-
düşlermavisi şunu başlattı düşlermavisi's Blog
-
BEN MAVİ YE YÜKLEDİM ANLAMLARI SENLE İLGİSİ YOK..
Maviyi tanıdım renklerin içinde. Masallarımın rengini Mavi yaptım. Ve sana dokunduğumda maviye boyandı dünyam, aşk maviye boyandı. Sana mavi dedim, çocukken dinlediğim masallara inanıp, maviden bir masal yazdım bize... Ben maviye sonsuz bir anlam yükledim, seninle ilgisi yok... Şimdi sonsuz bir masalım var Masmavi, kendi oyunlarımı bitirip seninkine başladım ve şiirler hep sana yazılmış gibi geliyor artık... Ben seni çok fazla sevdim, ben bu aşkı çok sevdim ve bunları yaşadım, seninle bir ilgisi yok... Şimdi gitsen çok fazla şey yıkılacak içimde, mavi lerim bitecek, masal lara olan inancım da.... Şarkılar dinleyip ağlayacağım geceler boyu seni özlerken... Koyu bir yangın olup kalacak içimde, aşkın en büyük acım olacak... Yaşamı sevmekten de VAZGEÇECE?İM büyük bir ihtimal, insanları sevmekten de... Ben hep severek yaşamak istiyorum bu hayatı, “gitme” diyorsam da, yalnızca bunlar için... Yoksa, seninle bir ilgisi yok.
-
// mutlusun değil mi ? //
senden nefret bile edemiyorum ... neden yaa NEDEN !! seni bukadar cok sevmeme neden izin verdin ki !! gözlerimin içine baka baka nasıl yalan söyledin !! neden seni seviyorum dedin ozaman.. NEDEN !! madem emin değildin duygularından neden?? neden seni seviyorum dedin ?? bukadar kanatmak zorundamıydın kalbimi ?? ne ağlamak ne bağırmak çare ediyor kızgınlığıma... bunların hiçbirine cevap veremezsin değilmi.. simdi bile.. sırf söyleyecek sözün olmadığı için gitmedin mi ? KORKAKLAR GİBİ.. hala nasıl özleyebiliyorum seni ben ya ?? hala nasıl ?? aklına bile gelmediğimi bile bile.. tüm yalanlarınla her gece yuzlesirken.. seni unutacağım diye hergün kendime sözverip, ardından bunu düşündüğüm için bile kendime kızarken... simdi mutlusun değil mi... nasıl bir enkaz bıraktığının farkında bile değilken.. herkes gibi sende cok mutlusun...
-
se......?
Yerin seni çektiği kadar ağırsın Kanatların çırpındığı kadar hafif.. Kalbinin attığı kadar canlısın Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç... Sevdiklerin kadar iyisin Nefret ettiklerin kadar kötü.. Ne renk olursa olsun kaşın gözün Karşındakinin gördüğüdür rengin.. Yaşadıklarını kar sayma: Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; Ne kadar yaşarsan yaşa, Sevdiğin kadardır ömrün.. Gülebildiğin kadar mutlusun Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin Sakın bitti sanma her şeyi, Sevdiğin kadar sevileceksin. Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın Bir gün yalan söyleyeceksen eğer Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın. Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak. Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü. Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.. İşte budur hayat! İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun Çiçek sulandığı kadar güzeldir Kuşlar ötebildiği kadar sevimli Bebek ağladığı kadar bebektir Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, Sevdiğin kadar sevilirsin...
-
Her veda çıktığı kapıyı açık bırakır
Ayrılık, yarımların acısını bırakır ömrümüzün herhangi bir vaktine. Yaşanılan acı sadece bir sözcüğün sıradanlığına sığdırılmıştır. Oysa o, soluk alıp verilen her dakikada saklıdır. Gecenin karanlığı ile gelen sızı, göçmen kuşların kanadına takılan sevinç, kuzeyden esen rüzgarın kokusu, sonsuz dokunuştur ayrılık. Giden biraz yaşanmışlık biraz da yaşanacak şeyler götürmüştür. Biraz kendi ömründen biraz da onun ömründendir götürdüğü. Oysa gözlerdeki ıssızlıkta bulunmuştur aranılan. Hiç bir bencillik kıyılarına uğramadan yanaşılan bir limandır yaşanılan. Onca kalabalığın içinde çırılçıplak bulunulan yalnızlıktır paylaştıkları. Uzun zamanlardan topladıklarıdır birbirlerine sundukları. Giden götürmüştür bir ömür biriktirdiği acıları da. Bir kuş kanadının çırpınışı kadar kısadır. Her şey bir anda bitiverir. Bulunduğu gibi, yüreğe kabul edildiği gibi, anlaşıldığı gibi değildir bu. Zamanın hızı daha acımasızca işler terk edişin durağında. Başlarken duyulan kaygıların dizildiği, kuşkuların yer edindiği kadar uzun değildir ömrü. İki kirpiğin buluşma anından daha hızlıdır bazen ayrılık. O ilmek ilmek işlenen, günlerce diller dökülen ve bin türlü acının içinden süzülerek getirilen sözcüklerin sihrinden yoksundur. Çünkü hiçbir yıkımın hassaslığa ihtiyacı yoktur. Onda ayrıntı da yoktur. O sadece yıkar giderken... ve yıkım zaman ile bir bağ kurmaz. Çünkü zamanın yeri yoktur gidenin