marti_name tarafından postalanan herşey
-
aşkın süresi varmı varsa nezaman biter?
walla benim ki öleceğe benzemiyo 2 seneden beri bil fiil platoniğim üzerinize afiyet ölümsüzse yandım zaten
-
Şu an ne dinliyorsunuz
iremin hayalet sevgilim albumundeki 2.şarkı yeni verdiğin sözler yalanlarının her yeni gülümseyiş gözyaşının her yeni küçük adım uzak diyarların sebebi değilmi? beni böyle bırakıp gecelerce ağlatıp esir etmek karanlığa suç değilmi? nasıl dayanır yüreğim seni onla görmeye nasıl değdi ellerin onun ellerine? gittt bir daha dönme geri istemem bundan gayri ellerini gittt yollar senin olsun yıllarım bana kalsın bırak beni birak beni
-
Yedi Numara Dizisi
sarmaşık hikayeside çok güsel
-
Iranin en guzel kizlari ve en yakisikli erkeklerini gormek istermisiniz?
ya maryam kızların resmini koyuyorsun tmm da telefon numaralarını diyorum hani bi yazsan
-
En Sevdiğiniz Yemekler Yada Menüler
patlıcan musakka,bol tereyağlı iskender,güveçde karides
-
YETER ARTIK... TÖRENİZ BATSIN...
******
-
Günün Türküsü
fuat saka rapatla livera
-
Şu an ne dinliyorsunuz
mercan dede / hayalname
-
Donmuş Kiraz ağaçLarı
ya ben biraz ileri gidip şiddetle onları yemek istiyorum yaaa bu sıcaklarda ne gider bee ohhh buz buzzzz
-
Seni Seviyorum Diyebilmenin Güzelliği
Sevmek...Tanrının bize bağışladığı en yüce duygulardan bir tanesi...Yaşamımıza renk katan yegane şey. Sevmek ve sevildiğini hissetmek, hissettirmek. Sevmek... her şeyi, dünyayı, yaşamayı, insanları, kuşları, çiçekleri, denizi, suyu, herşeyi, kendimizi bir de. Biz ulus olarak sevgi dolu insanlarız aslında, yüreğimiz hep bu ışıltılarla dolu. Ama sevgimizi dile getiremiyoruz yeterince. Hep içimizde, yüreğimizde saklı tutuyoruz, nedense kullanmayıp saklıyoruz. Halbuki ne güzel iki kelimedir “Seni Seviyorum” diyebilmek. Bu gizemli kelimeyi kullanmaktan korkmasak, içimizden geldiği gibi ve hissettiğimiz anda söyleyebilsek keşke sevdiklerimize. Düşünün , sabahın ilk ışıklarında yeni açmış bir çiçeğin yaprağındaki çiğ tanesi ile size gülümsemesini bir kez. İçimizi mutlulukla dolduran bu sıcak tablo karşısında “seni seviyorum güzel çiçek” demek, ne hoş bir karşılamadır onu. ( aptalca mı geliyor size, gelmesin lütfen) Yada aynada yüzünüze bakarken içten gelen bir gülümseme ile kendi kendimize “seni seviyorum” desek, diyebilsek keşke. “Seni seviyorum” öyle sihirli ve güçlü iki sözcüktür ki aslında; söylendiği anda karşımızda akan suları bile durdurur anında. Eşimize, kızımıza, sevgilimize, emektar köpeğimize, yetiştirdiğimiz çiçeklere, büyüklerimize , tüm sevdiklerimize söyleyelim her an içimizden geldiğinde; duraksamadan,” acaba tepkileri ne olur, yada çok söylemeyeyim etkisi azalır ” diye düşünmeden. Olabilir mi hiç böyle bir şey, etkisi azalabilir mi hiç. Bu iki sözcük ne kadar sık kullanılırsa insanın içini o kadar okşar, o kadar sevgi ile doldurur, ilişkileri düzene sokar, uzakları hemen yakınlaştırır, mesafeleri yok eder. Ne güzel bir şeydir bunu sıkça kullanabilmek, alışkanlık