Farklı bir cevap beklemiyordum. Şapka çıkarılacak bir ustasınız. Bakın beni fevri bulabilirsiniz ama ben konunun başından beri okudum ve tavrınızı çok saldırgan ve karşıdakini sıkboğaz etmeye yönelik buldum. Ben de isterim insan gibi fikir alış verişi yapmak. Ama taktiğiniz midir nedir olayı bir kör dövüşüne getiriyorsunuz. Ya şunu rahatça tartışsak olmaz mı. Diğer arkadaşlara da hep aynısını yapmışsınız.
Sorunuza cevap olarak vereceğim metin
Fethullah Gülen neden ABD'de yaşıyor?
CEVAB : Kanaatimce soruyu biraz tashih etmekte fayda var: Fethullah Gülen Hocaefendi sağlık sorunları ile gittiği ABD’den neden geriye dönememiştir ?
Evet, 1986 yılında gittiği Hac yolculuğunda: ”Şayet bu Kutsal Topraklardan geri gelmek istemez, oralarda kalırsam, başıma bir ip bağlayın ve beni sürüye sürüye Türkiye’ye getirin” diyen bir Zat, nasıl olur da, -haşa- keyfi veya nefsi bir sebebten ötürü kendi memleketi dışında biryerde yaşadığı varsayılabilmektedir? Mescid-i Nebeviyye’de Efendisi (SAV) huzuruna giderken, Medine sokaklarında dönüp dolaşan ve “ ben şimdi hangi yüzle Rasulullah’ın huzuruna gideceğim? Ümmet-i Muhammedin mağdur ve mazlum hali karşısında nederim ? ” endişesi taşıyan bir insan, nasıl oluyordu da, kendi memleketinda yapılacak Kudsi Hizmetleri uğruna yaşamaktan bile feragat ettiği Mekke ve Medine ‘ye rağmen, memleketi dışında bir yerde yaşarken, onun hakkında farklı düşünce ve su-i zan yelkenleri açılıyor?
Konuya ilişken değerlendirmeleri kendi beyanatlarından dinliyelim:
Amerika’ya gelişimin öncesi var. 1997’de anjiyo için gelmiş ve 2-3 ay kalıp dönmüştüm. Hatta o zaman Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel referans olmuş, Cleveland’da bulunan Dr. Murat Bey’i aramıştı. Sağ olsun, alakadar oldu, yol gösterdi, ameliyat üzerinde ısrarla durdu. O zaman da ‘niye Amerika, niye orada kalıyor, kaçtı’ gibi şeyler söylendi. Oysa buraya geldiğimde -kalbimden dolayı- üzerimdeki yorganı kaldıramayacak kadar halsizdim. Doktorların tavsiye ettiği ilaçları kullanıyordum. Bant üzerinde ve açık havada yürüyüşlere devam ediyordum. Ama durumum zordu. Bu seferki gelişim de yine aynı hastalıkla alakalı oldu. Mayo Kliniği’nde Kırım Türklerinden Dr. Sait Bey vardı. Türkiye’ye geldiğinde halimi gördü, ısrarla buraya gelmemi söyledi. Bu davet Almanya’dan olsaydı, Almanya’ya giderdim. Amerika’ya geldim, tedavi başladı, 1-2 ay sonra Türkiye’de o komplo fırtınası koptu. Kalakaldım burada. Gideyim dedim, doktorlar izin vermedi. ‘Kendini büyük tehlikeye atıyorsun’ dediler. Bu mevzuda dünya kadar rapor var. Sağlık durumun ortada. Niye kaçayım, kaçacak neyim var benim?
“Bir ayağı Amerika’da, bir ayağı Suudi Arabistan’da” deniyor.
