hazreti Ali Veliyullahtır” derler. Bunu materyalizme kaymamış bütün aleviler kabul ederler. Niçin Bektaşiliğin dedegan sistemini kabul ettiklerini yeterince anlattım. Zira Hacı Bektaşi Veli Hazretlerinin ve Yunus Hazretlerinin asla İran Caferi mezhebinden olmadıkları sabittir. Yukarıda değindim, o bir Osmanlı tarikatı olan Bektaşiliğe sığınmadır. Peki nediye kendilerini ayrıca alevi diye nitelediler. Bunun iki açıklaması vardır. Birisi tasavvufi birisi de zaruri. Önce zaruri olanı açıklıyorum. Sultan Selim, Şah İsmail’e kızıp mezhepleri teke indirip Hanefilikden başkasını (Caferliği- Şiiliği) yasaklayınca “Caferiyim, Şiiyim demek” Osmanlı devletince suç sayılıp yasak olunca, çok zeki olan Alevi kardeşlerimiz “Biz Aleviyiz biz Kızılbaşız” dediler, dayaktan kurtuldular. Çünkü bizzat Sultan Selim’de “Ben Aleviyim” derdi. Haydari bıyık bırakırdı. Hatta bugün dahi siyasilerimizin bir kısmı ve Sünni bilginlerinin bir kısmı “ Bizde aleviyiz. Biz de Hz.Ali’ye bağlıyız. Onu çok severiz. “Hepimiz aleviyiz” derler. Hatta Saidi Nursi Efendi de “Ben Keremeti Aleviye'ye Mazharım” demiştir. Fethullah Gülen Hoca da defatla icap edince “Ben de Aleviyim” demekten çekinmemiştir. Çünkü Alevilik Hazreti Ali’nin yolundan gitmek ve Ehli Beyti sevmektir. Hazreti Ali ise, ilmin kapısı Hazreti Muhammed’in Pak Ehli Beytinin serdarı ve onun yolu son peygamberin yolu idi. Kızılbaşlık ise, Uhud harbinde Sufyanilerin başlarına mor sarık, İslam askerlerinin (Muhammedilerin) başlarına kırmızı sarık sarmalarından kalma bir terim idi. Süfyaniler, Mekke müşrikleri Müslümanlara Kızılbaşlar derlerdi. Altuğda, kızıl tuğ-kızıl başlı anlamına dır. Osmanlı padişahları Alevi ve Kızılbaş kelimesine kızmazlardı. Yani Türkmen Caferi Şiilerin zekice buldukları bir kelime idi. Sultan Selim’den sonra kabul edilmeyen Alevilik değildi, Şiilik, Caferilikti. Çünkü bu iki kelime İran Şiasını çağrıştırıyordu. Yani yasaklama dini değil siyasi idi. Sonra mı? Sonra kardeşlerim 2. Mahmut Bektaşiliği de yasakladı. Abdulaziz zamanında yasak kaldırıldı. Bektaşi tekkeleri, cem evleri yeniden serbest bırakıldı. Bu defada Abdülhamit, ittihatçılar Bektaşiliği öne çıkarıp Bektaşi bıyıkları bırakınca (onlar zaten en muhalifleri idi 2. Abdulhamidin) Abdülhamit tarafından da kapatıldı ve Bektaşi tekkelerine, Nakşibendi şeyhleri atandı. Bektaşilerde özgürlük vaat ettikleri için ittihatçıları desteklemişlerdir. Meşrutiyetin ilanından sonra tekrar bu Bektaşi Tekkeleri açıldı. “Bunlar alevi değil, böyle Alevilik olmaz” deyip Bab-ı meşihat’a bağlı mollalarca Alevilik de karalandı. Akla fikre sığmaz karalamalar yapıldı. Bizzat 2.ci Selim’in kabul ettiği “ALEVİ” kelimesi üzerinde de bir alerji yaratılmış oldu. İşte alevi kardeşlerimizin tarihteki serüvenleri ve trajedileri budur. Meşrutiyet ve Cumhuriyetin ilanına kadar bir türlü rahat yaşamamışlardır. 1908 den-1923 ten beri özgürdürler, üzerlerinde hiçbir devlet baskısı yoktur, rahattırlar. KAZIM YARDIMCI ADIYAMAN 12 ŞUBAT 2007 Not: Bu yazı “ADIYAMAN’DA BUGÜN” isimli yerel gazetede yazı dizisi olarak 20.02.2007 ve 23.02.2007 tarihleri arasında yayınlanmıştır.
  2. ENBİYA-EVLİYA (NEBİLER-VELİLER) VE VAHHABİLİK Kur’anı Kerimde Enbiyaallah ve Evliyaallah ayetleri vardır. Enbiya-Nebiler Evliya Veliler demektir. Veli dost demektir. Ayrıca müminlere, Melekler ”Nahnü Evliyaüküm-Biz sizin VELİLERİNİZ-DOSTLARINIZIZ” demektedirler. (Fussilet 31.Ayet) Allahuteala ise, müminlere hitaben “İnnema veliyyükumüllahu ve RESULUHU vellezine amenullezine yükümünüsselate veyu’tunuzzekate vehum rakiun-Sizin veliniz ancak Allah ve Resulu (Muhammed A.S)dur. Ve iman edip namaz kılan zekat veren ve eğilenlerdir (hakkın önünde eğilenler)” buyurmaktadır.(Maide 55.Ayet) Ayrıca müminlerden bazısı, bazısının velisidir-dostudur. “Badühüm Baad” (Tevbe 71) ayeti de vardır. Hazreti Alinin müminlerin velisi ve mevlası, efendisi olduğuna dair bir çok hadisler vardır. (Bakınız İbni Hanbel Kitabı Müsned ve diğer Hadis kitapları) Peygamberler ve melekler muhakkak inananların velisi dostudur. Bazılarının “Allah’tan başka veli-dost yoktur” deyip, Peygamberleri, Melekleri de dost olmaktan çıkardığı gibi eğer Peygamberimiz(S.A.V) de Allah’ın velisi dostu değilse bu Müslümanların ve bu insanların yeryüzündeki hali ne olur? “Peygamber sizin sahibinizdir” ayeti de vardır.(Sebe 46, Necm 2, Tekvir 22) Ayrıca Velinin karşıtı aduv-düşmandır. Eğer Müslümanlar birbirlerinin velisi dostu değildir denirse o zaman birbirlerinin düşmanı anlamı çıkar. Tabii Evliya-Veliler ehli takvadır. Allah’tan çok sakınan ve Allah’a karşı çok edepli davrananlardır. Takva ise kalptedir. (Takvel Kulüp) Ayeti vardır (Hac 32). Zahiri şekli-kisve takvası değildir. O bir gösteriştir. Riya ihtimali çok yüksektir. Allah’ın tarif ettiği Müminler ve Allah’ın tarif ettiği müttakiler, Allah’ın velileridir, müminlerin de Velisi (DOSTU)dir. Gerçek müminler (taklidi iman değil) ve gerçek müttakiler Evliya (Velilerdir) dostlarıdırlar. Allahın Kur’anda “Allah’tan öte dost edinenler” anlamındaki ayette geçen “Mindunihi-Ondan öte” den maksat, sanemler, oyma putlar, uyduruk ilahlar hakkındadır.(Nisa 119, A’raf 30) Bütün Ulema, Mindunihi ayetinin sanemler, uyduruk ilahlar, oyma putlar hakkında olduğu hususunda hem fikirdirler. ”Ela inne Evliyaallahi la havfün aleyhim velahum yahzenun.- Ayık olun, Yeryüzünde Allahın velileri, dostları vardır ve onlara korku-hüzün yoktur.” (Yunus 63) ayetindeki Allah’ın Velileri(Evliya), müminlerin de velileridir, dostlarıdır. Çünkü eğer dünyada, veliler- dostlar yok ise hep düşmanlar vardır. O zaman dünya yaşanmaz olur. Kesin olarak Peygamberler, Melekler ve Müttaki müminler, Hem Allah’ın velileri, dostları hem de MÜSLÜMANLARIN VELİLERİ-DOSTLARIDIR. Bazı sapık aşırı tenzihçi zatçı mezhep mensupları çıkıyor. Doğrudan Allah’tan başka VELİ-DOST yok deyip, Allah’ın velilerini- dostlarını inkar ediyor. Bir defa aşırı tenzihçilik ve Zatçılık küfürdür. Şöyle ki; Bundan SIFATI; ALLAH’IN Sıfatının inkârı çıkar. ZAT- Özne, SIFAT-Nitelik-Nasıllık ile bilinir. Sıfatsız Zat-Özne olmaz. Ve sıfatsız-niteliksiz ZAT-Özne bilinmez. Tasavvufun Hasan-El Eş’ari’nin ve Maturidi’nin görüşleri budur. Ehli sünnetin itikad imamları olan Eş’ari ve Maturidi’nin görüşü de kesin olarak budur. Sözü geçen bu iki zat da (Eş’ari Maturidi) Evliyayı-Velileri kabul etmiştir. Eş’ari de Maturidi de “Hz.Muhammed’den sonra “Nübüvvet son bulmuştur. Ancak Velayeti Muhammediye devam etmektedir.” buyurmaktadırlar. Ayrıca “Evliya ve kerametleri ve himmetleri haktır” buyurmuşlardır. Allah’tan başka veli yoktur diyenler ehlisünnetten değildir. Bunlar Vahhabi Mezhebinin görüşleridir. Ayrıca “Allah’tan başka veli yoktur” kesin hükmüne varınca “Peygamberler, Melekler ve gerçekten muttaki (ehli takva) Müslümanlar da Veli DOST olmaktan çıkar ki Maazallah diyorum. Çünkü VELİ-DOST kelimesinin karşıtı ADUV-DÜŞMAN kelimesidir. Bundan öyle kötü anlam çıkar ki; o zaman Allah’tan başkası Peygamberler, Melekler, Müttaki Mümin Müslümanlar da hepsi mümin Müslümanların velisi dostu değil, ADUSU DÜŞMANI ilan edilir. Ehli Sünnetin, bu gibi sapkınlara ve görüşlerine çok dikkatli olmaları gerekmektedir. Çünkü Türkiye’deki Vahhabiliği benimsemiş kişiler, Ehli sünnet kisvesi (Şapkası) altında bu sapık fikirleri yaymaya çalışmaktadırlar. Bunlar, İslam’ın içine girmiş FIRKAYI DALLİNLERDİR. (SAPKIN, ŞAŞKIN FRAKSİYONLAR MEZHEPLER-YOLLARDIR.) İslam literatüründe Zatçılar olarak tesmiye edilen (İsimlendirilen) aşırı Tenzihçiler, Tevhidcilik, Haniflik- Müslümanlık (Haniflikle Hanefilik yani Hanefi mezhebine bağlılık ayrı şeylerdir. Hanifliğin anlamı Müslümanlıktır. Hanefilik, Hanefi Mezhebidir. Yani Ebu Hanifenin içtihatlarını kabul etmektir.) ve İbrahimilik namları altında, ALLAH’IN SIFATINI İNKÂR VE RED EDERLER. Ve sonuçta “Kuran, mahlûktur” deyip ALLAHIN ezeli kelamı kadim sıfatını inkâr edenlerdir. ALLAHIN SIFATINI inkârdan ALLAHIN ZATINI da inkâr çıkar. Zira sıfatsız-niteliksiz ZAT-Özne bilinmez ve SIFATSIZ- niteliksiz ZAT-özne olmaz. Zat özne olmazsa, sıfat-nitelik-nasıllık olmaz. Sıfat nitelikte-nasıllıkta olmazsa ZAT-ÖZNE olmaz ve dahi bilinmez. Çok şükür Allah’a Türkiye’mizde, Alemi İslam’da tüm tasavvufçular Hanefiler, Şafiiler, Eş’ariler, Maturidiler, Allah’ın sıfatlarına ve Evliya-Velilere inanmaktadır ve savunmaktadırlar. Şiiler de Allah’ın sıfatlarına ve velilerine inanmakta ve savunmaktadırlar. Sadece 150 yıllık mazisi olan Vahhabiler, İbni Hazımcılar ve İbni Teymiyeciler, Allah’ın sıfatlarına ve Velilerine inanmamaktadırlar. İbni Hazm, İspanyalı ve kendisi soy olarak Emevi kökenli Zahiri bir din bilginidir ve müçtehiddir. Bu Zat, Zahiriye Mezhebinin kurucusudur. Yani Ehlisünnetin dört mezhebine, Maturidiliğe, Aş’ariliğe, Tasavvufa karşı olduğu gibi Şii Mezhepleri olan Caferiliğe, Zeydiliğe ve İsmailiyeye de karşıdır. Kendisi müstakil mezhep sahibidir. Mezhebinin adı Zahiriye Mezhebidir. Yani Ehlisünnet Mezheplerinin tamamına da Şii Mezheplerinin tamamına da, tasavvufa da yüzde yüz karşıdır. İbni Teymiye de bir din bilginidir. O da İbni Hazmın görüşlerini kabul etmiş ve Zahiriye Mezhebini savunmaktadır. (Ayrıntılı bilgi için bakınız: İslamda Mezhepler ve Yükseliş İsimli Kazım Yardımcı’ya ait kitap ve Veriler ) Ayrıca Türkiye’mizde şu anda ikiye bölünmüş olan Kutlular ve Gülen Hocacılar da(Nurcular) Evliyaya-Tasavvufa inanmaktadırlar. Zaten onlar Saidi Nursi Efendi’yi ALLAH’IN Velisi bilmektedirler. Tüm tasavvufçularda, Maturidiciler ve Eş’ariciler de Allah’ın velilerine inanmaktadırlar. Yani bunların hepsi Evliya’yı kabul ederler. Ancak maalesef, ilahiyattan ve Diyanetin içine girmiş bazı akademisyenlerle, İmam Hatip Öğretmenlerinden bir kısmı ile İlk Öğretimde ve liselerdeki din öğretmenlerinin bir kısmı ve Kuran Kursu öğretmenlerinin bir