Su DaMLaSı tarafından postalanan herşey
-
Bası acık oldugu halde Namaz kılmanın kime zararı var
meseleyi ibadete yabancı olanlar ele aldığından çıkıyor bu tartışmalar. yoksa durum o kadar da karışık değil. her ibadetin şartları vardır. namazın şartı (içindeki şartlar ve dışındaki şartlar olmak üzere toplam) 12'dir. bunlardan biri de setr-i avrettir. ve bu, bayanlarda el- yüz dışındaki bölgelerin kapatılmasıyla sağlanır. başı açık namaz olayı masumane bir ibadet değil. samimiyetinde ciddi olanlar (yanlış olmasına rağmen) başları açık da olsa, kendilerine ayrılan bölümde namaz kılarlardı. ama gayet açıktır ki, bu, dikkat çekmeye çalışan tepkisel bir harekettir. neye hizmet ettiklerini bilmiyorum, ama samimi olmadıklarından eminim. bu şekilde sanırım baş örtüsünün tamamen gereksiz ve siyasi olduğunu vurgulamaya çalışıyorlar. siyasi bir eylem olduğunu düşünüyorum. ister inançlı olun ister inançsız. bu dinin kendi içinde kuralları vardır ve inananlar buna itaat etmekle mükelleftir. ve buna kimsenin müdahale etme yetkisi yoktur. bu kanunen de yasaktır. kaldı ki laikliğin asıl amacı -efsanelere karışsa da- aslında budur.
-
MÜSLÜMAN ATEİSTLER... (İrak'ta cami bombalanıyor, Batı sömürüyor ve fakirleşmeye karşı ayağa kalmıyorlar... ve "BİR KARİKATÜR!"...)
tesbitleriniz çok güzel ama merak etmemek elde değil, müslüman toplumu bilinçli olsaydı ve kendisine yapılan hakaret ve zulümlere en başında ciddi tepkiler verseydi ne kadar desteklerdiniz? sanırım buna benzer bi eleştiri yazısı daha yazardınız. şiire gelince gerçekten çok seviyesiz. bu nedenle yazılarınızı bundan sonra ciddiye almama kararı aldım. madem bilinçli hareket etmeliyiz. kendi adıma sizi protesto ederek başlıyorum.
-
KUR'AN'DA TEKRARLAR LİSTESİ
sayın yam yam, tekrarlamak Allah'a gerekli değil, bizler için gerekl olduğundan Kur'an'da mevcut. nitekim arkadaşların da belirtmiş olduğu gibi Kur'an tek bir defa da değil 23 yıllık bir zaman sürecinde (yaşam ve kitle olarak) sürekli farklılık arzeden bir topluma hitab etmiştir. ayet bir yerde başka bir konuya dayanak getirirken diğer yerde başka bir konu açısından tekrar alınmıştır. ve bazen de konular önemli olduğu, iyice idrak edilmesi gerektiği için tekrarlanmış. bunda ne gibi bir beis var ki? Allah'ın kullarına hitabı Kendine yönelik (bir sistematik içinde) değil, kullarına yöneliktir. zaten olması gereken de budur.
-
Meryem Bakiremiydi?
Oniki Meryem bir İsa İncil'de Meryem Ana'nın yanı sıra başka Meryemlerin de adı geçer. Mecdelli Meryem (Maria Magdalena), Yuhanna'nın annesi Meryem, fahişe Meryem, Betanyalı Meryem ve Mısırlı Meryem ilk akla gelenlerdendir. İncil'de adı geçen tam on Meryem vardır ve bunlardan İsa'nın annesi olarak gösterilen 'Bakire Meryem' dışındakilerin kimlikleri koyu bir sis perdesinin ardına saklanmıştır. Bu on Meryem'den hangisinin Maria Magdalena olduğu da belli değildir. Hatta Maria Magdalena'nın, İsa'yı yetiştirmiş olan bir süt anne olduğu bile iddia edilmiştir. İsa Mesih, annesini dışında tutarsak bu dokuz Meryem'den biriyle gerçekten de evlenmiş miydi acaba? Günümüzde çok bilinen ve tartışılan bu konu Hıristiyanlığın 2000 yılına damgasını vurmuştur. Bu tasarımsal evlilik konusunda daha ilk yüzyıldan başlayarak kitaplara konu olmuş sayısız tartışma yaşanmıştır. Şimdi kısaca bu tartışmalardan bazılarını görelim. Hangi meryem? İlkin İncil'de yer alan şu on Meryem'i görelim. Bunlar sırasıyla, İsa'nın annesi Kutsal Bakire Meryem, Havari James'in annesi Meryem, Evangelist=İncil'in dördüncü kitabının yazarı Yuhanna'nın (John) annesi Meryem, kim olduğu bilinmeyen ve esrarengiz bir kadın olarak kalan ve sadece 'ÖTEKİ' (Other) diye tanıtılan Meryem, fahişe Meryem, Mary Jacoby diye adı ve soyağacıyla belirtilmiş olan Meryem, Maria Magdalena (Mecdelli Meryem), Mark'ın yazdığı ikinci kitapta adı geçen Bethany'li Meryem ve son olarak da Mısırlı Meryem'dir. İlginçtir ki 16.yy'da iki Meryem daha eklenmiştir bu listeye. Şöyle ki, İsa'nın annesi Meryem'in annesi Hannah (Anna) İncil'de anlatıldığına göre kısırdı. Bu aynı zamanda tüm Kutsal Kitap'taki beşinci kısır kadındır. Daha sonra, Tanrı'nın lütfuyla hamile kalıp Meryem'i doğurmuştur. 