
M€T€
Φ Yeni Üyeler-
İçerik Sayısı
9 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
M€T€ tarafından postalanan herşey
-
arkadaşlar lütfen cevap yazmayın gecekuşu gibi insanlara..o ne yazarsa yazsın..istediği kadar uzun yazsın..yazar yazar bıkar..cevap vermeyelim..burada dini konular tartışılır.. bu adamların amaçlarını gün geçtikçe anlamaya başladım..bunlara hiçbirşey öğretme hevesine kapılmayın.. alıcılarının kapalı olmasının yanında imana zarar da verir bunlar...lütfen arkadaşlar kaale almayın ve herhangi bir cevap yazmayın..okumayın da yazdıklarını.. din konusu altında dinsizler olmamalı.. lütfen rica ediyorum sizden..bazı kafası karışık arkadaşlarımızın da imanını zedeler bunlar..bilmeyen arkadaşlarımız var bunların beyni zehirlenebilir.
-
bilimselci arkadaş, şimdi bilimden gerçek hayata dönelim... Öncelikle şu galileo benzetmeni ele alalım..Galileo 1564 tarihinde doğmuş...Yani zamana bakarsak gerçek hristiyanlıktan eser kalmamış diyebiliriz..Dünyanın yuvarlak değilde düz olduğunu iddia edenler de o zamanın hristiyanlarıydı..Bu durumda benzetmen biraz havada kalmış gibi duruyor... .vs . .vs . . Yazdıklarını okurken üzüldüğümü belirtmek isterim...Tıpkı içi aynayla kaplı bir fanusun içinde yaşar gibi konuşuyorsun...O fanusun dışarısının da bulunduğunu akıl edip, dışarıya bakma yolları bulmaya çalışsan...hep "yok dışarısı falan! işte olan herşey bu!" demesen...O yollar senin karşına çeşitli yollarla çıkıyor ve sen hep diyorsun ki buranın çıkışı yok! Bak sana başka bir yol sunayım... Örneğin bir ağacın oluşumunu düşünelim.. kaç ihtimal vardır oluşumda: sayalım 1. Kendi kendine oluşmuş olabilir 2. Bazı sebepler oluşturmuş olabilir 3. Tabiat akıl ederek kendisi oluşturmuştur 4. Allah yaratmıştır Başka bir ihtimal yok değil mi? Şimdi bunları açıklayalım: 1. Birşeyin kendi kendine oluşmayacağını sen de söyleyebilirsin değil mi? Bunu savunacak kimse yoktur heralde.. 2. sebepler....şimdi şöyle bir örnek vereyim...bir uçak düşün...bunun tüm parçalarını söküp yere atalım...Bi rüzgar essin ve bu tüm parçalar tekrar bir araya gelerek bu uçağı oluştursun...Yani bi sebep olacak ve böyle mükemmel bir dünya olacak..Bu da akla çok uygun olmasa gerek(BigBang diyeceksin, dünya böyle oldu diyeceksin...tamam yuvarlak bir cisim oluştu ama ya içindeki düzen?) 3. Buna da şöyle bir örnek verelim...Bir askeri birlik düşün...Bu birlikte komutan yok subay çavuş hiçbirşey yok sadece erler var...Bu birlikte bu erlerin hergün zamanında kalkıp kendi kendilerine tam zamanında içtimalarını yapıp kendi kendilerine eğitimlerini yapıp, zamanı zamanına nöbetlerini tutmaları da biraz abes olur değil mi? Bu ağacın içinde bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz ne kadar muntazam bir düzen var değil mi? Kökünden tut yapraklarına kadar mükemmel işleyen bir sistem var..bilirsin sen yazmayım şimdi... Bu kadar düzenle çalışan bir varlık nasıl olur da tabiatın bazı elemanları tarafından akıl edilerek oluşturulsun... Bu durumda kalan tek seçenek Allah ın yaratmış olduğudur... Selam ile..
-
İlhadın(inkârın) bu kadar ön almasının sebebi nedir?
M€T€ şurada bir başlık gönderdi: Dini Konular - Din - Dinler
İlhad, netice itibarıyla inkâr olduğundan, yayılıp gelişmesi daha çok gönül dünyasının yıkılmasıyla alâkalıdır. Tabiî, başka sebeplerin mevcûdiyetinden de bahsedilebilir. İlhad: Düşüncede, inkâr, Allah kabul etmeme ve bir ateizm; tasavvurda, sınırsız hürriyet ve alabildiğine serâzât olma hâleti; amel ve davranışlarda ise, bir ibâhiye (yasak tanımama ve aklına estiği gibi yaşama) keyfiyetidir. Düşüncede ilhad, nesillerin ihmali, ilim ve ilim yuvalarının sû-i istimâli neticesinde serpilip geliştiği gibi, daha sonra arz edeceğim bir kısım hususlardan destek alarak da, hız kazanmakta ve yaygınlaşmaktadır. Bir toplum içinde ilhadın ilk yeşerdiği vasat, serpilip geliştiği atmosfer, cehâlet ve kalbsizliğin hâkim olduğu atmosferdir. Kalbi ve ruhu beslenemeyen kitleler er geç ilhadın pençesine düşerler ve Hak yardımı olmazsa bir daha da kurtulmaları imkânsız gibidir... Bir millet, kendini meydana getiren fertlere, inanılması gerekli olan şeylerin eğitimini vermez, bu uğurda lüzumu derecesinde hassasiyet göstermezse, bilgisizlikten askıya alınan o fertler, kendilerine telkin edilecek her şeyi kabule hazır hâle gelmiş ve dolayısıyla da ilhada itilmiş olurlar. İlhad; evvelâ, inanç esaslarına karşı alâkasızlık, umursamazlık şeklinde belirir. İçinde biraz da fikir ve düşünce serbestiyeti gamzeden bu tavır, ilhad ve inkâra destek olabilecek küçük bir emâre bulunca, hemen büyüyüp dal-budak salmaya başlar. İnkârın; ciddî, kayda değer ve ilmî hiçbir sebebi yoktur. Bazen bir ihmal, bazen bir gaflet, bazen de bir yanlış değerlendirme onu doğurabilir. Günümüzde, bu hususların hemen hepsiyle helâk olmuş pek çok kimse vardır. Ancak, bunlar arasında, ehemmiyet derecesine göre baş sırayı alacakların tesiri, tahribi daha büyük olduğundan, biz de sadece onların üzerinde durmak istiyoruz. Şunu da hemen arz edeyim ki, burada ilhad ve inkârın izâlesi ve bu hususta gerekli olan delillerin ortaya konması mevkiinde bulunmadığımızdan okuyucu bizden, mücelletlerle ifade edilebilecek