Suudi Arabistan’a en son 1986’da hac için gitmiştim. 20 yıldır gitmedim. Bir ayağı Suudi Arabistan’da diyenler, eğer gitseydim, o zaman daha farklı yorumlar getirecek, iki ayağı da orda falan diyeceklerdi. Belki başka türlü sorgulamalar olacaktı. İran, daha büyük problem olurdu. İran’la, işin doğrusu münasebetim olmadı. Menşei Türkiye olan eğitim, kültür, hoşgörü faaliyetleri mevzuunda, müşterek bazı şeyler yapalım teklifine de sıcak bakmadılar. Bana ve beraberimde birkaç arkadaşım oraya gitmesine sıcak bakacaklarına ihtimal vermiyorum. Öyle bir düşüncemiz de hiç olmadı. İran’a gitseydim, şimdi çeşit çeşit yorum yapanlar, o zaman da; “Batı’nın oradaki eli ayağı, gözü kulağı” diyeceklerdi. Kalp bozuk olunca, kendi hayallerinde sizi bir yere oturtunca, bir şeyle bağlayınca sizi, ne yaparsanız yapın yine öyle şeyler diyecekler. Ağızlarını kapamak diye bir vazifemiz de yok. Düşünce ve fikir hürriyeti var. Eğer öyle bir kısıtlama varsa onu sadece bize uyguluyorlar ve o da yeter.
Amerika yılları sizi nasıl etkiledi?
Fıkıh tabiriyle söyleyecek olursak, benim burada kalmam iki şerden hafif olanı tercih kabilinden oldu. Ben gelmek istemiyordum buraya, fakat Dr. Sait Bey çok ısrar etti, sağlık durumunun ihmale tahammülü olmadığını ifade etti. Bana çok ağır gelse de, ya ülkemden, kendi insanımdan uzak, yabancı bir devlette bulunmayı tercih edecektim, ya da bir devlet adamımızın dediği gibi küçük şeyleri büyüterek, her gün yeni bir komplo kuranlarla karşı karşıya kalmayı tercih edecektim. Birtakım kötülükleri görüp kendi insanımıza darılmamak için, istişare ettiğim arkadaşların da kanaatini alarak hasret çekmeye razı oldum. Haziran komplosunu (kasetlerle ilgili) önceden bildiğim halde yayımlandığı zaman bazı yerlerine baktım. Komplocularla beraber olanların yazılarını onlara karşı içimde bir ukde olmasın diye okumadım.
Türkiye’den hasretle bahsediyorsunuz, ama dönmüyorsunuz. Neden?
Belli bir yaştan sonra vücudun tahammülü olmuyor. Bir Arap şairinin ifadesiyle, yakın hissetmeme mani şeyler olmasın diye uzakta durup kalben, vicdanen orada bulunmayı tercih ediyorum. Bir espriyle söyleyeyim, tasavvufta âşıklar üstü bir makam vardır. Orada bulunanlar vuslatı bile istemezler. Yani içime ateşler sal, hep hicranla inleyeyim fakat vuslat istemem derler. Türkiye’ye karşı böyle zevkli bir hasret, zevkli bir hicran bana daha derince, daha vefalıca ve yürekten geliyor.
Bunlar dönmeyeceğiniz anlamına mı geliyor?
Zaten dönüş için yasal bir engel yok. Türkiye’ye dönmeyi bir an olsun aklımdan çıkarmadım. Yine de Türkiye’de önemli yerlere sordurdum. “Bir şey yok, gelebilir” dediler ama, “gelebiliri” söyleyiş tarzlarından sanki gelince onların başını ağrıtırım gibi bir şey hissettim.
Devletten birileri mi?
Evet, önemli bir vazifedeyken emekli olmuş bir yakınlarına, “Benim gelmem kendileri için ne ifade eder? ” diye sordurdum. Tebessüm ettiler ama gelmese daha iyi olur dediler. Benim dönüşümün herhalde bazı şeyleri tetikleyebileceği düşünülüyor. Sanki bazıları bazı kimseleri sokağa dökecek, huzursuzluğa sebebiyet verecekler. Ben, Türkiye’de oluşmuş istikrar ortamının bozulmasına fırsat vermek istemem.
Türkiye’ye Humeyni gibi döneceğinizden endişe edenler de var…
Dönersem kendim gibi, Ramiz Efendi’nin üç şerefeli camide imamlık yapan oğlu gibi dönerim. Size komik gelebilir ama, döndüğüm zaman acaba bana yine o camide imamlık verirler mi, yine aynı pencerede kalsam; ya da Kestane Pazarı’nda idarecilik vermeseler bile, tahta kulübem gibi bir kulübede kalmama müsaade ederler mi diye düşünüyorum. Bir diğer düşüncem de, bütün samimiyetimle ifade edeyim, köyümde, dedelerimin arsası üzerinde yapılmış bir misafirhane var, gitsem orada kalsam diyorum. Doğduğum, büyüdüğüm köyde bir köylü gibi ölsem.