kısmı, bu Vahhabi Mezhebinin sapık görüşlerini benimsemişler ve bu hususta büyük çaba göstermektedirler. Bazı vakıflar ve dinsel kulüp vesaire namları altında da bu faaliyetlerini sürdürmektedirler. Bunların bu sayede rant sağlamadıklarını da kimse iddia edemez (Zira bu Vahhabilik Mezhebini resmen kabul etmiş çok büyük petrol zengini bir devlet vardır. Türkiye’deki bu faaliyetlerde onların parmağı yoktur hükmüne kimse varamaz.) Ehlisünnet halkımızın ve Hazreti Ali’yi gerçekten sevenlerin, bu hususta gayet ayık olmalarını (Çünkü Türkiye’deki Bektaşilerde Evliyaya Pirlere ve Mürşid-i Kamile inanırlar yani kesin olarak Allah’ın velilerini evliyalarını kabul ederler.) Ehlibeytçi, Hz. Ali koluna bağlı bir tasavvufçu, aynı zamanda Hanefi kökenli Ehlisünnet olan bir kardeşiniz olarak, yineleyerek ayık olun diyorum ve bu konuda çok ayık olmalarını ayrıca vurguluyorum. Bin yıllık inanç ve kültürümüzü yıkmak isteyenlere karşı gayet dikkatli olmanızı tavsiye ediyorum. Sevgi ve saygılarımla Ehlisünnet ve Bektaşi halkımıza saygılarımı sevgilerimi sunuyorum. Allah, Ehlisünnetten de Bektaşilerden de razı olsun. Çünkü bu ikisi de dindar olan kardeşlerimizin, evliyaya velilere kesin olarak inandıklarını biliyorum. Hepinizin gözlerinizden öperek, Allah’a, Resulullah’a, Ehlibeytine ve Kur’an’a emanet olunuz diyorum. GÖZLERİNİZDEN ÖPEREK…... Dip Not: “Göklerdeki ve yerlerdeki askerler Allah’ındır”(Fetih 4,7) Bunların hepsi, Allah’ın kuludur. Allah, kullarını kulları ile korur ve Allah, kullarına kulları ile yardım eder. Yani Allah, “Müsebbibül Esbab” dır. Yani sebeplerin sebebidir. İlk sebep, ilk neden Allah’tır. Allah, sebepler yaratmıştır. Sebepler inkâr edilemez. Allah, alemleri ve insanı sebeplerle yönetir. Yani esbab, inkâr edilemez. Sebeplere uymak, Kur’an’ın emridir. Sebeplere uymayan ve onlardan yararlanmayan helâk olur. Allah’ın yardımı; kulları ile kullarına yardımıdır. Bu bir gerçektir. Pratik hayatta da apaçık görülmektedir. İlahi hiyerarşiye uymak lazımdır. Uymayan helâk olur. Bir kadın, çocuğunu doğurup, çocuğunu terk edip “O’nu Allah korusun, O’na Allah yardım etsin” derse, böyle bir şey sapkınlık olur. Enbiya-evliya, alim muallim kişilerdir. Alim olmadan ilim öğrenilemez. Allah, ilmini bizzat Peygamberlere öğretir. Peygamberler de insanlara öğretir. Alim bir araçtır, inkar edilemez. Alimsiz ilim olmaz. Allah’ın enbiya ve evliyasına (dostlarına) selam olsun. HAMD ALLAHINDIR. “Allah’ın ıstıfa (seçtiği) seçkin kullarına selam olsun.”(Neml 59) Enbiya ve evliyadan himmet istemek, onların duasını istemektir. Dua istemek ise caizdir. Veli kelimesinin çoğulu evliyadır. Kur’an’a göre “Müminlerin başta velisi-dostu Allah’tır. Sonra Hz.Muhammed(S.A.V), sonra da müttaki müminlerdir.” (Maide 55) Ayrıca “Melekler de müminlerin velileridir.”( Fussilet 31) Müşrikler ise oyma putları, senemleri veli-dost edinmişlerdir. Müşrikler, sanemleri, oyma put(uyduruk ilahlar) ilah edinirler. O uyduruk ilahlardan yardım beklerler. Ve o uyduruk ilahları veli-dost edinirler. Bu koyu bir cehalettir. Müminler Allah’ı ve Allah’ın velileri olan enbiyalarını-dostlarını veli-dost edinirler. Onlardan dualarını ve himmetlerini isterler. Bu anlamda onlardan yardım istemiş olurlar. Yani enbiya ve evliyadan, müttaki müminlerden dua-yardım istemek onların duasını istemek anlamınadır. Onların duası müstecaptır. Veli sözcüğünün Arapça anlamı dosttur. Çoğulu vardır. Çoğulu evliyadır (dostlardır) “Sizin veliniz, dostunuz Allah’tır ve Allah’ın Resulü Muhammed’dir ve namaz kılan, zekat veren, müminlerdir (müttaki müminlerdir) onlar Hak’kın önünde eğilenlerdir”. (Maide 55) Bu ayette açıkça “Allah velidir, Hz.Muhammed de velidir ve müttaki müminler de velilerdir” buyurulmaktadır. Ayeti inkar etsek küfürdür. Ayrıca müşrikler “Biz bu putları veli edindik” demiyorlar, mabud edindik ki Allah’a yaklaşalım” diyorlar. Müminler, Allah’tan başkasını mabud ilah edinmez. Hiçbir mümin evliya ve enbiyaya “Bunlar ilahtır, bunlar mabuddur” demez. Bütün Müslümanlar “LAİLAHEİLLALLAH” deyip, Allah’ı bir bilirler. Allah’ı bir bilmeyen tek bir Müslüman yoktur. Muğalata (demogoji) yapıp, Müslümanlara iftira edilmemeli, sataşılmamalıdır. Müminler, Evliyaları Allah’ın dostu bilip, Allah’ın sevgili kulu bilip bundan ötürü onlara sevgi ve saygı göstermekte, onlardan dua istemektedirler. Dua istemek de yardım istemektir. Allah, Sure-i Muhammed de Peygamberimize hitaben “Bil ki Allah birdir. Sen kendin için de müminler için de(mümin erkekler ve mümin kadınlar) Allah’tan mağfiret iste” (Muhammed 19) buyurmaktadır. Bu ayette Peygamber Efendimize müminlerin mağfiretini, af olmalarını istemek hususunda Peygamberimizi aracı kılmıştır. Müminlerin birbirlerine duası, dua etmesi haktır. İyyake sözcüğündeki “KE” “SEN” zamiridir. “KE” zamirinin başına “İYYA” konularak seni-senin anlamını alır. “İYYA” nın tek başına anlamı yoktur. Fatiha suresindeki “İYYAKENESTAİNU-SENİ İNAYETÇİ EDİNDİK YA DA SENİN İNAYETİNİ İSTERİZ” anlamınadır. Allah, doğrudan yardımcı anlamını ifade eden Nesir(Yardım Eden) ismini kullanır. Müstean-Mümin-İstiane inayeti ifade eden Müstean ismini kullanmıştır. Tabii ki inayet geniş anlamlıdır. Yardım anlamını da kapsar. Ama daha başka anlamlar da taşır. Ve inayet geniş anlamlı olduğu için Allah’a mahsustur. Kur’an’da “NASİRİN- yardım edenler” geçer. Ama inayet ve istiane edenler geçmez, bu bir. Ayrıca İyyake-sana-seni zamirinin başından “İnnema, ennema(ancak yalnız edatları olmadığı gibi) An-min (den dan) edatları da yoktur. Seni-senin anlamına olan ayetini, ancak ve yalnız senden yardım isteriz tercümesi yanlıştır. Allah’ın kelimesinin başına ancak- yalnız den-dan edatları mealciler tarafından eklenmektedir. Ve Allah’ın Kelamını değiştirmektedirler. Doğrusu ancak senden-yalnız senden yardım isteriz değildir. Doğrusu şudur: “Senin inayetini isteriz” dir. Bakın başında ne ancak ve yalnız anlamına gelen “İnnema-ennema” edatı ve ne de “Den-dan” anlamına gelen An-Min edatları vardır. Bunlar ayete beşer tarafından ilave edilmekte, Allah’ın ayeti tahrif edilmektedir. Bu da iki. Namaz ibadettir. Huzuru İlahide, ayakta edeple durulup doğrudan, Allah’a niyaz, münacat edilmektedir ki; ibadetin içinde, Huzuru İlahide tabii ki doğrudan Allah’tan inayet yardım istenir. PADİŞAHLARIN PADİŞAHI ALLAH’IN HUZURUNDA. Ve ibadetin içinde O’ndan başkasından yardım istemek zaten imkansızdır. Huzuru İlahi de O’ndan başkasından yardım istemek mümkün değildir. ZİRA ALLAH'IN HUZURUNDA İKEN ONDAN BAŞKASI ZATEN YOKTUR. Ama namazın dışında sailin, isteyenler vardır. Nasirin yardım eden vardır. Sosyal yardımlaşma caizdir. Ve Allah yardımlaşmayı emir ve teşvik etmiştir. “Huve Mevlaküm ve huve hayrin nasirin –Allah sizin(müminlerin) efendisidir ve O yardım edenlerin hayırlısıdır.” (Enfal 40)Tabii ki, her işte her konuda Allah, en hayırlı olandır. Ayrıca yukarıdaki Ayette Allah yardımcıları olduğunu da beyan buyurmaktadır. Ayrıca Kur’an’da şu ayetler de vardır: “İstekte bulunanları, isteyenleri boş çevirmeyin.” (Mearic 25) “İçinizden mal sahipleri ile fazilet sahipleri, olmayanlara-yoksullara versinler.”(Nur 22) Dünya malı zaten malüm, somuttur. Fazilet ise Allah’ın “fazıl” isminden gelmektedir. Soyut bir gerçektir. Allah bazı kullarına, kendi faziletinden vermiş olduğunu bu ayetle belirtmektedir. Fazilet maddi bir sıfat olmayıp, manevi bir sıfat-niteliktir. İşte bu fazilet sahiplerinden feyiz istenebilir. Fazilet sahipleri de yoksul olanlara verir ve bu fazilet ve feyzin olmayanlara verilmesini, yukarıdaki ayetle Allah istemektedir. Fazilet sahipleri sabikundur-ileri geçenler-ileri geçenler-mukarrebunlardır.-Allah’a yakın olanlardır(Evliyalar-Allah’ın dostları) “İleri geçenler, ileri geçenler-onlar mukarrebunlardır. Allah’a yakın olanlardır.”(Vakıa 11) “Muttakiler cennetlerde “müttakiler” muhakkak cennetlerde, nehirlerde, doğruluk otağında ve muktedir meliklerinin Allah’ın indindedirler(katında, yanındadırlar)”(Rahman 54, 55) Ayrıca Allah Medineli Müslümanlar için Ensar (yardımcılar) buyurmaktadır.(Haşr 9) Demek ki başta Allah ve Resulü ve Allah’ın insanlara yardım eden kulları da vardır. Hani Allah’tan başka yardımcı yok idi ve Allah’tan başkasından yardım istenmezdi. Bu yazdıklarımız hep Kur’an ile sabittir. Ayrıca bu yardımlaşma konusunda bir çok Hadisi Şerifler vardır. Sizleri yormamak için ayetlerle yetiniyoruz. Tabii ki en başta yardım Allah’tandır. En hayırlı yardımcı Allah’tır. Her işte her konuda en hayırlısı Allah’tır. Sevgi ve saygılarımla müminlerin birbirine maddi manevi yardım etmelerini diliyorum. Zaten bu müminlerin de görevidir. Bilvesile hepinizin gözlerinden öperim. * * * “Allah’ın izni olmadıkça bir kimsenin iman etmeyeceğini anlamazsanız üzerinize ricis (kir, pislik) yağar.” (Yunus 100) Bu ayetin muhatapları müminlerdir.Bu ayet, kesin olarak imanın Allah’ın bir hidayeti ve rahmeti olduğunu kimsenin Allah’tan istemedikçe iman edemeyeceğinin kesin delilidir. Bu ayet, müminler tarafından başkalarının imana zorlamaları üzerine yani illa ki “iman etmeyenler de iman etsin” diye zorlamaları üzerine Allahuteala müminlerin bu çabadan vazgeçmesini istemiştir. İman vehbidir. Kesbi değildir. Yani iman, Allah vergisidir. İnsanın kendi kazancı değildir. “Allah dilediğine hidayet eder” Öyleyse iman sırdır ve mucizedir. Peygamberlerin, Allah’ın sevdiği kullarının yüzündeki Nuranilik, fazilet ve sevimlilik imanın dışa vuruşudur, dışa yansımasıdır. İmanı anlamak isteyen, yüzü nurlu olan müminlerin simasına baksınlar. İman müminlerin nurani ve sevimli yüzlerinde görünür. Kalptedir ama gerçek müminlerin yüzüne yansır.Allah gerçeği arayanlara hidayet buyurur ve gerçek müminleri korur İnşallah. KÂZİM YARDIMCI 14.6.2007 Not: Bu yazı 15.06.2007 tarihinde “Adıyaman’da OLAY” gazetesinde yayınlanmıştır.