haline getirip söyleyebilmek. Hayatın ne kadar acımasız, ne kadar kısa olduğunu, belki yarın sevdiğimiz ve değer verdiğimiz kişileri bir daha bulamayacağımızı düşünecek olursanız; bence şu anda, şu saniyeden itibaren, daha fazla geç kalmadan söyleyelim, haykıralım sevgimizi; “seni seviyorum” diyelim. Eşimizi yada sevdiklerimizi yolculuğa uğurlarken hazırladığımız bavulun içine, giyisilerin arasına “seni seviyorum” yazan minicik notlar iliştirelim. Bizden önce eve geleceğini bildiğimiz anlarda yine onlar için evin çeşitli yerlerine “seni seviyorum” mesajları bırakalım. İnanın o mesajları gördüklerinede yaşayacakları mutluluğu kelimelerle anlatmak mümkün olmaz. Bu öylesine güzel bir sıcaklık, öylesine güzel bir yakınlaşmadır, sözcüklere sığdıramazsınız gücünü. İçimizde tutup, saklayıp, ayda yılda bir kez söylediğimizde; hayatımızdaki “keşkelerin” sayısı hızla artacaktır inanın buna. Oysaki “keşkelerin “geri dönüşleri yoktur; giden yıllarla birlikte onlarda gider, yakalayamazsınız. O halde gelin kullanmaktan çekinmeyelim, “seni seviyorum” demeyi de sevelim, tüketelim bolca. Bilin ki siz kullandıkça tükenmeyecek, size geri dönüşleri katlanarak artacaktır. Sevgiyle kalın... Belgin Eryavuz
-
İspiyoncu Kuşlar
Çocukluğumdaki oyunlarımız çok eğlenceliydi. Doyasıya oynuyorduk. Ama annemin de bazı kuralları, yasakları vardı. Eğer bu kurallara uymazsak, annem bizi cezalandırırdı. Oyun süremizi kısıtlardı veya dışarıda arkadaşlarımızla oynamamıza izin vermezdi. Onun sözünü dinlemeliydik. Sonra olan bize olurdu. Arkadaşlarımızın oyunlarına katılamaz, evde kendi başımıza oynamak zorunda kalırdık. Annemin koyduğu kurallara uymak, yasak olanları yapmamak hiç de zor değildi benim için. Bu konuda hiç zorlanmıyordum . Annemin “ yapmayın ” dediğini yapmıyordum, işte o kadar. Yani terbiyeli bir çocuk olmak bu kadar kolaydı. Annem bizim iyi bir çocuk olmamız için böyle davranıyordu. Hiç bizim kötülüğümüzü ister miydi! Hem de annemizin sözünü dinlemez, ona karşı gelirsek, öbür dünyada cayır cayır yakarlardı bizi. Hatta annemizi üzdük diye, taş bile olabilirmişiz, dilimiz ensemizden çıkabilirmiş. Bazı büyüklerimiz böyle söylüyorlardı. Bir de başkalarına yardımcı olma konusunda uyarırdı annem bizi. Evlerde su yoktu. Herkes suyunu , köy meydanındaki çeşmeden taşırdı. Annem, çeşmeden su getiren yaşlıların ibriklerini taşımamızı söylerdi. Biz de bunu arkadaşlarımıza söylerdik. Oyun oynarken, yaşlı bir teyzenin su taşıdığını görünce, hemen oyunu bırakır, ibriği onun elinden almak için adeta birbirimizle yarış ederdik. Ama bazı arkadaşlar, taşıdıkları ibrikteki suyun bir kısmını içerlerdi. Bu, yanlıştı. Yapılan bir iyilikten karşılık beklemek demek oluyordu. Ben, ne kadar susasam da içmiyordum, sabrediyordum. Annem bize sık sık ,” Bana lâf getirmeyin, arkadaşlarınızla iyi geçinin, büyüklere karşılık vermeyin.” diyordu. Biz de annemin sözü tutuyorduk. Büyüklerin, hele hele annelerin sözü tutulurdu. Öğretmenimiz de böyle diyordu. 