‘Doğduğum köye gitsem, orada ölsem’ diyorsunuz. Köye gidip susacak mısınız?
Dünyada, beklentilerim değil, derdim oldu. Aynı derdi terennüme devam edeceğim; şartlar ne olursa olsun, sözüme kıymet verenleri eğitim faaliyetleri için dünyanın dört bir yanına koşmaya teşvik edeceğim. Mezara konulurken bile fırsatım olursa yine, gidin okul açın, Türk dilini dünya dili haline getirme mevzuunda gayretten dur olmayın diyeceğim. Esnafımıza, dünyanın dört bir yanına sürgünler halinde açılın ve sonra ağaçlar haline gelin, lobiler oluşturun ve Türkiye’yi destekleyin; dünyadan kopmuş bir Türkiye’nin ayakta durması mümkün değildir, demeye devam edeceğim. Eğer bir gün hususi kanun çıkarıp ağzıma kilit vursalar bile, elimle, ayağımla bunları yazacak ama yine anlatacağım. Çünkü, bunları cami kürsülerinde, devletin memuru olarak açık açık ve herkese anlattım; ifade ettikleri gibi “müritlere” değil. Belki diğer hocalarımızdan farklı olarak dedim ki: Türkiye’yi geliştirin, her yerde Türk insanının sesi duyulsun. Bence millilik de, ulusalcılık da ancak böyle olur; meselenin hikâyesini yaparak değil. Türkiye’nin davası büyük bir davadır. Ona topyekûn bir milletin, milli mücadelede olduğu gibi sahip çıkması lazımdır, demeye devam edeceğim. Bu hususta sesimi kesecek ve bana bunları söyletmeyecek bir kanun da bilmiyorum. Milletime karşı bir vefa borcu olarak bunları söylemeye devam edeceğim.
Merak edilen konulardan birisi de, böyle fakirane yaşayan bir insan ABD gibi pahalı bir ülkede nasıl yaşayabiliyor?
Bu konu farklı maksatlarla ortaya atıldığı için, sizi tenzih ederek, hazımsızlık yapanlara söyleyeyim: Benim hakkımda böyle diyenlerden hiç birisi için ben böyle bir soru sormadım. Benim gibi, şeker hastası, günde 1200 kalori alan, ağır şeyler yiyemeyen, yemek ihtiyacını çok defa yoğurt ve çorbayla karşılayan bekâr bir insan, ABD’de olsa 500 lirayla (dolar yerine lira diyor) geçinir. Bu tür şüpheler uyararak karalamak isteyenlerin tavrını fevkalade yakışıksız ve münasebetsiz buluyorum.Bunları hiç söylemek istemezdim. Çünkü, isterdim ki, imkânım olsaydı da, o telif ücretlerini de yemeseydim. Buradaki ikametim için arkadaşlar gönderiyorlar ben de kerhen kabul ediyor ve ancak zaruri ihtiyaç çerçevesinde kullanıyorum. Zaten burada başka türlü durmam mümkün değil ve böyle bir telif ücretini alma mevzuunda da kimsenin bana bir şey demeye hakkı yoktur.Soruldu, açıkça söyleyeyim: Arkadaşlar, -rahatsızlıklarım da olduğu için- ihtiyaten bir miktar bankada bulunduruyorlar; her sene için de 30 bin gönderiyorlar. Az önce dediğim gibi, zaruri ihtiyaçlarımı gideriyor, geri kalanını da millete tavsiye ettiğim üzere eğitim hizmetlerine bağışlıyorum. Bana gönderilmeyen ve birikmiş olan teliflerin de Allah rızası için bazı yerlere ve muhtaç kimselere verilmesini söylüyorum. Allah’ın huzuruna girerken arkada beş on kuruş bile olsa bir şey bırakmak istemem. (Kaynak: Mehmet Gündem ile röportaj, Milliyet, 01.2005)
Konu ile ilgili birde Hüseyin Gülerce ‘nin köşesinden:
Önce “neden gelmiyor? ” sorusundan başlayalım. Cevabı ararken bir soru da biz soralım: Gelmek istemez mi? Hem de nasıl ister. O halde neden gelmiyor? Merak edenlerin dışında, bazı küçük insanlar; “korkmasın, gelsin, mahkemelere çıksın, gerekirse hapis yatsın..” diye ileri geri konuşuyorlar. Bu gibiler öncelikle Sayın Gülen’i tanımıyorlar. Sonra, sevmiyorlar ve saygı duymuyorlar.Çünki Sayın Gülen gibi ömrünü milletine, dinine vakfetmiş insanların şahsî takıntıları olmaz. Şahıslarıyla ilgili hesabı da olmaz. Sayın Gülen’in dönüp dönmemesinde asıl etken, atacağı adımın omuzladığı dâvâsına ne faydası olacağıdır. Eğer, O`nun Türkiye’ye dönmesiyle birileri yeniden ülke gündemini değiştirerek, Avrupa Birliği üyelik sürecini bir başka zeminde daha zora sokacak bir siyasî krizin hesabını yapıyorsa, Sayın Gülen neden âlet olsun? Yakalanan siyasî istikrarın devamı adına yüreğine taş basmayı elbette tercih edecektir.