16.yy'da bu klasik anlatım bir hayli tartışılmış ve bazı din adamları bunun doğru olmadığını, üçüncü yüzyılda uydurulduğunu ve amacın da İsa'nın annesine kutsiyet atfedebilmek için Kutsal Kitap'taki Abraham (İbrahim Peygamber) ve eşi Sarai'yi örnek alarak Hannah'ı da kısır yaptıkları şeklindeki iddiaydı. Özellikle Protestanlığın ilk kuruluş yıllarında ortaya atılan bu iddiaya göre Hannah kısır değil tam tersine üç evlilik yapmış ve her kocasından bir kız çocuk evlat edinmiş ve üçüne de Meryem adını vermişti. İsa'nın annesinin bu hesaba göre kendisinden yaşça çok genç neredeyse İsa ile yaşıt iki de 'Bebek Teyzesi' vardı. Protestanlar bu nedenle Bakire Meryem'e hiçbir kutsiyet atfetmezler ve onun sadece Tanrı'nın 'Biricik' Oğlu'nun yeryüzüne gönderilmesinde kullanılmış bir araç, daha doğrusu bir tekne (=Vessel) olduğunu öne sürerler. İsa evlendi mi? Bu oniki Meryem'den Mısırlı ve Bethany'li Meryemler 17.yy'dan itibaren Maria Magdelena ile özdeşleştirilmişler ve bazı din adamlarına göre bu şekilde anılmışlardır. Nedir ki bu konuda tam bir anlaşma sağlanabilmiş değildir. Bunlara ek olarak yine bu oniki içinde yer alan ve toplumsal statüsü itibarıyle Yahudi cemaatinde daha üst bir düzeyde olan Haham Cleophas'ın eşi Meryem vardır. Bu Meryem de İncil araştırmacıları için bir sorundur. Çünkü bunun işte yukarda sözünü ettiğim Hannah'ın üç kızından biri olma olasılığı vardır. Bu durumda İsa'ya en çok karşı çıkan Haham'ın karısı İsa'nın küçük teyzelerinden biri olmaktadır. Özellikle de 20.yy'da yapılan bilimsel araştırmalara göre İsa'nın, tabii eğer böyle birisi yaşadıysa evlenmiş olabileceği Meryem'in, Maria Magdelena olması gerektiği konusunda genel bir kabul vardır. Yine de bazı araştırmacılar evlilik adayı olarak Bethany'li Meryem'i de göstermektedirler. Onlara göre Maria Magdalena ile Bethany'li Meryem iki ayrı kadındırlar ve ikisi de İsa ile evlenmek istemişlerdir. Kadınlara yönelik yasak Çok gerilere gitmeden çağımızdaki tartışmalara bakarsak İsa'nın 'Evlilik' yapıp yapmadığı sorunu ile doğrudan bağlantılı ilk bilimsel çalışmanın 1970 yılında Protestan ilahiyatcı William E. Phipps tarafından gerçekleştirildiğini görürüz. Bu Protestan ilahiyatcı 20. yy'da İsa'nın evli olup olmadığını sorulayan ve 'Evli' olduğunu öne süren ilk akademisyendir. Prof. Phipps, kitabında ilk dönem Kilise Babaları'nın bu gerçeği örtbas ederek İsa'ya Tanrısal bir görev (Mesihlik) atfedebilmek için onu 'Evlilik ve Kadın' düşmanı gibi takdim ettiklerini iddia etmiştir. Gerçekten de İncil'in Herüstik ve Hermeneutik (iki ayrı bilimsel okuma yöntemi) okumalarında İsa, gerçekte olmadığı ve olamayacağı kadar evlilik aleyhtarı ve kadın düşmanı gibi sunulmuştur. Özellikle de Aziz Pavlus (Paul) tarafından yazılan metinlerde kadınlardan uzak durulması istenmiş ve ilginçtir ki kadınların Kilise'ye geldiklerinde en arkada ve başları ve yüzleri örtülü olarak sessizce oturmaları istenmişti. Yine Aziz Paul'un koyduğu bir kurala göre kadınların kutsal metinlere el sürmeleri ve kutsal kabul edilen objelere yaklaşmaları yasaklanmıştı. Bu öylesine sert uygulanmıştı ki, Hıristiyan kadınlar yüzyıllarca İncil'i okuyamamışlar ve ona el sürememişlerdi. Bu saçma yasağı kaldıran ilginçtir ki eşlerini öldürmekle ünlenmiş olan İngiltere Kralı VIII. Henry olmuştu. VIII. Henry, Katolik Kilisesi ile bağlarını kopartarak bağımsız bir Kral olabilmek için mücadele etmişti ve ilk kez bu kral kızını karşısına oturtarak tüm saray mensuplarının önünde Papa'nın yasağını kaldırdığını ve kızının (Elizabeth) İncil'i tutarak okuyacağını açıklamıştır. Böylelikle İncil'in kadınlar tarafından okunabilmesi ilk kez 16.yy'da önce İngiltere'de, sonra da yavaş yavaş Avrupa'da yaygınlaşmıştır! Örgüt üyesiydi İncil'de Mecdelli Meryem'in adı, pişman olmuş fahişe olarak geçer. Buna göre, İsa bir gün havarileriyle dolaşırken mesleğini icra etmekte olan bu kadına rastlar ve ona hiçbir söz söylemeden bir süre bakar. Kadın (MM) birden silkinir ve fahişeliği bırakarak İsa'nın aradıkları arasına katılıverir. Bu İsa'nın mucizelerinden biri olarak gösterilmiştir. Oysa özellikle 1960'dan sonra Harvard'lı ilahiyatçılar bu fahişelik meselesinin de tıpkı diğer bir çok uydurma gibi İncil'e sonradan ve özellikle de İmparator Konstantin'in isteğiyle kararlar almış olan İznik Konsili'yle birlikte eklendiğini saptamışlardır. Bu ilahiyatçılara göre Mecdelli Meryem, bırakın fahişe olmayı, gizli bir ezoterik örgütün 'Baş Rahibelerin'den biriydi. Dahası, İsa'nın bilmediği birçok sırrı bu Meryem İsa'ya aktarmış ve onu hem eğitmiş hem yönlendirmişti. Bu iddia özellikle İngiliz ve Amerikalı kadınlı erkekli çok geniş bir ilahiyatçılar topluluğu tarafından