3. Sınıf Türkçe kitabında bir okuma parçası vardı. O parçada, “ Annelerinize öf bile demeyiniz.” diye yazıyordu. Okuduğum veya dinlediğim masallarda, anne sözü dinlemeyen çocukların başına hep kötü şeyler geliyordu. O halde annemin sözünü dinlemeliydik. Oynamamıza ne kadar izin verirse o kadar oynamalıydık. Annem bizim hangi saatte evde olmamızı istediyse, o saatte mutlaka evde olmalıydık. Kolumuzda saat olmadığı için vakti bilemez, oyun saatimiz doldu diye eve koşardık. Eğer saatimiz henüz dolmadıysa, hemen evden fırlar, oyun yerimize sevinçle geri dönerdik. Diğer çocukların ne yaptığı bizi ilgilendirmezdi. Daha doğrusu ilgilendirmemeliymiş. Bizim eve döndüğümüz saatte, diğer çocukların hâla oyuna devam ettiklerini söylediğimizde annem; ” Her koyun kendi bacağından asılır.” diyordu, bu ne demekse. Onlar oyunlarına devam etseler bile, annemin istediği saatte evde olmalıydık. Aksi takdirde bizim yüzümüzden koyunları bacaklarından asarlardı (!). Oyundan eve geç dönersek, annem bir daha bizi oynamaya göndermezdi... Komşularımızın meyvelerinden almak, çok ayıptı, günahtı, haramdı. Sonra Allah bizi cezalandırırdı. Ayrıca adımız hırsıza çıkardı. O yediklerimiz ve başkasına ait meyveler karnımızda ur olurdu(!). Doktorlar karnımızı keser, uru karnımızdan çıkarırlardı. Çok canımız yanardı. Bir elma veya bir avuç erik için karnımızın kesilmesine ne gerek vardı! Hem haram yersek, kafamız çalışmazdı, okuyamazdık(!). Benim zaten okumam iyi değildi. Okurken hecelere takılıyordum, utanıyordum. Bazı çocuklar da bana gülüyorlardı. Eğer başkalarının ağaçlarından meyve koparırsam, okumam daha da kötü olurdu(!). Onun için kimsenin bahçesinden meyve koparıp yemezdim. Bazen dalından düşenleri yerdim sadece. Onu da çok yakın bir komşumuzun bahçesinden . Hem o komşumuz bize azıcık akraba galiba. Çocukluğumda annem işte böyle bir sürü yasak koymuştu ve uymamız gereken bir sürü kural. Büyüklere karşılık vermek yok, komşu çocuklarıyla kavga etmek yok, başkasının meyvelerinden koparmak yok, falan filan.......Öyle herkesin evine sık sık gitmek de yoktu. Biz üç kardeştik ya, biz hiç gitmemeliydik, ya da çok seyrek gitmeliydik. Kendimize “ Gene mi bu çocuklar geldi ! ” dedirtmemeliydik. Bir yere, kendimizden bıktırıncaya kadar gidilmezdi. Başkalarını bıktırmaktansa, kendimizi özletmek daha iyiydi. Hele yemek vakti, hiç gidilmezdi. Başkalarının evinde yemek yenmezdi. Yemekleri yalnız kendilerine yetecek kadar olabilirdi. Hem de bizim huyumuz bozulurdu. Ev sahibinin sofra kuracağını anlar anlamaz, kalkıp gelmeliydik eve. Sofraya oturmamız için ısrar etseler bile oturmayacak, ” Karnımız tok.” diyecektik. Annem pişirirdi bize canımızın istediğini. Bunları hep annem öğretiyordu bize. Eğer annemden habersiz, bir komşumuzun evinde yemek yersek ve bunu annemden gizlersek, annem hemen anlardı. Ondan hiçbir şey saklanmazdı. Çünkü ağzımız çok pis kokardı, yalan söyleyince(!). Biz bu kokuyu hiç duymazdık, ama annem