bıraktığı yerde. Giden zamanı da almıştır yanında, gelecek geçmişin gölgesindedir artık. Mısralara sığmaz olur acının derinliği. Uçurumlar ile kıyaslanır yalnızlık. Uçurum kenarında gezer güzel ve acı anılar. Her seferinde kalandır bu uçuruma devrilen.Ve hep kalandır anıların cenderesinde boğulan. Fırtınalarda kaybolan, girdaplara takılan. Bilir ki kurtulduğu her fırtınadan, çıktığı her kuytuluktan yokluğu duyacaktır. Bundandır ki hep kalan, ayrılığın nedenlerini düşünür uzun uzun. Bir kuyunun derinliklerinde bulacağı ışığın onu getireceğini sanarcasına. Çaresiz kalınca, sanık sandalyesini kurar. Bir kendini oturtur bir de gideni. Ama bulamaz suçu tespit eden bir delil. Hep pişmanlıktır gelip dilinin ucuna dolanan. Ve güzele dair anlara kızmaya başlar. Güzel anlardan pişmanlıklar gelip oturur içine. İşte o zaman gerçekten bitmiştir aşk. Yaşadığın güzellikten duyulan pişmanlık bitirir her şeyi. Oysa kızılan ayrılıktır. Ayrılanın acımasızlığıdır. Belki de tanınamayandır kızılan. Giden hep bir kapı aralamıştır kendine. Bir perde çekemez yaşadıklarına ama daha bir güvenle bakar hayatına. Oysa hep bir kırık ayna taşır yanında ve her düşündüğünde aşkı o aynadan bakar kendine. Belki de kalandan beklediği itaattir, kabulleniştir, sesindeki çaresizliği hissediştir. Bilmez ki ne büyük bir yalnızlıktır içine düştüğü. Çünkü her veda kötü bir alışkanlık bırakır insanın hayatına. Veda ettiğin gibi edilen olmanın da korkusunu salar yüreğine. O, acımasızlığın nasıl olduğunu bilir. Bunun içindir ki, aşkı bir önceki gibi yaşayamaz. Çünkü aşkta acıma olmadığı gibi acımasızlığa da yer yoktur. Bu nedenle her yeni aşka bu korkunun gölgesinde başlar giden. Artık giden değil kalan olmanın korkusu taşıyandır. Her ayrılık, bir filmin sahnelerini bir romanın sayfalarını andırır. Bu yara bir daha asla kapanmaz ve hiçbir ilaç iyileştirmez sanılır. Artık ne kuşların kanatlarına takılan sevinci duyumsar, ne bir çocuğun tebessümünü fark eder ne de ağlamak onu teselli eder. O sadece, yalnızlığının girdabında nasıl boğulduğunu düşünür. Her ayrılık, bitmişliğin veya zor ile kazanılanın kolay kaybedilmesinin kabullenilmemesidir; kendisine sorulmadan alınan bu kararın incittiği onur, sevgi sözlerinin ardında gizlenmiş olan terk edişin bir anda bilinmesidir ayrılık acısı. Her veda çıktığı kapıyı açık bırakır. Arkasından kapatmaz, kapatamaz. Çünkü o arkasına bakmadan gidendir. Arkaya bakmanın, bıraktığı yıkıntıyı görmenin anılarında silinmeyen bir acının resmini çizeceğini bilir. Bu nedenle hiçbir veda arkasına bakmaz ve bu nedenledir ki, çıktığı kapıyı kapatmaz. Oysa her veda şunu hep unutur; her aşk bir veda kapısından girer.
-
hayatın da görmediklerin
Eski zamanların birinde bir adam hayatin anlamının ne olduğuna takmış kafayı.. Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş.. Ama aldığı cevaplarda ona yetmemiş.Fakat mutlaka bir cevabi olmalı diyormuş.. Ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş.. Köy,kasaba,ülke dolaşmış bu arada zamanda durmuyor tabi ki ... Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona -Su karşı ki dağları görüyor musun,orada yaşlı bir bilge yasar! istersen ona git belki o sana aradığın cevabi verebilir. " demişler. Çok zorlu bir yolculuk sonunda Bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye Hayatin anlamının ne olduğunu sormuş.. Bilge sana bunun cevabini söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor demiş ... Adam kabul etmiş.. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. Simdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel ... Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin eğer bir damla eksilirse kaybedersin.. Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş.Bilge bakmış evet demiş kaşıkta yağ eksilmemiş,peki bahçe nasıldı? Adam şaşkın.. Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki... Simdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş Bilge... Adam tekrar bahçeye çıkmış gördüğü güzellikler büyülemiş muhteşem bir bahçedeymiş çünkü ... Geri geldiğinde bilge, adama bahçe nasıldı diye sormuş ... Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış.. Bilge gülümsemiş ,ama kaşıkta hiç yağ kalmamış demiş ve eklemiş : "Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün hayatin akıp gider sen farkına varmazsın.. Yada görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayati yaşarsın akıp giden zamanın anlam kazanır ... " "Hayatinin anlamı senin bakışlarında gizlidir"
-
hayata dair...