Evet, Hicret Hz.Adem (AS) mın Cennetten Dünyaya gelmesi ile başladı, Hz.Nuh(AS) ile gemiye bindi, Hz.Musa (AS) ile Tur-i Sinaya çıktı, Hz.İsa (AS) mın göğe yükselmesine vesile oldu, Efendimiz (SAV) min Medine’ye yolculuğuna şahitlik yaptı, Sahabe-yi Kiram ile Hırsitiyan Habeşistanda tanıştı, Emir Sultan Hazretleri ile Bursa’da buluştu, Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretlerinin Hindistana götürdü, Sultan Vahdettini Romaya sevk etti, Mehmet Akif Ersoy’u Mısır ile hasbihal ettirdi, Bediüzzaman Hazretlerinde sürgün şekilini aldı, Esat Coşan Hocaefendi ile Avustralya’nın ihyasına çalıştı, nice ışık süvarisine Rehberlik etti ve muhterem büyüğümüz ile Asrın Hicretine eşlik etti!
Amerika Küfrün Merkezi deniyor. Bizde şöyle diyoruz, daha iyi, Küfrün Merkezinde yapılan İslami Hizmet, diğer Küfür beldelerinden daha faziletlidir. Teşbihte hata olmaz fehvasınca ; Hz.Musa(AS) mı Firavun sarayından koruyan Allah değilmiydi ? Evet, gerek Amerikada gerek AB ülkelerinde İslama dehaletler fevc fevc artmaktadır. Boş oturarak nasıl artacak? Mücahede ve Tebliğ olmadan?
Hicretler bitmez, yeterki talib olunsun, Hicreti sıradan bir seyahat görenler, Hicret ufkuna bilmemki ulaşabilirlermi?
Ayrıca diyalog üzerine bir hasbihal tavsiye edeyim
Soru : Neden "Diyalog"?
Cevab : İslam’ın doğru temsil edilmesine vesile olduğu için.
Soru : Yani tebliğ etmek değil....
Cevab : En güzel tebliğ, temsil ile olanıdır! Temsil etmeniz için de önce diyalog kurmanız gerekmektedir. Diyalog ile yapılan temsil, güven verirse işte o zaman tebliğ yapmış olursunuz!
Soru : Ama Kur’an “Hak Din İslam'dır” (Ali İmran ,2/19) diyor .
Cevab : Aksini iddia eden olmadı zaten...
Soru : Yalnız, Diyalog ile Hristiyanlık ve Yahudilik meşru gibi gösterilmiş olunmuyor mu?
Cevab : Diyalog ile aslında İslam meşrulaşmış oluyor! Dünyada İslam dini, barbar bir din, terörist bir din, mensublarını sefalete mahkum eden bir din gibi takdim edilmiştir. Diyalog bu vesile ile bunu tekzib etmiştir....
Soru : Bu soruma cevab değildi...
Cevab : Hrsitiyanlığın ve Yahudiliğin aslılları da haktır! Bu noktadan onlar zaten meşrûdur. Lâkin günümüz Hristiyanlığını ve Yahudiliğini "tahrif edilmiş" kabul ettiğimizi zaten biliyorlar...
Soru : Şimdi, “Dinlerarası Diyalog “ tabiri ile diğer dinler meşrulaşmış olmuyor mu sizce?
Cevab : Şayet “hak dinler arası diyalog” denmiş olsaydı , o zaman haklı olabilirdiniz. Lâkin dinler deyince, malum hak ve batıl olarak tasnif edilmektedir.