duyardı. Ağzımız kokmasa bile, gözlerimizden bilirdi annem yalan söylediğimizi. ” Diliniz yalan söylese bile, gözleriniz söylemez.” Derdi. Ama, yalan söylediğimizi gözlerimizden nasıl anladığını bize söylemezdi. “ Bunu sadece anneler anlayabilir. Bu bir sır.” Derdi. Onun için yalan da söyleyemezdik. Bir de annemin kuşları vardı. O kuşlar gelir, başkasının evinde yemek yediğimizi, yaptığımız yaramazlıkları hemen anneme söylerlerdi(!). İspiyoncu kuşlar yani. Bu yüzden , annem bizim nerede ne yaptığımızı bilirdi. O nedenle her zaman, her yerde dikkatli olmalı, yanlış şeyler yapmamalıydık. Erkek kardeşim, gördüğü kuşların peşine düşerdi, elinde sapan kaya ile. Bizi anneme şikâyet ettikleri için, onlara kızardı. Ama öyle çoktu ki kuşlar, avlamakla bitecek gibi değildi. Sonra öğrendik ki ; meğer bizi anneme söyleyen kuşlar o kuşlar değilmiş. Annemin kuşları bize görünmezmiş(!). Saklı gizli bizi izlerlermiş(!). Bunun üzerine kardeşim, kuşları boşuna avlamaktan vazgeçmişti. Annem; koyduğu kurallar ve yasaklar konusunda biraz ileri mi gidiyordu, bilemiyordum. Bakıyordum diğer çocuklara, onlar için kural, yasak falan yok gibiydi. Ya da vardı, onlar umursamıyorlardı belki . Mesela bir arkadaşımız vardı, hayvanlara eziyet ederdi. Sineklerin kanatlarını koparır, tekrar salıverirdi. Arıları yakalar, gövdelerine süpürge çöpü batırırdı. O zaman arı çok değişik ses çıkararak uçmaya çalışırdı. Arkadaşıma bunu yapmamasını, çünkü arının canının yandığını söylediğimde; ” Onlar bizi sokarken iyi mi? Oh olsun! ” derdi. Annesinin sözünü de hiç dinlemezdi bu çocuk. Hiç de öyle taş falan olmazdı. Hani annesinin sözünu tutmayan çocuklar taş oluyordu?.....Demek bizi kandırıyorlardı. Olsun, taş olmasam da, yine annemin sözünü tutarım ben. Bir gün de bir kedinin ayaklarına ceviz kabuğu geçirmişti gene bu çocuk. Zavallı kedi ayaklarının üzerinde duramamış, kayıp kayıp yere düşmüştü. Arkadaşım çok eğlenmişti. Gülmekten yerlere yatıyordu, sanki gülecek bir şey var gibi. Bu çocuk bize kötü örnek oluyordu. Hatta bir gün kardeşim, o arkadaşımızdan gördüğü gibi, kedimizin ayaklarına ceviz kabuğu geçirmişti. Kedi ayaklarının üzerinde duramıyor, kabuk geçirilmiş ayaklarıyla kapıyı açmak istiyor, açamıyordu. Annem çok kızmıştı kardeşime. “ Hayvanlara eziyet etmek günahtır.” Demişti. Acaba o yaramaz arkadaşımızın annesi ona, hayvanlara eziyet etmenin günah olduğunu söylemiyor muydu? Bu arkadaşımın böyle şeyler yapması, bizim doğruları yapmamıza engel değildi. Ben ve kardeşlerim, annemin kurallarına uyardık genelde. Onun istemeyeceği hiçbir şeyi yapmazdık. Çok ender olarak yaramaz arkadaşlarımıza uyar, annemin istemediği şeyleri yapardık. İspiyoncu kuşlar, yemez, içmez, hemen anneme yetiştirirlerdi.O zaman dersimizi alırdık(!) annemden. Şimdi uçan kuşları gördüğümde, çocukluğumda bizi anneme ispiyonlayan(!) kuşları hatırlarım. Şimdiki kuşlar öyle ispiyoncu değil. O kuşlar bizim çocukluğumuzda kaldı... Bunun yanında birçok mutluluk da.