Seni sevenlerle kullananları iyi ayırt et.aradaki çizgi çok incedir Dostluğunla yetinmeyenler için hiçbir fedakarlık yapma. İnsanlara doğru değer ver, hak etmeyenleri sil. İyice tanımadan hiç bir insana bağlanma.Unutma gerçek sevgi tanıdıkça büyüyen sevgidir. Dostlarının yeri ayrı, sevgilinin yeri ayrı.sevgilin için dostlarını, dostların için sevgilini satma. Hak ettiğin sevgiyi alamadın mı? kendini üzme, sorun sen değilsin. Sorunun olduğunda insanlar zaman ayırıp seni dinliyorlarsa onların öğütlerini göz ardı etme Kızdığı zaman sırrı açığa vuran adi insandır.öyle insandan uzak dur İyice soruşturup diğer insanlarında haklı olabileceğini düşün a Kimsenin lafıyla dolduruluşa gelme, ama aklının bir köşesinde tut. Göz göre göre su birikintilerine taş atma, mutlaka üstüne sıçrar. Sana duyulan sevgi ve güveni istismar etme Dışarıdaki güneşe bakarak gülümse ve önünde koskocaman bir gelece olduğunu unutma
-
Hangi Ayrılık?
Hangi sevgili var ki, senin kadar duyarsız ve kalpsiz? Ve hangi sevgili var ki, benim kadar çaresiz? Hangi ayrılık var ki, böyle kanasın ve böyle acısın? Ve hangi taş yürek var ki, benim kadar ağlasın? Hangi gün karar verdin, küt diye çekip gitmeye? Hangi lafım dokundu sana, böyle inceden inceye? Hangi otobüs söyle, hangi uçak, hangi tren? Seni benden götüren, beni bir kuş gibi öttüren. Hangi kırılası eller dolanır, kırılası beline? Hangi rüzgar şarkı söyler, o ay tanrıçası teninde? Hangi çirkin gerçek uğruna, tükettin güzel ütopyamızı? Hangi boşboğazlara deşifre ettin, en mahrem sırlarımızı? Hangi cama kafa atsam? Hangi kapıyı omuzlayıp kırsam? Hangi meyhanede dellenip, hangi masaları dağıtsam? Bende bu sersem başımı, karakolun duvarına vursam. Kendimi caddeye atıp, arabaların altına savursam. Hangi tercih beni en hızlı şekilde öldürür? Hangi şekil öldürmez de, ömür boyu süründürür? Kayıp ilanı mı versem, şehir şehir dolanmak yerine? Ödül mü koysam, ölü veya diri seni bulup getirene? Hangi ayrılık var ki, böyle diş ağrısı gibi durmadan zonklasın? Hangi cam kesiği var ki, böyle musluk gibi içime damlasın? Hiç sanmam! ... Hasta kalbim bunu bir süre daha kaldıramaz! . Feriştah olsa, böyle eli kolu bağlı bekleyip duramaz. Hangi mübarek dua, Hangi evliya tesir eder, seni döndürmeye? Hangi aptal mazeret ikna eder, ateşimi söndürmeye? Olur mu be! . olur mu? Bu da benim gibi adama yapılır mı? Aşk dediğin mendil mi? Buruşturup bir kenara atılır mı? VEFA bu kadar basit mi? Alınır mı? Satılır mı? Hangi hırsız çaldı, seni yırtık cebimden? Hangi pense kopardı bizi birbirimizden? Hangi uğursuz hamal taşıdı valizini? Hangi çöpçü süpürdü yerden bütün izini? Hangi yaldızlı otel çarşaf serip barındırdı? Hangi süslü manzara seni kolayca kandırdı? Hangi şarlatan imaj böyle çabuk ilgini çekti? Hangi pembe vaadler o saf kalbini cezbetti? Dağ gibi adamı eze eze! ..... Hangi anası tipli parlak çömeze, Hangi alemlerde kahkahanı ettin meze? Hangi yamyamlara yedirdin o masum rüyamızı? Hangi mahluklar çiğnedi el değmemiş sevdamızı? Hangi bıçak keser şimdi benim biriken hıncımı? Hangi mermi dağıtır insanlara olan inancımı? Hangi bekçi, hangi polis artık zapteder beni? Ve! .. Hangi su bağışlatır? Hangi musalla temizler seni? Bu Nasıl Ayrılık? ...
-
hayattan.....
Eflatun'a iki soru sormuşlar. Birincisi ; "İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir ? " Eflatun tek tek sıralamış : - Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler... - Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler... - Yarından endişe ederken bugünü unuturlar.Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar... - Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler... Sıra gelmiş ikinci soruya ; "Peki sen ne öneriyorsun?" Bilge yine sıralamış ; - Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi "sevilmeye" bırakmaktır... - Önemli olan; hayatta "en çok şeye sahip olmak" değil, "en az şeye ihtiyaç duymaktır".
-
Er geç beni affedeceksin!
Affedeceksin.Sevgin seni oraya götürecek düşe kalka ilerleyeceğin yollarda,taşlar kanatacak ayaklarını,ıssız karanlık ormanlardan geçeceksin yapayalnız.Sonra bir bataklık başlayacak gözünün alabildiğine.Omuzlarına kadar yapışkan çamurlara saplanacaksın.Durmadan yağmur yağacak üstüne,iliklerine kadar ıslanacaksın,üşüyeceksin.Ahtapot elleri gibi uzun,pis sarmaşıklar dolanacak ayak bileklerine.Dört yanın da kara bataklık kuşları dönecek çığlık çığlığa. geçmiş zamanı düşüneceksin,o bir daha yaşanılmaz günleri,geceleri düşüneceksin. Bataklık bittiği yerde zifiri koyu bir karanlık başlayacak geçmiş gecelere benzeyen.Yürüyeceksin,ağır agır ilerleyeceksin zamanın ve gecenin ortasında.Keskin bir rüzgar çıkacak,merhametsiz kırbaçlar gibi parçalayacak yüzünü Sonra bir dağ yamacına varacaksın,bitkin ve perişan...uzaklarda cılız bir ışık göreceksin,sen yaklaştıkça büyüyecek,sıcak kollarıyla saracak seni.Fakat sen o ışığın olduğu yere hiç bir zaman varamayacaksın, ve bu gerçeği anladığın anda yıkılacaksın,korku ve ümitsizlik saracak yüreğini,ağlayacaksın. İşte o zaman beni düşüneceksin,çektiklerimi ,senin için katlandığım şeyleri düşüneceksin.Bulutlar dağılacak.Seni nasıl sevdiği mi nasıl yücelttiği mi, nasıl o erişilmez ışık haline getirdiği mi birer birer anlayacaksın Onun için beni affet demeyeceğim sana er geç anlayacak ve affedeceksin BUNU BİLİYORUM Karşılaşmamız kaderdi belki ama çektiğim çiledir,beni sana yaklaştıran o korkunç ümitsizlikler,büyük çaresizliklerdir. ACILARIMIZI YİTİRMEYELİM.