  3. 1- KİTABİ DİNLERİN BİRBİRLERİYLE ACIMASIZ MÜCADELELERİ YANLIŞTIR. “BİR İNSANI HAKSIZ YERE ÖLDÜREN (HAYATINI YOK EDEN) BÜTÜN İNSANLARI ÖLDÜRMÜŞTÜR. BİR İNSANI DİRİLTEN (HAYATINI KURTARAN) İSE BÜTÜN İNSANLARI DİRİLTMİŞTİR (HAYATINI KURTARMIŞTIR).” ALLAH VE HZ.MUHAMMED’İN (s.a.v) GÖRÜŞÜ BUDUR.(Kur’an-ı Kerim Maide 32) Dört incili de satır satır tarasınlar, hiç birisinde ‘’Oğul’’ kelimesi geçmez. Allah’ın İsa Mesih (A.S)‘ e hitaben ‘’Ey oğul, ey oğlum ” diye bir hitabına rastlanmaz. Hazreti İsa’nın da “Ben Allah’ın oğluyum” diye bir sözüne rastlanmaz. Baba, oğul, ruhul kudus terkibi sentezine) bileşimine de rastlanmaz. İncillerde bu sözcükler olmadığına göre kesin olarak belli ki; Roma’da Kralın(Constantinus) savaşı kazanması için Hıristiyanlardan, Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul edeceğini vaad etmesi ve Hıristiyanlarında kılıçla kendisini desteklemeleri sonucu savaşı kazanması ile Hıristiyanlık Roma’nın resmi dini olmuştur. Böylece o zamana kadar 3.asırda yok olan kiliseler de açılmış ve kilise babaları İncillerde olmadığı halde “üçleme “ teorisini ve “Tanrının Oğlu” ibaresini İncile rağmen kendileri oluşturmuşlardır.Ve Hıristiyan halklara böyle öğretmişlerdir. Sonuçta Tevhid dini olan İseviliği bozarak şirk yoluna sapmışlardır. İncillerin metinlerinde “Oğul, oğlum veya Mesih tarafından Ben Allah’ın oğluyum “ terimleri asla yoktur. Ancak, İncillerin dipnotlarına yorum olarak metnin dışında yorumlar yapıldığı görülmektedir. Dipnotlar ve yorumlar, İncil ayetleri değildir. Bu ve buna benzer yorumlar yapmış olabilirler. Havari olan Petrus’dan da böyle sözler duyulmamıştır. Pavlus ve benzerleri ise, havari değildirler. Onların sözlerine itibar edilmez. Ayrıca İncil, Allah’ın kitabı olduğundan; Allah’ın diğer kitapları Tevrat, Zebur ve Kur’an’a ters(Aykırı) düşmesi de düşünülemez. Tevrat, Zebur ve Kurân’da da, “Oğul, Allah’ın oğlu ve teslis üçleme “ terimlerine rastlanmaz. Musa’ya verilen on emrin; birinci emri de aynen “Ya Musa, Rabbin yanında başka ilah-tanrı tanımayacaksın” diye buyurmaktadır. Yani İlah tekdir-birdir. O da evrenin ve insanın yaratıcısı Alemlerin Rabbı Allahu Azimuşşandır. Gerçek budur kardeşlerim. Dört kitabın içeriği de bu gerçeği vurgular. Allah’ın kitapları birbirine aykırı olmaz. Kilise babaları, Hz.Muhammed’in (S.A.V) kılıçla İslam dinini kabul ettirdiği propagandasını sürekli yapmaktadırlar. Ancak Hıristiyanlar da, Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul edeceğini kendilerine vadeden Krala, kılıçları ile yardım etmişler ve kralın karşısındaki Romalıları feci şekilde öldürmüşlerdir. Zaten ondan sonra Hıristiyanlık, Roma’da kanlı bir savaş sonucu Roma’ya yerleşmiştir. Bu bir tarihi gerçektir. Hıristiyanlığı Roma kralının kabulü neticesinde ayrıca şu olmuştur: Sinagoglara karşı kilise- ibadethaneler yapılmış sinagoglar dışlanmış ve kilise “Tanrının tek evi” olarak ilan edilmiş Yahudilik de dışlanmıştır. Yani Roma’da silahlı bir savaş sonunda muvaffak olununca, Yahudilik ve sinagoglar dışlanmış ve Hıristiyanlık tek din olarak ilan edilmiştir. Bu suretle bir nevi Yahudilerden intikam almışlardır. Bunlar miladi 300 yılında olmuş, daha o zaman Hz.Muhammed(S.A.V), dünyada bulunmadığı gibi Kur’an’da yok idi. Bunlar hep Yahudilere karşı yapılmıştır. Ayrıca Hıristiyanlık Roma’da devlet haline gelince, Roma’nın kuzeyine doğru ve Roma İmparatorluğu’nun bütün topraklarına yayılırken de silah-kılıç kullanılmıştır. Roma İmparatorluğu dışındaki insanlar kendi iradeleri ile Hıristiyanlığı kabul etmiş değillerdir. Kanlı savaşlar olmuştur. Yani miladi 300 yıllarında ve son yıllarda Hıristiyanlar, Hıristiyanlığı yaymak için çok kan dökmüşlerdir. Hazreti Musa’da Filistin’e girerken, oradaki çok cabbar-kuvvetli olan Kenanileri tamamen öldürmüştür. Tevrat’ın Huruc kısmını okuyanlar bilir. Kur’an’da bunu açıklamıştır. Yani Musa ve İsrailoğulları, Kenanileri kılıçtan geçirdikten sonra, Erd-i Mukaddese(Kutsal Topraklara) girmişlerdir. Davut ve Süleyman’ın savaşları ise herkesin malumudur. Mecbur olmadıkça Hazreti Muhammed(S.A.V) de savaşmamıştır. Tıpkı Musa, Davut, Süleyman ve Talut gibi. Demek ki, Peygamberimizden evvelki Peygamberler de Allah’ın dinini yerleştirmek için karşıtları ile savaşmış ve çok kan dökmüşlerdir. Hz.İsa’ya ise Yahudiler sahip çıkmamış üstelik İsa’yı dışlamışlardır. Hz.İsa’nın çevresinde Romalılarla savaşacak bir güç oluşmamıştır. Oluşsa bile Romalılar ve Sezar o zamanın çok kuvvetli bir devletidir. Onlarla savaşmak Ben-i İsrail’in tamamen yok olmasını gerektirebilirdi. Hz. Mesih bu ve benzeri nedenlerle Sezar ile savaşmamayı (Ben-i İsrail güçsüz olduğu için ) önermiştir. Yoksa müşrik ve zalim Sezar’a ve Romalılar’a bir hak tanımamıştır. Sezar, zalim ve kafirdir. Bir Hak Peygamber’in, batıla kafir ve zalime hak tanıması düşünülemez. Sezarın Hakkı Sezara sözü Mesih’e ait değildir. Hiçbir peygamber zalime ve kafire hak tanımaz. Zira Mesih Hak, Sezar batıldır. Hak, batıla hak tanımaz. Mesih’in dediği mealen şudur: “Bu çok güçlü zalime güç yetmez. Öyleyse Sezar ile uğraşmayın.” Bu konu ile ilgili olarak www.varliktanveriler.com sitemizde “Sezarın Hakkı Sezara Tanrının Hakkı Tanrıya” başlıklı yazımızda çok detaylı açıklamalar vardır. Bu veriye göz atmanızı salık veririm. Peygamber olarak 3 peygamber mescid (mabed) yapmıştır. İlk mescidi yapan ceddimiz Hz. İBRAHİMDİR. Mekkede’ki “Beyt-i Atik” (Kâbeyi), inşa etmiştir ve yanında musalla (namazgâh) yeri ayırmıştır kendisine. Namaz, Arapça selat demektir. Anlamı Tanrı’ya dua-niyaz yalvarış ve yakarıştır ve ayakta olur. Makamı İbrahim’e Musalla, İbrahim’in makamı musalla namazgâhtır.” Vettehizu min makam-ı ibrahime musella” (Bakara 125) Ayakta Tanrı’ya dua etme yeridir. Diğer ikisini evlatlarından Hz.Süleyman Ve Hz.Muhammed (S.A.V) yapmıştır. Mescidi Aksa’yı Süleyman Peygamber Kudüs’te ve üçüncü olarak da Mescidi Kubayı Medine’de Hz.Muhammed (S.A.V) yaptırmıştır. Bu üç peygamber dışında mescid (mabed) yaptıran yoktur. Musa ve İsa Peygamberler mescid (mabet) yapmamış ve yaptırmamışlardır. Hz.İbrahim ve iki oğlu İsmail ve İshak soyundan sadece 3 peygamber mescit yaptırmıştır. Bunlar Hz.İbrahim, Hz.Süleyman ve Hz.Muhammed (S.A.V) dir. Hz.İsa Mesih(A.s) efendimiz de diğer bütün peygamberler ve Adem babamız gibi CESET VE RUHTAN ibarettir. Ruh, Allah’ın Zatı olmayıp, Allah’ın emri (Durumu halı) kadim sıfatıdır. Allah’ın ruhu emri, Adem’de ve bütün evlatlarında vardır. Eğer ruh olmasa, akıl ve düşünce olmaz. Akıl ve düşünce hayvanlarda yoktur. Sadece insanlarda vardır. O da, Allah’ın verdiği ruhtan gelmektedir. Allah, zatı ile arşın üstündedir. Emri sıfatı ve ruhu ile her yerdedir. Hz.İsa Mesih (A.S) Allah’ın ruhul kudus ile teyit ettiği yüce bir peygamberdir. Allah’ın sevgili kullarındandır. “Ve eyyednahu biruhul kudusi” (Biz onu ruhul kudus ile teyid ettik, pekiştirdik, kuvvetlendirdik.) (Bakara 87) İşte Hz.İsa Mesih A.S, kendisini teyid eden ruhul kudusun gücü ile o olağanüstü mucizeleri göstermiştir. Gücünü ruhul kudusten almıştır. Ruhul Kudus kime gitse, o kişi çok mistik-ruhani olur ve olağanüstü mucizeler onda zuhur eder. Hz. Muhammed (S.A.V) ise, Allah’ın ruhum dediği ilk ruhtur.