-
Can Kuşum
Yazı yazmaya sırf kendini oyalamak için başlamışı.......Yazdıkca içindeki duygular durulmaya başlıyor kendini iyi hissetmesine neden oluyordu....Bu yazı yazmak neden onu bu lkadat çok rahatlatıyordu bunu kesin olarak bilmiyordu ama yazmak , okumak ,hemde kalın kitapları bir günde bitirerek okumak bu onu çok rahatlatıyordu....Okurken müzik veya şiir dinlerdi..müzik iyi geliyordu ona ...Özgürlüğüne çok düşkündü ..canı istediği zaman yalnız başına bi yerlere gidebilmeli ve bu yalnızlığını duyumsayabilmeliydi..Yoksa kendini kafese kapatılmış bir yavru kuş olarak görüyordu...Bir kuşu vardı buz mavi ve süt kahve renklerinde...Adını can kuş koymuştu..Birgün kendiliğinden gelmişti onapencereden süzülüp konuvermişti koltuğun koluna...Onu görünce şaşımıştı...”merhaba küçük kuş hoş geldin”dedi sessizce kuş sanki onu anlamışcasına gelip kondu gelmesi için açtığı avuçlarına ...İnsanlara alışık bir kuştu belliki sahibi iyi yetiştirmişti onu. “Şimdi sahibin ne çok üzülmüştür seni kaybettiği için”dedi parmağı ile kafasını okşayarak .... “Kedi veya köpek olsan yolunu bulur sahibine giderdin değilmi” dedi kuş sanki onu anlıyormuşcasına kafasını sallayıp ötüyordu...”Bekle sana yiyecek bişiler getireğim istermisin ,karnın açtır senin dedi” Yavaşca onu koltuğun kenarına koyup mutfağa gitti dolaptan marol yaprağı çıkarıp iyice yıkadı...Kağıt havlu ile kuruladı iyice ve yeni gelen kuşuna götürdü ...Açıkmıştı kuş marol yapraklarını tırtıklaması çok hoşuna gitti gülümseyerek .. “Heyyyy sen çok şirinsin artık benim kuşum olurmusun”diye konuşmaya başladı kuşla ..Anlatıyor anlatıyor,o kadar çok anlatacak şeyi varmışki birden sustu ve ne kadar çok konuştuğunu düşündü....Neden insanlarla bu kadar çok şey konuşamıyorumda bir küçük kuşa bunları anlatıyorum diye düşündü...Nedeni çok basitti...Kuş anlattıkları için ,yaptıkları için ,duyguları için yargılamıyordu onu, Halbuki insanlar öylemiydi ya en küçük bişide hemen yargılıyorlardı ...Ve şimdi farkına varyordu işte bu yüzden kendini okumaya ve yazmaya vermiş insanlarla ile iletişimini yavaş yavaş kesmişti....İşte ihtiyacım olan sırdaşı bana allah yolladı diye düşündü ...Bu kuş onun can dostu olacaktı ...Onla paylaşacak o kadar çok şeyi vardıki ..Ne annesi ile ne kardeşleri hatta eşi ile paylaşmadığı şeyleri onla paylaşıyordu.....Kuşun adını “Can kuşum” koymuştu ...Kuşta çok alışmıştı yeni ismine ..Daha adı sahibesinin dudaklarında fısıldanırken kanatlanıp omuzlarına konuyordu.... “öpücük can kuşum”dediği zaman hemen dudaklarına yöneliyordu acıtmadan hafifce ısırıyordu sahibinin dudaklarını...Artık ailenin tam alarak bir parçası olmuştu sofra kurulur kurulmaz sahibesinin tabağının kenarına konar ve ona yemek vermesi