-
hayat,farzetmek değil;geçektir...
Yarı uyur yarı uyanık geçirdiği gecenin sabahında, iki kişilik yatakta açtı gözlerini yeni güne. Tek başına.......Göz alabildiğine uzanan ovada yalnız yaşayan bir ağaç gibiydi. Büzülmüştü koca karyolanın kenarına. Öyle bir büzülmüştü ki, bomboş bir çekmecenin köşesine sıkışmış ince bir gömlek düğmesine benziyordu.Ya da, içi çoktan boşaltılmış kavanozun dibinde kalmış kırık bir pirinç tanesine... Yattığı pozisyonda kalkmıştı, demek ki gece boyunca hiç kıpırdamamıştı. Sağ tarafına yatmıştı. Sol yanının boş olduğunu bildiği için hiç o tarafa bakmıyor, sağ tarafından kalkıyordu yataktan. Yine öyle yaptı. Bakmadı ama, aylardır hiç baş konmayan ikinci yastığın öylece duruyor olduğunu bilmek, içini burkmuştu. Salona çıktı. Salon çok büyük göründü gözüne. Üzerine bol gelen bir giysi gibiydi, dönüp duruyordu üzerinde.Banyoya gitti, lavaboya yöneldi. Solgun, avurtları çökmüş bir yüzle gözgöze geldi aynada. Günler önce çıkarıp lavaboya koyduğu sabun hâlâ yarı bile olmamıştı. ” Hıııııım! ” dedi.....” Demek ki küçücük sabun, bir kişiye bir ay dayanıyor.......Hiç birşeyi bitiremiyorum tek başıma."... Soğuk suyu yüzüne çarpıp ferahlamak istedi ama nafile! Muftağa girip buzdolabını açtı. Yalnız kaldığından bu yana, her zaman yiyecekleri sığdıramadığı dolabın yarısı boştu. Yarım kilogramlık sebzeler, küçük bağ halindeki yeşillikler; dolabın bir köşesine adeta büzülmüşlerdi.Yarım kilogram taze fasulye, bir o kadar domates, yine yarım kilo ıspanak. “ Benim içim yaşam, artık yarım kilogramlık,” diye düşündü. Düz ve küçük bir tabağa üç zeytin, küçük bir dilim peynir , ince bir dilim ekmek koydu. Portakal suyu hazırlamalıydı kendine. Şu çay içmeme alışkanlığı, sıkıntı veriyordu kahvaltı saatlerinde. ” Boş ver portakal suyunu,” dedi. Büyükçe bir bardağa su doldurdu. Kahvaltı tabağını, bardağı mutfaktaki masaya usulca bıraktı. Boğazı düğüm düğüm, bir sandalyeyi çekip oturdu. Lokmaları isteksiz isteksiz geveledi. Dili; fazla pişmiş, hatta kurumuş, üzeri yarılmış ve bayatlaşmış bir kurabiye gibiydi. Ağzının içinde döndükçe avurtlarına, dudaklarının iç kısmına batıyordu.Tabağı, içindekileri bitiremeden mutfak setinin üzerine bıraktı. Salonun bir kenarında , ütülenecek birkaç parça çamaşır duruyordu sepette. Şöyle bir baktı, hep kendisine ait çamaşırlardı. Bir haftada biriken çamaşır, sadece birkaç parçaydı. Bir zamanlar yıkamaya, ütülemeye yetişemediği, ama artık çamaşır sepetinde hiç görmediği çamaşırları ve onları giyeni düşündü....” Lânet olsun! ” diye söylendi. Derken, akşam boşaltmayı unuttuğu koca poşeti gördü. Eline alıp, mutfağa yöneldi. Bir gün önce almıştı marketten. Poşetten; margarin paketinden biraz büyükçe üç tane saklama kabı, iki porsiyonluk yemeğin doldurabileceği büyüklükte iki çelik tencere, bir tane de oyuncak gibi küçük bir tava çıktı. ..” Şim’den sonra, böyle küçük kaplar gerekecek bana, “ diye iç geçirdi...” Tek kişilik.” O gideli beri, bir sessizlik vardı evde. Büyük bir coşkuyla çalan davullar , dönen değirmenler susmuştu sanki. İşte bu sessizlik ve yalnızlık, taşımakta zorlandığı bir yüktü omuzlarında. O yükü indirecek bir durak yoktu.Yalnızlığı, gidenin yokluğu; gelip yüreğine oturdu. Kara bir yılan gibi çöreklendi. Yüreğinin, bir değirmen taşının altında kalmışçasına ezildiğini hissetti.....