GµęštGΐяL tarafından postalanan herşey
-
BeN SeNi ÖyLe SevDiM
Ben de eklentiler yaparım sakın rahasız olmayın Ellerine emeğine sağlık ...
-
SELam Bensiz OLmaz :)
GµęštGΐяL şurada cevap verdi: ReMeMBeR başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımYengem kankam hoşgeldin, (demogoji yapıyorum, hoşbuldum dicek karşılıyom aklım sıra )
-
PLaCeBo Kimdir?
GµęštGΐяL şurada cevap verdi: PLaCeBo başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımAbi saygılar hoşgeldin Böle buyur, kızlar çayı getirin abime
-
SeLam ArkadaşLar (:
GµęštGΐяL şurada cevap verdi: HaTe başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi Tanıyalımo görümce benim ufak kız kardeşim Hoşgeldin bebeğim
-
FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Sedelina Yakınlığından dolayı diğer iki çiçekte tüm forum'a ayrım yapamıyom Param yok o kadar nasıl alıyım tek tek
-
BEN DE BEN DE YENİ GELDİM........
GµęštGΐяL şurada cevap verdi: aptal.aşık başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımHoşgeldin.. İyi eğlenceler, bol paylaşımlar
-
üsttekinin en çok nesini sewdin.....
Nickini Yumoş gibi böle puf puf
-
ŞAMPİYOOOOONNN CİMBOMBOM
Kopkoyu, hiç bir maçına gitmeden yapamayan bir BEŞİKTAŞ'lı olarak GALATASARAY'ın başarısını kutluyorum TEbrikler ..
-
Şu an ne dinliyorsunuz
İşyerindeyim, müşterilerin telefonumu çaldırış sesini
-
ZENON
Zenon’un psikolojisi de bu fizik (metafizik) görüşüne uygundur. Bedene baştan aşağı ve bütün görevlerinde ruh (psykhe) egemendir; ruh sıcak bir soluktur ve bedeni bir arada tutan ilkedir. Ruhta 8 kısım var: Akıl, beş duyu, konuşma yetisi ve üreme gücü; bunların hepsi de, insanın birlikli yönetici hayat gücünün, ruhun birliğinin (hegemonikon) çeşitli görünüşleri ve ışınımlarıdır. Ruhun bütünü üzerinde egemen bir güç olan hegemonikon, ruhun belli bir organa bağlı olan aşağı etkinliklerinin de, düşünme gibi yüksek etkinliklerinin de organıdır. Onda, iyiye ve kötüye kendiliğinden dönen bir esneklik var; yanılma, tutku, günah başlı başına birer ruh olayı olmayıp hegemonikon’un bütünündeki değişmelerdir, dolayısıyla ahlakça düzelme de buna bağlı (Zenon’un bu hegemonikon kavramı ile kişiliğin, ben’in birliği kurulmuş oluyordu). Zenon’un felsefesinin ana –konusu olan ahlak öğretisi de kynizme bağlıdır ve Sokrates’inki gibi tam bir intellektualizmdir. Bu öğretiye göre, nesnelerin değeri ile insanın ne olduğu ve dünya içindeki yeri ve anlamı üzerine doğru, yani bilimsel bir bilgisi olmayan kimse, doğru, erdemli bir eylemde bulunamaz, dolayısıyla mutluluğa erişemez; doğru bilgi, doğru iş yapmayı, doğru davranmayı da sağlar. Bilgi ile eylemin birliği düşüncesi, Stoa öğretisinin bir ana özelliğidir. “Ahlakça yetkin olma” anlayışını Stoa, bilge idealinde canlandırmıştır. Bilgelik, erdemli olmaktır: bilge kişi, erdemli kişidir. Bilge, Zenon’a göre, erdemli kişidir; bu, bilgenin olumlu özelliğidir. Olumsuz özelliği de, erdemin karşıtı olan kötülüğün onda hiç bulunmamasıdır; çünkü kötülük, ruhun birliğinin (hegemonikon), çok güçlü bir itkinin baskısıyla, gerçek doğasına aykırı düşmesinden ileri gelir ki, bu da bilgenin yapısıyla bağdaşmaz; bilge istemesinde ve eyleminde duygulanımlardan bağımsız olacaktır ( apatheia). Zenon’a göre, mutlu olmak için erdem yetişiyordu (autarkeia). Stoalıların değer anlayışları da bu görüşe bağlıdır. Erdem tek başına eksiksiz bir mutluluğu sağlayabildiğine göre, bunun dışındaki hiçbir şey bir değer sayılamaz; bundan dolayı sıradan insanların değer saydıkları şeyler, zenginlik, maddi zevkler, şeref, saygınlık, sağlık, hatta hayatın kendisi bilge için aldırış edilmeyecek, ilgisiz kalınacak (adiaphoron) şeylerdir. Ama Zenon, mutluluk için bir değerleri olmasa bile, doğal varlığımız bakımından bir değer (axia) olan, dolayısıyla isteğimizi çeken bazı şeylerin olduğunu da gizlemez. Onun için, hiç aldırılmayacak şeyler arasında insan doğasına uygun olan ile aykırı olanları birbirinden ayırt etmek gerekir; bunların arasında da yine bir sıradüzeni (chierarchie) vardır. Başka bir deyişle: Biricik “iyi olan” erdemdir; ama bunun dışında kalanlar da büsbütün değersiz değildirler, dolayısıyla bunlara bütün bütüne ilgisiz kalmak yerinde olmaz. Öyle şeyler vardır ki, bunlar “iyi” içinde yer almazlar, ama değer verilebilecek, “istenmeye değer” şeylerdir; bunları biz elde etmeye doğal olarak çalışırız. “ İstenmeye değer” olan şeyler için birkaç örnek: ruh alanında: Yetenek beceriklilik, ahlakça ilerleme; vücut bakımından: Hayat, sağlık, kuvvet; dışarıda: Zenginlik, saygınlık, iyi bir soydan gelme. Ama bütün bunlar, tam erdem, tam iyi karşısında hep relatif şeylerdir. Örneğin hayat, doğal olarak istenen, değer verilen şeylerin başında yer alır, hepsinin dayanağıdır; ama erdem gibi mutlak iyi değildir, gerektiğinde ondan da vazgeçilebilir (Zenon da, Kleanthes de intihar ederek ölmüşlerdir) Değerler arasındaki ayırmaya paralel olarak eylemler arasında da bir ayırma yapılır. Zenon eylemleri: Doğru – eğri, ödeve uygun – ödeve aykırı ve – yansız bir orta olarak – ilgisiz kalınacak eylemler diye ayırır. Doğru eylemler, ruhun birliğinin (hegemonikon) doğru durumundan çıkmış olanlardır, eğrileri ise bozulmuş bir durumdan gelenlerdir. Ödeve uygun eylem, akıldan değil de, varlığımızı korumak doğal içgüdüsünden çıkmış olan, ama, ahlak bakımından aldırış edilmeyecek bir nitelikte olmasına rağmen, akıl karşısında haklı çıkabilen eylemdir. Zenon “doğruları da, eğrileri de eylemlerin birdirler, ahlak bakımından ikisi de değersizdirler, çünkü bunların ikisi de doğru yoldan bir sapmadır, sapmanın da az ya da çok olmasından bir şey çıkmaz” der. Zenon, insanın toplum halinde yaşama gereksinimini doğal ve akla uygun bir içgüdü diye anlar ve kabul eder. Yalnız, ona göre, bu gereksinme, bir yandan bilge kişiler arasındaki dostluklar, öbür yandan da bütün akıllı insanların topluluğu çerçevesinde giderilmelidir. Bu ikisinin arasında kalan ayrı ayrı ulusların kendilerine göre devletler içinde toplanmaları, bu topluluk biçimleri ilgisiz kalınacak şeylerdir. Bunlara bilge kişi, evrenin gidişinde yer alan şeyler olarak, yani bir kader olarak gerçi uyar, ama onlara elinden geldiğince de uzak durmaya çalışmalıdır. Stoalı bilgenin sosyal ideali dünya yurttaşlığı (kosmopolitlik) dır. Stoa’nın individualizm (bireycilik) ile universalizmi (tümcülük) uzlaştırmaya çalışan bu sosyal teorisinin özelliği, bireyden insanlığa, bu en genel topluluk biçimine hiç geçitsiz doğrudan doğruya atlamasıdır. Gerçi Zenon, bir engel yoksa, bilgenin devlete yararlı olmasını öğütler, ama yüksek ahlaki bir ülkü olarak dünya –yurttaşlığı, bütün insanların kardeşliği, zümre ve ulus ayrılıklarının üstünde insanları hakça eşitlikleri anlayışı Stoa çığırının sonuna kadar hep ideali kalmıştır.