için yalvaran gözlerle bakardı ...En çokta pilav seviyordu ,birde kola ve ayran ...Aslında sahibesi ne yiyip içmeye başlasa hemen onun bardağının kenarına saldırıya geçiyordu içmek için...Ayran neysede kola içmesinden korkuyordu sahibi asit ona dokunur diye ama kuşunuda durduramıyordu...En sonunda evde kola içmeyi yasaklamakla buldu çareyi artık eve kola alınmıyordu ....Aradan geçen zaman zaman içinde çok bağlanmışlardı birbirlerine....Hatta sahibesi bir yerlere giderken onuda yanında götürebilmek için özel küçük bir kafes almıştı ...Sadece dışarı çıkarken kafese koyuyordu can kuşunu...Ama bundanda çok rahatsız oluyordu...Bir süre sonra can kuşu yumuta yapmaya başlamıştı...Sahibesi inanılmaz sevinmişti hemen bir kuşcuya gittiler beraber...Ne yapması gerektiğini öğrendi kuşcudan...Bu sefer kocaman bir kafes aldı ona ,çok şık bir askılık ve en güzel oyuncaklar ile doldurdu içini...Bir tanede küçük çıngıraklı zil aldı kuşuna ...Heyecenla eve geldiler kafesi nereye koyacağını ayarladı ,yumurta kutusunu ve diyer malzemelerini yerleştirdi içine....Can kuşu yumurta yapacağı zaman bu kafese giriyordu..Ve bazende sahibesi mutfakta falan olduğu zamanlar başını çıngıraklı zile takıp çığlık çığlığa ötüyordu .. Sahibesi korku ile geldiği zaman onun başını çıngırağın içine sıkıştırdığını sanarak korku ile onu kurtarmaya koştu ve kuş onun geldiğini farkedince çıngıraktan çıkarıp başını bıcır bıcır ötmeye başlayınca anladıki bu kuş ona şaka yapıyordu ...Ve bu kuş gerçekten çok zeki idi..Ama zamanla yumurtaların içinin boş olduğunu anladı sahibesi...Bir Erkek kuş alıp geldi can kuşuna...Can kuşu bu yeni konuğu görünce kafesinde çılgına dönmüştü..En yüksek sesle öterek kendini kafesin tellerine çarpıyor yeni gelen kuşa saldırıyordu...Şaşımıştı sahibesi ilk kez bu tür davranıyordu kuşu ..Hemen yan komşusuna bıraktı öbür kuşu ....Anlamıştı kıskanmıştı kuşu yeni geleni paylaşmak istemiyordu sahibesini başka bir kuşla ... “Canımm Can kuşum benim”diyerek sevdi sahibi onu .. “Gel bebeğim asıl yuvana senin yerin burası diyerek ..gömleğinin sol üst cebine koydu onu ...Yüreğinin üzerine ...Can kuşu burada uyumaya bayılıyordu...Günden güne yumurtalar fazlalaşmaya başlamıştı ikiside çok memnundu hayatlarından ,ve dostluklarından..Bir süre sonra kuşunda bir gariplikler hissetmeye başladı ..Hasta gibiydi halsizleşmişti sanki ..Çok üzülüyordu onun bu haline ,kuşcu bi çok vitaminler gösterdi ona hepsini satın aldı...Onun can kuşu hastalanamazdı o çok sağlıklı idi....Bi kaçgün sonra kuşunuın vucudunda yumurtalıklarının orada şişlik farketti ..Bir yumurta büyüklüğünde şişlikti ..Yinemi yumurtlayacaksın bebeğim dedi kuşunun başını okşayarak ...Ama o şişlik geçmek bilmiyordu içine bir kurt düştü içine kuşcuya götürdü can kuşunu anlamamıştı bişi olmaz geçer demişti...Ama geçmiyordu bi türlü ...