İlk tecellisidir, ilk taayyunu belirmesidir. Ruhul kudus ve Ruhul Emin de dahil bütün ruhların membaıdır. Güneş gibidir. Diğer ruhlar yıldızlar gibidir. Ancak ruhul kudus, ay gibi çok parlaktır ve güçlüdür. Hz.Muhammed (s.a.v)’in ruhu külli ruhdur. Bütün ruhların babasıdır. Eb-i mukaddestir (Mukaddes babadır) Allahu Taala, kadim var olandır. Ve Allah’ın varlığı nurdur ve nurda kuvvet vardır. “Allahu nurussemavati vel ard” ( Allah, göklerin ve yerin nurudur). (Sure-i Nur 35) Nur olan Allah, sınırsız, kenarsızdır. Allah’ın sınırı kenarı olmaz. Sınırı olursa çevresinde yokluk düşünülür ve Allah sınırlı bir varlık olur. Sınırlı varlık da Allah olamaz. Allah için, sınır hudut kenar düşünülemez. Bu nedenle sınırsız nur olan Allah ne bedene, ne kalbe, ne de ruha sığmaz. Allah, muteal her şeyi aşkındır, yücedir. Kilisenin, Allah İsa‘nın ruhu ile zırhlandı sözünün hiçbir bilimsel akli ve felsefi değeri yoktur. Zira Allah, sınırsız nurdur. Sınırsız olan varlık, sınırlı varlıklara sığmaz. Hululiye ‘’Allah Filana girdi” gibi laflar Allah’ın sınırsızlığı karşısında imkansızdır. Ancak Allahu Taala’nın zatı, ruh- kalp aynasına yansır. Güneşin aynada göründüğü gibi. Yansıma aynaya girme değildir. Güneş bir aynaya sığmaz ama parlak aynada yansır. Bu bir yansımadır. Yansıma ayrı, hulul etme-girme ayrı şeydir. Yahudilerin ve Nasaraların(Hıristiyanların) “ Biz Allah’ın evlatları ve sevgilileriyiz”(*) sözü de Allah’ın birliği gerçeğine aykırıdır. ALLAHIN SEVGİLİLERİ, Peygamberleri, velileri ve kendisine aşık aziz kullarıdır. Böyle söylediklerine göre; demek ki bütün Yahudiler ve Hıristiyanlar hep Allah’ın oğulları ve kızlarıdır. (vay diğer insanların halına) Ayrıca hepsi kendilerince, Allah’ın oğlu ve kızı olduğuna göre, İsa Mesih’in oğul olarak ne anlamı ve kutsiyeti kalır? Her Yahudi ve her Hıristiyan bir İsa Mesih’tir! Şu da var: O zaman ibadete, sinagoglarda ve kiliselerdeki dualara ne gerek var. Zaten tüm Yahudiler ve Hıristiyanlar, İsa ve Musa gibi kurtulmuşlardır. Ne günah işlerlerse işlesinler Allah’ın oğulları, kızları ve sevgilileridirler. Her yaptıkları cinayet, zulüm, her türlü kötülük zaten kendilerine kalacaktır. Bu kadar saçmalık ve şaşkınlıklara pes doğrusu…… Zira Allah, oğullarına ve kızlarına ve dahi sevgililerine ceza vermez. O zaman da dünyada suç, dehşet, cinayet, gasp, katil vb. tüm günahlar cezasız kalır. ( Dostoyevski’nin SUÇ VE CEZA isimli eserinde dediği gibi: “Suç varsa ceza olacaktır. Suç yoksa ceza da yoktur.“ ). Sonsuz afçılığı savunan kilise bu çelişkinin içindedir. ALLAHU TAALA İSE KESİN OLARAK ADİLDİR. AĞIR SUÇ İŞLEYENLERE CEZA VERECEKTİR. “ Allah istediğine gadap eder(ceza verir) istediğini affeder.- Yağfirö limen yeşau ve yuazzibü men yeşau-(Allah) dilediğini bağışlar-affeder, dilediğine azap eder…”(Al-i İmran-129, Maide-18,40) (*) "Ve kaletil yehudü vennesara nahnü ebnaullahi ve ahibbahu-Yahudiler ve Hıristiyanlar dediler ki: "Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz..."(Maide 18) Allah nurdur, parçalanmaz ve evlatları olmaz. Allah, erkek ve dişi değildir. Yani Allah’ın cinsiyeti yoktur. NURUN(IŞIĞIN) CİNSİYETİ OLMAZ. CİNSİYET, BİYOLOJİK VARLIKLAR İÇİNDİR. ALLAH NUR OLDUĞU İÇİN BİYOLOJİK VARLIKLAR GİBİ BÖLÜNÜP PARÇALANMAZ, BÖLÜNÜP TEKRAR BÜTÜNLEŞMEZ. BİYOLOJİK VE CİSMANİ NESNELER PARÇALANIR. ALLAH, SONSUZ NUR VE MÜKEMMELDİR. MÜKEMMEL OLANIN, SENTEZE İHTİYACI YOKTUR. O BİR MUTLAK BÜTÜNDÜR. SENTEZ KABUL ETMEZ. HEPSİ KENDİNİN TECELLLERİ VE BELİRTİLERİDİR. DENİZ VE BELİRTİLERİ OLAN KÖPÜKLERİ GİBİ. KÖPÜKLER DENİZLERDEN OLUR VE YİNE DENİZDE YOK OLUP, GİZLENİR. ”ALLAH HER ŞEYİ KAPLAMIŞTIR” “ELA İNNEHU Bİ KÜLLİ ŞEYİN MUHİT”-(Fussilet 54)DİKKAT ALLAH HER ŞEYİ İHATE ETMİŞ- KAPLAMIŞTIR” HER ŞEY ALLAH’IN KABZESİNDEDİR. ALLAH’IN VARLIĞI, NURDUR VE KADİM VARDIR. ALLAH BİZATİHİ MEVCUTDUR ( ALLAH KENDİLİĞİNDEN MEVCUTDUR). ALLAH İLK NEDENDİR (TÜM NEDENLERİN NEDENİDİR). O SONSUZ BİR NUR, SONSUZ KUDRET (Güç), SONSUZ, KENARSIZ MUTLAK BİR BÜTÜNDÜR. ALLAH TÜM ALEMLERİ YARATMIŞ VE HEPSİNİ İHATE ETMİŞ, KAPSAMIŞ KAPLAMIŞTIR. BU NEDENLE ALLAH, HER ŞEYİ İHATE ETTİĞİ İÇİN HER ŞEY VE HERKES ONUN ABDI-KULU KÖLESİDİR. KÖLE- KUL, KENDİSİNİ EGEMENLİĞİ ALTINA ALAN ALLAH’ın BİR NEVİ ESİRİ VE MAHKUMUDUR.ONUN EGEMENLİĞİNİN DIŞINA ÇIKMASININ İMKANI YOKTUR. ONUNİÇİN ALLAH KURAN’DA İNSANA HİTABEN “NEREYE FİRAR” BUYURMAKTADIR. YANİ “HANGİ YÖNE KAÇSAN BEN VARIM” ANLAMINADIR. İŞTE ALLAHIN AŞKINLIĞI, YÜCELİĞİ DE BUDUR. Kilise babaları bu şekilde Allah’ın yüce bir peygamber ve sevgili kulu olan İsa’yı ve ruhul kudusu da ilahlaştırarak bir Tanrı Üçlemesi (sentezi) yapıp sonsuz ve sınırsız nur olan Allah’ın tekliğini birliğini bozup,tekrar Romalıların çok Tanrılılık çukuruna yuvarlandılar, müşrikleştiler ve milyonlarca İsevi kardeşlerimizi de bu karanlık çok tanrılılık şirk çukuruna sürüklediler. Aslında İsevi kardeşlerimiz masumdurlar. Bütün bu yanlışları Hıristiyan din adamları yapmıştır. Masum olan İsevi Kardeşlerimiz, bu anlattığımız gerçekleri bilmediklerinden, kendi din adamlarının yalan yanlış ortaya attıkları görüşleri gerçekmiş gibi kabul edip bilmeyerek, şirke düşmüşlerdir. Aslında Hıristiyan kitleler suçsuzdur, masumdur. Ama çağımız gerçekleri araştırma ve öğrenme çağıdır. Araştırma yapmadan kendilerine ezberletilmiş olanı söylemeye devam ederlerse kendileri de suçlu olur. Çünkü Allah, insana ruh akıl, düşünme ve araştırma yeteneği vermiştir. İşte bu yanlış öğreti sonucu Hıristiyan kitleler, Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v) ve Mesih (A.S)’nin mistik ruhani manevi yolundan zaman içinde uzaklaşmış ve cismani dünyevi zevklere yönelip şekilci olup, İsevi ruhanilikten uzaklaşmış dünyevi cismani seksi zevklere dalmışlardır. Ve bu suretle kiliseden de uzaklaşmışlardır. Hıristiyan kitleler kilislerde gerçek manevi ve ruhani bir zevk bulamamışlardır. Bu nedenle ruhani mistik zevkten uzaklaşıp maddi zevklere yönelmişlerdir. “Ve rehbaniyyetenibtedeuha ma ketebnaha aleyhim illebtiğae ridvanillahi fema reevha hakken riayetiha- Uyguladıkları ruhbanlığı biz onlara yazmadık; Allah’ın rızasını kazanmak için yaptılar. Fakat buna gereği gibi uymadılar..” (Hadid 27) Allahu Taala, Kur’an’da rahbaniyeti Hıristiyanlara, emretmediğini fakat onların (din adamlarının) Allah için, bu rahbaniyeti icat ettiklerini ancak, sonradan ona da uymadıklarını buyurmaktadır. Yani rahbaniyeti (dünya zevklerinden yüzde yüz uzaklaşmak, evlenmeme ve cismani konulardan tamamen uzak durma, çok az yeme- içme vs.gibi) Allah, emretmemiş ancak Rahbaniyeti de kötü saymamıştır. Rabbımız dünya zevklerinden yüzde yüz uzaklaşmanın insanlar için ağır bir yük olacağından ve insanlarında yüzde yüz dünya zevklerinden kopamayacağı için olacak ki, bu ağır yükü insana yüklememiştir. Ancak kendisine yaklaşmak için, yapan kullarını da men etmemiştir. Kur’an’ın beyanı budur. Peygamberimizin(S.A.V) ‘’Dinde rahbanlık yoktur” kutsal sözünün anlamı rahbanlık yoktur anlamına değildir. Tanrı, rahbanlığı emretmemiştir. Tanrı emretse o zaman dinde ruhbanlık olur. “Dinde ruhbanlık yoktur” bu anlamadır. Ama Kur’an’dan anlaşılıyor ki, “ruhbanlık” yapanlara da yapmayın buyurulmamaktadır. Yani bireyi bu konuda serbest bırakmıştır. Tanrı aşkına düşüp, değil bu dünyayı ukbayı da cenneti de istemeyen kullar vardır. Yani dünya ve ahiret zevkini de terk edip, sadece Allah’ın zatını ve cemalini isteyen kulları vardır. Bunlar Hak Aşıklarıdır. Bu Hz. İsa(A.S), Ruhul Kudüs, İncil ve İseviyet ile ilgili gerçekleri kitaplarımızda (Varlık, Muhammed İsa Adem, İslam’da Şeriat ve Tarikat) ve internete (www.varliktanveriler.com) yüklemiş olduğumuz verilerde; İsevilerin bu açıkça anlattığımız gerçekleri araştırıp tetkik etmeleri lazımdır. Etmezlerse sorumlu olurlar. Şimdi bir Müslüman olarak bir gerçeği açıklayacağım: Ruhul kudus, Hz.İsa’ya teyiden gönderilmiş ikinci bir ruhtur. Onun için çok mistik ve çok olağanüstü güçlere sahip olmuştur. Kur’an’da, bu Hıristiyan din adamlarının kendilerinin icad etmiş olduğu ve sonradan uymadıkları ruhbaniyeti yaşamadıklarından ancak yaşıyor görünmekten giydikleri kisve ve davranışları ile öyle göründüklerinden, bugün Hz.İsa adına yani İsevi-ruhani yaşam diye bir şey, Hıristiyan aleminde kalmamıştır. Binde bir istisnalar hariç. İstisnalar kaideyi bozmaz diye bir gerçek vardır. KAYNAK 27 KASIM 2006 KAZIM YARDIMCI/ADIYAMAN/TÜRKİYE Not:Bu yazı yazarın sürekli olarak yazı yazdığı "Adıyamanda Bugün" isimli yerel gazetede 1 Aralık 2006 tarihinde yayınlanmıştır.