şeyleri istememelidir. Aslında, soru-cevap sütunlarında, çok yüklü sayılan böyle derin bir mevzuun, tahlil edilemeyeceği de her hâlde takdir buyurulur. Kaldı ki, o hususta meydana getirilen şaheserler varken, yazılacak şeyler olsa olsa onların tekrarı olacaktır. Sadede dönelim; günümüzde, her biri, ilâhî birer mektup olan eşya ve her biri kudret kaleminden çıkmış hâdiseler; tabir-i diğerle, tabiat ve onun kanunları, ilhada “meşcerelik” gibi gösterilmekte ve nesiller iğfal edilmektedir. Oysaki, şarkta ve garpta elli bin defa yazılıp çizildiği gibi tabiat kanunları, âhenkle işleyen bir mekanizma, istihsâli fevkalâde bol bir fabrika ise, bu âhenk ve ıttıradı; bu düzen ve istihsal gücünü nereden almıştır? Bir şiir gibi akıcı, bir mûsıki gibi ruhları okşayan tabiatın, bu ses ve soluğunu kendine ve rastlantılara vermek mümkün müdür? Tabiat, zannedildiği gibi, inşa edici bir güce sahipse, kendinin nasıl varolduğunu, bu gücü nereden elde ettiğini izah edebilir miyiz? Yoksa “Kendi kendini yarattı?” mı diyeceğiz! Bu ne korkunç mugalâta, ne inanılmaz yalandır!.. Bu hilâf-ı vâkinin içyüzü şudur: “Ağaç, ağacı yarattı; dağ, dağı; sema, semayı…” Böyle bir mantıksızlığa “evet” diyecek bir fert çıkacağını zannetmiyorum. Ve şayet “tabiat” denilince, doğrudan doğruya “şeriat-ı fıtriye”deki kanunlar kastediliyorsa, bu da ayrı bir aldatmacadır. Zira kanun -eskilerin ifadesiyle- bir ârazdır. Âraz, cevherin varlığıyla var ve onunla kâimdir. Yani, bir mürekkebin, bir organizmanın heyet-i umumiyesini, onu tamamlayan bütün parçaları, bir arada düşünmeden, onlarla alâkalı kanun mefhumunu tasavvur etmek mümkün değildir. Başka bir ifade ile, kanunlar varlıklarla kaimdirler. Neşv ü nemâ kanunu bir tohum ve çekirdekle; cazibe kanunu, kütleler arasındaki değişik münasebetler veya hayyizle kâimdir. Bunları çoğaltmak mümkündür. O hâlde, varlıkları düşünmeden kanunları düşünmek ve hele, o kanunları varlığa menşe ve esas saymak tamamen bir hokkabazlık ve diyalektiktir. Sebeplerin varlığa esas ve kâide olması da, bundan daha az garip değildir. Doğrusu, bin bir hikmet ve incelikleri ihtiva eden şu âlemi, hiçbir ilmî kıymeti olmayan sebepler ve rastlantılarla izaha kalkışmak, oldukça gülünç ve gülünç olduğu kadar da ilimlerin butlânını iddia gibi bir tenakuz ve hezeyandır. Müller’in denemeleri, sebeplerin yetersizliği ve tesadüflerin aczini ilân ederken, ilimler konuşmuş ve ilim hükmünü vermişti. “Sovyetler Birliği Kimya Enstitüsü”, Oparin başkanlığındaki 22 senelik çalışmasıyla, kimyevî kanunların ve kimyevî reaksiyonların varlığa ışık tutmaktan çok uzak bulunduğunu da -yine ilimler ve ilim adamları- söylüyordu. Bugün yıllarca ilim mahfillerinde tecrübevî (pozitif) bir hakikat gibi tedris edilen “evolüsyon ve transformizm”, yeni ilmî buluşlar ve genetikle alâkalı gelişmeler karşısında, artık fantezi birer nazariye hâline gelerek tarihe malzeme olmadan başka hiçbir kıymet-i ilmiyeleri kalmamıştır. Ne acıdır ki, bu yetersiz ve mevsimlik vâhî meseleler hâlâ tamamen muallâkta olan, kültürsüzlük, mesnetsizlik ve kaidesizlikle dayanaksız bırakılan zavallı neslimizin ilhadını netice vermektedir. Bereket versin ki, diğer yanda buna muhâzî olarak, duygu ve düşüncelerimizdeki zedelenmeleri giderecek, kalbî ve ruhî yaralarımızı tedavi edecek bir kısım eserler de, piyasaya sürülmeye başlamıştır. Ve artık bugün, tabiat ve sebepleri hakiki yüzleriyle aydınlığa kavuşturan kitapların, doğu ve batı dilleriyle yazılmış yüzlercesine hemen her yerde rastlamak mümkündür. Kendi dünyamızda yazılanları bir mizaç inhirafı olarak yadırgasak bile, “Niçin Allah’a İnanıyoruz?” gibi kitapları dünya efkârına arz eden yüze yakın batılı kalem, hiç olmazsa bu türlü müstağripleri düşündürmelidir!.. İlmî muhit ve atmosferin bu kadar aydınlığa kavuşmasından sonra, ilhadın bir mizaç inhirafı, bir inat ve peşin kararlılık ve biraz da çocuk ruhluluk olduğunu söylersek, mübalâğa etmiş olmayız. Ne var ki gençliğimiz, henüz kendini idrak edemediği, ruh dünyasıyla bütünleşemediği için; yukarıda işaret ettiğimiz, bir kısım müzelik ve tamamen fantezi düşünceleri, ilmî gerçekler zannederek aldanmadan da bütün bütün kurtulmuş sayılmaz. Bunun içindir ki, günümüzde artık doğruyu öğrenme ve öğretme seferberliği her türlü mükellefiyet ve vecibelerin üstünde bir ağırlık kazanmıştır. Bu yüce vazifenin görülmeyişi ise, toplumda telâfisi imkânsız uçurumlar meydana getirecektir ve getirmiştir de. Belki de, yıllar yılı gerçek ızdırabımızın asıl sebebi de budur. Bizler kalb ve kafa izdivacına yükselmiş, kendi içinde derinleşmiş; öğretme aşkıyla yanıp tutuşan muzdarip mürşitlerden mahrum bir kısım talihsizleriz. Ümit ederiz ki, gerçeğin öğreticileri, bu köklü ve beşerî vazifeyi yüklensinler ve bizi asırlık ızdıraplarımızdan kurtarsınlar! İşte o zaman nesiller düşünce ve tasavvurda istikrara kavuşacak, yanlış düşüncelere kapılmaktan, sarkaç gibi, sağa-sola gidip gelmelerden ve sık sık yer değiştirmelerden kurtulacak, kısmen dahi olsa ilhaddan korunmuş olacaklardır. Netice olarak diyebiliriz ki; düşüncede neslin ilhadı, tamamen bilgisizlikten, terkip kabiliyetine sahip olamamadan, kalb ve ruh gıdasızlığından