-
ZENON
Hellenistik Çağın en önemli felsefe öğretisi Stoa’dır.( Stoisizm). Bu çığırın kurucusu Kıbrıslı Zenon (336-264) dur. 314 yılı sıralarında Atina’ya gelmiş, burada Xenophon’un “Sokrates’ten Anılar”ı ile Platon’un Apologia’sını (Sokrates’in Savunması) okuyarak Sokrates’e hayran olmuş. İlk yapıtları tamamıyla kynik görüş çerçevesinde yazılmışlardır. Ama sonra kyniklerin öğretisinde esaslı değişiklikler yapmıştır: İnsanın ahlaki özgürlüğüne, kyniklerin düşündüğü gibi, töreleri, her türlü uygarlık düzenini sert bir şekilde reddetmekle değil de, yüksek çeşitten bir doğallıkla, gerçek bir insanlıkla ulaşabileceği kanısına varmıştır. 4 yüzyılın sonlarına doğru Atina’da Stoa poikile’ de (resimlerle süslü direkli bir galeride) okulunu açmış. Okul adını buradan alır: Stoa, direkli galeri demektir. Zenon,ölçülü, azla yetinen yaşayışıyla Atina’da büyük bir saygı kazanmıştı; intihar ederek ölmüştür. Stoa, Hellenizmin tipik felsefesi sayılır; çünkü Atina’da Doğu’dan gelmiş kimseler tarafından Attika felsefesinin ana düşünceleriyle işlenmiştir. Başka bir özelliği de, Roma İmparatorluğunda en yaygın bir felsefe oluşudur. Stoa öğretisinin kökleri kynik felsefesidir, ama büsbütün de bu çerçevede kalmaz, yer yer onunla belli bir karşıtlık halindedir de. Stoa’nın pantheist bir dünya görüşü var. Bu görüşünde pek çok eski İonia felsefesinin, özellikle de Herakleitos’un etkisi altındadır. Herakleitos’un Stoa sisteminin gelişmesinde büyük yeri olmuş, Stoalılar düşünüş bakımından onu kendilerine hep pek yakın bulmuşlardır. Felsefeyi mantık, fizik ( metafizik) ve ethik diye üç dala ilk olarak Zenon’un ayırdığı söylenir. Felsefenin bu üç dalını o, içten ilgileri bakımından birbirine bağlayıp değerleri yönünden basamaklandırmıştır. Zenon, önemce ikinci derecede de olsa, fiziği, ahlaki bilimsel olarak temellendirmek için, gerekli sayar ve fiziği de, ahlaki da mantık ile desteklemeye çalışır. Bu anlayış ile de o, kynizmin kaba bilgisizliğini aşmış oluyordu. Epikuros için olduğu gibi Zenon için de mantık çerçevesinde üzerinde asıl durulacak bilgi sorunudur. Onu bilgiyi araştırmaya götüren,bir yandan septiklerin bilginin olabileceğinden şüphe etmeleri, öbür yandan da Sokrates – Platon felsefesinden edindiği kanıdır. Bu felsefeye göre, bir filozof ya da bilgenin (sophos) sağlam bir bilgisi olacaktır, sallantılı kanılar bilgenin değer ve onuru ile bağdaşamazlar. Zenon, kyniklerin etkisiyle, sensualisttir: Bütün ilk tasavvurlarımızın kaynağı, dış etkiler yüzünde ruhta meydana gelen izlenimlerdir. Bu anlayışı da Zenon’u, doğru tasavvurları yanlışlarından ayırt etmeyi sağlayacak bir ölçü (kriterium) aramaya zorlamıştır ve bu ölçüyü de o katalepsis kavramında bulduğunu sanmıştır. Katalepsis, objesinin “kavrayan”, yani onu elden geldiğince tıpkı tıpkısına yansıtan br tasavvurdur (phantasia kataleptike). Bu çeşit bir tasavvurun objesi ruhta öylesine bir iz bırakır ki, bu izin o objeden geldiğini inanarak kabul ederiz. İşte doğru’nun ölçüsünü, bununla da her bilimin çıkış noktasını Zenon bu kavramda bulur ancak onun katalepsis (kavrama) dediği, episteme (gerçek bilgi) ile doxa (sanı) arasında bulunnan ortalama bir şey –ve bu çeşit bilgi delilerde, budalalarda da var, oysa episteme yalnız bilgelerde bulunur: hem sağlam, güvenilir bilgi olarak, hem de aldatıcı tasavvurlara elverişli olmayan bir durum olarak. Buna göre, katalepsis değil de, epistemeye sahip olan bilge doğru’nun ölçüsü oluyor. Metafizik öğretisinde de Zenon, Kynik Okula bağlıdır, dolayısıyla Stoa’nın metafiziği de materialist ve monist bir metafizik. Zenon’un metafizik görüşünde bir yaratıcılık, özgünlük yok. Zenon, Sokrates’ten önceki doğa felsefesinin metafiziğine, daha doğrusu, bu metafizikten Herakleitos’un öğretisine dayanır ve ancak maddi olanın, cisimsel olanın asıl gerçek olduğunu söyler; çünkü yalnız maddi olan varlık bir şey yapmaya be kendisiyle bir şey yapılmaya elverişlidir; bundan dolayı evrenin ilkesinin maddi bir şey olarak anlaşılması gerekir. Bu maddi ilkede de bir etkin, bir de edilgen öğe vardır: Hareket ettiren “neden”, “etken” (aiton) ile hareket ettirilen ilk madde (prote hyle). Bu birlikli maddi ilkeye (arkhe) Zenon, “Tanrı” da der, “Doğa” da der; Tanrı ya da Doğanın özü ateştir. Stoa metafiziğin Herakleitos’a bağlılığı burada açıkça görülmektedir. Stoalılar basbayağı ateşle akıllı, yaratıcı ateş arasında bir ayırma yaparlar. Basbayağı ateş sadece kemirir, yok eder; yaratıcı ateş ise rationel, yöntemli olarak yaratır, biçimlendirir, hayatı doğurur ve ilerletir. Tanrılık, ancak bu yüksek anlamındaki ateş ile bir ve aynı şeydir. Ateş ya da Tanrılık kendisindeki “tohumları” (logoi, spermatikoi), öncesiz –sonrasız yasalara göre, evrenin gittikçe kabalaşan bütünü olarak geliştirir. Evrenin öteki varlıklarında ateş koruyucu, biçimlendirici bir soluk (pneuma) olarak görünür; yalnız basamaklı bir şekilde kendini gösterir: Akıllı varlıklarda akıl (nous), canlılarda ruh (psykhe), bitkilerde dar anlamıyla doğa (physis), cansızlarda da bir yetenek (hexis) olarak bulunur. Evren, Zenon’a göre, bitimsiz değildir, geçicidir: Bütün varlıkların “neden”i olan ateş, bir zaman sonra tek tek nesnelerin dünyasını yeniden kendisine geri alır; ana –ateş, bir zaman sonra tek tek nesnelerin dünyasını yeniden kendisine geri alır; ana –ateş’e geri dönmekle de, bu arada kabalaşmış olan nesneler arınmış olurlar (katharsis). Evrenin bu oluşu, Tanrı tarafından bütün ayrıntılarında sıkı sıkıya belli edilmiştir ve hep aynı biçimde periodik olarak yinelenir. Tek tek varlıkların ve davranışların kesin olarak bu önceden belirlenişi kaderdir. Ama Tanrılık bu süreci belli bir ereğe doğru yönelttiği için, bu, onun bir önceden –görüp bilmesidir de ( pronoia)
-
Farabi
El-Farabi “hareketin zamanını, hareketin yerini hesaba katmak, hareketi gerçekleştiren kişiliği, onun amaçlarını, niyetini dikkate almak, bütün bu şartlarla birleşimde araç ve hareketi kullanmak” gerektiğini söyler. Övülecek hareketleri gerçekleştirmeye uygun en önemli spesifik nitelikler, sert bir kararlılık ve doğru belirlemedir. Doğru belirleme, insanın algılayabileceği bilgiyi verir. Algılayabilirlik iki kategoriye ayrılır : Kendi doğasında algılanabilir, ama gerçekleşmez; örneğin dünyanın sadece Allah tarafından yaratıldığı, Algılanabilir ve gerçekleşebilir; örneğin aileye itaatın iyi olduğunun bilinmesi. Bu iki bilgi tipi (teorik ve pratik), insanın mutluluğa erişmesi yoluyla felsefeyi oluşturur. “Mutluluğa Erişme” kitabında El-Farabi, insan davranışlarının dört kategorisinden söz eder : Teorik yeterlilik, entellektüel yeterlilik, ahlâki yeterlilik ve pratik uğraşı. El-Farabi, en baştan beri insana gelen, onun nasıl ve nereden aldığını hissetmediği ve bilmediği şeyler arasındaki bilgiye teorik yeterlilik der. Bunlar ilk bilgiler, yani algının ilk temelidir. Ama onların içinde düşünme, araştırma ve öğrenme yoluyla oluşan bilgiler de vardır. Bu son bilgilerin temeli mantık olur. Bütün varlıkların çok çeşitliliğinin temelinde, El-Farabi’ye göre sayı ve ölçü kategorisini kapsayan öğretici bilimi öğrenen ölçü ve sayılar yatar. Buna seyir bilimleri, hareketli kütleler, gök cisimleri, müzik, ağırlıklı uyum yeteneği bilimleri yakındır. Ondan sonra fizik, yani maddeleri oluşturan, cisme özgü, dünyadan ve eşyadan ibaret, çeşitli cisimlerde yerleşen cisim bilimi yer alır. Bir de iki bilim arasında orta derecede bilim vardır : Fizik ve metafizik; bunlar ruhu, aklı ve algıyı inceler. El-Farabi’ye göre insan, başka insanın yardımı olmadan, yalnızlık içinde bütün mükemmelliklere erişemez; insan, diğer insanlarla komşuluğa ve birliğe gerek duyar. El-Farabi, insanı beşeri ve toplumsal bir canlı olarak tanımlar. El-Farabi, asıl amaçlar içinde en yararlı olanları inceleme imkânı veren şeylere entellektüel meziyetler diyordu. Entellektüel devlet meziyeti, temel kanunları belirlemeye yetenekli olmaya en yakındır. Entellektüel meziyetler, teorik