savunulmaktadır. Vatikan ise onların bu istekleri ve iddiaları karşısında şimdilik sessiz kalmayı her zamanki gibi- seçmiş görünmektedir. Yine de İncil'in düzeltilmiş yeni basımının hazırlandığı şu dönemde hiç değilse İsa'nın annesi Meryem'in hamileliği ile ilgili bazı düzeltmelerin yapılacağı tahmin edilmektedir. Mecdelli Meryem'in, fahişe değil gizli bir -Mısır kökenli ve İsis çıkışlı- örgüt üyesi olduğuna dair kanıları güçlendiren belgeler 1947'den sonra bulunan ve/veya ortaya çıkartılan bazı ilk dönem İncillerinden ve yine o yıllarda yazılmış ama Kilise tarafından yok edilmeye çalışılmış olan bazı GNOSTİK İncil'lerden kaynaklanmıştır. Bunların en önemlisi işte bu yeni bulunun 'Mecdelli Meryem İncili'dir. Klasik İncil'de fahişe olarak tanıtılan bu Meryem'in Gnostiklerce yazılmış olan yaşamında bambaşka bir profil vardır. Bu İncillerde Meryem 'Dişil İlkeyi' (Sofya=Hikmet) temsil eden bir tür Bilge Kadın ve Baş Rahibedir. Bu iddia İncil terminolojisi ve literatürü için çok tehlikeli bir belgedir, çünkü İznik Konsili'nde İsa, 'Logos' adı verilerek 'Tanrı'nın Kelamı ve Hikmeti' yapılmıştı. Dolayısıyla dişil ilke 'Eril=Logos' yapılarak İsa'ya mal edilmişti. Bu Gnostik İncil'den sonra 1990'larda bu kez bir de 'Gerçek' Markus İncil'i bulundu. Kısaca 'Markus'un Gizli İncil' diye bilinen bu metinlerde de Bethany'li Meryem'in İsa ile olan ilişkileri anlatılmıştı. Klasik İncil'de anlatılandan çok farklı olan bu anlatımda ayrıca 'Öteki' diye adlandırılan kişi olan esrarengiz Meryem'in İsa'ya yardım için uzak bir yerden gönderildiği şeklinde pasajlar vardır. Kısacası klasik anlatımda yer alan fahişelik olayı 'Kadın Düşmanı' Kilise Babaları'nın bir uydurmasıdır, diyebiliriz. Kaldı ki, kesin olan, Mecdelli Meryem'in ve/veya Bethany'li Meryem'in İsa'nın gömüldükten sonra mezarının 'Boş' olduğunu gören ilk kişi olduğudur. Gnostik yazarlara göre ise Üç Meryem bunu birlikte görmüşlerdir. Üçüncüsü Havari James'in annesi Meryem'dir. Bu sonucu Meryem'in ardında İncil'deki 'En' esrarengiz kişi sayılan zengin ve kültürlü bir Yahudi vardır. Bu esrarengiz adam, Joseph Arimeteadır. Gerçekte İsa'nın gömülmesi için yapılan mezar bu adama aitti ve Meryemler'in 'Boş' buldukları mezar buydu -çünkü Joseph Arimetea ölmemişti ve İsa'nın bedenini Çarmıh'tan indirme hakkını Romalı garnizon komutanı ona vermişti... Kilit adam: ARİMETEA Joseph Arimetea'yı ilginç ve esrarengiz yapan husus adının Havariler arasında geçmemesine rağmen Dört İncil'de de (Gospellerde) tartışmasız geçmesi ve dördünde de hiçbir değişiklik yapılmadan aynı şekilde zikredilmesindedir. Adıyla ve sanıyla anlatılan bu adam kimdi? Romalı Komutan, İsa'nın Çarmıh'tan indirilme hakkını -bu o dönemde çok önemliydi- niçin İsa'nın annesine veya Havarilere değil de bu adama vermişti? Bu sorular çok önemlidir. Çünkü İsa'nın Çarmıh'tan erken ve henüz ÖLMEMİŞKEN indirilmiş olması olasılığı vardır. Bunu bilen tek kişi işte bu Arimetea idi. İlginç olan Arimetea'nın İsa'yı idama gönderen Yahudi Yaşlı Yargıçlar Kurulu Sanhedrin'in 'En Saygın' Başdanışmanı olmasıdır! Gnostik İnciller'e göre, Arimetea, İsa'yı henüz ölmeden Çarmıh'tan indirmiş ve İsa kendisine çok gizli bir sır vererek onun bu sırra uygun davranmasını istemiştir. İşte bu sır daha sonraki yıllarda Tapınak Şövalyeleri'nin ve Gül ve Haç Kardeşliği Örgütü'nün kurulmasına yol açmıştır. Judas hain değildi Prof. Phipps'in kitabı 1970'li yıllara damgasını vurmuştu. Bu kitaptan sonra İncil araştırmacıları başka uyduruk eklemelere ve İsa'nın ağzına söyletilmiş yalanlara rastlamaya başladılar. Bunlardan en ilginçi ise 12. Havari diye bilinen Judas Iscariot ile ilgili olandı. İncil'de anlatıldığına göre bu Havari Romalılar'dan 30 gümüş sikke alarak İsa'yı ihbar etmiş ve onun öldürülmesine yol açmıştı. İlahiyatcılar günümüzde bunun kesinlikle yalan ve uydurma olduğunu kanıtlamışlardır. Diğer bir anlatımla Judas, İncil'de anlatıldığı gibi bir hain değildir. Ne Yahudilerden ne de Romalılardan rüşvet almıştır. Onu intihara götüren nedense, İsa'nın Çarmıh'a gerilerek ölmesidir. Judas da diğer Havariler gibi İsa'nın asla ölmeyeceğine çünkü İnsan Üstü olduğuna inanmıştı. Onu intihar ettiren bu derin düş kırıklığıydı. Kilise Babaları ise Judas'ı, eski bir kehanet doğrulansın diye 'Hain' ilan etmişlerdi... Tıpkı Mecdelli Meryem'i de 'Fahişe' ilan ettikleri gibi... Aytunç ALTINDAL
-
GERİ KAFALILIK VE GERİCİLİK... (YORUMSUZ...)
