Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Hakikat

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    13
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Hakikat - Başarıları

Çaylak

Çaylak (2/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. "Yam yam" habire laf laf laf yeter artık dediklerimi yap uygulama bekliyoruz laff değilll.....***********
  2. "Yam yam'a" Çok ***** birisin "yam yam" habire kendini çürütüyorsun. Şimdide çok önemsediğini söylediğin Bilim kurullarına bizzat kendin çamur atıyorsun. Sen Türkiye'nin en büyük 3 üniversitesinden birisi olan köklü bir okuldan daha iyi mi biliyorsunda gene hüküm veriyorsun. Benden doktora ögrencisi olmazmışş....Onlar olabilir diyor sen yok diyorsun işte senin mantığın bu........ Herşeyi çok iyi bildiği vehmine kapılan zavallı. Sönük aklınla herşeye hüküm vermeye çalışan **********.... ****************************** ****************************** ******************************
  3. "Yam yam bugün bütün bilimsel araştırmalar evrim teorisi çürüttü. Bizzat A.B.D'de Yaratılış mucizesini delilleriyle ortaya koyan ve bu maksatla çalışan dünyanın sayılı bilim adamlarından oluşa büyük bir enstitü var......Senin ufak dünyan bunları bilmiyorsa aç gözlerinide ögren........ Senin gerçek yüzünü ortaya koyduk.... Artık susmanın zamanı geldi..... kendi kendi çürüttün. Diğer forumdaki yorumlarda "yam yam" ın kendisini nasıl çürüttüğünü önyargısız olan herkes görebilir........( Kur'andaki Tekrarlar bölümünde...) Ki zaten sen senden istediğim hi,çbirşeyide yapamadın. Beceremedin . Güç yetiremedin....Zor geldi galiba he ne dersin ::)))
  4. ""Vaayyyy bea... Ben neymişim de haberim yokmuş... Baksanıza beni tanrı zannetmeye başladılar... "" Evet şüheda kardeş. Çok haklısın. "yam yam" çok acemi ve toysun, birkaç gündür üzerine geldik hemen faka bastın. Bak yazmış olduğun ve senin bilinç altında bulunan düşüncelerin bir yansıma olan cümlene iyi bak ve iyi oku. Birazcık zekan varsa Allah'ı yani bir Yaratıcı olduğunu bizzat kendi cümlenle ifade ediyorsun......Demekki bir Tanrı var, senden yapmanı istedigim ve meydan okuduğum konularıda ancak Allah yapabilir. Bizim gibi yaratılmış insanlar yapamaz.... Sen aslında bunu kabul ettinn bu cümlenle..... Çok acemisin yam yam çok toysun.. Bence artık bir cümle bile yazma......Artık samimiyetine asla inanmıyorum... Fena faka bastınnnnnn. Forumdaki kardeşler işte yamyamın gerçek yüzü.....
  5. Yam Yam ben Türkiyenin en kaliteli üniversitelerinin birinde doktora ögrencisiyim. Bahsettiğin konuları çok ama çok iyi biliyorum. Ama sen necisin onu bilemiyorum??? Sen şimdi kıvırmayı topu taça atmayı bırak öncelikle dediklerimi yüreğin varsa yap hadi yap..........Laf üretmeyi bırak uygulama istiyorum.. Evet Forumdakiler görelim bu yam yam nasıl birisiymiş....... Gerçi ismin nasıl birisi olduğunu gayet güzel ifade ediyor ya. Bir sürü konu yazdım bunları yap çık ortaya o zaman görüşelim senle. Yoksa yeter artık sus...... Seviyesizliğin artık sınırları fazlasıyla aştı...... Şunuda unutma Allah'a kafa tutan nice insanlar değil topluluklar olmuştur. Hepsi kabirleri boylamıştır. Fakat Allah her şeye hakimdir. Akıbetin ne vahim olacaktır senin. Artık konu kapanmıştır............... Selam inananların ve insanlığını henüz kaybetmeyenlerin üzerine olsun....
  6. "Yam Yam" a ilk sorumuda sormuş olayım hep o soruyor ya? Sana gelip seni bulacak ölümü, haydi elinde imkan varsa, ilim varsa , kudret ve güç varsa geri çevirsene? Allah'a meydan okusana ölümü geri çevirsene ? Ölüme bir çare bulsana? Ölme ?? Yaşlanmasana ? Acıkmasana? Aya ve Güneşe hüküm geçirsene? Madem alternatif birşeylerin var güneşi her gün doğup battığı istikametin tersinden doğurtsana .......................vs . vs haydiiiiiii ?
  7. "Yam yam" büyük bir dikkatle bana cevap vermekten kaçıyorsun neden sorduklarıma karşı sessiz kalıyorsun. Sen habire inananların sahasında maç etmeye çalışıyorsun?? Yam yam sana meydan okuyorum. Alternatif olarak neyi savunuyorsun???? nedir iddian? Mertsen bize anlat bizde senin iddialarına biraz bakalım inceleyelim ?? Alternatifin nedir??? Alternatif olarak ortaya attıgın teorilerin yaptırımları mükafatları ve cezaları nelerdir???? Şeriatı nedir? İSlamın çözüm getirdiği konulara karşı ürettiği alternatifler nelerdir??? İnsanoğlunun sıkıntı ve problemlerine karşı çözüm önerileri nelerdir????? . . . . . . . Yüzlerce cümle yazabilirim...... Habire laf üretmeyi bırak uygulama ve somut örnekler ver............ Bizim inancımızla ilgili sorunumuz YOK!!!! Senin alternatifin nedir İSLAM'ın karşısında ??? hadi anlat bakalım? hatta ciltler dolusuda kitap yaz da inceleyelim he ne dersin??? bu kadar okumayı ve yazmayı ve incelemeyi seviyorsun hadiiiiiiii hodri meydan.....
  8. Bilimselci senin meslegin nedir????? Yazdıklarım bu konuda uzman olan ve bilim dünyasında saygın kisilerdir?? siz hangi konunun akademisyenisiniz?? Uzmanlık alanınız nedir????? Herşeyi önyargılarla ve sönük yetersiz aklınızla hemende nasıl çarpıtıyorsunuz?? Ortaya deliller ve neticelenmiş uygulamanalr koyun ama uzman iseniz koyun tekrar soruyorum hangi konuda uzmansınız siz yoksa inkar etme ve önyargılı olma konusunda mı????????? Evrim teorisi artık tüm dünyada büyük bir aldatmaca olarak kabul edilirken sis hala "bilimselci" ve "yam yam" gibiler bu konuda ısrar ediyorsunuz. Bu birçok delille çürütülmüş bir teoridir ama siz illa maymundan geldiginizi kabul etmek istiyorsanız edin. Ama samimi olun atalarınız olarak kabul ettiginiz maymunları ormanlarda yanlız bırakmayın???
  9. Gördügüm kadarıyla "yam yam" isimli sahıs ve ona benzer kisiler tamamen önyargı ile hareket etmektedirler. Mesela Risale-i Nur bunlar gibilere sağlam delilleriyle cevap vermektedir. Ama lutfedip okumaktan acizler. Dilini anlamıyormusun? Eger gerçekten hakikati doğruyu ögrenmek istiyorsanız araştırın, gerekirse lügatini ögrenin ve okuyun? İşinize geldin mi araştırıyoruz diyorsunuz .... Ama maksadınız başka........ Sevgili inanan kardeşlerim kendinizi artık yıpratmayın hırpalamayın. Bizlerin vazifesi Hakk'ı ortaya koymaktır. İnanıp inanmamak "yam yam" gibilere kalmıştır. Yam yam diyor ki "ben kendi gerçekliğimi inkar ediyorum. Ne derseniz deyin inkar ediyorum" Bazı insanlar vardır onlara apaçık mucizeler getirseniz güneşi yanıbaşlarına Allah'ın izniyle getirseniz gene inanmazlar? Sen büyücüsün sihirbazsın derler. Ey inkar ehli. Bizler sizin inandıklarınıza inanmak zorunda degiliz. Sizler de bizim inandıklarımıza inanmak zorunda degilsiniz. Sizin dininiz size bizim dinimiz bize........ Hakikat kaçınılmas olandır. İnsanın heva ve hevesine isteklerine bağlı degildir. Ve mutlaka bir gün herkes Hakikatin kendisiyle yüzleşecektir........O gün "yam yam" gibileri hep beraber göreceğiz.....