kaynaklanmaktadır. Zira insan, çok iyi bildiğini -ve hele meziyetleri de varsa- sever; bilmediğine karşı ise, düşman kesilir; en azından alâkasız kalır. Şimdi, başımızı kaldırıp, raflarda ve vitrinlerde sergilenen kitaplara ve o kitaplarla bize anlatılan fikirlere ve tanıtılan şahıslara bakalım. O zaman, sokaktaki çocuğun neden “Apaçi” kıyafetine girdiğini; neden kendini “Zoro”ya benzettiğini ve nasıl “Don Juan” kesildiğini anlama imkânını bulacağız. Bahsettiğim şeyler, gerçeğe ışık tutan bir iki misaldir. Siz tahrip edici bu unsurların içtimâî ve iktisadî hüviyette olanlarını da eklediğiniz zaman, iliklerinize kadar ürpereceğiniz daha bir sürü şeyle karşılaşabilirsiniz. Dünden-bugüne insanımız, kendisine iyi olarak tanıttırılanı sevip arkasına düştü. Tanıyıp bilmediklerine karşı da, hep yabancı ve alâkasız kaldı. Şimdi bizlere, onun azgınlaşan ruhu karşısında, kendisine neler götürebileceğimizi düşünerek, bundan sonra olsun, onu boş bırakmamak ve aydınlık yolu göstermek düşüyor. Neslin ilhada sürüklenmesi ve inkârın yaygınlaşmasında ikinci mühim âmil de gençlik fıtratıdır. Onların sınırsız hürriyet arzuları, doyma bilmeyen iştihaları ve Ankâ gönülleri bir muvazenesizlik ifadesi olarak hep ilhadı benimsemektedir. Bu serâzât gönüller, “Peşin bir dirhem lezzeti, ilerde batmanlarla elem ve ızdıraba tercih ettiklerinden”; acınacak âkıbetlerini hazırlama yolunda, şeytanın önlerine sürdüğü sûrî zevk ve lezzetlere pey çekmekte ve kendini ateşe atan kelebekler gibi, uçup uçup ilhada düşmektedirler. Bilgisizlik, kalb ve ruh gıdasızlığı gibi hususlar arttıkça, madde ve cismâniyet yüceltici duygulara galebe çalmakta ve Faust’un bir toyluk neticesi özünü Mefisto’ya kaptırdığı gibi, zavallı gençler de gönüllerini şeytana kaptırmaktadırlar. Evet, ruhlar ölü, kalbler fakir, akıllar alabildiğine hezeyan içinde ise, ilhad mecburî istikamet demektir. İnanç, mes’uliyet duygusu, ısrarlı kalb, ruh terbiye ve tehzîbi ise, gençliğin diri kalmasının en büyük teminatıdır. Yoksa, şeytanın hevâ-i nefislerine musallat olduğu bir topluluk, hezeyandan hezeyana düşecek, durmadan mihrap ve kıble değiştirecek ve her “nev-zuhûr” felsefeyi bir halaskâr olarak alkışlayacak ve bir dâye sayıp kendini onun kucağına atacaktır. Sabah kalktığında nihilizme alkış tutacak; öğlene doğru Marksist-Leninist sisteme selâm duracak; ikindiye doğru existansiyalizme pey çekecek ve belki de, akşam karanlığıyla beraber Hitler’e ait türküler söyleyecektir. Ama, hiç mi hiç, kendi ruh köküne, ulu millet ağacına, onun asırlık meyvelerine; kültür ve medeniyetine dönüp bakmayacaktır. Tasavvur dünyası bu denli bozulmuş bir neslin, hevâ ve hevesten kurtulması, zihin ve düşüncede istikamete ermesi oldukça müşkül, belki de imkânsızdır. Onun için, neslimize, bugüne kadar varlığımızı ona borçlu olduğumuz esaslardan müteşekkil bir terminolojinin belletilmesi ve fikir hayatında sistemli ve müstakîm düşünceye ulaştırılması şarttır. Yoksa, bu maymun iştahlılık ve: “Bu hissizlikle, cemiyet, yaşar derlerse pek yanlış: Bir millet göster, ölmüş mâneviyâtıyla sağ kalmış.” (M. Akif) İlhada diğer bir sâik de, her şeyin mubah görülmesi, “ibâhîlik” ve mevcut her şeyden istifade edilmesi düşüncesidir. Dünya nimetlerinin bütününden kâm alma felsefesine dayanan bu anlayış, bilhassa günümüzde sistemleştirilerek bir felsefî mektep hâline getirilmiştir. Bize doğru gelirken, ilk defa “libido” ile sarsılan ve ırgalanan hayâ hissimiz. J.P. Sartre, A. Camus’la yerle bir edilmiş ve harabeye döndürülmüştür. İnsanı insanlığından utandıran ve daha çok çöplüğe benzeyen bu “ruh sefaleti” felsefesi, nesillere, “İnsanın gerçek yanını aydınlığa kavuşturan bir düşünce sistemi.” diye arz ve takdim edildi. Evvelâ, bütün Avrupa gençliği, daha sonra ise, taklitçi dünya, hipnoz edilmiş gibi bu akıma koştu. İnsanlık, onda, komünizmle güdükleşen benlik ağacının, yeniden serpilip gelişeceğini ve kendi kendine ereceğini zannediyordu. Heyhât! O, son bir kere daha aldatıldığının farkında değildi. İşte, Yaratıcı’yı kabuldeki, haramlar ve mubahlar inancı böyle alabildiğine soysuzlaşmış ve yılışıklaşmış neslin, her şeyden kâm alma felsefesine ters geldiği için; o, kendini ilhadın kucağına atmakta ve onda Hasan Sabbah’ın yalancı cennetlerini bulmaya çalışmaktadır. Geleceğin basiretli sevk ve idarecileri, mürşit ve muallimlerinin, ilhadı durdurma adına nazar-ı itibare alacakları mülâhazasıyla yukarıdaki hususları arz ettik. Yoksa, ne serserilik ve hezeyanın sebepleri bunlardan ibarettir, ne de buna karşı yapılması gerekli olan tahşidat söylenenlere münhasırdır. Başlayan bu yeni dönemde, milletimizin kendi kendini feth ve keşfetmesi dileğiyle!... Ateizm: Allah’ın varlığını inkar etme, dinsizlik Butlan: Batıl, boş, hükümsüz olma Evolüsyon: Evrim Existansiyalizm: Varoluşçuluk İbâhîlik: Her şeyi helal ve mübah görmek Muhâzî: Paralel İlhad: Dinsizlik, Allah’ın varlığına birliğine inanmamak Nihilizm: Her şeyi inkar etme, hiççilik Serâzâd: Başıboş Surî zevk: Sahte ve geçici zevk Şeriat-ı fıtriye: Cenab-ı Hakk’ın kainata yerleştirdiği tabii kanunlar Tenâkuz: Çelişki, zıtlık Transformizm: Canlı varlıkların şekil değiştirdiğini ve birbirine dönüştüğünü ileri süren biyolojik doktrin -