Soru : Yani?
Cevab : Hak din İslam ile diğer (batıl) dinler arası diyalog ...
Soru : Onların nazarında kendileri hak bizler batıl değil miyiz ?
Cevab : Olabilir, her din mensubu bu konuya kendi açısından bakabilir, biz kendi açımızdan bakıp ona göre yorumlamalıyız . Sizin, onların bakışına göre bizi yargılamanız , ilmi bir yaklaşım içermez.
Soru : Ama İbrahimî dinler diyorsunuz....
Cevab : Yukarıda kısmen dile getirmiştik, Hrsitiyanlıkta, Yahudilikte hatta Hz. Zülküf'e (as) geldiği tezi günümüzde daha çok kabullenilen Budizm’de asılları itibari ile Hz.İbrahim'in (as) tevhid esaslı dini üzerine gelmişlerdir.
Soru : Fakat bugün asılları üzerine değiller, ayrıca İslam geldikten sonra onlar nesh olmadı mı?
Cevab : Evet hem tahrif hem nesh olmuşlardır bu doğru.
Soru : O halde neden Hz.İbrahim’in dini? Yani Hz.Muhammed'in (sav) dini değil ?
Cevab : Bunu Kur’an ifade ediyor: "Ya Muhammed, de ki: Allah beni İbrahim'in dinine iletti" ( En’am ,6/161) demektedir.
Soru : Burda, tevhid esaslı bir din kast edilmek istenmiyor mu?
Cevab : Doğru, lâkin Hz. Adem'in (as), veya Nuh'un (as) değil de, İbrahim’in (as) dininden bahsetmesi manidardır!
Soru : Ne demek istiyorsunuz?
Cevab : Yani, Kur’an-ı Kerim o gün itibari ile dünyada en yaygın bir din olan Hrsitiyanlığa ve Yahudiliğe şunu demek istiyor: "Hz.Muhammed'in (sav) size yaptığı davet, Hz.İbrahim'in (as) asıl dinine davettir." Zaten İbrahimî dinler adı altında bugün yapılan budur. Onlara asıllarını hatırlatmak, mesela Hz. İbrahim'in (as) teslis inancı yoksa neden sizde var şeklinde düşündürmektir.
Soru : Ama Kur’an “İbrahimî Dinler” demiyor, İbrahim’in dini diyor...
Cevab : Yahudiliğin aslı o dönemki İslam Dinidir ve Hz.Musa (as) Hz.İbrahim'in (as) oğlu İshak'ın (as) soyundandır, Hrsitiyanlığın aslı da o dönemki İslam dinidir ve yine Hz.İsa (as) Hz. İshak'ın (as) soyundandır; en son gönderilen Efendimiz (sav) ise Hz.İsmail'in (as) soyundan olmak üzere İbrahim'in (as) dini üzerine olduğuna göre, asılları itibari ile hepsi İbrahimî dinlerdr.
Soru : Onların dua ettikleri Rab ile bizim Rabbimiz Allah aynı mıdır ?
Cevab : Kur’an-ı Kerim: "De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim.....(Ali İmran , 2/64) derken , Ehl-i Kitab ile ortak olan bir Rabden bahsettiği aşikardır !
Soru : Ama...
Cevab : Ayet’in devamı ise konuyu disipline etmektedir : "......O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın."
Soru : Şimdi, teslis inancındaki Rab ile bizim tevhid inancımızdaki Allah bir mi yani ?
Cevab : Onlar Allah’ın vasıflarında yanılıyorlar, Allah’a eş koşup oğul isnadında bulunuyorlar! Zaten Kur'an da onları bu noktadan uyarıyor ve diyorki. "Ey Ehl-i Kitab, aramızdaki ortak olan Allah inancınızı gözden geçirin ve Allah’a oğul ve benzeri eş İlahlar edinmeyin".
Soru : Peki bu vasıflardaki yanılmış olmaları onları kafir yapmıyor mu?
Cevab : Yukarıda cevablamıştık sanırım, hak din İslamdır diye...
Soru : Gerek Sahabe döneminde gerekse Osmanlı döneminde, neden onca fetihler yapıldı o zaman? Onlar neden diyalog yapmadı?