Yobazlık ve Bağnazlık, Ruh Sağlığı Yerinde Olmayan Her İnsanda Ortaya Çıkan Bir Davranış Biçimidir. Türkiye'de İslam dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan, demokrasiyi ve laikliği tehdit edecek boyutlarda olmamakla beraber, sağlıklı din anlayışının oluşmasını engelleyen, yaratıcı yetenekleri körelten, kişiliği törpüleyen bir bağnazlık vardır. bu, dini eğilimleri güçlü olanlarda da, olmayanlarda da görülebilmektedir. Dindarlık; Yobazlık Bağnazlık ya da Gericilik Değildir!!! Türkiye son iki asırdır, din konusunda sağlıklı bir politika, malesef üretememiştir.aydınlarımız, dindar olan halkımızı aşağılamış, onun değerlerini uzunca bi müddet önemsememiştir. dindarlık, geniş bir yelpazede kendisini göstermiş olmasına rağmen, hiçbir fark göstermeksizin, bütün dindarlar bir anlamda mahkum edilmiştir. yanlış politikalar, Cumhuriyet döneminde dinin yeraltına çekilmesine yol açmıştır. daha önce dikkat çektiğimiz bilgi boşluğu (makalenin önceki bölümlerinde bahsi geçmekte), geleneğin gözden uzak bir biçimde dinde özdeşleştirilmesine, batıl inançların, hurafelerin din gibi telakki edilmesine sebep olmuştur. buna dayalı olarak ortaya çıkan, dini değerleri koruma içgüdüsü ile bütünleşen bir tür korku, zaman zaman yobazca davranışları hazırlayabilmektedir. Türkiye'nin öncelikle İslam dini hakkında doğru bilgi sahibi olan insana ihtiyacı vardır. dindar olup olmamak bireysel bir tercihtir. yobazın, bağnazın, gericinin sağcısı, solcusu, dinlisi-dinsizi olmaz, bu bir zihniyet meselesidir. önyargılarla hareket eden, düşünmeden konuşan, "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma iddiasında olan", eleştiriye kapalı olan, doğruları tekeline aldığını zanneden, "değşim"in değişmeyen tek gerçeği olduğunu fark edemeyen her insan , sıfatı ne olursa olsun, gericidir, yobazdır, bağnazdır. bilgiden, bilimden, eleştiriden korkan bir insan, hangi konumda olursa olsun, hangi sıfatı taşırsa taşısın, toplumun önünde bir engel olmaktan öteye gidemez. "türkiye'de din anlayışı" Prof. Dr. Hasan Onat. (makalenin tamamı için -http://www.hasanonat.com/ayrinti.php?no=5- neden İslam konusu ele alınırken alimler dururken bağnazlar hep baz alınır??? ve bu fikirlerle etiket yapıştırılır??? muhatab olarak seçtiğiniz kişi kimse, düşünce seviyeniz o kadardır. kasıtlı olun ya da olmayın, durumunuz budur.
-
allahın ilmi ve zorunluluk
hak mezhep diye bir tamlamayı kabul edenler çok şeyi görememektedirler. dünya üzerinde hak olan tek şey Kurandır. kaldı ki neden ille de tek mezhep de tutunuyorsunuz. mezhep değiştirmeniz çok doğal. bence hepsinden faydalanın. tarihin ilerisinde olmanın nimetlerini değerlendirmek gerek. insanlarında yaratıcılık vasfı vardır. zaten diğer canlılardan önemli bir diğer farkı da budur insanın.
-
allahın ilmi ve zorunluluk
seçim dediğiniz irade hürriyeti olarak verilmiş. bizzat seçimin kendisi olarak değil.