‘ATEİZM’ KELİMESİNİN KÖKÜ, yunanca ‘athos’ tan gelir. Athos; tanrıya inanmayan kişi değil, Tanrılar tarafından terk edilen yalnız kişi demektir. Esasen Yaratıcı’ nın devre dışında tutulduğu, Öznesiz bırakıldığı, hâşâ yokluğunu niteleyen bir kavram, Hiçbir dilde bulunmamaktadır. Örneğin, “Ben Allah’ a inanmıyorum..” (hâşâ) sözünde, Var olan ve nitelenen bir olgunun reddi söz konusudur. Bu, yeni ve orijinal bir tanım değildir. Keza (hâşâ), Allahsız olduğunu söyleyen biri, Mevcut olan bir olgunun değilinden bahsetmektedir. Kur’ an- ı Kerim’ de bu tarz insanlar için, Kâfir (küfreden), Münkîr (inkâr eden, gerçeği gizleyen), Mücrîm (suçlu), Fâsık ( Allah’ ın emirlerini dinlemeyen, açıkça günah işleyen)..vs İfadeler kullanılmaktadır. Tüm bu düşünce ve inanç (sızlık) şekillerindeki ana kurgu, Yeni ve orijinal bir tanımdan çok, Mevcut olanı reddetme üzerine gelişmesidir. Bir çok şeyde olduğu gibi, İnsanın yapabilecekleri sınırlıdır. İnsan isterse, ancak Yaratıcı’ dan uzak kalma şıkkını seçebilmektedir. Hâşâ yokluğunu değil.. Başarabildiği tek şey, Kendisini, kendi üzerine kapatmayı tercih etmektir. Tıpkı, gözlerini kapayan bir zavallının, Gündüzü geceye çevirdiğini sanması gibi.. Yoksa, kimsenin elinde, Yaratıcı’ nın (hâşâ) yokluğuna dayandırabileceği, Bir delil ve destek noktası bulunmamaktadır. İnançsızların ortak bir inkâr felsefeleri yoktur. Her birisinin reddetme gerekçeleri farklı farklıdır. Onun için binlerce de olsalar, Ancak bireysel kalmaya mahkûm bir ön kabulleri vardır. Bu, Allah’ ın (hâşâ) yokluğu üzerine değil, Varlığını reddetme üzerine kurgulanmış bir hükümdür.. İnsan fıtraten “..ben bunun böyle olduğunu biliyorum ama inanmıyorum..” diyemez. Fakat, “..ben bunun böyle olduğundan emin değilim ama inanıyorum..” diyebilir. Şu durumda, İnsan, (hâşâ) “Allah’ a inanmıyorum..” diyebilir. İnanç veya inançsızlık hali bir ön kabuldür. İnsan delilsiz de inanabilir. Bu mümkündür. Ama asla “Allah yoktur..” diyemez. Bu mümkün değildir. Çünkü, verilen bir hüküm mutlaka ispat ister. Ve bu güne kadar da, Allah’ ın olmadığını (hâşâ) ispatlayabilmiş tek bir insan yoktur. Ama varlığını ispatlamış yüz binlerce peygamber, Milyonlarca evliya, Yüz milyonlarca Salih insan bulunmaktadır.
-
bu forumdaki münakaşaları önlemek bu kadar zor mu?
M€T€ şurada cevap verdi: shevchenko başlık Dini Konular - Din - Dinler
arkadaş tek okuyanın kendi olduğunu sanıyo galiba "teistlerden(inançlılardan) daha bilgilidirler" bu laflarına sadece gülünür..eğer az buçuk bişeyler okusaydın böyle laflar etmezdin -
bana bir kanıt göster
-
İrticâ Küfrün Takıyyesidir!.. Soru: Türkiye'nin içte ve dışta çok ciddi problemlerle karşı karşıya kaldığı bir dönemde, bazı kimselerin yine irticâ çığırtkanlığına başlamalarını ve en büyük tehlike olarak irticâyı göstermelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslı ve mesnedi bulunmayan böyle bir iddiayı zaman zaman tekrar gündeme taşıyanlar neyi hedefliyor olabilirler? Cevap: “İrticâ” tabiri Arapça'dan dilimize geçmiştir; menşei, “dönüş, geriye dönme” manalarına gelen rücu' kelimesine dayanmaktadır. Fıkıh ıstılahında, geriye dönülebilen ve vazgeçme ihtimali bulunan boşanmaya “rıc'î talak” adı verildiği gibi, bela zamanında veya acı bir haber duyunca “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn - Biz Allah'a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O'na döneceğiz!” (Bakara, 2/156) ayet-i kerimesini okuyarak Allah'a teveccüh edip O'na sığınmaya da “istircâ” denmiştir. İrticâ ifadesi de, temelde “geri dönmek” manasını çağrıştırdığından dolayı, gericilik, muhafazakarlık, tutuculuk, eskiyi koruma, yeniye karşı tavır alma, medeniyeti kabul etmeme, moderniteye karşı çıkma ve tarihin tekerleğini geriye döndürerek eski olanı canlandırmaya çalışma gibi manaların hepsini birden ihtiva eden bir tabir olarak kullanılır hale gelmiştir. Hangisi İrticâ?.. Ne var ki, öteden beri belli bir kesim, irticâ sözünü sıradan bir kelime olarak istimal etmekten daha ziyade, onu siyasî ve ideolojik bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanmaktadır. Bu talihsiz kimseler, bazen kolay anlaşılması için “gericilik” ifadesini dillerine dolamakta, çoğu zaman da, meseleyi daha korkunç göstermek maksadıyla manası daha az bilinen “irticâ” tabirini tercih etmekte ve kötü şekilde algıladıkları, kötü bir mazmunun karşılığı olarak kullandıkları, toplum nazarında da bir heyula haline getirdikleri bu laflarla her fırsatta müslümanları karalamaya çalışmaktadırlar. Yıllar var ki bu ülkede fuhuş, edepsizlik ve soysuzlaşma peşinde koşarak cahiliye devrindekinden daha beter bir cehalete geri dönenler hoşgörüldüğü ve ilerici addedildiği halde, kendi değerlerine, diline, târihine, kültür ve medeniyetine sahip çıkan, özünü yitirmeden ve yabancılaşmadan muâsırlaşmak isteyen ve dinine bağlılığını ifade eden insanlara “mürtecî”, “fundamentalist” damgası vurulmaktadır. Esefle müşahede etmekteyiz ki, akla-hayale gelmedik çeşit çeşit ahlâksızlığı irtikap edenler “modern” sayılmakta ve müsamahayla karşılanmakta; fakat, müslümanlar çağ dışı gibi gösterilmekte ve “gerici, yobaz, teokratik düzen