  4. BİLMEM KAÇINCI CEVAP: Diyanet Meali ; A’râf Sûresi 179 - Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.26 Yukarıda yazmış olduğumuz Araf Suresi 179. ayetinde ‘bel hüm edall’ kelimesinin Türkçe karşılığı Hayvandan da aşağı olarak tercüme edilmiştir ve anlamıda HAYVANDAN DA AŞAĞI dır. Konumuz Kuran-ı Kerim’in Farklı meallerin olması ise bunu farklı bir konu başlığı altında yapabilirsiniz ama inatla ve bilerek ayette geçen bel hüm edall’ kelimesini sapıktırlar diye yazıyorsunuz. Yada bunu sapıktırlar diye yanlış çeviren ve tefsir edenlerden pasteliyorsunuz. ‘bel hüm edall’ kelimesinin karşılığı hayvdanda aşağıdır. Bundan dolayı hayvanlar sapık değildir hayvanlar sapık ta olmazlar. Size soruyorum Arapça dil bilginiz, gramer bilginiz Türkçeye çevri yapacak kadar var mı ? Yoksa önce Arapça öğreneceksiniz sonra gramerini iyi bileceksiniz çalışacaksınız öğreneceksiniz ondan sonrada burada ‘bel hüm edall’ kelimesini bize açıklayacaksınız. Oldumu sayın Karakuta .. 179- Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir. Furkân Sûresi 44 - Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar Bu ayetinde Meali bu şekildedir ayetin içeriğinde olmayan bir anlamı ona yüklemek hiç te etik değil hatta insani bile bulmuyorum. İnsanları kelime oyunları ile kandırmazsınız Arapça bilginiz olmadan çıkıp burada ayetlerin meallerini verip hocalık yapıyor insanları bilerek ve kasten farklı noktalara yönlendiriyorsunuz. İnanmadığınız Tanrının sözlerinden kavram ve anlam karmaşası yaparak Tıpkı Turan Dursun ve diğer sözde entel- dantel yazarların yaptığı gibi insanların kafalarını karıştırmaya çalışıyorsunuz ama nafile başaramazsınız imanla şereflenmiş kimse size kanmaz iman etmemiş birini ancak kandırabilirsiniz. Sevgi ve Saygılarımla
  5. Zaten baştan bir şartlanmışlık var inanmıyorsunuz biz bunu sabaha kadar tartışsak yinede inanmayacaksınız. Çok tuhaftır ki mucizeye inanmayan insanlar nedense Yıldız fallarından sihirden büyüden ki bunlarda ilmen mümkün olmayan yada ispatlanamayn olgulardır bunlara inananırlar hatta bu işe uğraşan insanlarıda zengin ederler. Ne tuhaf değil mi ?
  6. Senin bu yazdığın ayetin açıklaması ve cevabı bundan önce yazdığım yazının içinde var okuyupta görmemişsen bu senin sorunun yazdığın ayetin meailini ve tefsirini sana pasteledim orayı zahmet buyurup okursan anlarsın. Ha bu benim soruma cevap değil dersen o da senin sorunun, sen kafanda ve beyninde gezen kendince doğru sandığın cevabı bekliyorsun. Öyle bir cevap yok. Sana bende bir özlü söz yazayım mı saat kaç türünden ne dersin karakuta; Teşekkür ederim yine beni haklı çıkardınız ne demiştim ben ? senin sorduğun soruya kimse cevap veremez miş ya ....... gibi gibi laflar boş sözler . Müslümanlar fikir üretemez demiştinya Müslümanlar fikir üretemez demiştinya Müslümanlar fikir üretemez demiştinya ondan dolayı sana paste ettim anlaman için üç defa sorunu yazdım . Onlarda fikir üreten müslümanların listesi ve yaptığı işler genelleme yapmayın diye eleştiri yapan sizlerin genelleme yapaarak konuşması ne kadar tuhaf değil mi;? Müslümalar üretir hemde senin bildiğinden ve bileceğinden ötesini üretir üretmiştirde..
  7. Efsane dediğin konu ne eğer efsane dediğin şey imansa iman efsane değil onu belirteyim.Yok sen efsane diyorsan bu konuda ki fikrini yaz o konuda tartışalım konuşalım. Yok başka efsanler varsa onları bizimle paylaş onları konuşalım tartışalım. Yoksa benim bilmediğim efsaneler hakkında yazı yazmamı bekleyemezsiniz değil mi ?*
  8. Müslümanlar fikir üretemiyor demişsin ya asırlardır önünüze hazırda ne varsa koymuşlar ya bak bakalım aşağıda ki yazıya hazırda olanı mı önünnüze koymuşar yoksa hazırda olmayanımı neler üretmişler bir bak bakalım öle ezbere de konuşma okuda öğren bakalım müslüman bilim adamları neler üretmiş dahada unuttuğum bilim adamları vardır istersen onlarıda ne üretmişler ne yapmış yazayım sana öğren geri kalma bilimden Hazıra konan ve bişey üretmezler dedediğin müslümanlar neler üretmiş bir okuyalım; * Cabir Bin Hayyan İslam dünyasında yetişen bilim adamlarındandır, “'Kimyasal maddeleri, uçucu maddeler, uçucu olmayan maddeler, yanmayan maddeler ve madenler'” olarak dört grupta toplar. Cabir Bin Hayyan'ın bu çalışması, modern kimyanın kurucusu olarak bilinen Lavoisier'e öncülük eder. * El-Kindi, Einstein'dan 1100 yıl önce 800 yılında, izafiyet teorisi ile uğraşır. El-Kindi, “'Zaman cismin var olma süresidir, zamanla bilinebilen ve ölçülebilen hız ve yavaşlık da hareketin sonucudur. Zaman, mekan ve hareket birbirinden bağımsız değildir, göğe doğru çıkan bir insan ağacı küçük görür, inen insan ise büyük görür' der. 9. yüzyılda yaşamış olan * Sabit bin Kurra, astronomi alanındaki ilk büyük yeniliği gerçekleştirmiş Diferansiyel hesabı, Newton’dan önce belirlemiş, Geometriyi aritmetiğe ilk uygulayan kişi olmuştur. Bunlar, gerçekten zamanlarının çok ilerisinde çalışmalardır. Söz konusu çalışmaları ile bilim tarihine adlarını yazdıran Müslüman bilim adamları, çoğunlukla devlet tarafından maddi-manevi destek görmüş, teşvik edilmiş, halk arasında itibar kazanmışlardır. * Ahmet Fergani,fen bilimlerinde, deneyle sabit olmayan bilgilere itibar edilmemesi gerektiğini söylemiş, enlemler arasındaki mesafeyi hesapladığı gibi, Dünya'nın eksenindeki ekliptik eğimi 23° 27' ilk defa en doğru şekilde hesapladı. * El-Battani, Trigonometrik bağlantıları bugünkü kullanılan şekliyle formülleştirmiş, 877 yılından 929 yılına kadar sürekli astronomik gözlemler yapar; Tanjant ve Kotanjant'ın tanımını yaparak Sinüs, Tanjant ve Kotanjant'ın sıfırdan doksan dereceye kadar tablosunu hazırlar. J.Risler: “Trigonometrinin gerçek manada mucidi Battani’dir.” * Ebubekir er-Razi, cerrahide dikiş malzemesi olarak ilk kez hayvan bağırsağını kullanır; tıp biliminde deney ve gözlemin çok önemli olduğundan bahseder. * Ebü'l-Vefa trigonometriye "Sekant –Kosekant- tanjant-cotanjant" kavramlarını kazandırır. Gözün görülebilir cisimler doğrultusunda ışınlar yaydığını söyleyen Öklid ve Batlamyus'a karşı; “'Görülecek cismin şekli, ışık vasıtasıyla gözden girer ve orada mercekler vasıtası ile nakledilir' diyerek, yaptığı sayısız denemelerle 'göze gelen uyarıların görme sinirleri ile beyne iletildiğini' belirtmiştir. * İbnü-l-Heysem ise optik biliminin öncüsüdür. Roger Bacon ve Kepler onun eserlerinden faydalanmışlar, Galileo onun eserlerinden faydalanarak teleskopu bulmuştur. * el-Beyruni; Çeşitli maddelerin birbirinden ayırt edilme yollarından birinin, maddelerin özgül ağırlıkları olduğunu söyleyerek, sıcak su ile soğuk su arasındaki özgül ağırlık farkını tespit etmiştir. Galilei'den 600 yıl önce DÜNYANIN DÖNDÜĞÜNÜ kanıtlamış, Newton'dan 700 sene önce dünyanın çapını hesaplamıştır. Bu konuda ortaya attığı kanun, Avrupa’da “Beyruni Kuralı” diye bilinir. El-Beyruni, 973 yılında 'Bilimsel çalışmaların, deneylerle ispat edilmesi gerektiğini ve belgelere dayanmasının zorunlu olduğunu' söylemiştir. * İbnu'n-Nefis, 1200'lü yıllarda, Avrupalılardan 300 sene önceden küçük kan dolaşımını keşfeder. * El Cezeri XIII. yüzyılın başında, Diyarbakır Artuklu Sarayı'nda 32 yıl başmühendislik görevi yaptı. El Cezeri, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi, pratik birçok düzeni tasarlayan ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan "Kitab-el Hiyal" adlı kitabın yazarıdır. Cezeri, tarihte sibernetiğin kurucusudur. Sibernetik; haberleşme, denge kurma ve ayarlama bilimidir. İnsanlarda ve makinelerde bilgi alışverişi, kontrolü ve denge durumunu inceler. Bu bilim zamanla gelişerek bilgisayarların ortaya çıkmasına imkan tanımıştır. Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda Fransızlar Descartes ve Pascal'ı; Almanlar Leibniz'i, İngilizler de R. Bacon'ı öne sürseler de, aslında Cezerî bunu ortaya koyan ve ilim dünyasına sunan ilk bilgindir. * Hazinî, ölçü ve tartı teorilerine yaptığı katkı ile tanınır. Bilime yaptığı diğer bir önemli katkı da yerçekimi hakkındaki görüşleridir. Hazinî, Newton'dan 500 yıl önce, "her cismi yer kürenin merkezine doğru çeken bir güç" olduğunu söylemiştir. Roger Bacon'dan yüzyıl önce de, dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça, suyun yoğunlaştığı fikrini ortaya atmıştır. Hazinî, kimyasal maddelerin yoğunluk ve özgül ağırlıklarını ölçmek amacıyla icat ettiği hassas terazilerle, kimya bilimine de önemli katkılarda bulundu. Öyle ki, icat ettiği ve "Mizanü'l-Hikme" (Hikmet Terazisi) adını verdiği bu hassas terazi ile yaptığı yoğunluk ve ağırlık ölçümleri, günümüz teknolojisi kullanılarak yapılan ölçümlerden pek farklı değildir. Elementler ** **** Altın 19.05 19.26 Civa 13.56 13.59 Bakır 8.66 8.85 Pirinç 8.57 8.40 Demir 7.74 7.79 Kalay 7.32 7.29 Kurşun 11.32 11.35 Hazini , Zîc-i Sanacarî (Yıldız Kataloğu) adlı eserinde, yıldızlar ve gezegenlerle ilgili bilgilere ve Selçuklu Devleti'nin enlem ve boylamlarına da yer vermiştir. ‘Risale fi'l-Âlât' (Aletler Bilgisi) adlı kitapçığında ise gözlem aletlerini konu almıştır. * Benu Musa kardeşler, Abbasi Halifesi Memun (M.S. 813-833) ve onu izleyen halifeler zamanında, matematiksel bilimlerin gelişmesi yönünde etkin rol oynamış kişilerdi. Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi'nde bulunan eserlerinde (A3474), sihirli kaplar, fıskiyeler, kandiller, bir dansimetre, bir körük ve bir kaldırma düzeninden bahsedilmektedir. * Hârizmi 9. Yüzyıl'da Hârizm'de dünyaya geldiği için Hârizmî adıyla tanınan (Batı’da Al Gharasmus olarak anılan) ve büyük bir olasılıkla Türk olan Muhammed ibn Musa, Memun'un Bağdat'ta kurduğu Bilgelik Evi'nde bulunmuş ve bu kurumun kütüphanesinde matematik ve astronomi alanlarında araştırmalar yapmıştır. Aritmetik ve cebirle ilgili iki yapıtı, matematik tarihinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir. Harizmi,(780-850) Hint rakamlarına sıfır’ı bularak bu rakam sayesinde bugün kullandığımız rakamları oluşturuyor; ve bu sayede matematikte önemli bir çığır açılmış oluyordu. Logaritmayı ortaya koyan ilk kişidir. Hârizmî'nin cebirle ilgili yapıtı,(El-Cebir) 12. Yüzyıl'da Chesterlı Robert ve Cremonalı Gerard tarafından Latinceye (Al Gebra) tercüme edilmiştir. Yapıtların en ilginç yönlerinden biri, açıların, trigonometrik fonksiyonlarla ifade edildiğini gösteren bir takım tablolar ihtiva etmesidir. Bunların dışında, Hârizmî'nin yön bulmada kullanılan usturlabın biri yapımını ve diğeri de kullanımını anlatan iki eseri daha mevcuttur. Hârizmî, Batlamyus'un Coğrafya adlı yapıtını, ‘Kitâbu Sureti'l-Ard' (Yer'in Biçimi Hakkında) adıyla Arapça'ya tercüme etmiş ve böylece, Yunanlıların matematiksel coğrafyaya ilişkin bilgilerinin İslâm dünyasına girişinde önemli bir rol oynamıştır.. * Ali Kuşçu Semerkant Rasathanesi'nin Müdürlüğü'nü yaptığı sırada, Akkoyunlular adına Osmanlılarla barış görüşmelerinde bulunmak için İstanbul'a geldi. Fatih Sultan Mehmet'in büyük desteğini gördü ve Ayasofya Medresesi'nde görevlendirildi. Burada, Mirim Çelebi, Sarı Lütfü, Sinan Paşa gibi değerli bilim adamlarını yetiştirdi. Bilhassa, astronomi ve matematik konularında çağının sınırlarını aşacak kadar önemli eğitim ve öğretim çalışmalarında bulunan Ali Kuşçu; Ayasofya Medresesi'nin çalışma programlarını da yeniden düzenlemiştir. Semerkant Rasathanesi'nde iken bir Türk hükümdar ve bilim adamı olan Uluğ Bey’in ‘Zic-i Uluğ Bey' (Uluğ Bey'in Yıldız Kataloğu) adlı eserin hazırlanması için gerekli gözlem ve hesaplamaları yaptı. Söz konusu eser, çağının en ileri kurumsal matematik bilgilerini içerir. ‘Risaletü'l-Fethiye' adlı eseri ise 19. yüzyılda, İstanbul Mühendishanesi'nde (İstanbul Teknik Üniversitesi) ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu eserde, gök cisimlerinin yere olan uzaklığına yer vermiş; ayrıca dünya haritasını da kitabının sonuna eklemiştir. Burada yer kürenin eksenindeki eğikliği 23°30'17" olarak tespit etmiştir. Bu, günümüz modern astronomi verilerine oldukça yakın bir tespittir. 15. yüzyılda yaşayan Ali Kuşçu Ay'ın ilk haritasını çıkarmıştır ve bugün NASA tarafından Ay'da bir bölgeye onun ismi verilmiştir. * Şerafeddin Sabuncuoğlu Fatih Sultan Mehmet döneminin ünlü doktoru ve tıp bilginidir. ‘Mücerrebname' adlı eserinde, kendi deney ve gözlemlerine yer vermiştir. Asıl çalışma alanı cerrahlık ve deneysel fizyolojidir. ‘Cerrahiyatü'l-Haniye' eserinde, cerrahlıkla ilgili çalışmalarına yer vermiş ve yaptığı cerrahi müdahaleleri resimlerle tasvir etmiştir. *Bursalı Ali Münşi Tıp bilimine yaptığı en önemli katkılardan biri ‘Kınakına' hakkındaki çalışmasıdır. Burada bu ağacın kabuklarının humma, sıtma gibi hastalıklara iyi gelmesi ile ilgili gözlemlerine yer vermiştir. Fatih Sultan Mehmet’in Hocası *Akşemseddin , Pasteur'den yaklaşık 400 sene önce yaşayan ve ilk olarak mikropların varlığını keşfeden kişidir. *Gıyaseddin Cemşid,(1429)Ondalık kesir sistemini bulan, Virgülü, aritmetik işlemlerde ilk defa kullanan kişidir. * Ömer Hayyam, (12.y.y.) Newton’a dayandırılan binom formülünü cebire kazandıran kişidir. * Ali Bin Abbas, 10. yüzyılda yaşamıştır ve ilk kanser ameliyatını gerçekleştirmiştir. * Mağribi, bugün Paskal üçgeni olarak bilinen denklemi Paskal'dan 600 yıl önce bulmuştur. * Sabit Bin Kurra , 9. yüzyılda yaşamış ve Newton'dan asırlar önce diferansiyel hesabını keşfetmiştir. * İbn-i Sina (980-1037), Anatomik çalışmalar yapan Müslüman,Türk bilim adamlarının başında gelir. Daha çok küçük yaşta edebiyat, matematik, geometri,müzik, fizik, doğa bilimleri, felsefe ve mantık öğrenen İbn-i Sina sadece Doğu'da değil Batı'da da ünlenmiştir. En ünlü eseri olan El-Kanun fi't-Tıb, 12. yüzyılda Latince'ye çevrilerek Avrupa üniversitelerinde 19. yüzyıla kadar temel ders kitabı olarak kabul edilmiş,okutulmuş ve Avrupa’da bu kitap “Tıbbın İncil”i olarak ün yapmıştır. Bundan başka felsefe ve doğa bilimleri üzerine yüzden fazla eser vermiştir. El-Kanun'da söz edilen tıbbi bilgilerin büyük bir bölümü bugün dahi geçerliliğini korumaktadır. *Ali bin İsa (?-1038)'nın üç ciltlik göz hastalıkları üzerine yazdığı “Tezkiretü'l-Kehhalin fi'l-Ayn ve Emraziha” isimli eserinin birinci cildi tamamen göz anatomisine ayrılmış olup çok değerli bilgiler mevcuttur. Bu eser daha sonraları Latince'ye ve Almanca'ya çevrilmiştir. *el-Kazvini (1281-1350) ve *İbnü'n-Nefis'in anatomi üzerine olan çalışmaları modern tıp biliminin temelini atmıştır. Bu bilim adamları daha 13. ve 14. yüzyılda kalp ve akciğerler arasındaki bağlantıları ve atar damarların temiz kan, toplar damarların kirli kan taşıdığını, kanın akciğerlerde temizlendiğini, kalbe dönen temiz kanın beyne ve vücudun diğer organlarına aort tarafından taşındığını göstermiştir. *Piri Reis, O güne kadar çizilen haritalarda yanılma payları çok olmasına rağmen bugün uydudan çekilen dünyanın haritasını %99’u doğru %1 yanılma payı ile Coğrafya alanında bir baş yapıt olan dünya haritasını çizmiştir. *İbn-i Haldun, Tarih ve sosyal alanda yaptığı çalışmalar ile ve özellikle “Mukaddime “ adlı esri ile Sosyoloji’nin kurucusu olmuştur. Modern Sosyoloji’nin kurucusu olan A.Comte’a öncüllük etmiştir
  9. Bravo Bravooo tebrik ederim çok güzel yorum yazmışsınız örneklerinizde mükemmellll Ben pastelediğimi anlarım sen merak etme, asıl beni sorgulaman tuhaf hem sorgulanmaktan yargılanmaktan dert yanacaksın sonra karşındakini okudun mu anladın mı yook kendin yaz yok paste etme yok bunu demeee yok bunu istersen ispat et yok bunu yok şunu yaf kardeşim senin arzun isteğin doğrultusunda yatıp kalkamayız senin düşündüğün gibi düşünmek zorunda da değiliizz .. Bir konuda herkes fikrini yazabilir ve bu fikrini yazarkende başka kaynaklardan da yararlanabilir tıpkı sizin Turan Dursun denen zattan yararlanmanız yada alıntı yapmanız ne kadar normalse benimde bir başka insanın emek verip ortaya koyduğu fikirlerini burada kaynak göstermem alıntı yapmama o kadar normaldir. eeee şimdi senin mantığına göre bir matematik konusu olduğunda biz bir matematikçiden alıntı yapamacakmıyız ondan istifade etmeyecekmiyiz. Bu kadar ***** bir şey olamaz. Seninn yazdığın ayetlerin öncesinde ayet var sonrasında ayet var cımbızla çekip bir şeyi aha bak bu çelişki dediğin zaman adama gülerler ve bende gülüyorum. o uzun yazıyı sana onun için yazzdım bak biraz daha araştırsan bu konuda bu bilgiler yani tefsirler var ayeti öncesinden başlayarak sonrasına kadar açıklamış onu da oku dercesine paste ettim. Peki senin tepkin ne hayırrrrrrrrrr hayırrrrr pasteleme senin fikrin olsun doğru doğrudur ister benim yazdığım olsun ister başkasının yazdığı olsun doğru doğrudur işine gelsede gelmesede.. Bir diğer formda sorduğum soruyada benim işim değil bu konuda ben cevap vremem demişsiniz. Peki size bir soru Din konusunda konuştuğunuza göre bu sizin işiniz Din bilimcimisiniz acaba araştırmacı yada bir öğrenci asistan .. Sanane demeyin sakın bunada yada bende tartışırım felan da demeyin diğer forumda işim değil demiştiniz bu konu işiniz mi onu öğrenmek istiyorum sadece ?