-
allahın ilmi ve zorunluluk
sayın Kürşat bahsettiğiniz soru yüzyıllar evvelinde işlenmiş tıpkı diğer karmaşalarınız gibi. kelam kitaplarına ve mezheplerin doktrinlerine bakarsanız pek çok orjinal fikirle karşılaşırsınız. Maturidi kelamını tavsiye ederim. Maturidi ye göre insan, fiillerinde hakiki manada bir irade hürriyetine sahiptir. Kaldı ki Allah "dilediğinizi işleyin, doğrusu O yaptıklarınız görendir"(fussilet 40) , "kim zerre kadar iyilik etmise onu görür, kim zerre kadar kötülük etmişse onu görür" (zilzal 7-8) mealindeki ayetlerde, insanın fiillerinin faili olduğu ifade edilmektedir. Ancak insan, fiillerini kendisi işliyorsa da, aslında onları yaratan Allah'tır. Nitekim O, "sizin yaptıklarnızı da Allah yaratmıştır" (saffat,96) buyurmaktadır. Burada görüldüğü gibi, fiilin Allah'a isnad edilmiş olması, onun insandan soyutlanmasını gerektirmez. (çağımızda itikadi islam mezhepleri, ethem ruhi fığlalı) yani kategorileri sınırsızca yaratan Allah'tır. ama onları seçen kul.
-
DİNE KARŞI GELMEK AYDIN OLMANIN GEREĞİMİDİR.
sanırım insan öncelikle insanlığının nimetlerinin varlığını veya nasıl değerlendireceğini bilmediğinden tek yönüne yöneliyor. bu yüzden salt akla yönelen, felsefe için felsefe yapıp inançsız hale geliyor. salt kalbî (duygusal ve ruhsal) davranan da mistisizme dalıp kendi inancına ters eylemleri ibadet sayıyor. biri redle, diğeri bağlılıkla, aynı noktada dine yabancı kalıyor. zeka tek yönlü değil oysa. duygusal, ruhsal.. bunların hepsinin idrak edeceği birlikte ele almaları gereken konulara tek malzemeyle girildiğinden yetersiz ve bu nedenle "itirazcı" zihniyetler oluşuyor. bakalım ortaçağ skolastiğinden kurtulmak için başlatılan "akıl"cılık modasının etkisi daha nereye kadar skolastikçe hüküm sürecek.
-
BÜYÜKLERE MASALLAR... PEYGAMBERLERİN MUCİZELERİ... (YORUMSUZ)
Abdullah b. Mesud'un yanına Şam'da Kâ'bu'l- Ahbar ile karşılaşan biri gelir. Kâ'b'ın "göklerin bir meleğin sırtı üzerinde döndüğü" -hadis- rivayetini nakleder. Abdullah bu adama bu rivayeti naklettiği zaman Kâ'b'ı tasdik mi, tekzib mi ettiğini sorar. Adam tasdik de tekzib de etmediğini söyler. Abdullah bunun üzerine şöyle der: "Kâ'b bu rivayette hata etmiştir. Zira Allah, Kur'an'da "şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri nizamları bozulmasın diye tutuyor. (35 Fatır,41) buyurmaktadır. kaldı ki öküz ve balık hadisi sahih olacak!!! sahabe kadar eleştirel ve Kur'an merkezli ele almalıyız hadisleri. sayın fatih111 lütfen hadisler hususunda daha titiz olalım. not: Kâ'bu'l- Ahbar ilk dönem sahabesinden olup, ebu Hureyre, Abdullah ibn Abbas, Abdullah ibn Ömer'in kendisinden çokça hadis rivayet ettikleri, yahudi asıllı, tevrat alimi ve israiliyatçı bir sahabidir.
-
BÜYÜKLERE MASALLAR... PEYGAMBERLERİN MUCİZELERİ... (YORUMSUZ)
çoğu Kur'an'da geçmeyen hadiseler ve israliyattan alınmış. semavi her din gönderildiği zaman ve kültüre hitap etmek durumundadır. bu ana ilkeleri değiştirmez, sistemde farklılıklar gösterir. kimi dönem de mucizeye sihir, peygambere sihirbaz kimi dönem de mucizeye yalan, peygambere yalancı denmiş şimdi de mucizeye hikaye peygambere oyuncu diyenlerin olması bir yenilik değil. "13- Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, "eskilerin masalları" der. 14- Hayır hayır, öyle değil. Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur. 15- Hayır hayır, doğrusu onlar o gün Rablerini görmekten mahrumdurlar. " Mutaffifin
-
Allah varsa nerdedir?
"çok bilmişler buyrun bakalım" dendiğine göre cevaptan ziyade kişiler hedef alınmış. bu yüzden hiçbir cevap size yeterli gelmeyecektir. soru neden sorulur, saygı nedir, önce bunları öğrenmenizi tavsiye ederim. ve tabi soruda samimiyetin gerekliliğini de araştırırsanız faydası olacaktır.
-
ŞERİHAT VE KURAN'A GÖRE KADIN...
sayın objektivist yine aynı şeyde ısrarcısınız. bu yazdıklarınızın hiç bir gerçeklik payı yok. hadis literatürü de dahil. KİŞİLERİN DİNE YAPIŞTIRMAYA ÇALIŞTIKLARI BAĞNAZLIKLARDIR BUNLAR. hatta bilmiyorum neden üzerinde sahih olmadığı vurgulanan hadisleri sürekli baz alıyorsunuz. ve bunlar bizim dinimizi değil, cahiliye adetlerini ve israiliyatı lanse ediyor. eğer bunların sahih olmadığından da haberdarsanız buraya bunu vurgulamadan yazmanız gerçekten kasıtlı olmalı. lütfen zamanında bu gibi bağnaz fikirleri dine yapıştırmaya çalışılanların izinden gitmeyin!
-
ŞERİHAT VE KURAN'A GÖRE KADIN...
ülkeleri yazmışsınız evet. ancak ülkedeki yaptırımlar da kişilerin yorumlarına dayanıyor. kadınların duygusallığına binaen yaptırımlarda onlara hassasiyet gösterilmesi sizin için ikinci plana işaret ediyor olabilir. bu bakış açısıyla ilgili.