yanlısı” türünden yaftalarla kötülenmektedir. Evet, bazı müfsitler, ağızlarını her açışlarında ıslahtan, imardan, kendini ifadeden, iradenin hakkını eda etmekten ve insan haklarından dem vurmaktadırlar; fakat, böyle konuştukları aynı anda vicdanlara baskı yapmakta, başkalarının haklarını çiğnemekte, zulmün en hunharcasını irtikap etmekte, insanlar arasındaki münasebetleri kırıp dökmekte ve azgınlıktan azgınlığa koşarak herkesi sindirmeye çalışmaktadırlar. Dahası, bunca fezayi ve fecâyii mazur göstermek için sürekli paranoyalar icad etmekte; “yeşil sermaye” deyip birine saldırmakta; “gerici yapılanma” bahanesiyle diğerini ortadan kaldırmakta; “irticâ” çığırtkanlığıyla tiranlar döneminde bile eşine rastlanmayan kanunlar çıkarmaktadırlar. Kanunlara göre hareket edeceklerine, heva ve heves edalı hareketlerine göre kanunlar hazırlamakta ve bütün bunları yaparken irticâ maskesinin ardına saklanmaktadırlar. Bu itibarla, şüphe götürmeyen bir gerçek vardır ki; irticâ küfrün takıyyesidir; gericilik yaygaraları dinsizliğin ve ilhadın maskesidir. Modern Takıyyeciler Bildiğiniz gibi; takıyye, kendini gizlemek, olduğundan farklı görünmek, inandığının aksini söylemek ve tehlikelerden korunmak için hileli yola başvurmak demektir. Bazıları, takıyyeyi müslümanlığa mal etmek isteseler de, İslam'da takıyye yoktur. Dinimizde, bir müslümanın savaş anında düşmanın zülmünden kurtulmak ve canını kurtarmak maksadıyla imanını gizleyerek müdarâtta bulunması şeklinde ifade edebileceğimiz, “İllâ en tettekû minhum tükâh - Ancak onlar tarafından gelebilecek bir tehlike olursa başka!” (Âl-i İmran, 3/28) hakikatına bağlı bir disiplin var ise de, Şiilik'te söz konusu olan takıyyenin müslümanlıkta yeri yoktur. Takıyye, Şii anlayışında, özellikle de İran Şiiliğinde bir esastır; dolayısıyla, Anadolu'daki saf Alevî vatandaşlarımız da takıyye bilmezler. Fakat, Fars Şiiliğinde, “Sizden olmayanları ve sizin çizginizde bulunmayanları aldatmadıktan sonra hakîkî müslüman olamazsınız” manasında bir takıyye mevcuttur ki, onun menşeini de Sünnî bir atmosferde yetişmiş olan İmam Cafer-i Sadık hazretlerine isnat ederler. Doğrusu, İmam Cafer gibi müstakim bir insanın, böyle çarpık bir düşünce ifade edeceğine inanmak mümkün değildir. Kaldı ki, Hazreti İmam böyle bir cümle söylese bile, Allah Resulü “Aldatan bizden değildir” buyurmuştur. Bu itibarla, İslam'da böyle bir takıyye yoktur; yoktur ama günümüzde takıyyeyinin katmerlisi yapılmaktadır. Camideki müslümana “müslim” yerine “mürtecî” diyen, Cenab-ı Hakk'ın kemale erdirdiği ve insanlar için yegâne din olarak seçtiği İslam'ı ya da onun bazı emirlerini “fundamentalizm” ve “gericilik” şeklinde karalamak isteyen kimseler bu çağın en sinsi takıyyecileridir. Evet, bir kere daha ifade etmeliyim ki, “mürtecî, gerici, yobaz” türünden isnatlar belli bir kesimin takıyyesidir; bu çirkin yakıştırmalar, hileli bir oyunun maskesidir. İrtica Paranoyası Peki, bazıları neden şimdilerde bir kere daha böyle bir takıyyeye ve hileli oyuna başvuruyorlar? Evvela; Türkiye'de istikrar havasının hâkim olmasını istemiyor; emareleri görülen huzur ve güven atmosferini çekemiyor; bu istikametteki olumlu bazı gelişmeleri ve yararlı icraatı hazmedemiyor; gelişme hesabına katedilen mesafelerden rahatsızlık duyuyor ve demokratikleşme adına atılan adımların önünün alınması gerektiğini düşünüyorlar. Çünkü, millet için çok müsbet sayılan bu türlü ilerlemeleri kendi ikballeri açısından birer tehlike olarak görüyor; makam ve mevkilerinden ayrılma ve çıkarlarından olma telaşı yaşıyor, kaybetttikleri koltukları tekrar elde edememe endişesiyle doluyorlar. Bunların hepsini aynı çizgide mütalaa etmek doğru olmasa bile, çoğu itibarıyla bohemce bir yaşayışa ve serâzat bir hayat tarzına alışmışlar. Yapıp ettiklerini çirkin bulacak kimselerin çoğalmasını rahatça davranmalarına ve keyiflerince yaşamalarına mâni kabul ediyorlar. Daha sonra da bu nefsânî ve şeytânî hislerine fikir libası giydirerek “İrtica tehlikesi var; mürtecîler bizi çağlar ötesine götürecekler. Bunlar, lâik sistemi devirecek, toplumun hayat tarzını değiştirecek, çarşı-pazara müdahale edecek ve ülkeyi bizim için yaşanmaz hale getirecekler!” türünden yâvelerle bağırıp duruyorlar. Bu asılsız iddiaları o kadar çok dile getiriyor ve tekrarlıyorlar ki, kendi hilaf-ı vâkî sözlerine zamanla kendileri de inanmaya başlıyor, sonunda tam bir irticâ paranoyasına tutuluyor ve kendilerinden başka herkesi rejim düşmanı görme ruh hastalığına dûçar oluyorlar. Diğer taraftan, bu asılsız düşünceler sürekli empoze edildiğinden ve bazı medya organları adeta mürtecî avcılığı yaptığından dolayı, bir kesim “irticâ var” dediği zaman, bu iddia hemen başkalarını da harekete geçiyor. Çünkü, irticâ adlı heyula mesnetsiz isnatlarla zihinlerde her gün biraz daha şişirile şişirile öyle bir hal alıyor ki, bir kesimin okumuşu da, aydını da, batıya açık olanı ve kendi değerlerini korumak şartıyla dünyayla entegrasyona sıcak bakanı da onu büyük bir tehlike görmeye başlıyor. Maalesef, toplumda onca bilgi birikimine ve okumuşluğuna rağmen bu türlü iddiaların perde arkasını anlayamayacak, hatta işin içinde başka hesapların varlığını düşünemeyecek çok kimse var. İşte, pek kurnaz ve gizli hesaplar peşinde olan bazı kimseler, onlardaki bu zaafı kendi çıkarları istikametinde değerlendiriyor; işler aleyhlerine sarpa saracağı anlarda ya da bir kısım planları uygulayacakları her zaman diliminde bir kere daha “İrtica kapıda, sistem tehlike altında; ülke elden gidiyor!” diyerek yaygara koparıyor; bu entrikadan habersiz yığınları aldatıyor, korku sâikini kullanarak onları tetikliyor, bir cephe oluşturuyor ve karşı tarafı sürekli psikolojik baskı altında tutuyorlar. 