meziyetlerden ayrılmaz. Ahlâki meziyetler, iyiye heves amacına sahip olan şeyleri içerir. Bu meziyetler, entellektüel meziyetlerden sonra oluşur. Pratik meziyetler ve pratik bilimlerde kastedilen, El-Farabi’nin düşüncesine göre ona iki yolla gelebilir : Onlardan biri inandırıcı düşünceler ve uyarıcı düşüncelerde son bulur; ikinci yol ise zorlama yoludur. “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” ve “Devlet Politikası” eserlerinde El-Farabi, ortaçağ yakın ve ortadoğusunda ilk olarak felsefe yardımıyla sosyal karşıtlıkların kemirdiği feodal toplumun politik ve ahlâki durumunu düşünmeye çalışır. İnsanların son amacı olarak namuslu işler yardımıyla mutluluk meziyetini sayıyordu. Ama namuslu insan, diğer insanlarla ortak olmadan yalnızlık içinde oluşamaz. Diğer insanlarla heves ettiği ilişkide bulunması, her insanın doğuştan özelliği olur. Her insan, bu mükemmelliğe erişmek için diğer insanların komşuluğuna ve onlarla birliğe gerek duyar. Bu nedenle insan, onun karşılıklı işbirliğiyle birleşen özel ve doğal özelliklerini oluşturması için mükemmelliğe erişebilir. El-Farabi şöyle der : “Her insanın kendi varlığı ve en yüksek mükemmelliğe erişmesi için yalnızlığına neden olmayacak ve isteklerini denediği toplumdan ayrı olarak ona erişen her insanın topluluğunda gerek duyduğu erişme için pek çok şeye gerek duyar. Bu bakımdan her insan diğeriyle ilişkisi bakımından tam olarak böyle bir durumdadır. İşte bu nedenle onun varlığı için gerekli payı herkesin diğerine verdiği, insanların birbirine yardım birliği yoluyla insan doğasında ayırdığı mükemmelliğe erişebilir. Bu, toplumun bütün üyelerinin faaliyeti toplu olarak onlardan her birine varlığa ve mükkemmelliğe erişmesi için gerekli her şeyi verir. İşte bu nedenle insan bireyleri çoğaldılar ve yerleşim bölgeleri oluşturdular. Sonuçta insan toplumları ortaya çıktı. Bazıları tam bir toplum, diğerleri ise tam olmayan toplumları oluşturur. Bu bakımdan tüm toplumlar üç tipten oluşur : Büyük, orta ve küçük.” Bu şekilde insanların birliği bütün değil, orta olur. Hayatta, mutluluğun oluşmasından mükemmelliğe erişme amacı oluşur. El-Farabi, insan toplumlarının birbirinden ayrılabileceğini anlamıştır. Onların arasında tam ve tam olmayanlar vardır. Tam toplumların üçü bilinir : Büyük, orta ve küçük. Büyük toplum, “toprağa yerleşen bütün insanların toplumunun bütünü”, orta toplum “herhangi bir halktan oluşan toplum”, küçük toplum ise “herhangi bir halkın yerleştiği yerlerde herhangi bir şehrin yerlilerinden oluşan toplum”dur. El-Farabi, o dönemde kabul edilen insanların idealist hayat çeşitliliği yorumundan uzaklaşmaya çalıştı. “Devlet Politikası”nda halkın iki doğal gruba ayrıldığını yazar : “Doğal kurallar ve doğal özellikler, bir üçüncü şey de dildir”. Doğal kural ve özellikler, onun fikrine göre, halklarda herhangi bir coğrafi çevrenin etkisi altında ortaya çıkar. El-Farabi’nin bu düşünceleri, bilindiği gibi El-Farabi’nin güçlü etkisi altında olan filozof ve sosyolog İbn-i Haldun tarafından derinleştirilerek geliştirildi. Toplumsal birliklerin çeşitli tiplerini ve halklar arasındaki çeşitliliği inceleyen El-Farabi, toplum yapısını da ayrıntılı olarak temellendirir. Toplum, ona göre namuslu ve namussuz olarak ayrılan çeşitli gruplardan oluşur. En iyi grup, namuslu şehirdir (gruplar “şehir” olarak adlandırılmaktadır). El-Farabi, hayat biçimini ve çağdaş toplumun çeşitli sosyal tabakalarının hareketlerini ayrıntılı olarak analiz eder. Onun düşüncesine göre namuslu şehir olan sosyal feodal devlet yapısı yönünde sempatisi vardır. Ancak tedbirli bir düşünür olarak, çağdaş devlet yapısının içinde emek yığınlarının yaşadığı bağımsız şehre bağlı olduğunu anlıyordu. Değişim şehrinin sakinleri, kâr ve zenginlik için birlik amacındadır. Onlar, bu zenginlikten başka bir şey için yararlanmazlar; ama zenginlik, kendi kendine hayatlarının amacı olur. El-Farabi, bu şehirde yağma ve hile olmadan davranılmadığını niteler. Şehrin sakinleri tüccarlar, tefeciler ve satıcılardır. Bunlar üretim işiyle uğraşmazlar, dolaylı üreticilerin emek ürününün alım ve satımını yaparak yaşarlar. El-Farabi’nin eleştiriye uğrattığı şehirler içine “alçaklık ve mutsuzluk” şehirleri de dahildir. “Alçaklık ve mutsuzluk şehrinin sakinlerinin yerine duygu ve hayâl güçlerini harekete geçiren zevklere ve neşe uyandırmaya heveslendikleri ve bütün tip ve oluşumlarında eğlenceyle teselli buldukları insanlar olduğunu yazar. El-Farabi, parazit hayat biçimi getiren, sarhoşluk, işsizlik ve zevklere teslim olan feodal toplum temsilcilerinin kusurlarını ortaya çıkarır. El-Farabi’nin sempatisi, “gerekli şehir” yönündedir. O, bu şehrin sakinlerine acımasına rağmen onları, gerekli ve gereksiz şeylerden kurtarmanın köklü yollarını gösterememiştir. Çağdaş toplumun tabakalarını ayıplayan El-Farabi, “yönetim hırsı olan şehirde onların okuması, yemesi, ün kazanması, söz ve işle yabancıların ve diğerlerinin önünde görkem ve parıltıya erişmesi için birbirine yardım etmeye hevesli sakinlerin şehri olduğu”nu, onların “bunu yapmaya çalıştıkları ölçüde bu başarıya erişecekleri”ni yazar. Hakimiyetsever şehir, diğerlerinin onlara boyun eğmesi, onların ise hiçkimseye boyun eğmemesine heveslenen şehirdir; onların gücü, sadece zaferi elde edecek mutluluğa erişmeye yönelmiştir. Şehvetperest şehir, sakinlerinin hepsinin istediklerini özgürce yapabildiği, ihtiraslarını hiçbir şeyle frenlemedikleri şehirdir. Cahil şehirlerin efendileri, bu şehirler gibidir. Hepsi şehri yönetme işini, kendi tutku ve eğilimlerinden memnuniyet duymak için yaparlar. Cahil şehirlerin sakinlerinin uğraşıları, onların hayatının amacı olarak incelenebilir ve bizi yükseğe çıkaran her şeyi oluşturur. El-Farabi; yolunu sapıtmış, doğru yoldan çıkan şehre karşı gelir. “Yolunu sapıtmış şehir, bu hayattan sonra mutluluk olacağına inanan şehirdir. Ama onun düşüncelerinin değiştiğini, onun şimdi büyük ve üstün güçlü Allah’a, ikinci oluşumlara ve din için görev yapmayan, bütün eşyaların biçimine de benzer olarak kabul edilmeyen ayıp düşüncelerin hareket halindeki aklına sahiptir.” Yolunu sapıtmış şehrin sakinlerinden söz eden El-Farabi, mistik sufizm felsefesinin temsilcilerini dikkate alır. Sufistleri yargılar ve faaliyetin entellektüel anlayışını, sosyal hayata aktif katılımı insanın yüksek mükemmelliği sayar, aynı zamanda insan hayatının öldürme zevki ve kendine mistik eziyet yoluyla Tanrı’ya kavuşmak için “vücut hapishane”sinden ruhu özgür bırakmak düşüncelerini görmüştür. Gördüğümüz gibi El-Farabi, çağdaş toplumun yapısını ve devletin yayılması için tanrısal irade kullanımı amacıyla değil, kendi alçak ihtiraslarını kullanmak için hakimiyetini kullanan halk tabakalarına umut bağlayan bütün sorumluluğu akıllıca analiz eder. Ama yetersizlikleri eleştirirken, asla feodal düzene karşı çıkmaz. Tersine, feodal düzeni güçlendirmek için yol araştırır. El-Farabi, kendi politik teorisinde dönemin sert sorunlarını, her şeyden önce de toplum devlet ilişkisi sorununu ele alarak çözdü. Bu teorinin hareket kategorisi, bütün insanlarda aynı derecede yayılmış, yapısal aitliklerinden bağımsız tanrısal oluşum olan genel faydadır. Genel faydanın yayılması, devlet egemenliği ve kanun düzeninin amacı olur. İnsan isteklerinin yerel ve sosyal yapısı için devleti örgüt olarak ayırarak belirleyen bilimadamı, sadece bu örgütün oluşumunu ve gelişim düzeylerini değil, insan faydasına erişmenin sosyal yollarını da öğrenmeyi gerekli sayıyordu. El-Farabi’ye göre insan yararının yayılışı, namuslu şehrin varlığına esas olarak bağlıdır. Böyle devlette insanın hareketi, İslâmi emir ve dogma çerçevesiyle sınırlanmaz. Burada yaratıcı aktiflik, maddelerin var olan durumu ve gelecek olaylar olarak herhangi bir zaman anlamaya imkân veren basiret ve sezgiye sahip bilimsel anlayış okutulur. Ancak El-Farabi, insanın sadece anlayış, zekâ ve ahlâk keskinleştirmesi için gerekenlere erişemeyeceğini iddia