  10. "Tek Yol Bilim mi? SİZ DE BİLİRSİNİZ, YAPRAKLAR yeşildir, denizler mavidir, portakallar sarı ve yuvarlaktır. Yine bildiğiniz gibi, dünya güneşten yaklaşık l50 milyon kilometre uzaklıktadır. Ayrıca, bir DNA molekülü 3.4 angström kalınlığındadır. İşte bilim bize bu inkâr edilmez gerçeklerden söz eder. Bir atomun partiküllerini sayar, sınıflandırır. Işığın saniyede kaç kilometre yol aldığını hesaplar. Gözlemler yapar. Ölçer, tartar, hesaplar ve bize kâinatı anlatır. Olduğu gibi. Tarafsızca. Anlattıklarının hepsi de gün gibi ortada gerçeklerdir. Diyelim ki, ben bir cinayete şahit oldum. Şimdi size gördüklerimi olduğu gibi, tarafsızca anlatıyorum: "On beş santim kadar uzunluktaki bir namlunun dibine yakın bir yerde duran içi barut dolu bir kovana tabancanın tetiği hızla çarptı. Çarpmanın etkisiyle içerideki barutlar alev aldı. Barutların patlamasıyla oluşan basınç sebebiyle kovanın ucundaki kurşun süratle yerinden fırladı ve yirmi metre kadar ileride yürüyen bir adamın göğsüne saplandı." Dilerseniz kurşunun ne kadar hızla yerinden fırladığını, adamın hangi organına rast geldiğini, nasıl bir yara açtığını da bilgilerime dahil edebilirim. Katil kim mi diyorsunuz? Maktulü de mi merak ediyorsunuz? Bakın orası beni ilgilendirmez işte. Dedim ya, ben sadece tarafsız bir gözlemciyim, sadece gördüklerimi anlatırım. Hem sonra siz bir katilden söz ediyorsunuz, bir de maktul var diyorsunuz. Yani size göre orta yerde bir katl, bir cinayet var. Benden söylemesi, galiba siz olaya kendi yargılarınızı karıştırıyorsunuz. Bu kafayla tarafsız bir gözlemci olamazsınız. Ben tarafsızlığımı bozamam. Hem niye itiraz ediyorsunuz ki, anlattıklarımın hepsi de gerçek, değil mi? Üstelik isterseniz, anlattıklarımın hepsini daha da ayrıntılı olarak anlatmaya hazırım. Olmuyor değil mi? Doğru, anlattıklarımın hepsi gerçek gibi de, gerçeğin hepsi benim anlattıklarım değil. Anlattıklarım gerçeğin sadece bir kısmı. Size gerçeğin diğer kısmını anlatmıyorum: anlatmamak istiyorum. Gerçeğin yarısını anlatmış olmam, anlattıklarımın hepsini gerçek yapar mı? Görünüşte, kimse söylediklerime bakıp yalan konuştuğumu söyleyemez. Ancak gerçeğin diğer yarısını anlatmamanın adı nedir? Gerçeği eksik anlatmak, herşeyi olduğu gibi anlatmamak demektir ki, sanıyorum doğru söylemek diye buna demiyorlar. Sadede gelirsek, bilim sadece kâinatı anlatır. Elle tutulan, gözle görülen veya en azından ‘laboratuvar koşullarında varlığı saptanan’ herşey bilimin konusudur. Bilim adamı da bütün dürüstlüğü ile bilimin konusu olan şeylerden söz eder. Gereğinde en ince ayrıntısına kadar; hiçbir şeyi karanlıkta bırakmadan. Meselâ, bir bilim adamının karşısına bir sandalye koysanız, bilim adamının yapacağı şudur: Sandalyeyi ölçer, tartar, şeklini anlamaya çalışır. Parçaların birbirine karşı konumlarına, her bir parçanın ölçeklerine, sandalyenin nasıl bir maddeden yapıldığına varıncaya kadar gördüğü, dokunabildiği, ölçebildiği herşeyi size anlatır. Ve sıra o sandalyenin ustasına geldiğinde, bilim adamının söyleyecekleri biter. Ustası sandalyeyi belli bir planla yapmış olamaz mı? Bu planla belli bir amaç gözetiliyor olamaz mı? Sandalye bu haliyle onun sanatını, ustalığını, maharetini... anlatıyor olamaz mı? Hayır! Bilim adamı sadece sandalyenin kendisiyle ilgilidir. Tarafsız bir gözlemcidir ve gördükleri arasında usta yoktur, ustanın sanatı yoktur, mahareti yoktur. Yanlış anlamayın, bilim adamı açık açık sandalyenin ustası yoktur demiyor. Sadece, ustasının olup olmadığı onu ilgilendirmiyor. Ama sandalyenin bir ustası vardır ve bu da sandalyenin kendisi kadar inkâr edilmez bir gerçektir. Bilim adamı ilgilendiği şeyi, sandalyeyi önce ‘gerçek’ olarak tanımlıyor ve ondan sonra bu peşin hükümlülükle incelemeye başlıyor. Ama gerçek ilgilendiği şeyden ibaret değil ki; o gerçeğin yalnızca bir parçası. Hadi iyimser olalım. Ola ki gerçeğin hepsini bulmada bir işbölümü yapılmış ve bilime de sandalyenin ustasına kadar olan kısmıyla ilgilenmek düşmüştür. Niye olmasın? Belki de bilime sadece kâinatı tasvir etmek kalıyor, gerisini de başkalarına bırakıyor. O zaman, bir bilim adamı haklı olarak kendisini sadece yaprakların şeklinin ve nasıl çalıştığının ilgilendirdiğini, yaprakları kimin ve niçin düzenlediğinin ise sahası dışında kaldığını söyleyebilir. Sanki ‘nasıl’ ve ‘niçin’ ve ‘kim,’ ayrı sorular; sanki içiçe değiller. Onun için illa da bilimsel sınırlar içinde kalacaksa böyle şeyleri dert edinmeyecek. Ama dert ediniyorsa bilimin dışına çıkmak zorunda. O halde bilimin sınırları içinde mi kalsın, yoksa böylesi şeyleri de mi dert edinsin? Niye dert edinmesin ki? İşte buraya geldiğinizde, bilimle sıkı bir pazarlığa oturmanız gerekir. Çünkü, bilime göre, bilimden başka meşru bir yol yoktur. Şöyle hafızalarınızı bir yoklarsanız, ta ilkokul sıralarından bu yana kafanıza ‘bilim dışı’ tabirinin fevkalâde ayıp birşey olarak kazındığını farkedersiniz. ‘Bilimsellikten uzak,’ ‘bilime aykırı,’ ‘bilimle çatışan,’ ne varsa hepsi de yüz kızartıcı bir suç gibi gelir bize. Öyle ki, bu yüz kızartıcı suçu işlememeniz için tek yol, söylediğiniz herşeyin, yaptığınız herşeyin ‘bilimsel’ olmasıdır. Eğer ‘bilimsel’ olarak söylenemeyecek birşeyiniz varsa, sakın onu söylemeyin. Bilime aykırı düşen birşey yapacaksanız, vazgeçin. "Bilimsel düşünme yeteneğini kazanmış bir kimse için düşüncenin hareket noktası olduğu gibi, geçerlilik ölçüsü de yine bilimsel metodun kendisidir" (Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi). Bu "Ahmet’e göre tek yol Ahmet gibi düşünmektir" kabilinden bir hükümdür. Eğer bu hükmü kabul ettiyseniz, artık "İlla da Ahmet’e göre mi düşünmek zorundayım?" gibi bir soruyu sorma hakkınızı kaybetmişsinizdir. Çünkü tek yolun Ahmet gibi düşünmek olduğunu kabul etmiştiniz ve Ahmet hiç de yukarıdaki gibi bir soru sormaz. Eğer sorarsanız, ‘tek yol’un dışına çıkmış olursunuz ki, fevkalâde ayıp birşeydir. Ayıp etmemek istiyorsanız, lütfen Ahmet gibi düşünmeye devam edin. Hasılı, eğer olur da bir gün, "Tek yol niye illa da bilimin metodu olsun?" diye