  10. Furkan 44 Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar. * Şimdi sen yukarıda ki ayeti tek başına yazdığında ayetin öncesi ve sonrasını yazmadığından hangi olay için ve ne için söylendiği hakkında bize bir malumat vermiyor ama ayeti; Adını, ilk âyetinde geçen "el-furkan" kelimesinden alır. "Furkan", hakkı bâtıldan ayırdeden demektir ve Kur'an-ı Kerim'in isimlerindendir. Kuran'ı Kerim Türkçe Meali Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Furkan Suresi 42 - "Şayet tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı" diyorlar. Azabı gördükleri zaman, kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler! 43 - Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın? 44 - Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta gidişçe daha sapıktırlar. 45 - Rabbinin gölgeyi nasıl uzatmakta olduğunu görmedin mi? Dileseydi onu elbet hareketsiz de kılardı. Sonra biz güneşi, ona (gölgeye) delil kılmışızdır. Kuran'ı Kerim Türkçe Meali Diyanet İşleri Meali 41,42 - Onlar seni görünce ancak eğlenceye alırlar. “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği adam bu mu? Biz, ilahlarımıza sımsıkı sarılmasaydık neredeyse bizi ilahlarımızdan uzaklaştıracaktı” (derler.) Onlar yakında azabı gördükleri zaman yolca kimin daha sapık olduğunu görecekler. 43 - Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? 44 - Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar. ŞİMDİ KONUYU DAHADA AÇALIM 35-42- Peygamberleri yalanladıkları zaman; burada peygamberlerin çoğul siğası ile getirilmesi fevkalade dikkat çekici görülmüştür.Nuh kavminin Nuh Peygamberden başka yalanladıkları peygamberler kimlerdir? Buna şu cevaplar veriliyor: 1- Nuh ve ondan önceki peygamberler; demekki, Nuh'tan önce de peygamberler varmış. Nuh Peygamberin kavmi "Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık" (Mü'minûn, 23/24) demekle hepsini inkâr etmişlerdir. 2- Hepsi tevhid de (Allah'ın bir olduğu inancında) birleştikleri için yalnız Nuh'u yalanlama da hepsini yalanlama demektir. 3- Genel olarak peygamber gönderilmesinin mümkün olacağı gerçeğini inkâr etmişlerdir, denilmiştir. Fakat dördüncü bir ihtimal de hatıra gelebiliyor. O da, Nuh (a.s)'un gönderdiği elçiler mânâsına olmasıdır. Burada bu mânâ bize diğerlerinden daha yakın geliyor. Ancak ikinci ihtimalle birleştirmek mümkündür. "Ress halkını da." RESS, örülmedik kuyu, demektir.Fakat bu Ress halkının kimler olduğu bilinemiyor. İbnü Abbas'tan "O, Semud'dur" diye bir rivayet var; halbuki burada bağlaç bir başkasını gerektiriyor. Katade'den "Yemâme'de, Ress, diğer namıyla Fele denilen büyük bir köy halkı olup Semud'un geride kalanlarındandılar. Peygamberlerini öldürdüler, yok edildiler" diye rivayet edilmiştir. Kâ'b, Mukatil ve Süddî, "Şam Antakyası'nda bir kuyunun sahipleri ki, Yâsîn Sûresi'nde (36/20) işaret olunan Habib-i Neccar'ı öldürmüşlerdi" demiştirler. Vehb ve Kelbi'den "Ress halkı, Eyke halkı gibi Şuayb (a.s)ın gönderildiği bir topluluk idi. Putlara taparlardı, kuyuları ve koyun, keçi ve inek sürüleri vardı. Şuayb (a.s) kendilerini İslâm'a ve kulluğa davet etti. Yalanlayıp azgınlık ve eziyete devam ettiler ve günün birinde örülmemiş kuyuları olan Ress'in etrafında bulundukları sırada orası çöktü ve yere geçtiler" diye nakledilmiştir. Ress halkına Uhdûd (hendek) halkı da denilmiştir. Hanzale b. Safvan isimli peygamberin kavmi olup Anka-i Muğrib (Batı Anka kuşu) denilen ve Fetih isimli dağda oturarak avsız kaldıkça, çoluk çocuklarını kapıp götüren ve tüyleri renk renk olan büyük bir kuş belasına tutulmuşlardı ki, bu kuş Hanzale'nin duasıyla yıldırım isabet edip yok olmuştu. Daha sonra adı geçen Hanzale'yi öldürmüşler, bunun üzerine yok olmuşlardı da denilmiştir. İbnü Abbas'tan bir rivayette de "Ress, Azerbaycan kuyusudur" diye nakledilmiştir. Bir de Ress doğu ülkelerinden birindeki bir nehrin adıdır, buranın halkına yüce Allah Yehuza b. Yakub evladından bir peygamber göndermişti. Onu kuyuya attılar ve bu yüzden yok oldular, denilmiştir. Bu konuda daha başka rivayetler de vardır. Bununla beraber, rivayetlerin çoğunda, peygamberlerini öldüren veya kuyuya atan bir topluluk olduğu belirtilmiştir. Mu'cemü'l-Büldân'da der ki, Ress; kuyu, maden ve bir topluluğun arasını düzeltmektir. Ebu İshak der ki; Kur'ân'da Ress, kuyu demektir. Rivayet edilir ki, bunlar peygamberlerini yalanlayıp bir kuyuya atarak üstünü kapatan bir topluluktur. Ress'in Yemâme'de Fele denilen bir topluluk ve Semud'dan birtakım insanların beldesi olduğu rivayet olunmaktadır. Her kuyu resstir. İbnü Düreyd demiştir ki; "Ress" ve küçültmesi "Rüseys" (kuyucuk) Necid'de iki vadi veya iki mevkidir. Zemahşerî diyor ki; "Uleyy Ress Kabliyye vadilerindendir, demiş. Başkaları da Beni Esed kabilesinden Beni Munkız b. A'ya'nın bir soyudur, demiş. Asmaî, Ress, Beni A'ya'nındır; Rüseys ise Benî Kahil'indir, demiş. Diğerleri de (Furkan, 35/38) âyetinde; Ress Azerbaycan vadisidir. Azerbaycan'ın sınırı "maverayı Ress" Ress'in arkasıdır, demişlerdir. Deniliyor ki, Ress üzerinde "Erran" da bin şehir vardır. Yüce Allah onlara Musa adında bir peygamber gönderdi. Bu Musa, Musa b. İmran değildir. Onları Allah'a inanmaya davet etti, inkâr ettiler ve yalanladılar, isyan ettiler, o da beddua etti. Yüce Allah da Tâif'ten Haris ve Hüveyris'i tahvil edip üzerlerine gönderdi. Bunun için Ress halkı şu iki dağın altında kaldı, deniliyor. Bu Ress'in kaynağı Kalîkalâ'dan başlar, Erran'a, Versan'a ve Mecma'a uğrar; orada "Kürr" ile birleşir ve ikisinin arasında Beylekan şehri vardır. Kürr ve Ress ikisi birleşir ve Cürcan denizine dökülürler. Bu Ress vadisi acayip bir vadidir. Balığın her türlüsü bulunur. Şurimahi denilen balık oraya mahsustur, derler. Miş'âr b. Mühelhil "Bezzbabik" şehrini anlatırken demiştir ki; bir tarafında Ress nehri vardır, Ress nehri Belâscan ovasına doğru çıkar, bu ovada deniz sahilince Berzend'den Berzaa'ya, oradan Versan ve Beylekan'a doğru uzanır. Bu ovada beşbin köy vardır ve çoğu yıkıntı halindedir. Ancak toprağı iyi ve sağlam olduğu için duvarları ve binaları kalmıştır. İşte bu köyler, Kur'ân'da adı geçen Ress halkınındı, deniliyor. Bunlar Davud (a.s)un öldürdüğü Calut'un kavmi idiler de denilmektedir." O fenalık yağmuru yağdırılan belde. Lût kavmine ait şehirlerin en büyüğü olan Sedum kasabası ki, oraya taş yağdırılmıştı. Kureyşliler, Şam'a ticarete giderken, buraya uğruyorlardı. 43- Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? HEVÂ: Nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzusu, soyut isteğidir. Kötü duygularını tanrı edinen denilmeyip de ikinci mefulün önce anılması, kısaltma içindir ki, canının istediğinden başkasını tanrı tanımayan, demektir. Böyle kimselerde hiç hak severlilik yok, sadece bir bencillik vardır. İsteği de gerçek bir fayda değil, sadece canının istediği kuru kuruntudan ibarettir. Bunlar, delil, tanık, hak, hukuk tanımaz, yalnız kendi istek ve zevkine taparlar, zevkleri kendilerinin felaketine sebep olduğunu bilseler de yine hakkı zevklerine kurban ederler. Dini de insanın soyut duygularından, yani sadece istek, arzu ve zevklerinden ibaret sayarlar; gönülleri neye çekerse ona taparlar, gerçeğin zevkini aramaz, hakkın hoşnutluğunu düşünmez, düşünmek istemezler, bilseler bile yine tanımazlar. Taberânî ve Hılye isimli eserinde Ebu Nuaym, Ebu Ümame (r.a) den şöylece rivayet etmişlerdir: O, demiş ki; Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Yüce Allah'ın yanında sema gölgesi altında Allah'tan başka tapılan tanrılar içinde, uyulan heva (nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzu)dan daha büyüğü yoktur". Artık sen mi ona vekil olacaksın? Önceki soru takrirî, bu soru ise inkarîdir. Yani gördün ya, ona vekil olamazsın, üzerine vekil olup da kurtaramazsın. 44- Yoksa sen onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini, yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Hayır ne getirilen bir delili tanır, söz dinlerler, ne de aklî delili tanır, akıl ile hareket ederler. Gerçekten onlar hayvanlar gibidir. Aklına ve işittiğine göre hareket etmez, soyut isteklerine uyarlar. Hatta gidişce daha sapkındırlar Çünkü, evcil hayvanlar kendilerine bakanlara bağlanırlar, kendilerine iyilik edenlerle kötülük edenleri seçerler, faydalarına olan şeyleri arar, zarar veren şeylerden kaçarlar, yediği içtiği yeri tanır, öğrendiği yolu şaşırmazlar. Kendilerine verilen güçlerde tembellik etmez, yaratıldıkları yönde sarfederler. Hak ve hayır inancı olmayan da haksızlık ve kötülük inancı da yoktur. Bu kimseler Rabblarını tanımazlar. O'nun nimetlerine karşı nankördürler. Ebedî fayda olan sevabı istemez, en büyük zarar olan azabdan korunmazlar. Yurtlarına bile hainlik ederler. Yaratılışı bozmaya, fitneler çıkarmaya çalışır, haksızlık ve fitne ile yalan dolan ve aldatma ile dünyayı karıştırırlar. Bu şekilde, kendi istek ve arzularına tapan kimselerin sapıklıkları anlatıldıktan sonra yüce Allah'ın Rab oluşuna ait delillerden, O'na ait güzelliklerden, O'nun ezelî ve ebedî kudretinden bazı işlere dikkatler çekilerek buyuruluyor ki: 45- Ru'yet (görme)in , "ilâ" harfi ile sılalanınca (bağlanınca ) nazar (bakış) mânâsına gelmesi veya bakışı içine alması gerekir: "Bakmaz mısın Rabbine" veya "görmedin mi, baksana Rabbine" demek olur. Bu bakış ve görüşü kalp fiiline yöneltmek mümkün ise de, açık olanın göz fiili olmasıdır. Halbuki, yüce Rabb'ın zatı, bu âlemde göz ile görülmez .Onun için müfessirler burada bir tevil aramışlardır. Çokları "Rabbının yarattığına" diye değerlendirmek g erektiğini söylemişler; bazıları da, "baksana gölgeye, Rabbın onu nasıl uzattı" mânâsında bir kalb (yer değiştirme) gözetmişlerdir. Ve bu hazif (çıkartma) veya kalb (değiştirme)e bir nükte olmak üzere de "Bakıştan gaye, eserde kalmayıp o eseri yapana varmak olduğuna ait bir uyarmadır" demişlerdir. Bu ise göz fiilinden netice olarak kalp fiiline geçmek demektir. Âciz anlayışıma göre soru cümlesi mahallen mecrur olarak den bedel-i iştimal yapıldığı takdirde ne hazfe, ne kalbe gerek kalmaksızın aynı mânâyı anlamak mümkündür. Bu şekilde Rabba bakış soyut zatı itibariyle değil, gölgenin uzaması hali gibi, yüce Rabb'ın fiil ve işleri ile ilgili şeyler kasdedildiği anlaşılır ki, "Allahın nimetleri hakkında düşününüz, zatı hakkında düşünmeyiniz" meşhur sözüne uygun olan da budur. Bununla beraber en doğrusu bu gibi yerlerde bakıp görmekten maksat, eserleri görmeye dayanan, kalbî görüş ve biliştir. Âyet-i kerimenin tertibi şuna işaret eder ki; önce Allah'ın hitabına muhatab olan peygamberler gibi, has kulların sadece gönülleri ile bağlantılı olarak içlerinde yüce Rabb'a bir bakış vardır. Sonra bu bakışın dışında bir gelişme ile fiilden faile geçerek ona ulaşması istenilmektedir. Âyetin içeriği bunu ne güzel, ne derin anlatıyor. Bakınız: O gölgeyi nasıl uzattı? Bilindiği gibi zıll, gölge demektir. Güneşin öyle vakti en yüksek noktaya gelişinden sonraki gölgeye Arapça'da "fey" denildiği için, zıll kelimesi bazan ona karşılık olarak özellikle sabah gölgesine denirse de esasında geneldir. Yani mutlak gölge demektir. Gölge, ışık