eder. El-Farabi’ye göre diğer insanlarla birlik ve karşılıklı ilişki içinde gereken toplumsal öz insandır. El-Farabi, ortaçağ döneminde Aristo’nun toplumsal öz olarak insan düşüncesini yeniden kurmuştur. El-Farabi, her iyi şeye, gerçekten isteğe ve özgür seçime göre erişildiğini söyler. İlgi ve isteklerini birleştiren insanlar dürüst şehri oluştururlar. İnsanların birleştiği şehrin gerçek mutluluğu elde etmek için karşılıklı yardıma sahip olduğunu, insanların mutluluğa erişme amacıyla birbirine yardım ettiği toplumun da dürüst şehir ve dürüst bir topluma sahip olduğunu yazar. Mutluluğa erişme amacıyla yardım eden bütün şehrin insanları, dürüst bir halka sahiptir. Bu şekilde bütün dünya, eğer halklar, onun nüfusu mutluluğa erişmek için birbirine yardım ederse dürüst kalacaktır. Bununla beraber El-Farabi, feodal hiyerarşik merdivenin herhangi bir basamağında bulunan toplumun üyesi olan insanı ortaya koyar. Hiyerarşik merdivenin çeşitli basamaklarında bulunan toplum üyelerini düşünür; çünkü bu, onlar arasındaki karşılıklı ilişki ve karşılıklı bağlantıyı düzenleyen belli bir düzen ve sistemin tek oluşumuna erişmek için gereklidir. Dürüst devletten söz eden El-Farabi, devleti, Platon gibi tek bir merkezden yönetilen bütünlük içinde her organa özgü spesifik fonksiyonların olduğu insan vücuduna benzetir. “Dürüst şehrin yaşama özünün varlığını korumak ve onu daha bütün yapmak için birbirine bütün organların yardım ettiği çağdaş sağlıklı bir vücuda benzer. Vücut organları, doğayı ve yetenekleri bakımından birbirine üstün olarak aralarında ayrılırlar (başlıca organ olan kalp ve görev bakımından kendisine yakın organlardan oluşur). Bunların her biri, doğasından belli bir yetenek verilmiş başlıca organ ve diğer organların tek amacıyla uygun faaliyetini gerçekleştiren bir yardım ve belli bir yetenekle verilir. Hiçbir şeyin yönetmediği başlıca organla bağlantılı olan organların amaçlarına uygun hareket edenlerin yardımıyla bu organlar, ikinci düzeyde olur, bir de ikinci düzeyde bulunan organların amacına uygun kendi görevini yapan organlara varıncaya kadar gerçekleştirir, ama soyut olarak hiçbir şeyi yönetmez. Şehir birliğinin üyeleri, birbirleri arasında kendi durumuna göre üstün doğaları bakımından ayrılırlar.” El-Farabi’ye göre dürüst şehirde, feodal hiyerarşik merdivenin çeşitli üyelerinin bulunduğu emir altında olan bölümler vardır. “Şehirde belli bir insanın ve düzey bakımından bu bölüme yakın diğer insanların bölümü olduğunu, kendi durumu ve yeteneklerine göre hepsinin başlıca amacını takip eden hareketleri gerçekleştirdiği”ni yazar. “Onlar, ilk düzeyde bulunurlar. Bunların daha altında, ilk amaca uygun hareket eden ve ikinci düzeyde uğraşan diğer insanlar vardır. Sonra bu şekilde son amaca uygun hareket eden insanlar gerekir. Bu son amaca göre hareket eden ve görev yapanlara kadar şehir birliğinin çeşitli üyeleri düzene göre yerleşir, ama görev yapamazlar. Onlar alt düzeyde ilgilenirler ve en alt durumun insanları olurlar.” El-Farabi, insan organizmasının faaliyetine kıyasla hiyerarşik merdivenin şemasını kurar. Halkı, kalbin hareketine kapanılmaz derecede bağlı, devletin başı olarak anladığı yönetimde tamamlanan temel fonksiyonu olan organlara benzetir. El-Farabi, sadece toplumda insanlar arasındaki eşitsizliği görmekle kalmıyor, bir de onu eleştiriyordu. Bu bakımdan bilgili yöneticinin yardımıyla dürüst devlette bütün insanların, toplumsal durumlarına bağlılıkları dışında kendi mutluluklarını bulabileceklerini, zira bu devletin düşünce ve anlayışa istekli insanlar tarafından yönetileceklerini seziyordu. Bilge idareci ve bilge insanların yokluğunu, devlet için en büyük yoksulluk sayıyordu. Dürüst devletin oluşumuna, her şeyden önce yetenekli, akıllı, iradeli müşfik bir bilimadamı olarak inanıyordu. Dürüst şehrin lideri, onun fikrine göre “doğadan ayrı olarak ona söylenen her şeyin söylenenleri dikkate alarak işler yolundaymış gibi anlamayı ve ortaya koymayı; hafızasında hiçbir şeyi unutmadan anladığı, gördüğü, duyduğu ve kavradığı her şeyi iyice korumayı; aklıyla her şeyin en küçük ayrıntısını farkederek, bu işaretin öğretinin ve anlayışın sevgiyi kabul etmeyi gösterdiğini hızla benimseyen, öğretimde yorulmadan, bu emekle birleşen bunu kolayca kavrayan, gerçeği, adaleti ve onun savaşçılarını sevme, ona erişen yalandan nefret etme, adaletsizlik ve onların adil olma üzerinden ilerlediği tiranlarden nefret eden, ama maymun iştahlı olmayan ve adaletin kişileri önünde ısrar etmeyen, inatçı olmayan, ama her tür adaletsizlik ve alçaklığın önünde tamamen azimli olma, korku ve cesaretsizliği bilmeyen, cesur ve önemli olmayı gerekli sayan bir yeteneği olan kişidir.” Dürüst devlet ve bilgili yönetici teorisinin idealist temeli vardı. Bu, erken ortaçağ döneminin sosyolojik ve ahlâki düşüncesinde ileri bir adımdı. El-Farabi, bu düşüncelerin oluşmasına engel olan her şeyi eleştiriyordu. Asgari gelişmenin bilimsel ve felsefi bilimlere değer vermeyen nezaket, hırs, açgözlülük ve zorbalığın hakim olduğu devlete erişme olduğunu söylüyordu. Filozof, hırsla toplumun ruhsal gücünü yıkan, insanların hırs ve yağmacılığında temellenen kendi devletini kuran feodal yöneticilerin despotluğuna karşı çıktı. Böyle bir devlet, onun fikrine göre cahil kaba, namussuz insanların hırsı yoluyla yönetir. Onlar sadece zenginlik, hakimiyet ve zevke değer verirler. Dini düşünceler yoluyla böyle insanlar geri kalan halk üzerinde egemenlik kurmayı denerler. Adaletin yıkıldığı namussuz devlette tiran kurulur, bilimler ve felsefi bilimler söner, obskurantizm kaçınılmaz olarak zafer kazanır. Namussuz devletten söz eden El-Farabi, ortaçağ döneminde ilk olarak Abbasi halifesinin sosyal karşıtlığını gösterdi ve onları teorik olarak açıklamayı denedi. El-Farabi, kötünün eninde sonunda ezileceğine ve dünyada iyi başlangıçların galip olacağına inanıyordu. Onun sosyal fikirleri, oldukça ilerici ve insancıldır. Feodal zulüm ve savaş döneminde toplum fikirlerini hırs olmadan ve bütün dünya halkları arasındaki barışçıl ve dostça ilişkilerin fikirlerini cesurca ileri sürdü. Bilimadamı olarak El-Farabi, gerçekten sosyal fikrine erişmek için doğru yolu bulamadı. Ama İslâmi dönemde yeni sosyal fikrin ileri sürülmesi oldukça cesur ve ilericiydi. Bu nedenle fikirler, doğu halklarının felsefi düşüncesinin gelişimine, ayrıca İbn-i Sina, İbn-i Bacce, İbn-i Rüşd, Nizami ve İbn-i Haldun’un dünya görüşünün biçimlenmesine büyük etki etti
-
Farabi
Yedinci bilim, çeşitli hareket tiplerini ve insan isteklerinin hareketlerini, hareketi oluşturan ve gelenekleri kullanan belirli amaçları inceleyen devlet bilimidir. Bu bilim iki kısımdan oluşur : a) Mutluluğun belirlenmesi, Karakter özelliklerinin, hayat ve hareket yapısının belirlenmesi. Sekizinci bilim Müslümanlık hakkı ve dokuzuncu bilim de ilahiyattır.” El-Farabi’nin ileri sürdüğü bilimlerin sınıflandırılması, Aristo’nun incelediği tarzın aynısıdır. Aristo’nun bilim sınıflandırmasını güçlü bir şekilde destekleyen El-Farabi, tarihi duruma göre Müslümanlık ve ilahiyat bilimlerini içine alır. Bu, en şiddetli fikir savaşı halini alanların çevresinde felsefi problemler içinde, Yunan okullarında doğa bilimleri örneğinde temelde çözümlenen, yakın ve ortadoğu ülkelerinde de İslâm dinine göre çözümlenen tek ve genel problem olmasıyla açıklanır. Filozoflar, o zamanlar Allah’ın doğayı, nitelikleri ve onun hayat ilişkisi hakkında sert bir şekilde tartışıyorlardı. El-Farabi, bu konuda hangi durumu tutuyordu? El-Farabi, her varlığı iki tipe ayırmıştır. Şöyle yazar : “Varlıklar, iki tipten oluşur. Birinci tipe, varlıkları gereksiz olmayan özden çıkan maddeler aittir. Bu tip maddeler «olası gerçek» adını alırlar. Diğer tipe, daima ve gerekli varlıkları ortaya çıkan özden oluşan maddeler aittir. Bu tip maddeler «gerekli gerçek» adını alır.” Olası gerçek nedir? El-Farabi, var olmak için neden olması gerektiğini; eğer bir şey var olacaksa, kesinlikle