-
"TÜRKÇE EZAN" ve TÜRKÇE EZAN okunmasına en çok KİMLER KARŞI GELİR...
bu ictihadı kabul etmiyorsanız, ya bu konuda kendi müctehidinizsinizdir, ya da bu konuda bilgisizsinizdir.
-
ateistlerekarşı dev delil
sevgili zıplayan dana yazdıklarımı ya tam okumamışsın ya da anlamamışsın. "tersi olmayanın kendisini tanımak zordur aklı zorlar." ama tamamen bilenemez demedim. zıt unsur tamamlayıcı öğe durumundadır. ayrıca zaman'ın zıddı olmadığından "zamansızlık" diye bir tabir kullandım. Allah herşeye vakıf. bu doğru. yalnız cümle kurarken sırayı şaşırıyorsunuz. zira Allah bildiği için biz eylem yapmıyoruz. biz yaptığımız için Allah bunları biliyor. bu konuyu ele alırken zaman mefhumunu pasif tutmak gerek. bizim o eylemi seçeceğimizi O biliyordu. zira biz o yönde bir insan portresine sahibiz. bu portreyi oluşturan şartların bilgisine de sahip. (prospektüs örneğini tekrar anımsatırım) koşullar, tercihlerin yapıları ve sonuçları, tercih edenin özellikleri vs gibi unsurları Allah bilir. ancak bu bilgi bizden ve şartlardan dolayıdır. dolayısıyla sorumluluk bilen de değil eylemi işleyendedir. bilim=Tanrı gibi bir yargıyı nasıl çıkardın anlamadım. "bilim (tüm bunların bilgisi), Allah'da vardır" demek istediğim gayet açık. umarım bu defa anlatmak istediğimi anlarsın. ne negatif teoloji ne de pozitivist bir tavır içindeyim. ancak onlardan faydalanacağım yaklaşımlar varsa faydalanırım. bu da zaten, sen de iyi bilirsin ki, bilimselliğin bir şartıdır. selam ile.
-
..TÜRBAN...
ne güzel sadece günahkarlıkla işin içinden sıyrılabiliriz demek ki. zaten üstün prof. açıklamasa bunun günah olduğunu kimse bilmeyecekti. belli ki o günah olduğunu vurgulamaktan ziyade "günah"ın çok da önemli olmadığını vurgulamaya çalışmış. "Kuranda örtünme adeti vardır. bunu değiştirmek mümkün değildir" derken çok çaresiz izlenimi veriyor. günah olduğu kabul ediliyorsa bilinsin ki dinin emri çiğnenmesin diye "sevap-günah" sistemi mevcuttur. kaldı ki günahı küçmseyen nice insanlara belirtmek isterim, din ebedi hayatla birlikte dünya hayatını güzelleştirmeyi baz alır. bu nedenle günah her müslüman için kayıptır. buna inanmayanlar ise işin bir de bu yönünü ele almalı: ibadetlerin bir de psikolojik boyutu mevcut. hele de bireysel ibadetlerin psikolojik etkileri çok daha büyüktür. bir bayanın başını açması sizin için basit bir dekor değişikliği olarak algılanabilir. oysa bunun alt yapısında, günaha girmekten başka çaresi kalmadığını düşünen, yıllardır onunla bütünleştiği baş örtüsünden ayrılmak zorunda kalan bir bayanın yaşadığı zulüm vardır. dine -inanmadıkları için- saygısı olmayanların, en azından insanlara saygısı varsa bu yasak altında ezilen yüzlerce bayanın hakkının gaspedilmesine hiç değilse vicdanen karşı olmalıydı. hiçbir insan kılık kıyafetine müdahale saygısızlığıyla muhatap olmamalıdır.
-
ŞERİHAT VE KURAN'A GÖRE KADIN...
sayın objektivist eleştirdikleriniz kişilerin yaptırımıdır. bunlar din adına yapıldığı vurgulansa da kişilere aittir. kadın hakkındaki şahitlik, miras hakkı konuları ise erkeğe düşen sorumluluk ve kadınların duygusal yönlerinin getirisidir. sorumlulukların değiştiği toplumlarda hüküm de buna binaen değiştirilebilir. erkek yaratılışta güç olarak üst seviyede görünse de (buna az duygusallığı sebep gösterebiliriz) bu ona üstünlük değil sorumluluk fazlalığı verir. zira İslam da "üstünlük takvadadır" yani Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olma vasfıdır. zira kadın ve erkek eşit değildir. farklılıkları vardır. bu nedenle aralarında "eşitlik"ten ziyade "adalet" sağlanmalıdır.
-
"TÜRKÇE EZAN" ve TÜRKÇE EZAN okunmasına en çok KİMLER KARŞI GELİR...