sorarsanız, bilesiniz ki bilime hiç de uymayan bir davranış içindesiniz. Kendinizden utanmalısınız! George Orwell’in 1984 romanını bilirsiniz. Orada da tıpkı, ‘bilimsel’ metodu andıran bir ‘arıdil’ vardır. "Arı dilin amacı sadece belirli bir dünya görüşüne kendisini adamış insanların zihnî alışkanlıklarına aracılık etmek değil, aynı zamanda bütün diğer düşünce şekillerini imkansız kılmaktır. Bir kere arıdilin kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalındığında, sapık düşünceleróyani arıdilin kurallarının izin vermediği düşünce şekilleriózihinleri işgal etmeyecektir." İsterseniz yukarıdaki ifadelerde arıdil kelimesi yerine bilim kelimesini koyun. Göreceksiniz, hiç de yabancı gelmeyecek size. Ama hakkını da yemeyelim, ortada birbirine aykırı iki görüş varsa, mutlaka biri diğerine göre sapıktır. ‘Bilimsel metod,’ kendi kendini sınırladığı alanın dışında olan şeyleri inceleme alanı içine alan, onun önyargısız şekilde incelemeye tâbi tutulması gerektiğini söyleyen bir tutuma ‘bilimsel olmayan’ ya da ‘bilim dışı’ metodlar damgasını vurmuştur. Bu davranışın neticesi olarak ‘bilimsel’ metoda göre ‘bilimsel olmayan’ metod sapıktır. İyi ama, ‘bilimsel olmayan’ diye damgalanan bir metoda göre de kendisini ‘bilimsel’ ilan etmiş bir metod sapık olabilir. Ancak nedense, her defasında sapık deme hakkı bilimsel metodundur. Sahi nereden almış bu hakkı? Elcevap: efsanelerden. Hem de en çağdaş ve en gerçek olanlarından. Bu efsaneleri anlamak mı istiyorsunuz? Kolay. Şimdi elinize kalkış platformunda ateşlenmeye hazırlanan bir uzay mekiği fotoğrafı alın. Bulamazsanız, hayalinizi şöyle ilk ampulün Edison’un elinde parıldadığı âna götürün. O binbir marifetli kompüterleri aklınıza getirin. Veya bunların hepsini bir tarafa bırakın da, şimdi kendinizi günlerce böbrek ağrılarından kıvranmış bir hasta farzedin. Şu an son derece modern cihazlarla donatılmış bir ameliyathanenin masasında uzanıyorsunuz. Birazdan tüm ağrılarınızın dineceğinden emin, üzerinize yönelmiş cihazları, vücudunuza bağlı kabloları.. büyük bir hayranlıkla ve sonsuz bir güvenle seyrediyorsunuz. Belki de "İyi ki Taş Devrinde doğmamışım. Ne mutlu bana" diyorsunuzdur. Değil mi ya? Bir de bilimin henüz işlemediği o karanlık çağlarda olsaydınız? Ne olurdu haliniz? İşte böyledir bilim. Bizi eski çağların karanlıklarından çıkarmış ve bugünün inanılmaz konforuna ulaştırmış. Hele bir de yarınları düşünün... Bugün kulağınıza yanaştırdığınız telefon ahizesinin gerisinde, koltuğuna yaslandığınız arabanızın gerisinde, dokunduğunuz her elektrik düğmesinin mazisinde hep o vardır: bilim. ‘Bilimsel’ düşünce size bahşettiği bunca nimeti hatırlatarak çıkar karşınıza. Yüzyıllar boyu alınteriyle, sabırla, sebatla, zekâ ile yazılmış bir destandır bilim. Madem ki telefona, arabaya, uçağa karşı değilsiniz, onları bahşeden ‘bilimsel’ düşünceye de dil uzatmadan, bir iki nefes soluklanıp biraz düşünün. Şimdi aklıma bir soru geldi: Sahi, Hiroşima ve Nagazaki faciaları neden Taş Devrinde olmadı? Kimyevî silahlar neden Ortaçağa yetişmedi dersiniz? Çünkü o zamanlar insanların ne atom bombası, ne de kimyevî silah üretecek seviyede bilgileri yoktu. Demek bilim ilerlemeseydi onca masum insan bir anda öldürülmeyecekti. Yoksa suçlu bilim mi? Elbette ki değil diyeceksiniz. Suçu işleyen insanlar. Atomun yapısı ile ilgili bilgileri isterseniz nükleer santral yapmakta kullanırsınız, isterseniz atom bombası yapmakta. Anladığım kadarıyla bazı şeyleri bilmek başka, onları uygulamayı dökmek başka demeye geliyor bu. Atomun yapısını bilmek başka, atomun yapısıyla ilgili bilgileri insanları öldürmekte kullanmak başkadır. Aynı şekilde atomun yapısını bilmek başkadır, bu bilgiyi nükleer santrallerle insanların yararına kullanmak başkadır, değil mi? O halde nasıl atom bombası atomla ilgili bilgileri bulanları suçlu kılmazsa, nükleer santrallerin insanlara faydası da aynı bilim adamlarının şahsî tercihlerini haklı göstermez. Bu bilim adamlarının kâinatı incelemeleri ve kâinatın işleyişindeki kanunları, prensipleri keşfetmeleri, o prensiplerde gözetilen amaç ve hatta o amacı kavrayan insanın o kâinat içindeki yeri hakkındaki kişisel yorumlarının illâ ki doğru olmasını gerektirmez. Meselâ, bugün tıkır tıkır işleyen arabaların temelinde Newton’ın deterministik bir şartlanma ile düşünüp keşfettiği kanunlar vardır. Ama siz kalkıp arabaların insanlara getirdiği yararları sayarak Newton’ın determinizmini savunmaya kalkarsanız, karşılığında sadece bir tebessüm alırsınız. Ama ne çare, o herkesin hayran kaldığı Newton kanunları yıllarca Newton’ın determinizmi ile, ve dolayısıyla yalnızca ‘İlk Muharrik’ olarak tanımlamak zorunda kaldığı bir Yaratıcı anlayışı ile anılagelmiş olabilir. Böylece Newton’ın eksik Yaratıcı anlayışı o kanunların itibarından nasiplenmiş olur. Ve sonunda siz eylemsizlik prensibini bulan Newton’la, Allah’ı eksik ve dolayısıyla yanlış tanıyan Newton’ı ayırt etmede hayli zorlanabilirsiniz. Neyse ki, sözün konusu Newton olduğunda bu zorluğu aşmak kolay. Ama düşünün ki insan fizyolojisinin ayrıntılarından bahseden oldukça ciddi bir kitap okuyorsunuz. Her nasılsa son derece yeni ve isabetli bilgilerin verildiği bir konuyu okurken, satır başlarında, satır aralarında ‘evrim’den, ‘evrimsel bazı mekanizmalar’dan, ‘rastlantılar’dan ve ‘tabiatın güçlü eli’nden söz edildiğini görüyorsunuz. Üstelik bu kitabı yazan sıradan biri de değildir. Büyük bir ihtimalle kendi adına önemli buluşlar yapmış, sahasına emek vermiş, birçok önemli gerçeğin açığa çıkmasına vesile olmuş önemli bir bilim adamıdır. Dahası, yalnız değildir. En az onun kadar ciddi, sahasında otorite sahibi, itibarlı çok sayıda bilim adamı da bu konuda ona katılmaktadır. Özetle, ‘rastlantı,’ ‘tabiat,’ ‘sebepler,’ ‘kendi kendine olmak...’ Nasıl olur da bunca önemli şeyleri yapmış insanlar, siz ‘sıradan bir öğrenci’nin bile ilk görüşte mantıksızlığını anladığı şeyleri benimseyebiliyorlar. Ama önemli birşeyi unutuyorsunuz: O insanlar sıkı sıkıya ‘bilimsel’ metoda bağlı insanlardır. Yani kâinattaki olayları kâinat cinsinden olmayan fakat kâinattaki plan ve amaç ile kendisini tanıtan kâinat Sahibinden bağımsız olarak incelemek gerektiği konusunda kendilerini şartlandırmış insanlardır onlar. Çok önemli buluşlar yapmalarına gelince, şaşmanız gerekmez. Çünkü kişisel yorumlarını hiç beğenmediğiniz bir arkadaşınız da çok güzel tablolar yapıyor olabilir, çok isabetli hava tahminlerinde bulunabilir. Rastlantılara inanan, sebepleri yaratıcı sanan birileri de laboratuvarlarda aylarca ter dökmüş ve sonunda sizin bilemediğiniz çok önemli gerçekleri keşfetmiş ve de bunları bir kitap haline getirip size takdim etmiş olabilirler. Yani, karşınızda sadece basit bir beraberlik vardır. Sebeplere, tesadüflere bir kişisel şartlanma neticesinde yaratıcıdırlar diye inanan biri, aynı zamanda DNA’nın helezonik yapısını keşfetmiştir. Evrime inanan bir kişi aynı zamanda hücrenin yapısını da araştıran kişidir. Bu kişinin yazdığı kitaptaki evrim tabirleriókâinatın Sahibinin ilmini ve iradesini gösteren özelliklerin bir rastlantı neticesinde oluştuğunu ima eden evrim teorisinde kullanılan tabirleródoğru oldukları için değil, kitabı o kişi böyle bir koşullanma içinde yazdığı için oradadır. Belki siz yazsaydınız, hücrelerin yapısı hakkında aynı bilgileri vermenize rağmen, o evrim fikirleri bu kitapta olmayacaktı. Ama ne yazık ki siz geç kaldınız. Çünkü, bilirsiniz, Murphy’nin altın kuralı şudur: "Altını olan kuralı koyar." Anlayacağınız, orta yerde bir gerçekçilik meselesi değil, bir otorite meselesi vardır. DNA ile ilgili bilgileri yorumlama hakkı, o bilgileri ilk defa ortaya çıkaran insanların olmuştur. Siz DNA’nın yapısında bir yanlışlık gösterebilir misiniz? Hayır. Bütün canlı hücrelerinde aynı biyokimya prensiplerinin işlediğin inkar edebilir misiniz? Hayır. O halde evrim teorisi tabirlerini kullanan evrimciler kararı çoktan verdiler: "Evrimci yoruma karşı söyleyecek bir sözünüz olamaz. Evrimcilik o inkar edemediğiniz gerçekleri ortaya çıkaran ‘bilimsel’ düşüncenin eseridir!" Newton determinist düşünüyordu ve aynı zamanda fizik bilimine temel olmuş kanunları bulan da o olmuştu. Sonuç: Bir dönemin fiziği determinist oldu. Bir dönemin biyologları da evrim felsefesini hoş bulmuşlardı ve hâlâ daha hoş bulan hatırı sayılır miktarda biyolog var. Sonuç: Biyoloji hâlâ evrimci. Ressamlar empresyonistse, tahmin edebileceğiniz gibi, bütün tablolar empresyonist olur. Modacılar da bir mevsim mor renge ağırlık verirlerse, o mevsim elbiselerde mor renkler hakim olur. Yoksa resimler empresyonist olduğu için ressamlar empresyonist oluyor, ve modada mor renk hakim olduğu için modacılar mor renge ağırlık veriyor diyemezsiniz. Moda modacıların yaptığı şeydir, resim de ressamların. Resmin ya da modacının kendi başlarına bir kimlikleri yoktur. Peki ya bilimin? Sahi kimdir şu bilim? Hani, ‘şunları şunları söyleyen,’ ‘şu hükümleri koyan,’ ‘şunları yapan’ bilim. Siz gözleri, elleri, ayakları, kulakları olan böyle birini gördünüz mü? Nedense, bilimin kendi başına müşahhas bir kimliği varmış gibi gelir bize. Oysa, "Nasıl felsefe filozofların faaliyeti ise, nasıl sanat sanatçıların faaliyeti ise, bilim de altı üstü kendilerine has düşünceleri, metodları olan bilim adamlarının faaliyetidir." (İlhan Kutluer, Modern Bilimin Arkaplanı). Bilimsel metod da, hani şu bazan laboratuvarda tüpler arasında kaybolmuş, bazan da masa başında kâğıt karalayan birileri olarak gördüğümüz bazı insanların düşünce şeklidir. İsterseniz o insanlar gibi düşünebilirsiniz elbette. Ama istemiyorsanız onlar gibi düşünmeyebilirsiniz. Nasıl her konuda mesleği terzilik olan insanlar gibi düşünmek zorunda değilseniz, her konuda mesleği bilim yapmak olan, kendilerine has yorum ve metodlarıyla incelediği eşyayı yorumlayan insanlar gibi düşünmek ve onların yorumuna katılmak zorunda da değilsiniz. Şu güzel heykelin heykeltraşı var mıdır? Hiçbir insanómesleği bilim adamlığı olsa daóbu soruya tarafsız bir cevap veremez. Heykeltraş ya vardır, ya da yoktur. Aynı şekilde, "Şu güzel kuşun bir Yapıcısı var mıdır?" sorusu karşısında tarifsiz kalınamaz. O güzel kuş bir eserdir ve mutlaka birinin eseridir. Bu birinin kim olduğunu sözün gelişi bana sorarsanız, alacağınız cevap ‘herşeye kudreti yeten, herşeyi bilen bir Yaratıcı’dır. Aynı soruya ‘bilimsel’ düşünüyorum diye kendini koşullandıran bir bilim adamının vereceği cevap ise ‘Tabiat’tır. Biraz daha açmasını isterseniz, ‘tabiat kanunları, zamanla biriken tesadüfler, mutasyonlar...’ diye uzatabilir listesini. Neyi sorarsanız sorun, böylesi bir bilim adamına göre herşeyi, her an, her yerde yaratan bunlardır. Bütün bu şeyler her yerde hâzır ve nâzırdır. Görüyorsunuz ya, bilim adamı da herşeye gücü yeten, herşeyi bilen, her yerde hâzır ve nâzır olan bir veya birilerini arıyor. Bu noktada yaratıcı bir gücün varlığını kabul eden bir anlayışta dinle birleşiyor. Ama ah, yaratıcı kâinatın bizzat kendisi veya kendisindeki özellikler mi, yoksa kâinatı içindeki özelliklerle birlikte vareden ve dolayısıyla kâinat cinsinden olmayan bir Yaratıcı mıdır diye sorarsanız, yollar ayrılıyor. Peki, bilim dinle çatışır mı? Kim ayırdı bu yolları? Herhalde atom içi partiküller değil. Uzay mekikleri de değil. Hücre zarlarının da böyle bir iddiası olduğunu sanmıyorum. Ama bütün mesele hücre zarlarını inceleyen, atom içi partikülleri sayabilen, uzay mekikleri yapan insanlardan çıkıyor galiba. İnsan bu. Kimisi şöyle bir yol çizer, kimisi böyle. Atoma, hücreye kalsa herkes de biliyor, onlar, kendilerinin bir Yaratıcısı olduğundan yana. Ki bu haliyle bilim, çatışsa çatışsa, herşeyi tabiat içi kuvvetlerle açıklamaya çalışan insanlarla çatışır. Anlaşılan mesele, illa da tabiat içi bir yaratıcı arayanların kendi görüşlerini bilim adına söylemelerinde. Kendi görüşlerini ‘bilimsel görüş’ saymalarında. Tamam, bilimin belki de çok önemli bir kısmı böyle düşünen insanların elinde gelişmiş olabilir. Bize de, ‘ellerine sağlık’ demek düşer. Kâinattaki mevcut kuralları bulup çıkartmada gösterdikleri gayretlerinden dolayıóki bu