diğerinin yardımıyla olacağını söyler. Işık, gerçekte sadece güneş olduğunda var olur. O, güneş varsa var olabilir, ama kendi doğasında gerekli varlık olmaz. Eğer güneş varsa, o zaman ışık kesinlikle var olur. Bu olası varlık, birinci nedenin varlığını gösterir, zira olası maddeler sürekli zorunluluğa, yani birinci varlığa gelir. Demek ki olası maddelerin amacı, sanki uzak değilmiş de, ona varlık verene gerekliymiş gibidir. Çünkü maddeler, kendi kendine varlık veremez; onlar için sürekli onlara varlık veren kesin bir varlık olmalıdır. El-Farabi mutlak varlıktan ne anlıyordu? Filozof şöyle cevap verir : “Doğasıyla belirtilen varlık, eğer var olmayan olarak farzedilirse, bu soyuttur. Onun varlığı, onun dışında olamaz. O, maddelerin varlığı için birinci neden olur.” El-Farabi, mutlak varlıktan soyut varlık, yani nedensiz varlık, her tür eksiklikten özgür, en değerli ve en eski varlık, her tür madde ve biçimden bağımsız olarak tanımladığı Allah’ı anlıyordu. “O, sentezle olmaz. Allah tektir ve O’nun ortağı yoktur. Eğer tek olmasaydı, o zaman diğerleri hayatın mükemmelliğinde ona benzerlerdi; ama bu mümkün değil; O, bir yönden farklıdır. Bu bakımdan onlardan her biri diğerinden farklıdır, onların varlığının parçasını oluşturur, öyle ki onlarda genel olan diğerinde özeldir. O zaman parça (sentez) birliği olurdu, bu da imkânsızdır. Allah sadece olur, onu belirlemek (sınırlamak) mümkün değildir, zira belirleme sentezdir.” Allah, El-Farabi’ye göre yarattığı dünyadan uzaktır. El-Farabi, Aristo’nun, Allah’ın kendi varlığı dışında kalan ayrıntılarını bilmediği düşüncesini benimsedi. Bu şekilde felsefenin genel sorununu ideolojik ve teolojik ruh içinde çözen El-Farabi, sonradan çözümünü ilk baştaki kararında değişiklik yapan ve idealist karardan ayrılan, teolojik katmanlar kütlesi arasında materyalist fikirlerini gerçekleştiren kayıtlar ve yorumlarla donattı. El-Farabi, bütün hayat sistemini Yunanistan’ın eski filozoflarının benimsediği teoriye uygun olarak kurar. Hayat, birbirini tamamlayan, yıldızların gösterdiğinden daha uzak karesel biçimli gökyüzünün bileşimidir. Geri kalan gök yüzlerinden her biri, gezegenlerden birini içine alır. Dünyanın sekiz gökyüzünün hepsi merkezindedir. El-Farabi, bu sisteme hareketsiz yıldızların gökyüzünde yayılan gökyüzünü ekledi ve ona ilk gökyüzü dedi. Aristo, göğün hareket nedeninin Tanrı olduğunu söylüyordu. “Her gökyüzü akla, her hareketsiz gezegen de akıllı ruha sahiptir.” El-Farabi, gök yüzlerinin hepsini, onların hareket etmesini düzenleyen bir ruhu olduğunu sanıyordu. Bu ruhlar, gücünü göğün aklından alır, zira bütün akıllar, güçlerini hareketin ilk uyarıcısından alırlar. El-Farabi şöyle der : “Daha gökyüzünün ve yıldızların hareketinde herhangi bir rol oynamayan onuncu hareket bilinci vardır. Hareket bilinci, ayın yörüngesinde bulunan, yani varlık ve yokluk dünyasının yörüngesinde olan dünya anlamına gelir. Bu bilinç bir taraftan dünya ruhlarının varlık nedeni, diğer taraftan dört temel elementin (yani suyun, havanın, ateşin ve toprağın) gökyüzü yardımıyla varlık nedeni olur. Gökyüzünün hareketinden ve onlardan birinin diğeriyle ilişkisinden çeşitli oranlarda ve karakter bakımından çeşitli hareketlerle karışan dört element ve sonuçta beden oluşur. Dört elementten oluşan beden, onun tarafından hareket yeteneği veren sıcak ve soğuk gücüne, bir de onun tarafından hareketi kavrama yeteneği veren nemlilik ve kuruluk gücüne sahiptir.” El-Farabi’ye göre bütün beden, ilk madde ve biçimden oluşur. Biçimin temeli, biçimi taşıması için yaratılan maddedir. Madde, değişim ve gelişimi içinde ilk nedenden bağımsız ve sonsuzdur. Burada El-Farabi, Aristo’nun ebedi dünya teorisini izlemiştir. Ama İslâm dogmasının sınırlarını aşmamak için, Aristo’nun dünyanın ebediliği teorisini, dünyanın yaratılması dini öğretisiyle uzlaştırmayı denemiştir. El-Farabi’ye göre dünya, gerekli bir sıra halinde basamaklar yoluyla biçim ve maddenin oluştuğu ilahi bir yerdir. El-Farabi, Tanrı’yı doğanın kendi kendine, onun süreçlerinin ise karakter bakımından doğal olduğunun altını çizerek ilk nedenden dünya yapısı olarak farzeder. Maddenin, biçiminin değişmesine rağmen sürekli bir temeli olduğunu söyler. Bu şekilde El-Farabi’nin felsefesinin başlangıç prensipleri, doğa olaylarının açıklanmasında acıyı ve Tanrı’nın mutlak kudretini dogmatik olarak örnek göstermekten ileri gitmeyen İslâm skolastiğine karşı yönelmiştir. Dünya, El-Farabi’ye göre maddi cisimlerden oluşur : Ateş, su, toprak ve onlarla aynı türden buhar, alev, taşlar ve onlarla aynı tür cisimler, bitkiler, hayvanlar. Akıldan yoksun ve akıllı canlılara doğal cisimler adını verir. El-Farabi’ye göre ilk elementlerin çeşitli karışımları, evreni biçimlendirir. El-Farabi şöyle der : “Bu şekilde gök cisimlerinin hareketi, bu oluşumların birbirine etkisiyle birleşir ve bu birleşimden büyük diğer karışımların ve birleşimlerin çokluğu ortaya çıkar. Bu karışımların her tipinde çok sayıda bireysel cisim oluşur. Gök alanı altında bulunan doğal cisimlerin varlığının nedenleri bunlardır.” El-Farabi, bütün doğa olaylarını, doğa kanunlarından yola çıkarak açıklamaya çalışır. Şöyle yazar : “Bütün gök cisimleri, özellikle harekete geçmeleri sayesinde genel bir doğaya sahiptirler.” Bilimadamı, bütün doğa olaylarının nedenlerini gök cisimlerinin yer değiştirmelerinde arayan astrologları eleştirir. Sanki bazı yıldızların mutluluk, diğerlerinin de mutsuzluk getirdiği düşüncesini yanlış sayar. Gökyüzünün doğası her yerde ayrıdır. Onun fikrine göre sadece astronomi ve matematik gerçek bilgiler verir. El-Farabi, Aristo’nun “Ahlâk” eserinin yorumunda en yüksek yararın, sadece bizim dünyamızda olduğunu yazar. El-Farabi’nin akıl öğretisi büyük ilgi çeker. “Akla Dair” adlı tezinde, ilahiyatın rasyonalist ruhunun oluşumu olarak insan aklını inceler. “Ruh sadece o zamana kadar ihtimal durumunda olan harekete yönelir, sonuncu ise gerçeğin varlığında oluşur. İhtimalin gerçeğe bağımlılığı, insan aklının özünü karakterize eder.” Bu durum, El-Farabi’yi faal insan aklını insanın sağlıklı düşünceye sahip olması ve aklını iyiyi kötüden ayırmak için kullanmasına göre kavramaya götürür. El-Farabi şöyle yazar : “Eğer insan, teorik düşünce yeteneğinin sonucuyla mutluluğu kavrasaydı, önüne belli bir amaç koyar, hırsı doğuran gücünün etkisi altında ve düşünce yeteneğinin sonucuyla, tasavvur ve duygu gücünün sonucuyla yeterlilik için gerekeni yapar, sonra da hırsı doğuran, gücünü yöneten organlarının sonucuyla bu hareketleri gerçekleştirdi. O zaman insanın bütün hareketleri erdemli, ve harikulâde olacaktır.” El-Farabi, kavrama teorisi sorunlarıyla da uğraşıyordu. Bilimin, dünyayı kavrama aracı görevi yaptığını söyler. Bilimleri, teorik ve pratik olarak ayırır. Teorik olanlar mantık, doğa bilimleri, metafizik; pratik olanlar da ahlâk ve politikadır. Bilim üç temel elementi içerir : Tam konu, inanılır gerçekler ve kanıt. Bunlar, üç kaynağa sahiptir : Duyu, akıl organları ve akıl olgunluğu. Duyu ve akıl organları yardımıyla dolaysız bir kavramaya erişilir. Akıl olgunluğu ise, cisimlerin temelini korumaya imkân verir. Onun fikrine göre gerçek bilim, akıl olgunluğunda kurulur. El-Farabi, mantıkta gerçeği yalandan ayırmak için gereken silahı gördü. Mantık öğrenimini bu nedenle son derece değerli sayıyordu. “Mantık, aklın temelidir; çünkü inanç yolunda gider ve hatalardan sakınır. Mantık, sentaksın dile ait olduğu gibi akla aittir.” Mantık, El-Farabi’ye göre gerçekle ilişkisine bağlı olarak iki kısma ayrılır. Birinci kısım kavrama ve belirleme teorisini içerir, ikinci ise hüküm, sonuç ve kanıt teorisidir. Gerçek hükümler için temel olmak üzere bilimadamı, belirli bir durumdan sonuç ve kanıt süreci yoluyla geçmenin gerekli olduğunu söyler. Mantığın amacı, kanıtları öğrenmektir; çünkü kanıt, gerekli bilgiye ulaştırır. El-Farabi, “kanıt teorisinde gerçek için bilime doğru yolu gösteren mantığın