belirtmeliyim ki konu başlığı gayet tarafılıca belirlenmiş. "TÜRKÇE EZAN" ve TÜRKÇE EZAN okunmasına en çok KİMLER KARŞI GELİR... tarafsızlığını sağlamak için KİMLER NEDEN İSTER ve KİMLER NEDEN KARŞIDIR şeklinde yazmak gerekirdi. sanırım bu konuda az-çok söz sahibi olan diyanetin ilgili toplantı sonucunda aldığı kararını belirtmeliyiz : Son günlerde Türkçe ibadet ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda: Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir. Ancak Yüce Rabbımızın bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Bu Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.” (Al-i İmran, 3/138) “Ey Peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun...” (Maide 5/67) “Kendilerine, indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur’an’ı indirdik.” (Nahl, 16/44) “Bu Kur’an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.” (Sad, 38/29)buyurulmuştur. İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arapçadır. Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal kitabımızın dilinin her müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitapta bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır. Nitekim, İslamın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk. Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meal, terceme ve tefsiri bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince: Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) buyrulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “... sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku.” (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır. Bilindiği üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın Hz.Muhammed (s.a,)’e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (s.a.)’in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Nitekim: “Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.” (Şuara 26/192-195) “Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Ta-Ha 20/113) “Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.” (Zümer, 39/28) “Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 41/3) gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur’an denilemeyeceği ve tercemesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedir. Bilindiği üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu? Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir. Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır. Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir. Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır. Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, “onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerime (İsra, 17/88) den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi’nin Cuma namazında Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü(nün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi’nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey’eti kararında: “Namazda kıraet-i Kur’an bi’l-icma farz ve Kur’an’ın hangi bir lügat ile tercemesine Kur’an itlakı kezalik bi’l-icma gayr-ı caiz ve namazda kıraet-i Kur’an mahallinde terceme-i Kur’an’ın adem-i cevazı da bi’l-umum mezahib fukahasının icmaı ile sabit olduğundan, hilafına mücaseret, namazı vaz’-ı şer’isinden tağyir ve emr-i dini istihfaf ve mel’abe şekline vaz’ı mutazammın olduğu gibi, beyne’l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hûdusuna bâis olacağından, fiil-i mezbure mecasereti sabit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref’i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol vechile tebligat icrası...” denilmiştir. Şüphesiz bir müslümanın en azından namazda okuduğu Kur’an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur’an-ı Kerim’i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur’an yerine koymanın ve Kur’an hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır. Namazda ve ibadet olarak Kur’an-ı Kerim asli lafızları ile okunur. Yüce Rabbımızın bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise, terceme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur’an-ı Kerim’in terceme, meal ve açıklamalarını okumak ta çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir. saygılarımla..
-
"TÜRKÇE EZAN" ve TÜRKÇE EZAN okunmasına en çok KİMLER KARŞI GELİR...
sayın objektivist cevabınız için teşekkür ederim. hadislerde uydurma olduğunu pek çok alim belirtmekte. bu konda en son kapsamlı çalışma ise "hadis rivayetinde sahabenin kavrama ve nakletme sorunu" yazar: H.Musa Bağcı. sadece rivayet edenler değil ilk dönem sahabesinin de pek çok hatası mevcut. Hac ve Şeytan taşlamayı sormuşsunuz. (yine türkçe ibadetle alakası olmayan bir konu. doktor örneğini bu yüzden vermiştim) Kuran da namaz kılınız emri buyrulmuş ancak şekli Peygamber (sav) den öğrenilmiştir, tıpkı Hac ve Hac ibadeti içinde olan şeytan taşlama gibi. Kuran'da geçmeyen ayrıntıları dini ibadet saymazsak yapacak çok bi şeyimiz kalmaz. ve Peygambere itaat emrini yerine getirmemiş oluruz. Bektaş-ı Veli ve Mevlana'nın yorumları duygusal ve içerikte başka anlamlar ifade eden beyitlerdir. Hacca gitmeyin demek değildir niyetleri. ve türkçe okumak farzdır dememe rağmen çelişkiye (?) düşüp anlamak için dil unsurunun çok da önemli olmadığını vurguladığımı yazmışsınız. evet her müslüman Türk için türkçe meal okumak farzdır. fakat bunun için disiplinle oluşturulmuş çalışmalar gerekir. yoksa sırf işitmeyle Kuran kolay anlaşılmaz. tefsir ve meal dersleri verilmeli. nitekim türkçe de olsa zamanında ezberlediğimiz ve çokça haykırdığımız marşlar da bize -üzerinde çalışana dek- çok bi şey ifade etmiyordu. saygılarımla..
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
namaz diğer farz ibadetler gibi mesuliyettir. farzın ne demek olduğuna bakarsanız mesuliyet olduğunu da görürsünüz. Kur'an'da teklif edilen hususlar da vardır emredilen hususlar da vardır. emredilenler (farzlar) mesuliyettir.
-
ŞERİHAT VE KURAN'A GÖRE KADIN...
çok güzel bir yazı SO RATES. bu forumda gördüğüm en anlamlı ve yazılması gerekli konu diyebilirim. şahsen teşekkür ederim. kadın, yaratılış, ve pek çok hususta israiliyat(yani diğer dinlerden alıntılar) ve gelenekten etkilenmiş mevzu hadis (yani uydurma hadis) vardır. ve bunlar malesef pek çok tefsire dahi girmiştir. tefsiri, dini kitabları ve hadisleri de yazanlarn tıpkı onları okuyanlar gibi "insan" olduğunu unutmazsak ve yorumlarının da saf katıksız doğru ya da kutsal olmadığını idrak edebilirsek pek çok konuda çok daha bilinçli müslümanlar olacağız.
-
İSLAMIN GİRDİĞİ YERDE "ARAPLAŞMA" MI? BAŞLAR...
her ayet ve sure dua değildir. ayetlerin (sure dediğimiz de zaten ayetlerden oluşan bölümlerdir.) cüzi bir miktarı duadır. onlar da -çoğunlukla- kıssalarda geçen kişilerin dualarıdır. ayetler dini ve o dinin özelliklerini anlatır, hükmünü belirtir. Kuran dua kitabı değildir. ibadet dua demek değildir. görevi eda etmektir. akabinde dua edilir. ve özdilde dua edilir. namaz kelimesinin bir anlamı da duadır, ancak namazın kendisi dua değildir. akabinde dua edilen bir mesuliyettir.