28 Şubat'ın Mürtecîleri Hatırlayacağınız üzere; Şubat soğuğuna denk gelen son post-modern darbe (!) evvelindeki hadiseler sırasında da bir kısım şaşkınlar zuhur etti. Giyim-kuşamdan zikir ve ibadet tavırlarına kadar pek çok hal ve hareketleriyle tam bir aykırılık sergileyen bazı kimseler figüre edildi. Onlara bir kısım roller verildi; kimisi tarikat şeyhi kisvesine bürünüp medyada boy gösterdi, kimisi teokratik düzeni hâkim kılma sevdalısı bir gerici numarası yaptı, kimisi mürtecîlerin ağına düşürülüp kandırılmış bir kurban rolü oynadı ve kimisi de karanlık güçler tarafından kiralanan bir tetikçi, silaha sarılıp elini kana bulayan bir kanlı kâtil olmasına rağmen, irticâ piyesinde “Allah'ın ordusu”nun sadık bir eriymiş gibi sahne aldı. Bütün figüranlar rollerini öyle gerçekçi ortaya koydular ki, hemen herkes oynananın bir oyun olduğunu unutup sahiden ülkenin elden gittiği zehabına kapıldı. Sonrası malum.. masum dindarların üzerindeki baskılar arttırıldı.. batı stilinde çalışma sistemleri oluşturuldu; günahsız vatandaşlar fişlendi, en tabiî haklarından edildi. Müslümanlığını doğru dürüst, samîmâne ve en güzel biçimde yaşamaya gayret gösteren insanlar potansiyel birer terörist gibi gösterildi. Dahası, bu yapılanların bütün faturaları sürekli bazı kimseler adına kesildi ve toplum yapısını ayakta tutan esasları sıyanet vazifesiyle muvazzaf kesim manipüle edildi. Millet, onları Demokles'in kılıcı gibi hep tepesinde hissetti, ürktü, korktu, sindi ve evrensel haklarından bile vazgeçti. Gerçi, sayıları çok az da olsa, bazen toplum fertleri arasında her şeyi reddeden ve herkese “canı cehenneme” diyen kimseler de bulunabilir. Bunlar, ilim, fen ve teknolojiyi gereksiz, hatta zararlı görmeleri itibarıyla bir manada gerici de sayılabilirler. Bazı varoluşçuların “İlim de teknoloji de yerin dibine batsın!” dedikleri gibi, bunlar da ilim ve teknolojinin, fen ve felsefenin karşısında olabilirler. Fakat, bu türlü insanlar, hem sayıları itibarıyla çok azdır, hem heyet-i umumiyeye karşı çıkacak ve genel âhenge tesir edecek güçte değillerdir; hem de samimi müslümanlar tarafından da dışlanmış ve umumi tablonun haricinde kalmış kimselerdir. Heyhat ki, o karanlık dönemde bu gerçek gözardı edildi; bir kaç aykırı misal ard arda sıralanınca ve toplumun genel halini asla yansıtmayan birkaç kare yan yana getirilince sahiden bir irticâ tehlikesi varmış gibi gösterildi ve bu mevhum tehlike bir psikolojik harp silahı olarak istimal edildi. Evet, işin bir psikolojik savaş olma yanı var ve irticâ yaygaracıları 28 Şubat'tan önce yaptıkları gibi, hemen her zaman onu büyük ölçüde tehdit, şantaj ve yıldırma malzemesi olarak kullanıyorlar. Millet adına hayırlı faaliyetlerde bulunacak insanları gericilikle suçlayıp sindiriyor ve önlerini kesiyorlar. Mürtecîlikle itham edilen taraf pusunca, onlar bu fırsatı ganimet biliyor; ya ezici bir kanun çıkarıyorlar veya karşı tarafı bütün bütün felç ediyorlar. Mü'mine “Dinci” Diyenler “Dinsiz” mi? Saniyen; ben, iyi bir mü'min olduğum iddiasında değilim; fakat, Allah'ın varlığından ve ahiretin mevcudiyetinden hiç şüphe etmedim. Bir gün hesap vereceğim hususunda asla şüpheye düşmedim. İşte şimdi, öyle bir şüphesizlik mülahazasına bağlı olarak, kalbim gibi bilerek ve eğer farklı mülahazalarla bir şey ifade ediyorsam Allah'a hesab vereceğime çok iyi inanarak diyorum ki; vallahi, billahi, tallahi, bunlar irticâ tehlikesinden bahsediyorlar ve irticâya bağladıkları insanlara da mürtecî diyorlar.. ama aslında müslümanlığı kastediyorlar. “Radikal müslüman” derken de, “aşırı dinci” diyerek sadece bir kesimden söz edermiş gibi yaparken de aslında bizzat İslam'ı hedef alıyorlar. Çünkü, İslam'ın aşırılığı olmaz.. müslümanlık bütün aşırılıklara karşı orta yolu tutan ilâhî bir sistemin adıdır.. İslam, sevdirme ve kolaylaştırma esaslarıyla gelmiş, ifrat ve tefritin kökünü kesmiş ve bütün insanlara güçlerinin yeteceği sorumlulukları yüklemiş fıtrata en uygun Allah'la münasebet sisteminin adıdır. İslam dinini kabul edip onun emirlerini uygulamaya çalışan herkes –kalbleri sadece Allah bilir– Kitap ve Sünnet açısından mü'min, müslüman ve dindardır. Onları, bundan başka herhangi bir isimle ya da unvanla anmak ise, en hafif ifadesiyle saygısızlıktır. Bizim terminolojimizde, “İslam”, “müslüman”, “dindar” tabirleri vardır; ama, dine hasım kimseler tarafından kasıtlı olarak dilimize sokuşturulan ve cahillerin kullandığı “İslâmcı” ve “dinci” gibi ifadeler yoktur. Dine göre, günah işleyen bir Müslüman günahkâr olsa da yine mü'mindir; İslâm esaslarını inkâr etmemek şartıyla, onlardan bazılarını terk etse de yine müslimdir. Bu itibarla, bazı