metodolojisi” der. El-Farabi, mantığın en yüksek prensibi olarak karşıtlık kanununu gösteriyordu. Bu kanuna göre her durumun adalet ve gerekliliğinin ve aynı zamanda karşıt adaletsizlik ve imkânsızlığının bir algılama parçasında açık olduğunu söyler. El-Farabi’ye göre “tek ve aynı madde var olmaz ve tek aynı zamanda var olmaz”. Sonraki bütün bilimlerin öğrenimi ve doğru düşünmesine yardım eden bilim olarak mantığa ve bu arada felsefeye bakış, o dönem için cesur ve ilerici sayılırdı. El-Farabi’nin kavrayış teorisiyle ruh öğretisi psikolojisi, sarsılmaz olarak birbirine bağlıdır. Düşünürün açık materyalist durumları, idealist ve teolojik görüşleriyle birleşir. Ruh hakkındaki fikirlerinde El-Farabi, idealist ve materyalist bakış açısına, bilimsel ve dini olarak sorunların çözümüne tercih yaparak doğrudan karşıt fikirleri birleştirir. Gökyüzü ve dünya, El-Farabi’ye göre çeşitli ruhlara sahiptir. Yıldızlardan her biri, kendi ruhuna sahiptir. Ayrıca ruh; hayvanlara, bitkilere ve insana özgüdür. İnsan ruhunu belirleyen El-Farabi şöyle yazar : “İnsan, bütün hayvanlardan farklı özellikleriyle ayrılır; çünkü onda gücü ortaya çıkaran, madde organları yoluyla hareket eden bir ruh ve bunun dışında madde organları olmadan hareket eden bir güç vardır; bu güç akıldır. Yukarıda belirtilen güçlere, onlardan her biri için görev gücü olan beslenme, büyüme ve çoğalma gücü dahildir. Kavrama güçlerine dış güçler ve iç duygu, özellikle hayâl gücü, tahmin gücü, hafıza gücü, düşünce gücü ve vücudu harekete geçiren hareket güçleri, ihtiras ve nefret dahildir. Saydığımız bu güçlerden her biri belli bir organ yardımıyla hareket eder, aksi takdirde iş olmaz. Bu güçlerden biri bile maddeden ayrı gerçekleşmez”. Burada El-Farabi, ruhun kavrama ve gelişimini maddenin hareketiyle şartlandıran materyalist bir pozisyondadır. İlk olarak ruhu ve önceki bedeni ortaya koyduğunda, Platon’un da bu konuda yazdığını sanarak Platon’un ruh öğretisine karşı çıkar. El-Farabi şöyle yazar : “Ruh, Platon’un iddia ettiği gibi bedenden önce oluşmaz.” Platon’un öğretisine karşı eski düşünürlerden Stoy, Zenon, Hrizip’in bilindiği gibi ruhun bedeni sevmediğini ve öbür dünyada bir yerde doğana kadar haberi olmadığını, aynı zamanda bedenle doğduğunu saydıklarını ileri sürer. Bu nedenle El-Farabi, ruhun iki duruma sahip olamayacağını ve bir bedenden diğerine geçemeyeceğini düşünür. El-Farabi şöyle yazar : “Ruh, ruhun geçiş öğretisi taraftarlarının desteklediği gibi bir bedenden diğerine geçemez.” El-Farabi’nin ruh öğretisinin belirli durumu, ölümden sonra ruhun kaderi sorunudur. Bu sorun, ortaçağ döneminde en keskin sorundu; onun çevresinde sert tartışmalar yürütülmüştür. Bu soruna felsefi yaklaşım ve İslâm’ın dogmatik hedefleri arasında manevra yapan El-Farabi, idealizm ve materyalizm arasında tereddüt etti. Ancak sonuçta bu konuda materyalist pozisyonda kaldı. Bu konuda büyük Arap ortaçağ düşünürleri İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd’ün söyledikleri en değerlileri olmaktadır. İbn-i Tufeyl “Hayy ibn-i Yekzan”ın önsözünde şöyle der : “Ebu Nasır’ın bize ulaşan yazıların büyük kısmı mantık hakkında; felsefeye değinen eserlerinde şüpheli yerleri çok. «Mükemmel Topluluk» eserinde kötülerin ruhunun daima ölümünden sonra sonsuz karanlıklarda olacağını iddia ediyor; sonra açıkça politikada onların kurulduğu ve var olmayan duruma geçtiğini, sadece iyi ve mükemmel ruhların ebedi olduğunu gösteriyor. Ahlâk yorumunda insan mutluluğunun bazı tasvirlerini verir, sadece bu hayatta ve bu yerleşimde gösterir; sonra bundan dolayı daha birkaç söz ve düşünceler ekler : «Bundan bahseden bütün diğerleri, eskilerin uydurmalarıdır». Daha sonra ********* fikirleri ve sözde kavrama gücüyle olan ve ona felsefeyi üstün tutan, maddeye erişen, bize gereksiz şeyler verenleri destekleyen egemenliği gösterir.” İbn-i Rüşd “Materyalist Bilinç ve Gerçek Bilinçle Bağlantısı” adlı tezinde, El-Farabi’nin ruhun ölümsüzlüğü reddettiğini ve insanın azami mutluluğa teorik bilimi bilme ve anlama yardımıyla erişebileceğini yazar. Ancak insanın maddeden ayrı öz olmasını savunan her şey, masal tipinden daha fazla bir şey değildir. Bu şekilde El-Farabi’ye göre ruh, vücudun önünde meydana gelmez, onunla aynı zamanda ortaya çıkar ve yok olur. El-Farabi’nin öğretisinin önemli bir kısmı da, onun, ruhun maddenin gelişim düzeyine karşılıklı bağımlılığı düşüncesidir. Ona göre hayatın ilk aşamalarında madde, ruhun bitkisel ve hayvansal daha az mükemmel biçimlerinin taşıyıcısıdır. Sadece maddenin gelişiminin sonraki aşamalarında akıllı ruhun taşıyıcısı olur. El-Farabi’ye göre akıllı ruh, sadece insana özgüdür. İnsan, hayvanlardan ayrı olarak ayırıcı niteliklere sahiptir; onda ruh vardır, ondan da vücut organları yardımıyla hareketi oluşturan güç çıkar. Ama El-Farabi, insanda vücut organları yardımıyla hareket edenden daha fazla hiçbir şey olmadığını, bu gücün de akıl olduğunu söyler. Aristo’dan sora El-Farabi, akıl gücünün iki kısmı olduğunu söyler : “İnsanın bilgiye hakim olabilmesi yoluyla teorik ve insanın meslek ve zanaatlara hakim olması yoluyla pratik akıl gücü.” Bu şekilde akıllı ruhun temel fonksiyonu, El-Farabi’ye göre dünya anlayışı olur. Ancak insanın aklı, organların duyguları göstermesinin temelinde maddeyi kavrar ve kendi içeriğini tamamlar. El-Farabi, insanın bütün hareketlerinin akıl ve yapıcı aktif faaliyetle yönetildiğini söyler. Bu nedenle ne cenneti ne de cehennemi kabul eder. İnsanı hareketiyle bağlayan bilimadamı, inancın temel durumlarını şüphe altına koydu ve doğa bilimlerine, felsefeye hakettiği yeri verdi. El-Farabi, inancı bilgiden ayırmadan insan sürecinin mümkün olmadığını sezdi. Yalnız bu, onun bilimsel bilgileri ve insanın biçimlenmesinde felsefeyi önceden sezerek çağdaşlarından daha yüksekte olduğunu gösterir. Diğer eski filozoflar gibi El-Farabi de, felsefeyi beşeri bilimlerin bütün taraflarını kuşatan tek bir bilim sanıyordu. Bu nedenle ahlâk ve politika kitaplarında mantık, psikoloji, metafizik ve fizik bölümlerine rastlanır. Ama bundan açıkça görülüyor ki politik öğreti hakim durumdadır. El-Farabi’nin temel eserleri “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” adlı tezi, “Politikaya Dair”, “Devlet politikası”, “Mutluluğa Erişme” ve “Mutluluğa İnananlara Yol Gösteren” adlı tezidir. El-Farabi, ahlâk alanında birçok eser yazdı; fakat bunların çoğu kayboldu. Onun dediğine göre, mantığın insan anlayış prensiplerini açıklamasına uygun olarak ahlâk, insan hareketinin temel kurallarına sahip olmalıdır. Teologlardan ayrı olarak El-Farabi, sadece insan aklının neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verdiğini iddia eder. Bilimadamı, insan aklının önemli yeteneklerinden biri olarak önseziden söz eder. Ama doğru bir şekilde önceden sezmek için, öncelikle bilimsel bilgilere sahip olmak gerektiğine, çünkü kehanetin doğuştan bir hediye ve mistik içgüdü olmadığına dikkat çeker. El-Farabi, ahlâkın başlıca amacı olarak Platon’un cumhuriyetinde anladığı mutluluğa erişme yolunu öğrenmek sayıyordu. “Mutluluğa İnananlara Yol Gösteren” adlı tezi de, mutluluğun insan isteklerinin son amacı olduğunu yazar. İnsanın heveslendiği her şey iyi ve azami derecede mükemmeldir. Mutluluk, yüksek bir yarara sahiptir; insan ne kadar bu yarara erişmek isterse (özündeki güçte), bu mutluluk da o kadar tam olacaktır. El-Farabi, insan hareketlerinde ne övgü ne de sitem görevi yapan bir sistemin bulunduğunu söyler. Mutluluk denen şeye, iyi ve övülecek hareketler yaparak erişilebilir. İnsan iyi harekette özgürdür. Bu, yeteneğe dönüşebilen potansiyel bir ayırıcı niteliktir. El-Farabi, övülecek huyların ve ayıplamaya değer huyların kazanıldığını pratikte öğretir. İnsanda övülecek huylar olmayabilir, ama onları alışkanlık yardımıyla taşıma durumundadır. İyi hareket orta derecede bir harekettir, zira ruha ve vücuda ölçüsüzce zarar verir. Ama orta derecede hareket bilgisine nasıl ulaşılır?