Cevab : Savaş mevsiminde savaşmak, diyalog mevsiminde ise temsili esas tutmak farzdır! Efendimiz'in (sav) zaman zaman bazı müşriklerle ittifak kurması (Hudeybiye'de), Hristiyan Meliki Necaşiye sahabesini emaneten göndermesi, Ebu Cehil’in yanına 100'ü aşkın gitmesi, amcası Ebu Talib’ten sonra müşrik Mut’im bin Adiyy'in himayesini kabul etmesi, Medine'de Yahudilerle bir antlaşma imazalaması diyalog dönemlerinin gereği iken, bir Bedir , bir Uhud , bir Mu’te ise savaş döneminin cihad şeklidir! Karıştırmamak lazım!
Soru : Ama bugün Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Çeçenistanda müminler katlediliyor, siz ise diyalog diyorsunuz! Bu bir çelişki değil mi?
Cevab: Bir kere , diyalog ne ABD ve yönetimi ile, ne İsrail veya yönetimi ile yapılmıyor ki böyle bir iddiada bulunuyorsunuz!
Soru : Peki ya kimlerle diyalog yapıyorsunuz?
Cevab : Bugün itibari ile dünyada müminlerin uğradıkları zulmü kınayan, İslam’a saygılı olan Katolik Dünyası (Vatikan), Ortodoks Dünyası Ruhanileri ile ve diğer bazı İseviler ve Yahudi örgütleri ile yapılmaktadır!
Soru : Ama Amerika Hrisitiyan ve Filistin'de zulüm yapan İsrail’de Yahudi?
Cevab : Hristiyanlar içinde Kur’anı Kerim'e alternatif kitab yazacak kadar İslam’a açıktan düşmanlık besleyen ve Amerika’da büyük ağırlığı olan Evangelist Hıristiyanlar ile yukarıda bahsettimiz diğer Hristiriyan mezheblerini bir tutmak, Şii müslümanları ile biz Sünni Müslümanları bir tutup eleştirmek gibi yanlıştır! Aynı şey Yahudiler için de geçerli. Her Yahudi Siyonist değildir.
Soru : Yani?
Cevab : Bugün İslam’a saygılı olan ve dünyada barışı isteyen Ehl-i Kitabın Ruhanileri ile bir diyalog, dünyadaki müminlerin mazlumiyetini gidermek adına bir zarurettir. Zaten başka türlü de Ümmet-i Muhammed'in mazlumiyet ve mağduriyetin giderileceğide imkansız gibi gözükmektedir.
Soru : Diyaloğu bu şekli ile kabul edelim, ama neden Vatikan’ın önderliğinde bir diyalog?
Cevab : Bugünki Vatikan’ın Dinlerarası Diyalog Sekreteri Thomas Michel, diyalog faaliyetlerini ferdi planda ilk başlatan kişinin Bediüzzaman Said Nursi olduğunu, kendisinin 1950'li yıllarda Vatikan’a bir mektub ile birlikte Zülfikar adlı eserini hediye etmesi sonrası kendilerininde bundan cesaret alarak bu faaliyetleri kurumsallaştırdıklarını dile getirmektedir.
Soru : Ama Vatikan’ın Hristiyanlaştırma projesi olduğunu iddia edenler var...
Cevab : Bediüzzaman Hazretleri, bir mü'minin Hristiyan olamıyacağını, şayet İslam'dan çıkarsa ancak atesit olabileceğinden bahsetmektedir.
Soru : Yani?
Cevab : Bir müslüman Hırsitiyan olamaz! Çünkü artı bir şey kazanmış olmıyacaktır!
Soru : Vatikan’ın böyle bir Hristiyanlaştırma projesi yok mu?
Cevab : Dinlerarası diyaloğa ait resmi yayınlarında yok! Zaten yapılan istatistiklerde, dünyada yükselen değerin İslam olduğunu görmekteyiz. Başta İngiltere ve İsviçre olmak üzere pek çok Hristiyan ülkelerde kiliseler satılıktır! 1964 yılında başlayan diyalog faaliyetleri, 40 senede ciddi Hristiyan üye kaybetmişse, o zaman bu iddiaların spekülasyondan öteye geçemediğini rahatlıkla ifade edebiliriz!
Soru : Ama Türkiye’de pek çok kişinin Hrsitiyanlaştığı söyleniyor...Hatta bir manken Yunanistanlı biri ile evlendi ve dinini değiştirdiğini televizyonlarda ilan etti...