İçi öyle dardı ki ! Küçülmüş küçülmüş, incir çekirdeği kadar kalmıştı. O’nun yokluğuna, yalnızlığa alışması gerekiyordu. Ama nasıl? Düşündü düşündü, aklı sıra bir çözüm buldu. Dudaklarına acı bir gülümseme kondurarak, şöyle dedi kendi kendine: * Sabahları yalnız uyandığında; O’nun, erkenden kalkıp işe gittiğini ya da bir iş gezisine çıktığını farzedebilirsin. * Tek başına kahvaltı ederken, O’nun sabah uykusundan henüz kalkmadığını farzedebilirsin. * Ütülenecek çamaşırların sadece kendine ait olduğunu gördüğünde ise; yine en sona kendi çamaşırlarım kalmış ütülenecek, diye farzedebilirsin. * Akşam yemeğini yalnız yerken; O, akşam yemeğini dışarıda yiyecek, geç gelecek diye farzedebilirsin. * Buzdolabını neredeyse boş gördüğünde ise; yine hafta sonu gelmiş diye farzedebilirsin. * Bir yolculuktan veya alışverişten döndüğünde ve evde seni bekleyen hiç kimse olmadığını gördüğünde; O’nun eve gelmesi için, vaktin henüz çok erken olduğunu farzedebilirsin. Daha farzedecek şeyler bulmaya çalışırken, çalan telefonun sesiyle irkildi.Telefonda, henüz ikibuçuk yaşındaki torunu kuş gibi şakıyordu: -“ Ananejiim! Efde miçin? Ben gelebiliy miyim?”.........Torununun sesiyle, yüzü aydınlanır gibi oldu. Farzetmek de neydi ! İşte gerçek buydu......Sevimli, dünya tatlısı bir torun......Sırtını dayayacağı bir duvar......Giden gitmişti. Nasılsa bir daha dönmeyecekti.....Olmayan şeyleri varmış gibi farzederek yaşayamazdı. Telefonu kapattı. Kendi kendine acı gerçekleri bağıra bağıra hatırlattı: Evet, yalnızsın! Yalnız yaşayacaksın! O’nu; yok işe gitti, yok iş gezisine gitti diye farzedemezsin. O artık yok, bunu kabul et. Gitti ve hiç gelmeyecek. Hayat, farzetmek değil; gerçektir gerçek! Farkında olmadan O’nun en sevdiği şarkının sözleri döküldü dudaklarından: “ Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç, Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç !
-
GÖKKUŞAĞI
Bir gün renkler arasında tartışma çıkmış. Kendini üstün gören renkler, üstün buldukları yönlerini göstererek en önemli olduklarını anlatmaya çalışıyorlarmış. MAVİ: Ben huzur verici bir rengim, insanlar gökyüzüne baktıklarında yada denize baktıklarında beni görürler ve huzur bulurlar. İnsanların yaşama amacıda huzurdur. O açıdan ben en önemli rengim. SARI: Ben sıcaklığım Güneşin rengi benim, insanları ısıtırım. Benim gücüm olmasa insanlar soğuktan donar. KIRMIZI: Hayat demek ben demek, çünkü ben insanların damarlarındaki kanın rengiyim. Aşkın, tutkunun, cesaretin rengiyim. Sizde kim oluyorsunuz? YEŞİL: Etrafınıza baksanıza; çimler yeşil, yapraklar yeşil, umutlar yeşil. Ben umudun rengiyim umut olmazsa insanlar yaşayamaz, hiç boşuna kendinizi kandırmayın demiş. TURUNCU: Güneşin doğuşu ve batışı benim rengimdir. Ben sağlık rengiyim aynı zamanda;vitaminlerin rengi benim.Portakal, mandalin, havuç benim rengimdir. MOR:Hepiniz yanılıyorsunuz. Ben gücün, otoritenin rengiyim.Krallar, asiller hep beni seçti. Bu şekilde kavga ederlerken birden şiddetli bir gök gürültüsü duyulmuştur.Yağan yağmura eşlik eden bir ses renklere çıkışarak "sizi kendini beğenmiş budala renkler.Hiç biriniz birbirinizden üstün değilsiniz;ama hepiniz birbirinizden farklısınız.Hepinizin önemi ve gücü var.Bundan sonra her yağmurdan sonra el ele verip yeryüzüne uzanacaksınız, tıpkı bir kuşak gibi.Bu rengarenk kuşağı gören insanoğlu gözlerini sizden ayırtamayacak, baktıkça doyamayacak ve huzur bulacak.Adınızda Gökkuşağı olacak!" demiş
-
Eriyip giden karın hükmünde...