-
Farabi
El-Farabi'nin Hayatı, Felsefi ve Sosyo-Politik Görüşleri: Ebu Nasır Muhammed bin Muhammed bin Tarhan bin Uzlug El-Farabi (879-950) (batıda Alpharabus), Sır-ı Derya’da Faraba şehrinde doğdu. Aristo’nun derin bilgiç çalışmacısı, matematikçi ve doktor olarak ün kazandı. Aristo’nun ve yeni platoncuların çalışmalarının Suriye’li çevirmen ve yorumcularıyla daha yakından tanışmak için Bağdat, Şam, Harran ve Halep’i ziyaret etti. Yakın ve ortadoğunun ilerici düşünürleri, Aristo’ya büyük bir saygı ile davrandılar. İslâm skolastiği, büyük Yunan filozoflarının metinlerini yanlış anladı. Öyle ki yeni platoncuların ruhunda, yalnızca mantık yorumlandı. Bartold şöyle yazar : “Platon ve Aristo’nun öğretisi (yeni platonculukta sonraki gelişmesiyle) açık fark tamamen oluşmadı; Aristo tarafından gerçekte Platon’un öğretisini tekrar eden teoloji yazıldı.” El-Farabi, gerçek Aristo’yu tanıdı ve felsefenin gelişme yolunu aristotelesçilik tarafına çevirmeyi amaç edindi. Onun çeşitli yorumcular tarafından ileri sürülen mistik katmanlardan Yunan düşünürlerin öğretisini serbest bırakmayı başardığını söylemek gerekir. Ona henüz hayattayken ortadoğuda “İkinci Aristo” adını vermeleri bir tesadüf değildir. El-Farabi’nin mirası son derece büyük ve çeşitliydi. O zamanlar tanınmış bütün bilimadamlarının yanısıra ahlâk, politika, psikoloji, doğa ve müziği öğrendi. Ama ilk sırada felsefe ve özellikle mantık vardı. Onun mantık alanındaki çalışmaları, kendisine yakındoğunun bütün ülkelerinde geniş bir ün kazandırdı. El-Farabi, henüz bazılarını tanıdığımız doğa bilimleri ve felsefe tarihi alanında yaklaşık 100 eser yazdı. Felsefi çalışmalarının önemli bir kısmı, Aristo felsefesinin öğrenimiyle bağlantılıdır. Yeni platoncu Porfiri’nin “İsagog”unun yorumu da ona aittir. Bütün bu çalışmalar, El-Farabi’nin dikkatini Platon ve yeni platoncuların idealizmine değil, Aristo’nun ansiklopedik mirasına ayırmasıyla oluşur. Ama El-Farabi’nin hareketleri, yalnızca yorumla sınırlanmadı; çok sayıda orijinal çalışmalar da yaptı. En ünlüsü, onun öğretisinin bütün özünü kısa bir biçimde anlatan “Aklın İnci Tanesi” adlı küçük tezidir. Platon’un devlet hakkındaki çalışmalarını etkisiz kılmayan “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” adlı tezi de büyük ilgi uyandırır. Bunda yazar, devletin oluşumu ve sosyal eşitsizliğin nedenleri gibi önemli sorulara cevap vermeye çalışır. “Cevher”, “Zaman”, “Boşluk”, “Platon ve Aristo Felsefesinin Tekliği” tezleri de ona aittir. “Galenos’a Karşı” ve “İon İelopeneski’ye Karşı” adlı eserlerinde Galenos ve İon’u eleştirerek ve Aristo’yu savundu. El-Farabi, “Gökyüzünün Hareketi” adlı çalışmasını ve psikoloji alanında “Ruh Hakkında”, “Ruhun Gücü Hakkında”, “Çokluk ve Teklik Hakkında”, “Akıl ve Bilinç” tezlerini de yazdı. Bu eserlerin bir kısmı Latince’ye çevrildi ve XVII. yy.a kadar geldi. El-Farabi, yakındoğuda ünlü olan müzik eserleri de verdi. El-Farabi’nin felsefi görüşlerinin analizi için, onun biliminin bölümlerini incelemek gerekir. El-Farabi şöyle yazar : “Bütün bilimlerin başı olarak eşyalara isim veren, yani cevher kazandıran dilbiliminin olduğunu iddia ediyorum. İkinci bilim gramerdir : O, belirtilen eşyalara nasıl isim verileceğini, konuşma ve sözün nasıl oluşacağını, cevher durumunun ve bu sonuçtan çıkan aksanın nasıl ifade edileceğini öğretir. Üçüncü bilim mantıktır : O, mantık figürlerine göre bilinmeyeni bilmemiz ve neyin gerçek, neyin yalan olduğunu anlamamız sayesinde onlardan yargı çıkarmak için hikâye cümlelerinin nasıl kullanılacağını öğretir. Dördüncü bilim şiirdir.” Sonra El-Farabi öğretim bilimlerini sayar : “a) Sayı bilimleri (teorik ve pratik), Geometri, Seyir bilimi, Astroloji, Ağırlık bilimi Beşinci bilim, fiziksel cisimler ve olayların (fiziksel cisimler gök, toprak ve onların arasında bitkiler ve hayvanlardır) bilimi olan fiziktir. Onda doğal ahengini sürdüren 7 kısım vardır : Gök, toprak, ölüm, mineraller, bitkiler, hayvanlar ve ruh. Altıncı bilim, üç kısımdan oluşan metafiziktir : Gerçek eşyalarla oluşan gerçek dünyanın incelenmesi, Özel teorik bilimlerde kanıt prensiplerinin incelenmesi, Cisimden oluşmayan ve cisimde son bulmayan gerçek nesnelerin incelenmesi. .