ile karanlık arasında hoş bir keyfiyyet ve huzur ve istirahatin en önemli şartlarından olan bir nimettir. Kur'ân'da karanlıklar aydınlıktan önce getirilirken, gölge de, güneşin kızgınlığından önce getirilmiştir. "Karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz." (Fatır, 35/20-21) buyurulmuştur. Demek ki, gölge, aydınlığın değil, yakıcı ışığın karşıtıdır. Şu halde karanlıklar gibi yok olmaya mahkum olmayıp aydınlıkla bir çeşit beraberliği bulunan ve korunma mânâsını içeren bir haldir. Bu sebepten gölge korunma mânâsına geldiği gibi, bir korunmanın içine aldığı şeylere ve orada zevk ve huzur ile faydalanılan nimet hakkında da kullanılır ki, dilimizde bu mânâda daha çok saye deyimi kullanılır. Mesela Zıll-i Arş, Arşın gölgesi, Arşın himayesi, koruması demektir. "Saye endaz oldu, sâyesinde sâyebân olduk" demek "himaye etti, nimetlerinden yararlandık" demektir. Bu mânâ sebebiyle Kur'ân'da cennete "zıll-i memdûd" denilmiştir. Uzayan gölge ifadesinin buna da bir işareti vardır. Bu âyette kelimesindeki "elif-lâm"ın ahid veya cins olması ve akılların onu anlama derecelerine göre basamak basamak çeşitli mânâlara gelmesi muhtemeldir. Ve hepsinde gölgenin bir nimet olması özelliği hatıra gelmektedir. BİRİNCİSİ: Gölge cinsinden bir ağaç, bir bina, bir dağ, bir bulut ve bir yer gibi gölgesi bulunan herhangi bir katı cismin faydalanılan gölgesi anlaşılır ki, Ebu's-Suûd'un tercih ettiği görüş budur. Çünkü herkesin anlayabileceği gölge budur. İKİNCİSİ: Bilinen mânâsı ile gölgelerin en hoşu olan sabah gölgesi, yani tandan güneş doğana kadar olan sabah namazı vakti ki, doğu ufkunun batıya doğru uzanmış gölgesidir. Müfessirlerin çoğu bunu benimsemişlerdir. Bunu herkes kavrayamasa bile çoğunlukla kendi istek ve arzularına tapanların habersiz bulundukları bu gölgedeki nimetin anlamının özel bir önemi vardır. ÜÇÜNCÜSÜ: Yeryüzünün üzerinde gök kubbe halinde uzayan ve aslında gerçek bir gölge olan gökyüzü olarak açıklanmıştır ki, yukarda geçen hadisteki "Zıll-i Semâ" tabiri izafet-i beyaniyye (açıklayıcı tamlama) ile bu mânâya işaret eder. DÖRDÜNCÜSÜ: İşaret mânâsı olarak bütün âlem (evren), gölge demek olan şu cisimler âlemi, demektir. BEŞİNCİSİ: Bütün âlem (evren) üzerindeki yüce Allah'ın koruyuculuğu düşünülebilir ki, gölge onun görünen bir örneğidir. Medd, çekip uzatmak, yerde ve zamanda uzamak ve yayılmak veya başlangıçta uzayıcı olarak yaratmak mânâlarına gelir. "Görme" ipucu ile gölgenin uzatılması, cisimlerin tasarlanmasıyla uzak mesafelerden göze verilmesi mânâsı da yorumlanabilir, bu da önemli bir mânâ olur. Sonuç itibariyle, gölgenin ait olduğu cisimden öteye acayip bir uzantısı vardır ki, onu uzatan Rabbındır, demektir. Kendi arzu ve isteklerine tapanlar, en önemli istek, zevk ve arzularının bir gölgenin altına sığınmak olduğunu düşünmezler. O gölgeyi uzatan ise Rabbındır. O halde gölgeye değil, onu uzatan Rabbına tapmak gerekir. Dileseydi elbet onu hareketsiz de kılardı. Bu cümle birbirine atıfla bağlanan cümleler arasında bir mu'teriza (ara cümlesi)dır ki, cisimlerin doğal halinin atalet, yani hareket ve durgunluğunun kendiliğinden olmayıp ne verilirse onu kabul ettiğine ve gerçek etkileyicinin, basit etkiler değil, yalnız ve yalnız yüce Allah'ın dilemesi ve istemesi olduğuna özellikle dikkat çekme ve uyarmadır. Yani Rabbın dileseydi o gölgeyi uzatmaz, uzattıktan sonra değiştirmez, bir kararda durdururdu. Fakat durdurmaz, değiştirir. Sonra nasıl ona güneşi delil kılmışız. "Med" kelimesi üzerine atfolunmuştur ve onun hükmüne girmektedir. Şu halde "keyfe" (nasıl) kelimesi başında demektir. Sonra burada üçüncü şahıstan birinci şahsa (gaibten mütekellime) iltifat yapılmış ve yücelik için çoğul kipi kullanılmıştır ki, bakmakta olan muhataba görmek istediğini gösteren bu iltifat, tam yerinde ve pek önemli olmuştur. Öyle ki, bu yüceliğin karşısında tutunabilecek hiçbir şey kalmayacak ve onun için hepsi ele alınmış olacaktır. Güneşin gölgeye delil kılınması ne demektir. Burada güneş, güneş yuvarlağı değil, ışık mânâsındadır. Biz biliriz ki, gölge, ışığın ters tarafında yer alır. Bundan dolayı birçok kimse gölgeyi güneş yapıyor zannederler, gölgenin sebebi ışık sanılır; halbuki, ışık gölgenin zıddıdır. Güneşin doğduğu yerde gölge kalmaz; gölge, ışığın eseri değildir. Gölgeyi Allah uzatmıştır. O ışıktan önce vardır, fakat görünmez, görünüp bilinmesi ışık aracılığı ile, olur, ışık olmasaydı, gölgenin varlığı bilinmezdi. Bu şekilde ışık, zıddı olan gölgenin varlığına bir delil, bir işaret yapılmıştır. Işığın çeşitli durum ve özelliklerinden, gölgenin değişmesi ve başkalaşması sonucuna varabilirsiniz, gördüğünüz cisimleri ışığın delaleti ve kılavuzluğu ile gördüğünüz gibi, gölgelerini de ışıkla görürsünüz. O halde, görülenler, eşyanın ışık ile çizilen resimleri, ışık ile göze uzatılan gölgeleri, hayalleridir. Bu şekilde bütün görülen âlem "Âlemde bulunan her şey bir kunutu ve hayaldir. Yahut aynadaki akisler, ya da gölgelerdir" sözüne göre bir gölge ve hayaldir ve bu hayal ise Rabbına bir delildir. Şimdi Sevgili Karakuta Yukardaki yazıyı oku yine de cevap alamadım dersen yine yazarım. Cevap beklerkende bakıyorum sanki bir açık bulmuşsun köşeye sıkıştırmışsın gibi havalar seziyorum gülünç olma... şimdiye kadar yazdığınız her şeye cevap yazıldı bundan sonrada cevap yazılır ben yazmasam bir başkası yazar merak etmeyin .. Sevgi ve saygılarımla
  11. Senin yazıyı hiçte tatminkar bulmadığımı belirtmek istiyorum kimse o durumdayken kendisini reddeden evladına o şekilde davranmaz samimi değilsiniz.. Sizin hakkınıza da ahkam kesmiyorum benim ki sadece bir örnek üstünüze hemen alınmayın. Allahın kimi ateşe atıp atmayacağını kimi affedeceği yada etmeyeceğini Allah bilir Allahın Vaadi gerçekleşecektir şüphesiz.Allah da sadist değil sadece Adil iyilik yapan iyilik kötülük yapan kötülük buluyor bundan daha adil ne var bana söylermisin .. Sen eğer iyi bir insansan sende korkma ateşten yanmaktan ..
  12. (Yazı yeniden düzenlenmiştir ) Bir Önceki Yazımda Tesadüf Diye Bir Kelime Kafama Takıldı Bu Nasıl Tesadüf Evren, İnsan, İnsanın Yapısı, Anatomisi, Atmosfer, Çekim Kuvveti, Suyun Yapısı, Dna, Rna, Akıl, Vb.Vb. Saymaya Kalkarsak Sayfalar Dolar… herşey tesadüfen oldu demek ne kadar kolay bir cevap; bilinçsiz varlıklar bilinçsiz maddeler gecenin ve gündüzün olmadığı bir zaman diliminde oturup dediler ki hadi tasadüfen biz bu gün bir evren oluşrualım lay lay lom lay lay lom ,,, bUNLARIN galaksileri olsun yıldızları olsun gezegenleri olsun sonra onların etrafında dönenen uyduları olsun birinin yörüngesi bu olsun diğerinin yörüngesi şu olsun bir birlerine olan uzaklıkları yarı çapları kütleleri atmosferleri farklı olsun bir gaz kütlesi olsun diğeri halkalı olsun biri dünya olsun orada hayat olsun canlılar olsun sonra suda tesadüfen bir canlı olsun bu belirli evrelerden geçsin iki ayaklı olsun gözleri en teknolojik ve karmaşık eletlerden bile daha mükemmel olsun kulakları koku alma duyusu olsun tat alma duyusu olsun konuşsun düşünsün üretsin bulsun onarsın yıksın ………, VB. gİBİ ÖRNEKLERİ BOLCA OLAN şeyleri tesadüfen mi oldu yani olsa olsa hikaye bu olur bence .. Bir İnsan Olarak Tesadüfen Bana Bir Evren Oluşturabilirmisiniz? Bilinçsiz Varlıklar Veya Madde Bu Kadar Karmaşık Olan Bir O Kadarda Mükemmel Olan Evreni Nasıl Oluyorda Tesadüfen Yapabiliyor Ve Meydana Getirebiliyor?????????????????????
  13. Bir önceki yazımda Tesadüf diye bir kelime kafama takıldı Bu nasıl Tesadüf; Evren, insan, insanın yapısı, anatomisi, atmosfer, çekim kuvveti, suyun yapısı, DNA, RNA, Akıl, vb.vb. saymaya kalkarsak sayfalar dolar… HERŞEY TESADÜFEN OLDU DEMEK NE KADAR KOLAY BİR CEVAP; BİLİNÇSİZ VARLIKLAR BİLİNÇSİZ MADDELER GECENİN VE GÜNDÜZÜN OLMADIĞI BİR ZAMAN DİLİMİNDE OTURUP DEDİLER Kİ HADİ TASADÜFEN BİZ BU GÜN BİR EVREN OLUŞRUALIM LAY LAY LOM LAY LAY LOM ,,, Bunların GALAKSİLERİ OLSUN YILDIZLARI OLSUN GEZEGENLERİ OLSUN SONRA ONLARIN ETRAFINDA DÖNENEN UYDULARI OLSUN BİRİNİN YÖRÜNGESİ BU OLSUN DİĞERİNİN YÖRÜNGESİ ŞU OLSUN BİR BİRLERİNE OLAN UZAKLIKLARI YARI ÇAPLARI KÜTLELERİ ATMOSFERLERİ FARKLI OLSUN BİR GAZ KÜTLESİ OLSUN DİĞERİ HALKALI OLSUN BİRİ DÜNYA OLSUN ORADA HAYAT OLSUN CANLILAR OLSUN SONRA SUDA TESADÜFEN BİR CANLI OLSUN BU BELİRLİ EVRELERDEN GEÇSİN İKİ AYAKLI OLSUN GÖZLERİ EN TEKNOLOJİK VE KARMAŞIK ELETLERDEN BİLE DAHA MÜKEMMEL OLSUN KULAKLARI KOKU ALMA DUYUSU OLSUN TAT ALMA DUYUSU OLSUN KONUŞSUN DÜŞÜNSÜN ÜRETSİN BULSUN ONARSIN YIKSIN ………, vb. gibi örnekleri bolca olan ŞEYLERİ TESADÜFEN Mİ OLDU YANİ OLSA OLSA HİKAYE BU OLUR BENCE .. Bir insan olarak tesadüfen bana bir evren oluşturabilirmisiniz? Bilinçsiz varlıklar veya madde bu kadar karmaşık olan bir o kadarda mükemmel olan evreni nasıl oluyorda tesadüfen yapabiliyor ve meydana getirebiliyor??????????????????????
  14. Kamer Sûresi 17 - Andolsun biz, Kur’anı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan? 32 - Andolsun, biz Kur’anı, düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan? 40 - Andolsun, biz Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan? Sana göre bu ayetler sadece müslümanlara söylenmiş oysa Allah bütün insanlara hitaben kouşuyor? Varmı düşünüp öğüt alan sözünün öncesinde veya sonrasında müslüman kelimesi geçiyormu hayır geçmiyor Kuranın hitabı bütün insanlığı kapsamaktadır.İnsan olan için Kuranda öğütler vardır .
  15. Şimdi birkaç örnek vererek konuyu açıklığa kavuşturmaya çalışayım; Sayın Katakuta sizin dünyaya getirdiğiniz evladınız bir gün sizi karşısına alıp sizler benim annem ve babam değilsiniz; beni dünyaya siz getirmediniz, buna ben inanamıyorum, beni siz doğurmadınız inanmıyorum ve sizi reddediyorum dese peki siz bir anne baba olarak ne tepki verirdiniz. Anneyi duyar gibi oluyorum –Seni doğuracağıma çeşke taş doğursaydım kedi doğursaydım köpek doğursaydım vb. gibi gibi… Dünyaya binbir umutla getirdiği yavrusu anasını babasını inkar etse söylenmedik kelime bırakılmaz hepsi söylenir. O yüce Allah’ta sizleri bir insan olarak yaratmış düşünüp akıl edesiniz diye ruhunu nakletmiş zekayla donatmış dünyadaki bütün nimetleri ayağınıza sermiş sadece sizden beklediği Rab olan Allah’ı birlemeniz gönderdiği Peygamberlerine inanmanız onlara uymanız peki siz ne demişsiniz –Hayır hayır-hayır bu doğru değil.!!! Sadece Her şey tesadüften ibaret..? Tanrıda Her şey tesadüften ibaret diyen kendisinden yüz çeviren doğruyu söylemeyen kendisini inkar eden insanı bilinçsiz ve ruhsuz olan sadece yemek yiyen çiftleşen hayvana benzetmiş. Bir baba ve anne olarak ta evladınız ben hata yaptım bu konuda baba anne beni affedin dediğinde sizin yanınıza ve kapınıza gelmiş evladınızı sizde affeder ve bağışlarsınız.. Tabiî ki Allah’ta kendisine inanları kendisinden af dileyenleri hatalarından pişman olmuş, kendisine yönelmiş olanları affeder bir adım yaklaşana on adım, on adım yaklaşana 100 adım yaklaşır. Allah’ın Rahmeti geniştir. Allah affetmeyi sever. Allah kendisine yöneleni sever. Şimdiden söyleyeyim konuyu çarpıtıp lastik gibi sağa sola esnetmeyin. Selam ve Saygılarımla
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.