Çıplak dallara inen taneciklerinin, dokunduğu yere bembeyaz ve kalınca entariler biçtiği karın göz kamaştırıcı, şen şakrak manzarasında, kartopu oynayan mutlu ve mesut insanlardı onlar. Bir kar yazısına bu cümlelerle başlayabiliriz pekala. Fakat şöyle de başlayabilirdik: Yetim çaresizliklerine eş boşluktaki sobanın, soğuk ve kapkara sevimsizliğine iç geçirirken, nefeslerinin bu son sıcaklığını israf etmemek için, kat kat sarındıkları battaniyelerinin içine içine üflüyorlardı. Başka türlü de olabilir girizgahımız. Ama herkes için yazamam ben bu yazıyı. Her yazdığımı alınmayın üstünüze. Dışarıda yağan lapa lapa karı, geliştirilmiş ses sistemlerinin ahenginde “one more cup of coffee”yi dinlerken, aşırı ısınmış odanın bunaltıcı havasında, ince gömleğini çekiştirerek seyreden biriyle; televizyonda gösterilen Uludağ tatili haberinde, kayak yapanlara bakarak: - Bu adamlar üşümüyor mu baba? Diyen çocuğa - Zenginler üşümez oğlum, cevabını veren babaya aynı yazıyı yazdığımı söylersem, inanır mısınız bana?! O çocuğun daha uzunca yıllar sürecek, zenginlikle üşümek arasındaki bağlantıyı çözememiş hayret ve hayranlığını veya kömüre geçiş iznini nazlıca veren dar bütçenin ısıtamadığı o evde kurulu uydu sistemleriyle seyredilen Memet Ali şovlarını, dans yarışmalarını, her akşam ayrı bir kalp çarpıntısıyla alıklaşılan bol olaylı çok talihli dizileri de açıklayamam. Yine aynı evde gazetelerin, soba tutuşturulmak üzere şurdan burdan toplanıp biriktirildiği halde, neden büyük bir ısrarla okunmadığını anlasam anlatırdım elbet. Varlığı aklın köşesinden bile geçmeyen o evdeki muhtemel kütüphaneden, aklımın köşesinden çıkmasa da bahsetmeyeceğim size. Sonra, koca koca başka evlerdeki ciltleri fiyakalı kitapların, parlak cilalı ve gösterişli kitaplıklara müebbet hapsini, sahibini bir kerecik bile görememiş olmanın talihsizliği içinde, tozlarından arındırılmak bahanesiyle hizmetkarların tacizine uğrayıp, gözlerinin ferine uğramadan o raftan bu rafa nasıl seğirttiğini izah edebilir miyim? En iyisi ben size yine kardan bahsedeyim. Mesela kardan kadın yapmakla kalmayıp, memelerini de büyükçe yapmanın muzipliği üzerine tasvirlerde bulunsam, kimilerine edepsiz gelse de içten içe güldürür değil mi sizi? Sizi deyip de kendimi dışladığımı sanmayın. Ama ben’i içine katan bizi kullanarak, muhatabımın biz’in içine girmeyen bir karşı duruşla okuması da işime gelmez bu yazıyı. Hatta ileri götürüp tekilleştirmeliyim sözlerimi: Sen, evet sen. Bütün bunları biliyorsun öyle değil mi? Suçlusun. Eğri cetvelle doğru ölçülmediği için, muhakkak sende de bir yanlış var. Kendinden başla yanlışları düzeltmeye. “Her yazdığımı alınmayın üstünüze” dediğimi hatırlatan bakışlara sahip kaç kişi var acaba şu cümleye gelesiye. Siz söylemeden ben tahmin edeyim: Kitap okumayı, su gibi tuz gibi hayatının olmazsa olmazları arasına sokanlar da değil. (Çünkü kardan kadın yapmak kadar bulaşıcı bir modadır bestselleri okuyup, naylon entelektüel sohbetlerde caka satmak. Yine yanlış anlamayın. Onları da okuyun. Ama okuduğunu anlayıp analiz edemeyen insanın, on batman kitap yükü taşıyan eşekten farkı olmadığını da aklınızın bir köşesinde tutun.) Kim peki onlar?: Okudukça ufku genişleyen, muhakeme gücü gelişmiş, dikkatli bir bakış açısına sahip kitap severler olabilir mi acaba? Sahi. Nereden geldik kitap severlere? Bu bir kar yazısıydı sözde. Eriyip giden karın kaderine teslim oldu konunun aslı. Çarçabuk başka mecralara aktı. Oysa Edip Cansever’in: İçinden doğru sevdim seni Bakışlarından doğru sevdim de Ağzındaki ıslaklığın buğusundan Sesini yapan sözcüklerinden sevdim bir de Beni sevdiğin gibi sevdim seni Kar bırakılmış karanlığından. Mısralarını ekleyeceğim, kardan yapılma lirik bir yazıydı benimkisi. Ama kim bilir belki de o zaman, “Sevgililer Günü” beyhûdeliğinde (Sevgilin yoktur demeyin ve unutmayın: Önyargılardır hataların babası.) sevgiliye gül vermek yerine -ki o günün şartlarında rahatlıkla alınabilir- kitap hediye etmenin neden adet olmadığına dair bir serzenişe dönüşebilirdi. Muşamba barakalarda yatıp kalkan mevsimlik orman işçisinin bu yazıyı görme ihtimali ne kadardır bilmiyorum. Onun için değildi bu yazı. Karlar gibi eriyip giden zamanın boş anlarına aldanan ömrümüzün, kar sularının ekolojik bahtına benzemeyeceği âşikârken, ne yapmak lazım okumak için..?!
-
Bir bütün ' var ve yok '
Rıhtımları var kalbimin ve bekleme salonları. Ya bir bekleyiş yada bir ayrılık var hep hayatımda. Onların ortak noktası kavuşma sevinci ve ayrılma hüznü ise hep iç içe, hep aynı noktada ve hep aynı durağanlıkta. Her şey ya var ya yok, ya da öyle olması gerekir hayatta. Oysa benim kaimde yokluğun keskin çizgisinde varlığa dair çıkarımlar var an be an yansıyan. Sadece bir illüzyon var yokluğun içinde varlığa dair. Hayat denilen oyunda iki kelam etmek de hep yokluğa düşer baş aktör olarak bu durumda. Ama o hep varlığı hatırlatır; varlık da onu hiç üzmez, katlanır dertlerine, kendini fark etmesini bekler, aslında ne kadar yakın olduklarını hatırlatmak ister yokluğa. Çünkü keskin çizgisinde bıçak sırtı yaşamlarımızın varlıkla yokluk bir bütünlüktür, asla kopmayan ve birinin yokluğu diğerini anlamsız kılan...