-
Farabi
FARABi (870-950) Türk-islam düşünürü... İslam disiplini içinde yetişmiş Türk düşünürlerinin en büyüğüdür. Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturmuştur. Amacı, Aristoteles'i, biraz da Plotinos'un yardımıyla, İslam diniyle uzlaştırmaktı... Bununla da yetinmemiş, İslam dinini de bilimle uzlaştırmaya çalışmıştır. Önceleri Türkistan'da kadılık yaptı, sonra kendini büsbütün felsefeye verdi. Anadili olan Türkçe kadar Arapça, Farsça, Süryanice ve Yunanca biliyordu. Aynı zamanda hekim ve müzikçiydi. Yüzden çok kitap yazmış; Aristoteles, Platon, Zenon, Plotinos gibi Yunan düşünürlerini yorumlamış, bunların görüşlerine kendi görüşlerini katmıştır. İbni Sina ve İbni Rüşd, onun manevi öğrencileridir, ama Farabi'nin ünü onlar kadar yayılamamıştır. (Orhan Hançerlioğlu) Farabi'nin felsefesi özetle şudur: İslam felsefesine zihinciliği getirmekle kalmamış, bu felsefenin ilk kez kapılarını açan da kendisi olmuştur. O, metafiziğe mantık yoluyle ulaşmış, İslam diniyle felsefe arasında sıkı bir ilişki kurmuştur. (Cemil Sena) *** FARABi: "Hiç bir şey kendi kendisinin nedeni olamaz. Çünkü, nedenin kendisi, oluşandan öncedir." *** "Hiç bir şey kendiliğinden yok olmaz, böyle olsaydı, var olmazdı." *** "Erdemlerin en büyüğü bilimdir." *** "İnsan, bazen bir tesadüfle güzel işler yapar. Bazen de bu güzel işleri isteyerek değil, herhangi bir baskı altında yapmış olur. Böyle yapılan işler, mutluluk getirmez." ***
-
Aristotales
Milattan önce 384-322 yillari arasinda yasamis olan ünlü Yunanli bilim adami ve filozof. Mantigi, metafizigi, fizigi ve biyolojisiyle, modern çaga kadar tek ve en büyük otorite olmus olan düsünür. Aristoteles'in temel eserleri, mantik ve bilgi kurami üzerine alti incelemeden olusan Organon, doga felsefesini açikladigi Gökler Üzerine, Fizik ve Varliga Gelis ve Yokolus Üzerinedir. Psikoloji konusundaki iki temel eseri, Hayvana Dairle, Parva Naturalia olan Aristoteles'in varlik konusundaki ünlü eseri Metafiziktir. Siyaset felsefesi alaninda Politikayi, estetik alaninda, Poetika ve Retoriki yazmis olan filozofun, ahlak alanindaki temel kitabi Nikomakhos'a Ahlaktir. Temel Ilkeleri: Aristoteles'in bir filozof olarak en önemli özelligi, onun sagduyuya olabildigince yakin bir düsünür olmasidir. Hem Platon'un Idealarina ve hem de Demokritos'un maddi atom görüsüne karsi çikan Aristoteles, hem ahlaki degerleri teminat altina alacak bir teori ve hem de bilimsel dogrulari ortaya koyacak bir kuram, bilime ve ahlaka hakkini verebilmek için, atomlar veya Idealar benzeri gözle görülemez varliklarin varolusunu öne sürmeyecek bir teori arayisi içinde olmustur. Onun buldugu çözüm töz ögretisidir. Buna göre, tözler tüm özellikler için dayanak olan nihai gerçeklik ve öznelerdir. Söz konusu nihai gerçeklikler somut seylerdir ve somut seyler için de Aristoteles'in gözde örnekleri biyolojik bireylerdir. Tözler nihai gerçekliklerdir, zira tözler varolmadigi takdirde, baska hiçbir sey, tözün özellikleri olarak tümeller de varolmayacaktir. Bu varlik ögretisiyle Aristoteles, Platon'un Idealarinin, onun yanlislikla bireyler olarak gördügü tümeller oldugunu öne sürer. Tümeller gerçekten de vardirlar, fakat onlar varoluslari için tikel nesnelere, bireysel seylere baglidirlar. Gerçekten varolanlar tümeller degil de, agaçlar ve kediler benzeri, dis dünyada karsilastigimiz nesnelerdir. Mantik: Aristoteles, mantik alaninda, mantik çalismalarina ondokuzuncu yüzyila kadar temel olmus bir mantik sistemi kurmustur. Mantigi her türden bilgi edinme süreci için bir araç olarak gören Aristoteles'in mantiginin en önemli yönü, 'belli seyler kabul edildiginde, baska seylerin onlardan zorunlulukla çiktigi' bir konusma olarak tanimlanan tasimdir. Aristoteles, bir önermedeki öznenin, yüklemine on farkli sekilde baglandigini gösteren on kategoriden söz eder. Onun mantigi yalnizca insan zihnindeki düsünce faaliyetlerini betimlemekle ve dile iliskin gramatikal bir analiz saglamakla yetinmeyip, aktüel seyler arasindaki iliskilerle ilgili bir kurami ifade eder. Bilgi: Aristoteles'e göre, bilgi tümel olanin, formun bilgisidir, bu nedenle yargida dile getirilebilir olan bir bilgi, formlar arasindaki özsel baglantilara iliskin bir kavrayistan meydana gelir. Aristoteles'in gözünde bir sey hakkinda dogru bir bilgiye sahip olmak, o seyi türler ve cinsler hiyerarsisi içinde bir yere, bir tür ve cins içine yerlestirebilmek ve dolayisiyla neyin onun için özsel oldugunu bilebilmektir; bu ise, özsel tanim yoluyla olur. Aristoteles'e göre, bir seyin özünü vermek, o seyin nedenine iliskin bir açiklama ortaya koymaktir. Bundan dolayi, Aristoteles bir seyin nedenini ortaya koyabildigimiz zaman, ilk elden, gerçek bilgimiz oldugunu söyler. Bir seyin nedenini vermek ise, o seyin özünün ilk ilkelerden baslayarak tanitlanmasini içerir; bilimin islevi budur. Metafizik: Onda metafizik, var olani var olmak bakimindan ele alan, var olan bir sey olmanin ne anlama geldigini arastiran bilimdir. Onun metafizigi çok büyük ölçüde mantik konusundaki görüslerine ve biyoloji alanindaki çalismalarina dayanir. Buna göre, mantiksal bakis açisindan, 'var olmak' onun gözünde, hakkinda konusulabilecek ve tam olarak tanimlanabilecek bir sey olmaktir. Buna karsin biyoloji alanindaki çalismalari açisindan, 'var olmak' dinamik bir süreç, bir degisme süreci içinde olmak anlamina gelir. Su halde, 'var olmak' Aristoteles için, bir sey olmak anlamina gelir. Bundan dolayi, ona göre gerçekten var olan, Platon'da oldugu gibi tümeller degil de, bireylerdir, 'su' diye gösterdigimiz belirli bir dogaya sahip olan varliklardir. Onlar, Aristoteles'in mantikla ilgili eserlerinde sözünü ettigi nicelik, nitelik, iliski, yer gibi kategorilerin, temel nitelik ya da yüklemlerin kendilerine yüklenebildigi öznelerdir. Iste Aristoteles, kendisine tüm kategorilerin yüklendigi bu özneye 'töz' adini verir. Onda var olmak belirli türden bir töz olmaktir. Töz, ayni zamanda dinamik bir sürecin ürünü olarak ortaya çikan bireysel varlik olarak da tanimlanir. Bu bakimdan ele alindiginda, metafizik varligi, yani var olan tözleri ve tözlerin nedenlerini, yani tözleri varliga getiren süreçleri konu alip arastiran, tüm varliklarin temelindeki temel bilimdir. Aristoteles'te töz bir madde ve bir formdan meydana gelir. O her ne kadar maddeyle formu birbirinden ayirsa bile, dogada bizim hiçbir zaman maddeden yoksun bir formla da, formdan yoksun bir maddeyle de karsilasmadigimizi belirtmeye özen gösterir. Varolan hersey somut bir birey olarak varolur ve hersey maddeyle formun bir birligi olarak ortaya çikar. Su halde, töz form ve maddeden meydana gelen bilesik bir varliktir. Bundan dolayi, Aristoteles'te, ayri formlardan, duyusal dünyanin disinda olan bir Idealar dünyasindan söz etmek olanakli degildir. Form, ayri bir yerde degil de, bu duyusal dünyada ve tözün bilesenlerinden biri olarak varolur. Madde ve form ayrimi, Aristoteles'e göre, dogada varolan herseye uygulanmak durumunda olan bir ayrimdir. Aristoteles'te bilesik tözleri meydana getiren madde ve formdan yalnizca form seylerdeki bilinebilir ögeye karsilik gelir. Maddenin, seylerin insan zihni tarafindan ayird edilemeyen, yapidan ve belirlemeden yoksun, bilinemez bileseni oldugu yerde, form insan zihni tarafindan bilinebilen, yani tasvir edilebilen, tanimlanabilen, siniflanabilen ve baskalarina aktarilabilen yöndür. Insan zihni, Aristoteles'e göre, duyualgisinda seylerin duyusal formunu, buna karsin kavramsal bilgide de akilla anlasilabilir olan formunu alir.
-
FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Bana yok mu ?
-
üsttekinin en çok nesini sewdin.....
Süpersin. Anlamlar ve anlamsızlıklar içinde en iyi giden şey şiir ve felsefedir . Devam
-
Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye 11. oldu
Sibel Tüzün ses olarak iyi fakat, ne şarkıyı ne de performansı beğenmedim ben 11. cilik iyidir ama daha iyiside olabilirdi
-
herkese slm
GµęštGΐяL şurada cevap verdi: ferit başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımHoşgeldin ... Benim de abimin adı Ferit, yoksa sen abim misin Beklerim he o yapar böle şeyler
-
üsttekinin en çok nesini sewdin.....
Felsefe sevmesini bende sevdim, ilgi alanımdır, seninde mi? Şiirler, edebiyat. Üstelik yüzlerce şiirim de vardır
-
Fear Factor
Kilo vermek isteyen bayanlara izlemelerini tavsiye ederim. Prog. şu şekilde; Önce Fear Factor başlamadan geberene kadar yemek yiyonuz ve doyuyorsunuz, daha sonra izlemeye başlıyorsunuz. Mide harekete geçerek büyük bir baskı yaparak kusuyorsunuz Mide boşalıyor. Yedikleriniz yaramıyor ama karınınız tok olup, yeme isteği duymuyorsunuz Not: Ben hiç kusmadım ama belki kusan olur, deneyin
-
üsttekinin en çok nesini sewdin.....
Olmaz, onun gözleri tıpkı benşmkiler gibi öle artık Avatarının gözleri dolu dolu bakışını
-
SEN BU FORUMUN......
En adalet yanlılarından birisin ben de dahil
-
TÜRBANIN DİLİ VARDIR... (Türbanlı eş bir kimliktir... Şeriatçıdır, Medeniyeti sevmez........)
Türbanın manası bana göre bu değildir. Dinimizin (islamın) getirilerinden biridir. Yaradanın emirlerindendir. "Yapan yapar, yapmayan dil uzatır" diye birşey yok. Herkesin fikri başkadır ama bu başkalık onu haklı yapmaz. Bir örnek verecek olursam; Bir fil'i karanlık bir odaya atmışlar,10 tane de adam. Birbirlerini görmüyorlar. Ve herkes filin neresinden tutarsa kendince yorumlamış. Düşünce özgürlüğü, yazar da yazmış, kendine göre doğru olanı ama neden yazmış, diğerlerine de bunu kabullendirmek için.. Bu çok yanlış. Düşünüp sölemicen, düşünüp oturucan ki, hazmetsin beynin. Belki eritemedikleri olur ...