dinî vecibelerini yerine getirmeyen kimselere “küfürcü”, “dalâletçi”, “fıskçı”... demek münasebetsiz olduğu gibi, dini bütünüyle yaşamak isteyene “İslâmcı” veya “dinci” demek de en az o kadar saygısızca bir ifadedir. İrticâ'nın Hedefi İslam ve Müslümanlar Bu açıdan, irticâ çığırtkanlığı yapan kimseler, şayet cahil, bilgisiz ve manipüle edilmiş insanlar değillerse, demek ki, irticânın gölgesine sığınarak bizzat müslümanlığı hedef alıyorlar. Bunlar, İslam'a açıktan açığa saldırmak ve müslümanlığa karşı düşmanlıklarını izhar etmek istemiyorlar. Çünkü, halkın yüzde doksanı Ramazan-ı şerifte oruç tutuyor; milletin yüzde sekseni en azından Cuma namazı kılıyor; insanımızın yüzde elliden fazlası günde beş vakit namazını eda ediyor. Eline birazcık imkan geçen hemen herkes Hac vazifesini yerine getirmek için yollara düşüyor. Hatta şimdilerde aristokrat sınıftan bazıları ayrı olarak ve aristokrasi mülahazasını koruyarak gidiyorlar, yol boyunca başkalarına karışmıyorlar. Fakat, gidişlerine nazaran çok farklı bir ruh haletiyle dönüyorlar; “Gönlümüz fetholdu, ruhumuz doydu!” diyorlar. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'in viladeti münasebetiyle salonlar şenleniyor, hatta stadyumlar doluyor; mevlitler okutuluyor ve binlerce gül dağıtılıyor. Gayet masum ve gayet yumuşak programlar yapılıyor; oldukça derin ve pek samimi hisler dile getiriliyor ve âdetâ dağıtılan o güllerin kokusuyla beraber müslümanlık da herkesin ruhuna siniyor. İslam kendi güzeliğiyle ve o yenilmez gücüyle gönüllere giriyor. Dahası, Hristiyanından Yahudisine, Budistinden Brahmanistine kadar yabancı ilim adamlarından ve ilahiyatçı temsilcilerden yüzlercesi “Müslümanlık çok farklı.. hayatın her alanıyla alakalı bütün ihtiyaçlara cevap veriyor. İnsanın arzuları, istekleri ve beklentileri adına hiçbir boşluk bırakmıyor. Bundan dolayı, İslam'ı yok saymak, Hazreti Muhammed'i görmezlikten gelmek ve Kur'an'a karşı lâkayt kalmak bir insan için çok büyük bir nakîsedir.” diyorlar.. diyor ve aklı başında bu insanların kimisi İslam'la şerefleniyor, kimisi ona karşı derin alaka duyuyor, kimisi onun fahrî müdafii oluyor ve onunla şöyle-böyle tanışan herkes hiç olmazsa önyargılarından kurtulup dostlar arasına giriyor. Onlardan biri Kur'anla azıcık meşgul olunca, “Allah Allah, biz şimdiye kadar müslümanlığı böyle bilmiyorduk; demek ki, yanlış tanımışız, şartlanmışlıklarımıza takılmışız. Meğer, İbrahim'in başına Halîlullah tacını konduran, Musa'yı Kelîmullah olarak tanıtan, Süleyman'ı asıl peygamberlik tahtına oturtan ve İsa'yı Kelimetullah diye anlatan bizim elimizdeki metinlerden daha çok Kur'anmış!..” diyor ve ondan ayrı geçen yıllarına üzülüyor, âh çekiyor. İşte, böyle bir atmosferde, bazı kimseler, İslamiyeti ve müslümanları hiç sevmeseler bile, doğrudan “En büyük tehlike İslam ve Müslümanlardır” demeye cesaret edemiyorlar. Öyle açıkça saldırmak suretiyle müslümanlık unvanıyla onca insanı karşılarına almayı kendi menfaatleri açısından zararlı buluyorlar. “İrtica” yerine “İslamiyet” dedikleri zaman, camiden çıkan herkesin “zafer işareti” yaparak “Ben de müslümanım” demesinden korkuyorlar. Dolayısıyla, İslam'ın aydınlık ikliminde boy atan güzellikler karşısında kendi çirkin ruhları zaviyesinden rahatsızlık duyan ve müslümanlar hakkında cibillî olarak kötü duygular besleyen böyle kimseler, İslam'ı ve müslümanları açıktan açığa karalayamayınca takıyye yapıyor, dolambaçlı yollara sapıyor ve akla-hayale gelmez entrikalarla dini-dindarı baskı altında tutmaya çalışıyorlar. Beyhude Yorulmayın, Kapılar Sürmeli... Fakat, kanaatimce, onların unuttukları bir husus var: Artık bu millet bundan ikiyüz, üçyüz sene evvelki millet değil. Günümüzün insanları okuyor, anlıyor, tahlil ve terkiplerde bulunuyor, analiz ve sentezler yapıyor ve araştırıp iyice öğrendikten sonra inanıyorlar. Evet, bugünün mü'minlerinin imanı taklidî değil; onlar, bir ideolojinin peşine takılıp körü körüne onun ardı sıra yürümüyorlar. Tekvinî emirleri okumak ve teşriî disiplinlere dikkat etmek suretiyle bilerek dini benimsiyor ve ona bütünüyle teslim oluyorlar. İslam'ın ulvî hakikatlerini öyle kabulleniyorlar ki, baskılar karşısında dinden vazgeçmek bir yana, cenderelerin içine konsalar, canları çıkacak şekilde sıkıştırılsalar, hatta idam sehpalarına çıkarılsalar da, yine Abdullah ibni Hüzafetü's Sehmî, Habbab b. Eret ve Bilal-i Habeşî efendilerimiz gibi “Ehad, ehad” çığlıklarıyla “Allah birdir; hakiki ma'bud, hakiki mahbub, hakiki matlup sadece O'dur” hakikatını seslendirmeye âmâde bulunuyorlar. Bu açıdan, irticâ dellallarına samimi bir nasihatte bulunmak istiyorum: Beyhude yorulmayın, çeşit çeşit oyunlar oynasanız ve bir sürü entrikalar çevirseniz de bundan sonra umumî efkârı ifsâd edemezsiniz. Artık herkes irticâ ile ne kastettiğinizi biliyor, onunla neyi hedeflendiğinizi fark ediyor ve siz ne yaparsanız yapın millet hangi kıbleye yönelmesi gerektiğinin şuurunda, yoluna devam ediyor. Bundan sonra, despotizmayla, tiranlıkla ve kaba kuvvetle halkı kendi anlayış çizginize çekmeniz mümkün değildir; medenî insanlar karşısında kaba kuvvet hiçbir işe yaramayacağı gibi arkada bir sürü de nefret