-
aramakla bulunur mu dersin umutlar?
Dört tarafı suyla ma'mur, mağrur bir okyanustu sürgün. Mavi, umutla aramızda menzildi, özlemler devrişirirdi kah hüzünlü, kah heyecan kokan. Bizim halat çekmekten nasırlaşmış ellerimiz, boş kaldığı demlerde zulalardan ne hatıralar, ne düşler, ne rüyalar çıkarırda bir görsen. Güverte bayram yerine dönerdi. Ayın on dördüne adanmış beyaz bir sayfasına seyir defterinin, büyük tufanlardan kalma ne kadar tezat kalmışsa gönülde, yazardık bir bir. Hepsinden birer çift olmalıydı muhakkak. Nuh'un gemisinde nasılsa, öyle yani. Birinin hayat bulması için diğeri iliştirilirdi hemen yanına. Hüzün ve mutluluk, ihanet ve sadakat, yalan ve hakikat... Hep bir şeyler eksik kalırdı, hissederdik. Gönül çarpıntısı umutlar, liman dikizlerdi kuleden. Varacak bir liman. Çölde suya hasret kalanlar gibi, yürek bir tutam toprak arardı. Sürgün bütün kozlarını bu kadar küçük bir şey üzerine oynamaktaydı. Haritalar emrindeydi, şaşarlardı sinsice. Yanılmayacağı zannedilen pusula kendine gelemezdi bir türlü. Böylece mavi, akşamın ilk saatlerinde umut yükünü yıldızların omzuna şal yapardı. Korsan fikirlerin, ayağı prangalı mahkumları saflarına katmaya başladığı anların isyan dalgaları, serbestçe dolaşmaya başlardı güvertede. Sürgün, Lykurgos’tan ve Solon’dan daha ağır cezalar uygulardı her defasında. Bu gemide en büyük isyan, aşka en yakın olandı. En hafif cezaydı idam. Mavi solardı, yıldızlar sönerdi, umut bilmem ki nere giderdi... .. Aradan vakit geçmedi. Okyanusta vakit yoktur çünkü. Gece ve gündüzdür her şey.. İlerliyoruz yine. Yeniden umudu bulacağız, korkunun karanlık mahzeninden kurtulmak için. Varabileceğimiz nokta yok. Nokta, belki en fazla aradığımız şey. Ama umudu bulmadan istemeye gücümüz yok onu. Korku, bütün isteklerimizi olduğu gibi, varmayı ümit ettiğimiz dileklerimizi de gasb eden zulmetin efendisi. Tarık misali gemilerini yakanlarla, gemileri hiç olmamış olanlar, deniz tutanlar, denize tutkunlar, ne olduğunu anlayamadığı bu koca okyanusa tutuklular... Yine birileri eksik, hissediyoruz. Bu gidişte bir ahenk eksik, duruş, ilerleyiş... Bizim noktaya hasret gözlerimiz, ufkun ince uzun çizgisini gördüğünde hayran kalır. Bulunduğumuz bu herhangi bir yerden ayrılırken, uzakların selâmet olduğunu düşünürüz o yüzden. Güneşin geldiği yere olan yolculuğumuz, güneşin gittiği yerin geldiğimiz yer olduğunu anlamamızla sukut-ı hayâl bulur. Zaten böyle hallerde umudu aramak, bir hayâleti bulmaktan kolay değildir. Mavinin solgun yüzüne, gecenin o zifiri karanlığına bakan yüreğimiz, “görünmeyen ve hissedilen”in getirdiği hassasiyetle burkulur. Şefkat yüklü bulut, şiddet dolu hallerle boşaltır içini aynı demlerde. Tam da gönüllerin, susuz sahralardaki kum taneciklerine, yani ufacık da olsun basılacak bir yere hasret kaldığı bekleyişlerdir bunlar. Her şey kaydedilir seyir defterine. Uzlete çekiliriz. Bundan sonrası, anafor, kasırga... .. Şimdi yağan kesif bir yağmur. Eğer yıldızlar olsaydı gökyüzünde, yüzümüzde hissettiğimiz ufak dokunuşlar arasından gözlerimizi açmak ve dimdik durup yükseklere bakmak zor olmazdı. Sürgün, hiç tahammül edemez yeknesak melodisine yağmurların. İster ki şimşekler çaksın, gök gürüldesin. Balıklar hiç çıkarmasın başlarını sudan ve martılar çığlık çığlığa kaçışsın. Yağmur her yağdığında karaya doğru uçar onlar. Lakin aynı umutsuzluğun yorgunluğu mudur bilinmez, üzerimizde daireler çizip duruyorlar her seferinde. Gecenin bir yarısında gözlerimiz kapalı. Bir yanda yıldızların hayali, bir yanda kasırgayı bekleyen sürgün. Diğer tarafta aynı umutsuz bizler. Ve kimbilir nerelerde kayıp mavi.. Geceye sesleniyoruz ve bağrıldığı vakit, sese karşılık veren yankıyı dahi özlediğimizi farkediyoruz birden: “Gece.. Karanlıkların sultanı iken sen, seyrediyorsun suların fevkinde. Siyahınla setrediyorsun her şeyi. Hatıralarında kim bilir kaç bin türlü esrâr. İnhilâli bekleyen muammalar dolduruyor gelişinle mekânı, meçhuller çıkıyor dehlizlerinden ve yine efsûnî bir örtü çekiliyor günün üstüne...” Seslenişimizin aksini dahi bulamamanın kırgınlığı yaşıyoruz. Eğer umudumuz olsaydı, üzülmezdik bu kadar. Mavi olsaydı hele bir de, gülerdik belki de gecenin bu en ağrılı engebelerinde. Bir kasırga beklemiyorduk. Beklediğimiz