gayret de kendilerine Yaratıcıları tarafından verilmiş bir özelliktir; farkına varsalar da, varmasalar daóhepsine teşekkür ederiz. Ama bu onlara bilimi, kâinatın Yaratıcısını kabul etmeme şartlanmalarına alet etme yetkisini de vermez. Onlar o yetkiyi kendilerinde görse de, kimseyi onların tarif ettiği ‘bilimsel’ anlamda düşünmeye mecbur etmez. Ama, ‘hayatta en hakikî mürşit bilim’ mi diyorsunuz? Doğrusu, ben bilimin böyle birşey dediğini duymadım. Ama bilimi, hayatta en hakikî mürşit gören onca insan tanıyorum... Sakın bu, "Hayatta en hakikî mürşit, bizim gibi düşünmektir" demeye gelmesin! Ki, onlara kalırsa ‘bilimsel düşünce’ kâinatın yaratık olduğunu kabul eden bir düşünceye karşı olmaktır. Demek, "Hayatta en hakikî mürşit bilimdir" derken, parantez içinde, "yani din değildir" demeye getiriyorlar. Biliyorsunuz, putlar masum şeylerdir. Onları insanlar yapar ve dikerler. Put kendi kendine put olmaya karar veremez. Bilim de bazıları için put olmuşsa, bilime düşman olmanız gerekmez elbette. Hakkını yememeli. Gerçekten bilim güzel ve alımlıdır. Ama bu alımlılığa kapılıp da adına ‘bilim’ denilen her yorumu kabul etmek zorunda değilsiniz. Bazıları onu put yapıyor diye, onu red zorunda da değilsiniz. Bilim adına söylenen bazı şeylere bakarsanız, bilim dinle çatışır. Aslına bakarsanız, kaçınılmaz birşeydir bu çatışma. Çünkü adına bilim denen bazı yorumlar dinle bal gibi çatışır. Kaldı ki, bu yorumlar da kendi başlarına bir dinin amentüsü sayılabilir. Bilimsel düşünmenin de kendine göre ilahları, mabudları, mabedleri ve ibadeti vardır. İşte tabiat; eli her yere uzanan, herşeyi yapan, herşeyi düzenleyen, idare eden birşeydir. Başınız ne zaman sıkışsa, hiç korkmayın, bilimsel akideye göre tabiatı yanıbaşınızda bulursunuz. Dilerseniz, ellerinizi açıp, "Ey güneş, ey toprak, ağaç, su!" deyip "Siz olmasaydınız ben şu güzel elmayı nasıl yerdim, şu çiçeği nasıl koklardım?" diye onlar karşıa şükran duygularınızı ifade edebilirsiniz. Sakın ola ki, bu sıralarda aklınıza onların bir Düzenleyicisinin, Yaratıcısının olduğu gelmeyeÖ Çünkü, "Bilim, her türlü mistik ve doğaüstü görüşün karşısında yer alır. Doğada olup biten olayları doğaüstü kuvvetleri tasarlayarak değil, gene doğal olaylara başvurarak açıklamaya gider" (Cemal Yıldırım, age). Yani olayları, ne olursa olsun, tabiat içinden bir kuvvetin varlığını tasarlayarak açıklamak zorundasınız. Ki bu durumda ‘bilimsel’ akideye göre, "Kainatta öylesine mükemmel bir düzen var ki, bir Yaratıcıya gerek yok" diyebilirsiniz. Tercüme edersek: "İşte size Mükemmel bir Düzen. Kendi kendine olmuş. Neden başka Allah arıyorsunuz?" Ne yapalım, herkesin yorumu kendine.... Bize düşen ise, böylesi bir bilim adamının yorumunu, bilimin getirdiği, kâinata dair haberlerden ayırt etmek olmalı. Bilimi, yarattığı kâinat aracılığıyla Allah’ı tanımada bir araç olarak kullanabilmenin yolu, işte bu ayırımdan geçiyor olsa gerek. Yam Yam okuyorsun degil mi? "Maymun ile Darwin" UFACIK TEFECİK BİRŞEYDİ MAYMUN. Ağaçlar arasında o dal senin, bu dal benim zıplayıp dururdu. Kervan geçmez kuş uçar ormanlarda kendi halinde, mutlu, huzurlu bir ömür sürerdi. Şen şakraktı maymuncuk. Vurdumduymazdı. Maymun iştahlılığıyla, kendini beğendirmek isteyen sırnaşıklığı ile, o da hayvanat bahçesinin sevimli üyelerinden biriydi. Ama ne olduysa, o Darwin denen adamdan sonra oldu. Bir üzüldü, bir üzüldü ki maymuncuk; sormayın. Neymiş de insanlara akrabaymış. İnsanlarla aynı atayı paylaşırmış. İşte o gün bu gündür, maymunun başına ne geldiyse, o sözde akrabalıktan geldi. Dillere düştü. Rezil oldu maymun. Sözde akrabaları ikiye ayrılmıştı. Kimileri evrimci olmuş ki, kendisini insanlarla akraba çıkaran bunlarmış. Kimileri de evrime karşıymış ki, maymuncuğun da bütün ümidi onlardaymış. Ümit ediyormuş etmesine, ama sonunda hayal kırıklığına uğramış. "Yok efendim, insan nasıl olur da maymunla aynı atayı paylaşabilir?" "Doğru ya," diyecek olmuş maymuncuk. "Maymun nasıl insandan gelmemişse, insan da maymundan gelmemiştir. İnsan insandan, maymun da maymundan gelir." Ama hiç de iyi değilmiş evrime karşı olanların niyeti. Meğer maymun olmak hakaretmiş onlara göre. Yok efendim, asıl, evrimcilerin atasıymış maymun. "Hem zaten o Darwin olacak herifin suratı da bayağı maymuna benziyor." Oysa maymun olmanın aşağılık olmak anlamına gelmediğini sanıyormuş maymuncuk. "Maymunun maymunluğu kendinden gelmedi ya... İnsan da insanlığını kendisi kazanmadı ya." O halde ne insanın insan olduğu için övünmeye hakkı vardı; ne de maymun maymun olduğu için yerinmek zorundaydı. Hani dertleri Darwin’le değil de maymunlaydı sanki. Faraza, Darwin insanın atası aslandır deseydi, ya da bütün insanlar bir gülden evrimleşmiş deseydi, "Hah işte, şöyle..." demeye hazırdılar. Hem sonra Darwin maymuna benziyormuş ya da benzemiyormuş, niye ilgilendiriyordu ki onları? "Birinin maymuna benzemesi onu haksız çıkarmaya yeter mi? Ya da maymuna benzemese haklı mı olur?" Yutkunmuş maymuncuk, homurdanmış. "Maymunluğundandır" diye geçiştirmiş insanlar. "Demek ki Darwin haklı, çünkü bana benzemiyor" diyecek olmuş. Susmuş. Göz göre göre yanlış vadide at koşturuyorlardı evrime karşı olanlar. Söyleyebilse belki söylerdi maymuncuk: "Bu vadide ne kazanan âbâd olur, ne kaybeden berbad olur." Kaldı ki Darwin bile maymunla bu kadar uğraşmamışa benziyordu. Ne demişti arkadaşı Asa Gray’e yazdığı mektupta? "Nedense ben çevremde, başkalarının gördüğü kadar ve şahsen görmeyi arzuladığım kadar düzen ve hikmet eseri görmüyorum. Bana tabiat acılar içindeymiş gibi geliyor. Hikmetli ve kudretli bir Yaratıcının ikonomları tırtılların canlı vücudu içine sokacak ya da kedilerin farelerle oynamasına izin verecek şekilde yaratacağına kendimi ikna edemiyorum. İkna edemediğim için de bir gözün hikmet ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından kast ve planla yaratılmış olabileceğine inanmayı gereksiz görüyorum." (22 Mayıs 1860) Oysa, bir insan gözünün harikulâde yapısı karşısında Darwin bir defasında, kendi ifadesiyle "titremiş", bir defasında da "başından aşağı kaynar sular dökülmüş"tü. Ama en sonunda Darwin kendisini sakinleştirmenin bir yolunu bulur: tabiî seleksiyon. Ki böylece gözün harikulâde yapısını hikmet ve kudret sahibi bir Yaratıcı yerine kendine "daha hoş" gelen birşeyle açıklamış olur. Farkında mıydı acaba insanlar? Darwin’in meselesi gözün nasıl meydana geldiği değildi. O, göz bir Yaratıcı tarafından mı yaratılmış, yoksa tabiî seleksiyonla kendi kendine mi olmuş diye sormuyordu. Bütün derdi, gözü "Yaratıcı tarafından plânlanmış" demeden açıklayabilmekti. Ki, tabiî seleksiyon böyle bir açıklamanın "hoş" yollarından biriydi. Sonra "rastlantı"ların da payı unutulmamalıydı. Hele rastlantılar arkasını bir zamana dayamaya görsün, "binlerce yıl süren rastlantıların birikmesiyle ne olmazlar olur, ne imkansızlıklar aşılır"dı. Mutasyonlar da bu cümledendi. Sonradan da fosiller de devreye girdi mi, gel keyfim gel. Hâsılı, evrim teorisi, tekmili birden canlıları Yaratıcısız açıklamanın "hoş bir yolu" idi, o kadar. Merak etti maymuncuk. İnsanlar hiç sormuş muydu acaba: "Öbür türlü açıklamak Darwin’e neden nâhoş gelmişti?" Farelerin kedilere yem oluşuna, büyük balıkların küçük balıkları yutmasına adaletsizlik, hikmetsizlik diyordu Darwin. Eğer bunları bir Yaratıcı plânlamışsa, o Yaratıcı adaletsiz, hikmetsiz demekti ona göre. Hikmetsiz, adaletsiz bir Yaratıcıya inanmaktansa, hiç inanmayayım daha iyi diye avutmuştu kendini. Zavallının derdi, yeryüzündeki adaleti ve hikmeti görememekti. "Şimdi elinizi vicdanınıza koyup söyleyin," diye başlasaydı maymuncuk. Ve devam etseydi: "Siz tabiî seleksiyonu bir güzel çürütseniz, ya da fosillerin eksiklerini bir bir ortaya dökseniz, hatta biz maymunların siz insanlardan ap ayrı bir tür olduğunu ispatlasanız, hem sonra bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelmesinin çook çok az bir ihtimal olduğunu güzelce hesaplasanız, Darwin’in şu derdine derman olmuş olur muydunuz?" O zaman, insanlar kaşlarını çatıp, dudaklarını hafifçe uzattıktan sonra ellerini iki yana açıp, "Darwin olacak herifin derdinden bize ne?" derler miydi? "Peki, ya Darwin’in derdi herkesin derdi ise?" İşte, tabiatta adalet var mı, yok mu diye soranlar hâlâ insanların yanıbaşlarında nefes alıp veriyorlardı. Hatta, kimileri Darwin gibi, "galiba yok!" deyip hemen önlerinde hazır gerekçeler bile buluyorlardı. Evrim gibi... "Sizin anlayacağınız," diye tamamlardı herhalde sözünü maymuncuk, "tabiî seleksiyon, fosiller, maymunun insanla akrabalığı, zamanla biriken rastlantılar... hepsi bahane. Bütün bunlar tabiatta adalet göremediği için tabiatı âdil, hikmetli bir Sanatkârın yaratabileceğine ihtimal veremeyenlerin zihnî zorlamalarıdır. Siz istediğiniz kadar maymunların insanın atası olamayacaklarını, fosillerin tam olmadığını söyleye durun, o insanlara kâinatta zulüm ve hikmetsizlik değil de adalet olduğunu göstermiş olmuyorsunuz. Böylece, o insanların bu şekilde düşünmeye zorlayan asıl sebebi ortadan kaldırmış olmuyorsunuz." Bundan böyle biline ki, evrim teorisi bütün aksâmıyla hayatı mücadele olarak görmenin bir sonucudur; sebebi değil. Demek bazıları evrimci oldukları için Yaratıcıya inanmıyor değiller. Yaratıcıya inanmak istemedikleri için evrimci olmuşlar. O yüzden, "Tabiî seleksiyon var mı, yok mu?" ya da "İnsanlar maymunla akraba mı, değil mi?"den önce, "Tabiatta olanlar zulüm mü, adalet mi?" diye tartışsaydılar yaÖ Neydi sahi şu evrim teorisi? Özetle: Yıllar boyu süren çiftleşmeler sırasında canlıların farklı özelliklerini temsil eden genler yavaş yavaş birbirine karıştı. Bu arada mutasyonların etkisiyle bazı genlerin yapısı değişiyordu. Ki bu mutasyonların bazıları, nadir de olsa, genler üzerinde faydalı değişikliklere yol açıyordu. Meselâ, bir geyik vücudundaki gen her nasılsa rastgele bir geyiği temsil eder hale gelebiliyordu. Ya da bir ağaçkakan gagasını daha da keskin ve güçlü yapabilecek bir gene sahip olabiliyordu. İşte bu geyik ya da ağaçkakan yavrularında, geriye, bir önceki nesle göre daha güçlü bir nesil bırakmış oldular. Derken bu nesil mutasyonlu geni olmayan diğer akranlarına göre, çevre şartlarına daha güçlüce karşı koyabildiği için daha çok çiftleşme şansı buldu ve geriye diğerlerine oranla daha çok yavru bıraktı. Böylece, bir nesilden diğerine, zayıflar elenerek, sadece güçlü ve çevreye en iyi uyanların oluşturduğu bir geyik ya da ağaçkakan topluluğu kaldı. "Delil mi istersiniz? Bakın şu anda herşey óinsan gözü dahiló son derece mükemmel ve çevresiyle güzel bir uyum içinde! Hem sonra fosiller de gösteriyor ki...." Oysa ne diyordu evrime karşı olanlar? "Herşey öylesine mükemmel ki, tesadüfen olması imkânsız!" Ya evrim teorisi ne diyor? "Herşey ótabiî seleksiyonla ve mutasyonlar sayesindeó rastgele, kendi başına olmuştur; işte görüyorsunuz hepsi de mükemmel ve harikulade!" Anlaşılan mükemmelliğe karşı kimsenin bir diyeceği yoktu. O halde mükemmelliği öne sürmek niye evrimciliğe karşı alternatif olsundu. Mesele şu: Bu mükemmelliğin gerisinde evrimcilerin sandığı gibi, zayıfların acımasızca elendiği, meydanın sadece ve sadece güçlülere kaldığı, sahipsiz, başıboş bir dünyada olup bitmiş, kanla ve acıyla yoğrulmuş bir tarih mi vardı; yoksa... Demek evrimciler herşeyin sahipsiz olduğunu kabullenmekle başlamışlardı işe. Onlara göre, herşey ancak kendi adına hareket ediyordu, sadece kendini düşünürdü. Ne bitkiler hayvanları tanırdı, ne kediler fareleri. Herşey birbirine yabancıydı. Herkes birbirine düşmandı. Aslında ne tırtılların ikonomlara vereceği birşeyleri vardı, ne de fareler kedilere birşeyler borçluydu. Eğer kedi fareyi yiyorsa, onun hakkını gasbediyor demekti. Ki bunun adı zulümdü, hikmetsizlikti kaçınılmaz olarak. Herşeyin kendi başına hareket ettiğini kabullendikten sonra doğrusu itiraz edecek birşey yok gibiydi, ama... "Sahi, niye herşey sadece kendini tanısın ki? Neden kendi başına hareket etsin ki?" diye soran olmamış mıydı Darwin’e? Böyle bir soru Darwin’in aklının ucundan hiç geçmedi mi? Nereden bilsin maymuncuk! Meğer insanlarda, hayvanlarda olmayan birşey