bırakacaktır. Şayet, siz kendinizi sevdirmek, hatta savunduğunuz sistemin şirin olduğunu göstermek istiyorsanız, herkese karşı yumuşakça, mülâyemetle, hoşgörüyle ve engin bir kucaklayıcılık içinde davranmalısınız. Unutmamalısınız ki, millet kendi değer ölçülerine saygı göstermeyen kimselere hürmet ve muhabbet nazarıyla bakmaz. Eğer, saygı ve sevgi mukabelesi görmeyi diliyorsanız, tarihe yüz karası olarak geçmek ve nefretle anılmak istemiyorsanız, meseleyi gönülleri fethetmeye bağlamalı, halkın değerleriyle asla çatışmamalı, onların duygu ve düşüncelerine kıymet vermeli ve milletin inançlarına saygılı olmalısınız. İrtica Çığırtkanları Sadece Nefret Uyarıyor Zannediyorum, bazıları kendi insânî telakkîleri açısından bu mülahazalarıma saygı duysalar da, bu sözler bir kısım kimselerin bir kulağından vurup öbür kulağından çıkacak ve ihtimal onları çok rahatsız edecek. Hatta belki beni oyunbozanlık yapmakla levmetmeye de kalkacaklar; “Bu niye bizim takıyyemizi fâş ediyor.. “irticâ” perdesinin gerisinde işlerimizi ne güzel götürüyorduk; kovanımıza neden çomak sokuyor?” deyip homurdanacaklar. Oysaki, “En ummadığın keşfeder esrar-ı derûnun / Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın!” diyen Ziya Paşa adeta bugünün Anadolu insanının bilgeliğine işaret etmiş gibidir. Sözlerime kulak vereceklerini bilseydim, irticâ paranoyasına tutulmuş kimselere bu sözü hatırlatır ve herbirine derdim ki: Gel, bu milleti hafife alma; sen irticâ çığırtkanlığı yaparken halkın sana inandığını sanma. Bu millet artık kimin kim olduğunu ve neyin ne ifade ettiğini çok iyi biliyor; senin o kelimeyi kullanırken ne kasdettiğini de pekâlâ anlıyor. Şu çirkin yakıştırmalarınla halk nezdinde sadece nefret ve tiksinti uyarıyorsun. Oysa ki, senin de sevilecek ve takdir edilecek yanların var. En azıdan insansın; eşi–menendi yaratılmamış abide bir canlısın ve mahiyetin itibarıyla meleklerden de ulvî aziz bir varlıksın. Dolayısıyla, Allah'ın yarattığı o kıymete uygun sözler söylemeli, ona göre bir kısım davranışlarda bulunmalı, kendi değerlerini ayaklar altına almamalı, halk nezdinde maskara olmamalı ve bir nefret heykeli haline gelmemelisin. Müsadenizle bu konudaki sözlerimi fakirden daha önce de duyduğunuz bir dua ile noktalamak istiyorum: Allahım, önümüzdeki yollar sarp ve yokuş.. her köşe başında bir sürü gulyabâni gayızla gerilmiş hücûm ânı ve hücûm bahanesi bekliyor; dillerinde, irticâ, gericilik, teokrasi ve fundamentalizm, ellerinde gücün her çeşidi ve hayallerinde bin bir entrika.. eğer biz onların dediği gibi dine, dünyaya, ilme ve gelişmeye karşı isek, Sen bizi bu sapıklıktan halâs eyle!.. Liyakatımız yoksa, yolların mütedeyyin, mütemeddin, müterakkî ve ilim aşığı insanlara açılması için bizleri huzuruna al ve yolları aç! Yok karşı taraf yanılıyorsa, içlerinde salâha açık ruhlardan hidayetini esirgeme! Temerrüt ve din düşmanlığını meslek edinenlerin de birliklerini boz! Düzenlerini başlarına yık! Yurtlarına-yuvalarına feryat sal! Ve bütün inananları, kapının sadık kullarını, bu karanlık düşünce, karanlık ruh ve kara seslerin, gayretine dokunduğuna inandığımız tecavüzlerine, tahkirlerine, tezyiflerine ve plânlarına karşı koru!..
-
dinler arası diyalog faydalımıdır zararlı mı?
M€T€ şurada cevap verdi: kardelya başlık Dini Konular - Din - Dinler
Bakın arkadaşlar...Müslüman olan herkes tebliğle yükümlüdür...Eğer müslümanlığını sen sadece kendin yaşayacaksan ona müslümanlık denmez...Zamanında helak olan kavimlerin içinde Allah a inananlar yokmuydu?...neden helak oldu onlar da?...çünkü dinlerini sadece kendileri yaşıyorlardı...Biz bugün müslümanlığımızı yaşıyorsak-ki elhamdülillah- bizim çevremizdeki insanlara da anlatma yükümlülüğümüz vardır...Sen kurtulurken başkalarının çukura düşmelerini görmek ve birşey yapmamak müslümanlık olamaz...Yarın ahirette onalrın yakamıza yapışacaklarından hiç şüphemiz olmasın...Eğer biz müslümansak, dinimizi başkalarına da anlatmalıyız...Bugün ülkesini ailesini sevenlerini terkedip yurtdışına giden gönül erlerinin tek düşüncesi budur...Anlatmak için gidiyorlar...Bunu da nasıl yapmalılar?.... o insanlarla önce dost olup sonra da müslümanlığın güzelliklerini gösterek yaşatarak mümkündür...Başka türlü tebliğ nasıl yapılabilir günümüzde?..Bu diyalog çalışmalarının gayesi budur ve de o kadar çok güzel sonuçlar var ki..Bugün venezuella devlet başkanı chavez in müslüman olduğu söyleniyor...Bunlar nasıl olmalı?..Dostluk olmadan paylaşım içinde olmadan nasıl olabilir? Hepimiz yükümlüyüz arkadaşlar...Çevremizdeki herkesden yükümlüyüz...Arkadaşlarımızdan akrabalarımızdan hatta ailemizden de sorumluyuz..elbetteki onlar da müslüman ama müslümanlığı sadece adında olan müslümanlar(biz bunu az çok anlarız değil mi?) ...Bugün 2000 insan hristiyan oluyorsa bu tamamen bizim suçumuzdur..Bunlar da müslüman olarak yetiştiler Allah hepimizin yardımcısı olsun arkadaşlar... -
Bak sana Hz. Osman zamanından kalma olan Kur-an ın resmini göstereyim ayrıca sen bana söyler misin nerden biliyorsun yakıldıklarını?.... şu an dünyanın heryerindeki Kur-an lar aynıdır...Eğer önceden değişmiş olsaydı Kur-an bugün dünyanın heryerinde aynı Kur-an lar olmazdı değil mi?