umuttu. Sayısız yıldız, elvan elvan mavi. Umduğumuzu bulamadık. Hiç beklemediğimiz kasırga vurdu hayallerimizi. Zaten umudu aramak da bir hayâleti bulmaktan kolay değildi. Seyir defterine yazacak birşey yoktu. Herşey kasırgayla cenk halindeydi. Savaş, kazanmak için ümit etmekti. Ümit, çetin bir savaşla geldi... .. Aradan günler geçmedi.. Okyanusta zaman yoktu. Gece ve gündüzdü her şey.. Ta ki, güneşin varlığındaki fevkaladeliği anladığımız an'la, an'ın bir zaman mefhumu olduğunu çözene kadar. Bütün o cengin verdiği yorgunluktan ve kesif bir kasırgadan sonra beliren güneşin gözlerimizi kamaştırdığı ân’dı, zamanı hissedişimiz. Kasırga verdiği bütün zararlarla birlikte geri çekilmişti. İhânetin sürgünle yaptığı gizli anlaşma olmamış olsaydı, bu kadar zayiat vermeyecektik. Savaşla gelen ümidin ağır yaralarını sarma vazifesi şefkate âitti. Şefkat: ‘Bu yarayı ben iyileştiremem, bu bir aşk yarasıdır.” Dediğinde kesildi teker teker soluklarımız. Sus-puslara karıştı kelimeler. Harfler yutuldu. Sonra herkes bir telaşa tutuldu. Zulalarda kalan ne kadar güzellik varsa döküldü ortaya. Bulamıyorduk. Biz bu gemiye ne zaman binmiştik bilmiyorduk ama, her birimizde bir şeyler eksikti hissediyorduk. Ama bir türlü bulamıyorduk. Ümidi kazanmışken, çaresizliğe teslim olmuştu avuçlarımız. Hepimiz sadece ona bakıyorduk şimdi. Umudun yüzüne çöken bütün kederlerin ardından, arada bir aralanan o engin bakışlarının ışığından milyarlarca yıldız serpildi etrafa. Parıltılar heyecanla yükselirken gök yüzüne; hilâl ürpertiyle öykünmeye başladı bütün o pırıl pırıl umutçuklara. Çareler azaldıkça bizde, mana veremiyorduk bu yeni yıldız kümelerine. Gözlerimizde bir teşrifat telaşı başlarken seyir defterini açtık. Tek bir kelime meşk ettik, umudun gelişini resmetmek için. Kalem AŞK’ta kıldı kararını. Ve Kaf, kağıda öyle bir mavilikte düştü ki, sürgün sultanlıktan kürek mahkumluğuna düştü o anda. Yaşananlar ancak bir düştü, artık karar vermiştik. Düşünce şaştı, hayretin hali pür-telaştı.. Sonra mavi, umudun tutarak ellerinden yükseldi, yükseldi… ve âsumâna ulaştı. Çaresizlikten sıyrılan gönüllerimizdeki bütün kötü kırıntılar kuş olup uçtu. Kelebek olup kanat çırptı. Teker teker uzaklaştılar bizden. Zaman ve mekan kendinden geçerken, güneş günle kucaklaştı; umut maviyle. Hemen ardından gemimiz yepyeni bir limana vardı. Sancaklarda tek bir bayrak dalgalanmaktaydı. Gemi halkı geride kalan her şeyi yaktı. Mavi umuda baktı, umut maviye. Anladık ki sonra: Aslında her birimiz, aşkın türlü türlü halleriydik. Kehânette bulundu en erdemli yanımız: Bu hikâye, bir adamın sesinde yaşayacaktı. Her asırda yeni kahramanlar bulunacaktı muhakkak. Adını koymak için çok zorlanılmadı. Çünkü, hikâyenin adı, sadece Aşktı....
-
bir zamanlar
Bir zamanlar bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış. Mutluluk, Üzüntü, Bilgi, Aşk ve tüm diğerleri. Bir gün adanın batmakta olduğu duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar. Adada en son kalan Aşk olmuş. Çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş. Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde gelmekteymiş. Aşk: "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş. "Hayır alamam" demiş Zenginlik, "Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. ""Kibir, lütfen bana yardım et." "Sana yardım edemem Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin" diye cevap vermiş Kibir. Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk ondan da yardım istemiş: "Üzüntü izin ver seninle geleyim." "Of Aşk !.. O kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." Mutluluk da yanından geçmiş. Ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın çağrısını duymamış bile. Birden arkalardan bir ses: "Gel Aşk. Seni yanıma alacağım..." Bu, Aşk’tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki kendisini, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında, kendisine yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" "O, Zaman'dı" diye cevap vermiş Bilgi. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş, Aşk. Bilgi gülümsemiş: "Çünkü Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu sadece zaman anlayabilir..."
düşlermavisi
Φ Üyeler
-
Katılım
-
Son Ziyaret