varmış ki, kocaman kocaman dağlar, gökler bile çekinmiş o şeyi üzerlerine almaktan. Enaniyetmiş bu. Benlik duygusu yani. Öyle ağır bir emanetmiş ki bu benlik duygusu, insanı zalimlerin en zalimi, cahillerin en cahili yapabiliyormuş. Nasıl mı? Enaniyeti sayesinde insan, diğer yaratıklardan farklı olarak, yaptıklarına sahip çıkabiliyormuş. Meselâ, bir arı petek kurup, çiçekten çiçeğe koşup sonunda güzel mi güzel bir bal yaptığında, bala sahip çıkmak bir yana, balı yaptığının bile farkında değilmiş. Sözün gelişi, "Ben bal yapıyorum" diyemezmiş arı; sadece bal yaparmış. Ama insan tam aksine basit bir kulübe yapsa, "Hah işte, bu kulübeyi çalışıp didinip aklımı, bileğimi kullanarak ben plânladım ve ben yaptım" diyebiliyormuş. Yani hem yapıyor, hem de yaptığını biliyormuş. Böyle bir duygunun veriliş maksadı, insanın kendi Yaratıcısını tanıması imiş. Şöyle: Benlik duygusu sayesinde insan, "Ben nasıl şu kulübeyi plânlayıp inşa ediyorsam, bütün şu kâinatı da plânlayan ve yapan Biri olmalı" diye düşünebiliyormuş. Yani benlik duygusu Yaratıcıyı insana anlatan bir ölçü birimi imiş. Bilmek, plânlamak, inşa etmek gibi kabiliyetler, kıyaslama yapıp da Rabbini tanısın diye ona verilmiş. Ama, yine de onun değilmiş. Nedense, kimi insanlar bu gerçeği hatırlamamışlar bile. "Ben nasıl bu binayı yapıyorum...." demişler, gerisini getirmemişler. Bilme, yapma, plânlama gibi sayısız kabiliyetlerini kendilerinden sanıp, "Küçük dağları ben yarattım" edasını takınmışlar. Kendilerini kendilerine mâlik ilan etmişler. Kendilerini kendi başlarına buyruk saymışlar. Meğer Darwin ta başında onun için "Herşey kendi kendine mâliktir" diye kabullenmiş. Kendisini de kendisine mâlik sayıyormuş zahir. Tabiattaki sözümona zulümler de, mutasyonlar da, tabiî seleksiyon da, fosiller de, "ara form"lar da hep buradan çıkmış "Yazık!" diye mırıldanmış maymuncuk. "Keşke birisi çıkıp evrimcilere şöylece konuşsaymış: "Sen,‘herşey kendi nefsine mâliktir’ diyorsun. Oysa, onca sebep arasında en şereflisi ve en geniş iradelisi insan olduğu halde, düşünmek, söylemek, ve yemek gibi en zahir iradeli fiillerinden ancak yüzde biri insanın elindedir ki o yüzde birlik kısmına da ancak görünürde bir sahipliği var. Böyle en zahir fiillerinin yüzde birine bile tasarruftan ve mâlikiyetten böylesine eli bağlanmış olsa, diğer canlılar ve cansızlar kendi kendilerine mâliktir diyen, hayvandan daha ziyade hayvan, cansızlardan daha ziyade cansız ve şuursuz olduğunu ispat eder." Dedik ya, ufacık tefecik birşeymiş maymuncuk. Şen şakrakmış. Neşe içinde daldan dala hoplar dururmuş. Memnunmuş kendi halinden. İyi ki insanlara benzemiyormuş. Benzemeye kalksa, hayvandan daha hayvan, cansızlardan daha şuursuz olmak varmış işin içinde..."Hayvan olmak" bile değil...
  11. Yam Yam sen neyi çürüttüğünü sanıyorsun yahu? Sen ancak kendi gerçekliğini inkar ediyorsun ve kendini çürütüyorsun. Firavunda senin gibi meydan okuyordu. Tarih boyu senin gibiler hiç eksik olmadı olmayacakta. Bak vakit henüz geçmemişken aklını başına al. Neye güveniyorsun??? Ve aşağıdaki yazdıklarımı dikkatlice oku bakalım yazılanları yüreğin ve vicdanın yalanlayabilecek mi? "Sen ve Son" UNUTMAK NE DERİN ŞEYDİR Kİ, unutanlara unutuşlarını bile unutturur. Unutulmak ne acı şeydir ki, unutulanın unutuluşuna ağlayışını kimse hatırlamaz. ‘Nisyan’dan, yani unutuştan çıkarıldık her birimiz. Yüzümüz gün yüzüne değeli, tenimiz güneşe erişeli beri unutulmaktan alındık, unutmaktan sakındık. Hatırı sayılır olduk. İsmimizin orada burada anılması bizi memnun etti. Ne var ki, unutmak yaşamak kadar elimizin altında ve unutulmak ölüm kadar yanıbaşımızda. Ölüm bizi geldiğimiz yere, ‘nisyan’a götürüyor tekrar. Ölüm unutuşlara gömüyor yüzümüzü; tenimizi tanıdıklarımıza yabancılaştırıyor. Yaşarken ölümü anmıyoruz o yüzden. Yaşarken ölümle aramıza sahte mesafeler döşüyoruz. Unutulmak korkusu bu... Galiba, en çok, unutulacağımızı unutuyoruz. Hatırla ki, toprak ayağının altından kayıyor. Ellerin son bir defa dokunuyor güle ve güne. Gözlerinin karası son kareyi alıyor ışıktan; ve karanlığa hazırlanıyorsun. Gözkapaklarının kapanışı seni bir dağın arkasına götürecek. Unutmaya ve unutulmaya hazırlanıyorsun. Varlığın incecik dudaklarda bir çift kuru söze inecek; o dudaklardan insan sıcağını tadamayacaksın. Hatıran bir taştan ve hüzün renkli topraktan ibaret olacak. Kahkahalar seni yalnız bırakacak, mutluluklar seni hesaba katmadan ikmâl edilecek. Sana arkalarını dönecekler, dönüp yüzüne bakmayacaklar. Senin kokun uzakların kokusu olacak. Tenin toprağın soğuğunu tadacak. "Gelecek ölüm; gözleri gözlerin olacak." Hatırla ki, sarışın kız çocuğunun lüle saçlarına son kez bakıyorsun, seninkinden uzun ve derin bakışlarına son kez değiyorsun. Sen bu ânın eşiğinde son nefesin hesabını yapıyorsun; o yarınların uzayıp giden kanatlarına tutunmuş derin, taze soluklarla yineliyor varlığını. İllâ da göz göze geliyorsunuz. Ellerin onun ellerine erişemeyecek; gamzeli yanaklardan sızıp gelen tebessüm sana uzak düşecek. Şimdiden, ölümü bilmeyen oğlunun gözlerinin seni köşe bucak arayışını görüyorsun. Havada asılı kalacak "Baba!" çığlığına şimdi hep bir ağızdan cevap vermek istiyorsun. Nefesin sesine yetmiyor. Hatırla ki, yarınki gün seni taze bir toprak yığının altında bulacak. Bir gün saatinin akrebi, yelkovanı senin uzanamadığın ânlara doğru dönecek. Sen olmayacaksın ve kolundaki saat sensiz zamanları tırmanıyor olacak. Sulamayı unuttuğun çiçeğin bile senden sonra solacak. Yüzüne günışığı vurmayacak. Hayatının ebedî rengini dar ve sessiz bir boşlukta bulacaksın. Ya küle dönecek ya güle dönüşeceksin. Yarınsız ve sonsuz bir günün yanağında incecik bir gamze olup kristalleşeceksin. Yüzün solacak, ellerin hiçbir yere varmayacak, parmakların hiçbir şey göstermeyecek ve ayaklarının altında hep boşluk olacak. Unutma ki, toprak şimdi ayağının altından kayıyor. Yürüdükçe ince bir hesap çizgisine çekiliyorsun. Unutma ki, elinle ölüme dokunuyorsun. Elinle ölümü dokuyorsun. Hatırla ki, gözlerin ölüme bakıyor. Gözlerin bir cesedi