Cevab : Acaba bu kişinin geçmişinde kaç defa alnı secdeye gitmiş veya yaşam tarzı Hakiki İslam’a ne kadar uygun idi ki, bir Müslüman olarak din değiştirdiği kabul edilsin! Diğer yandan farz-ı muhal sizin dediğiniz gibi kabul edilse, burda diyalog faaliyetlerinin ne suçu var?
Soru : İşte diyalog ile her din mensubu cennetlik deniyor ya, ha İslam ha Hristiyanlık..
Cevab : Kim diyor?
Soru : Amentüde ittifakımız var demişti Ahmet Şahin!
Cevab : Hristiyanlığın ve Yahudiliğin asılları ile bir ittifaktan bahsettiği yazısında, günümüz Ehl-i Kitabının vasıflarda yanıldıklarınıda ilave ediyor...Burda bir cennetliktir veya ehl-i necattır anlamı çıkmıyor ki...
Soru : Ama, Fethullah Gülen Küresele Barışa Doğru isimli eserinde: "Kur’an-ı Kerim'de, Yahudiler ve Hristiyanlar hakkında geçen sert ifadeler, ya kendi peygamberleri dönemine ait, ya da Peygamberimiz döneminde yaşayanlara aittir” demiyor mu?
Cevab : Bediüzzman Hazretleri ahirzamanda İslamiyet dinine gelen bir lakaydlık neticesinde, İslam dini hakiki manada temsil edilemediği için, bir nevi bir Fetret Dönemi yaşadığımızı belirtmektedir. Bunu Muhammed Hamidullah gibi bazı İslam alimleri de kabullenmektedir. Dolayısıyla , Hocaefendi de bu hususa parmak basarak, bugünkü Ehl-i Kitab'a hakkıyla İslam temsil edilmediği için bahse konu ayetlerin sert eleştirilerine muhatab olmayabileceklerini dile getirmektedir! Yoksa ehl-i necattır veya ehl-i cennettir demiyor .
Soru : Ama Hatay’da, ezanla çan birlikte seslendirildi, ve temsili sırat köprüsünden hem papazlar, hem hahamlar hemde imam efendiler birlikte geçmedi mi?
Cevab : İlk başta kısmen dile getirmiştik: diyalog her iki tarafın kendi dini inançları ile var oldukları bir ortamdır! Biz ezanımızla varız onlar çanları ile! Temsili sırat köprüsünden sadece biz Müslümanlar geçip onları geçirmemiş olsaydık acaba diyalog ortamı oluşabilir miydi sizce? Onların Kur’an'ı ve Peygamberimizi araştırma imkanı, bizlere bu konulardan sorma ortamı oluşmasını engellemiş olmaz mıydık?
Soru : Anlıyorum...
Cevab : Demek günümüz Ehl-i Kitabı cennetliktir, ehl-i necatır diye bir şey denmemiş, öyle değil mi ?
Soru : Ne bileyim öyle anlaşılıyor sanki ...
Cevab : İyi de, bakın ispatlıyamadınız! Sadece imalardan veya sanki öyle anlaşılıyordan yola çıktınız. O açıdan olmayan bir konu hakkında kesin konuşmak samimi bir müminin işi olmamalıdır! İzninizle son ifadelerimi dile getireyim ....
Soru : Buyrun...
Cevab : Bugün diyaloğa karşı çıkanlar içinde acaba kaç tanesi bilfiil diyalog toplantılarına katılmış, katılanlarla sohbet etmiş veya menfi bir sonuç görmüştür? O halde, bize düşen en azından bu faaliyetlerin sonucunu görmeden olumsuz erken yorumlardan kaçınmak olmalıdır! Allah indinde bu diyalog faaliyetlerinin zerre kadar bir değer kesbediyorsa ki biz ettiğini biliyor ve inanıyoruz, buna karşı çıkanlar, ne kadar samimi olurlarsa olsunlar, neticede bir zarar görmeden yaptıkları eleştirilerle bu faaliyetleri karaladıklarından dolayı manevi bir mesuliyet altında girdiklerini hatırlatmak isterim. Rabbim bizi rızası istikametinden ayırmasın!
Son olarak, profil resminizi gördüm. Sizden yaşça çok küçük bir kardeşinizim saygısızlık yapmak da istemiyorum. Eğer tartışma bir düello şeklinde devam edecekse cevap vermemeyi tercih edeceğim.