-
"TÜRKÇE EZAN" ve TÜRKÇE EZAN okunmasına en çok KİMLER KARŞI GELİR...
soruyu daha doğru mercilere sormanız gerekir. böyle yaparsanız kafanız karışmaz. ve bilgisine vakıf müslümanların da kafalarıın karışık olmadığını görürsünüz. cihat ve terörü, hristiyanların müslümanlara yardımını (?), ve 4 eşli evliliği türkçe ibadet düzeltecekse 20 yıl süresince okunan türkçe ezan buna katkı sağlamalıydı değil mi? doktora ayağınızı gösterip şaşılıktan dem vurur gibisiniz. türkçe ibadet diye haykıranlar ibadetin ne olduğunu tam olarak idrak edememişlerdir. bakın namaz ve hac ortak ibadetlerdir ve bunların ortak bir dile ihtiyaçları vardır. arapça olması arapçanın üstünlüğünden değil, kutsal kitabın dli olmasından kaynaklanıyor. ama bunu milli hassasiyeti abartılı olan arkadaşlarımız arapçanın üstünlüğü türkçenin yetersizliğiymiş gibi algılayıp gereksiz kompleks yapıyorlar ve bu haleriyle aslında "arapça"yı kutsayanlarla aynı konuma düşüyorlar. Kuranı türkçe okumak her müslüman türke farzdır. çünkü Kuran anlaşılmak için gönderlmiş. ancak bu ortak dersler ya da bireysel çabalarla halkımıza aşılanabilir. diyanete bu konu da çok iş düşmekte. diyanet tefsir kursu, meal dersleri veriyor. gerçekten Kuran'ı anlayamamaktan dem vuran arkadaşlara tavsiye ediyorum lütfen gidip sorup öğrensinler. ve son olarak dil unsurundan bahsedeceğim. anlamak için türkçe olması gereklilik değildir. size zamanında ezberletilen şiir, marş, hitabe vs.. düşünün. hangisinin ne kadar idrakindesiniz? madem türkçe tüm anlayışların tek anahtarı sorun önünüze gelene, "ulusum korkma nasıl böyle bir imanı boğar, medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" mısralarında Akif neden medeniyeti eleştirmiş? ve neden "böyle bir iman" demiş de "milet" dememiş? şekiller, insanlar vs üzerinde kafa yormak, sadece oyalanmaktır. sanırım 5. yazışım: ezanın namazın ve haccın ortak bir dile ihtiyacı vardır.
-
İSLAMCI KOMÜNİSTLER.... (KARMATİLER)
KARMATİLER Şiî grupların en meşhurlarından biri.İslâm mezhepleri arasında en çok ihtilafa sebep olan fırkalardan biri Şüphesiz ki Şia'dır. Bu fırkanın mensupları zamanla kendi aralarında ayrılığa düşmüşler ve değişik şubelere ayrılmışlardır (İA. Çubukçu, Gazzali ve Batınîlik, Ankara 1964, s. 29). Bunlardan biri de İsmailiyye'dir (Bernard Lewis, "İsmâilîler ", İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1977, c. V/2, s. 1120) İsmâiliye fırkasının bir kolu olan (Hüseyin Atay, Ehl-i Sünnet ve Şia, Ankara 1983, s. 111) ve Ehl-i Beyt sevgisini istismar ederek kurdukları gizli teşkilat sayesinde siyâsi nüfuz elde etmeyi amaçlayan ve neticede Sünnî akideyi ortadan kaldırmayı planlayan Karmatilik hareketi (N. Çağatay-İ.A. Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara 1965, c. I, s. 65, 68). Kûfe, Bahreyn ve Suriye olmak üzere üç değişik bölgede ortaya çıkmıştır (Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1986, c. III, s. 285). .... Karmatiler tenâsuha inanırlar (Çağatay-Çubukçu, I, 59). Bunların inançlarına göre cennet, dünyadır. Dünyada rahat, mutlu ve geçimi yerinde olan bir kişi cennettedir. Gerçek cennet insanın derin bir zevk ve keyf içinde yaşamasıdır (Çağatay, Ahilik, 66). Karmatilik hareketinin belli-başlı vasıfları ise şunlardır: 1- İlmî: Arap dilinin yabancı, özellikle Yunan menşeili fen ıstılahlarını geliştirmesine yardımcı olması. 2- Siyâsî: Hilâfetin Hz. Ali (r.a) âilesine ait olduğunu ileri sürerek bunu halk arasında yaymaya çalışması, dolayısıyla Sünnî akideyi yıkma teşebbüsü. 3- Dinî: Bütün din, ırk ve sınıflara uygun akıl, hoşgörü ve eşitliğe dayanan bir akaidi kabul etmeleri. Özellikle batıda tesir icra eden bu hareket farmasonluğun gelişmesinde önemli rol oynamıştır (Massignon, VI, 353a; Mehmed Ali Aynî, "Karmatlara dair yazılmış kitaplar", Darülfünun İlâhiyat Fakültesi Meemuası, İstanbul 1929, sene 3, sayı II, s. 103). Sünnî İslâm akidesini saptırmak, bozmak ve hatta ortadan kaldırmak hususlarında İslâm dünyasının başına büyük gaileler açan Karmatiler, arkalarında kendilerini hayırla anan bir topluluk bırakmayarak tarih sahnesinden çekildiler. A. Zeki İZGÖER düşünüyorum da mezhepler konusunda bir iki sayfa daha karıştırırsanız karmatilerin yanında pek çok farklı(?) mezhep görüp, karmatileri neden bu kadar ciddiye aldığınıza şaşacaksınız.