alacakaranlığa taşıyor. Hatırla o zamanı ki, sen boz topraklar altında derin unutuşlarda eriyorsun. En son, kaleminin karanlık izi kalıyor soluk sayfalarda. Ve sözlerin kırık-dökük hatıralara dönüşüyor, paylaşılıyor, solgun bir gül gibi dolaşıyor. Hatırla ki, sen sözleri genç kalbleri taze aşklara taşıyan ölü bir şairsin ya da masum ve sonsuz bakışlı gözlerin kapı aralarında beklediği bir babasın. Elinin sıcağı özlenen sevgilisin. Hatırla ki, seni sımsıcak sarıp kucaklamak isteyenler bir tabutun katı, soğuk dokunuşuna çarpıyorlar. Hatırla ki, bir mezar taşında iki rakam arasına çizilmiş eğreti bir çizgiye indirgenmişsin. Hatırla ki, duvarda soluk siyah beyaz bir fotoğrafta hüzünlü bir gülüşten ibaretsin, belki de camekânın tozunu almayı unuttular. Mezar taşın unutuldu ve hatta mezar taşın da seni unuttu diyelim. Ve hep başkaları var dışarıda, hep yabancılar geziyor yıkık mezar taşları arasında. Kimsenin tanıdığı değilsin artık. Kimsenin ‘ölü’sü de değilsin; tıpkı şimdi olduğu gibi. Oysa, sen ve son, ne kadar da uzak görünüyordunuz birbirinize. Unutuş ne kadar çok unutuluyor. Ey beni herkes unuttuğunda anan Rabbim! Yüzümü, elimi, gözümü, bakışımı, dokunuşumu veren Rabbim! Beni Seni unutanlar arasından çıkar al! Beni bensiz bıraksan da, Sensiz bırakma! N’olur Rabbim! Şu biricik ânımı ebedin rüzgârlarına kat ve beni Sana daim yakın eyle! Yalnız Seninle kalmakla kalabalıklaştır beni! Bir secdede biriktir varlığımı! Beni Sana açılan ellerimde çoğalt! Beni Sana karşı fakir olmakla zenginleştir! Kendimi Sende unutayım ve öylece kapansın gözlerim ve öylece çözülsün ellerim. Dilim öylece sussun ve tenim öylece çamura katışsın ve bu mürekkep lekeleri kısacık vuslatımın hatırası olsun. Unutulmasın sözlerim; unutkanlar unutulacaklarını hatırlasınlar diye... Biz inananların Mevlası (c.c.) vardır. O ne güzel bir Sahip ve Koruyucudur. Ya sizin kiminiz var ????
  12. Herkese Hayırlı Günler İnternette arama yaparken bu siteye tevafuk ettim. Çok ilginç ve enterasan konular dikkatimi çekti. Genel olarak dini konular altındaki başlıklardaki ayrım dikkatimi çekti. İnananlar ve inanmayanlar. Evet ontolojik olarak (varoluşsal açıdan) insanoğlunun geçirdiği süreç hep bu 2 noktaya indirgenmiştir. Bir tarafta iman edenler, diğer tarafta ise inkar edenler. Forumdaki konularının temelini bu noktanın beslediği kanaatindeyim. Çünki hiç beklemediği bir anda (çünki henüz var edilmemiş yokki nasıl beklesin kendisini hayatın içersinde bulan ve varloşuna hiçbir katkısı olmayan insan 2 seçenek yapacaktır. Ya Allah'ı kabul edecek, kendi gerçekliğinin farkına varacak ve Allah'ın istedigi gibi yaşayacak , ya da Allah'ı inkar edecek kendi adına ve kendi nefsine, heva ve heveslerine göre yaşayacak. Narsistleşecek. Tabi bu tercihinin neticesinede katlanacak. Bazı katılımcıların meydan okur tarzda inkarlarını ortaya koyduklarını büyük bir üzüntüyle gözlemledim. inşAllah ben sorulacak sorulara cevap vermek adına siteye katılmış bir müslüman olarak sorulara cevaplar göndereceğim. Şimdilik kısa bir giriş yapmak isterim. İnkar etme psikolojisinin temelinde "aslında kendini inkar etmek" yatmaktadır. Bunu asla unutmasın inkar edenler.? Bana kendilerinin sandıkları, sahip oldukları vehmine (aslında gerçek olmayıp, gerçek gibi algıladıkları) kapıldıkları bedenlerini anlatsınlar mesela? Bir bedene dahi söz geçiremeyecek kadar "Mutlak Aciz" olmadıklarını güçlü olduklarını ispat etsinler? Eger bedenlerine sahiplerse, bu iddialarında samimi iseler bedenlerine söz geçirsinler. Bizde onların doğru söylediklerine inanalım. Mesela yaşlanmasınlar, hep genç kalsınlar. Hiç acıkmasınlar. Uyumasınlar. Aynı andan yüzlerce kişiyi dinleyebilsinler. Unutmasınlar. Saçlarının dökülmesini engellesinler. Asla hata yapmasınlar. Hayatı bir Yaratıcı vermediyse kendilerinde böyle bir güç var ise ÖLMESİNLER VE HEP DİRİ KALSINLAR. Hayattaki yaşadıkları her olayın kendilerinin arzu ve isteklerine uygun bir şekilde sonuçlanması nı sağlasınlar. Evet sizin yani insanoğlunun "Mutlak Aciz" oldugunuzun ispatını sayfalarca delilleriyle izah edebilirim. Siz insansınız. Yaratılmışsınız. Acizsiniz. Muhtaçsınız. Ne çabuk unuttunuz bebekken en ufak bir ihtiyacınızı dahi karşılayamıyordunuz? Şimdi çok azını karşılar hale geldiniz. Allah üzerinizdeki nimetini biraz artırdı Hemen büyüklenmeye mi başladınız? Hadi çıkın ortaya yukarıda saydıklarımı yapın meydan okuyun bende size inanayım. Gücünüzü tasdik edeyim. Yoksa yapamıyorsanız, daha bir bedene bile söz geçiremiyorsanız Susun! Özetle şunu söylemek istiyorum. Madem size göre bir Yaratıcı yok o zaman bana acıklayın siz kimsiniz? Nerden geldiniz? Burada ne yapıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bunca yaşananları kurgulayan Kim? Yoksa daha neyi inkar ettiğinizi bile açıklamaktan aciz misiniz? İlerde inşAllah her bir konuya detaylı bir şekilde gireriz. Şimdilik sözlerimi tamamlamak istiyorum. İslamiyet bundan 14 asır önce Yüce Yaratıcı tarafından ; insanlığa esas varoluş maksadını ögretmek maksadıyla bizlere gönderilen, insanoğlunun yolculuğuna ( ilk yaratılıstan, dünyaya, oradan kabre, oradan ahirete uzanan yolculukta) yegane ışık tutan bir inanç sistemidir. Kesinlikle başka alternatifi yoktur. Bir sonraki mesajımda sitede sorulan bir soruya cevap gönderecegim. Unutmayalım ki dini meseleler tartışmak için değildir. "Anlamak" "öğrenmek" "yaşamak" ve "ögretmek için" vardır. Sorularınızı gerçekten hakikati ögrenmek ve dogru yola ulaşmak (ki bu sadece İslamdır) için mi soruyorsunuz? yoksa inkarınızı artırmak ve aslında kabul edilebilir biraz gayret edilse anlaşılabilecek konularda dahi inat ederek başka maksatlara hizmet etmek için mi soruyorsunuz? Sizlere ışık tutacağını ümit ettiğim bazı internet adresleri vermek istiyorum. www.karakalem.net ( Özellikle Mustafa Ulusoy tavsiye edilir.) www.cevaplar.org www.senaidemirci.net www.sorularlaislamiyet.com www.zaferdergisi.com ilerde daha fazla adres verecegim inşAllah Hayırda kalın.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.