çok üzülüyordu onun bu haline...Ertesi sabah eşine onu doktora götürceğini söyledi ..Eşi alay etti onla “A tabi aile doktorumuz Ekrem beye götür istersen dedi”eşinin bu tavrı çok kırmıştı onu ..Bu onun eşine ciddi olarak ilk kırılması idi....Ve onu bir veternere götürdü...Muayene etti onu doktor ve kuşunuzun yumurtalıkları fazla yumurtalamaktan dolayı iltihaplanmış ve buda “Kanser”e çevirmiş dedi..Yapabileceğimiz bir şey yok şu ilacı suyuna katın içsin onu en azından ağrılarına iyi gelir deyen doktoru gözyaşlarından göremiyordu bile....Ağlıyordu sahibesi hıçkırıklarla kuş anlamış gibi konuverdi sahibinin omuzuna gözlerinden akan yaşları içiyordu ....Doktor şaşkınlıkla bu sahneyi seyrediyordu..Onunda gözleri dolmuştu...Ama yapacak birşeyde yok diyordu..Ağlayarak eve döndüler...Artık evin içinde mutlu ötüş ve kahkahalar yoktu ölüm sessizliği vardı ...Ölüm bekleniyordu...Beklenen ölüm çok fazla geçikmemişti bir hafta sonra sabah erken saatlerde gelmişti cankşunu almak için...Kuşunun hafif bir inleme sesi ile gözlerini açtı yerinden fırlayarak kafese koştu, ama canı can kuşu cansız bir şekilde kafesinde yatıyordu...Artık yoktu sırdaşı ,dostu,canı can kuşu artık yoktu ...Neden allahım neden böyle bir sevgi yaşattıktan sonra aldın onu benden diye ağlıyordu...Onun kuşuna olan düşkünlüğünü bilen çevresi başsağlığı bile dilemeye gelmişti..Onun bir kuş için bu kadar gözyaşı akıtmasını bir türlü anlayamıyorlardı ..Anlayamazlardı ...Onlar can dostluğunu ve sırdaşlık ne demek bilmiyorlardı...Deli gözü ile bakıyorlardı genç kadına....Artık yine eski haline dönmüştü suskun ,kitaplara gömülen biri oldu ...Yalnız ....Tek başına .....Anlamıştı,yüreğindeki boşluğu.Sevgi idi bu boşluğun adı .........
-
GÜNÜN ŞİİRİ
Tetiği Bir Kez daha çek... Yüreğimde senin yerini Çaresizliğin kurşunu aldı Silahı doldurduğun an Zeten ölmüştüm Peki tetiği neden çektin? Seni düşünmek bile güzeldi Kuşlarla konuşup Ağaçlarla paylaştım yalnızlığı Kalbim duracağı an Gözlerinde hissettim kurtuluşu Oysa sen Sonum oldun... Yıllar önce bir falcı Seni avucumdan anlattı Hep bekledim Acılar avuçlarımda buruştu Falcı yok olmuştu Sonumu öğrenemedim... Şimdi ölümüm ile yaşamım arasında Kara bir çalı gibisin Artık çiçekte açmazsın Belki ölüp giderim Korkutma beni Hala belleğimde kalacakmısın? Tetiği bir kez daha çek ne olur Dayanamıyorum... ______________________________________ Bir Gizemli Güzelin Öyküsü Bir efsane kadar gizemliydin, Bir gül kadar alımlı, Ve ismin gibi güzeldin, Gülüşün gül kokuyordu. Güneş seni gördüğü için mutluydu. Ben güzelliğini destanlaştırıyordum yüreğimde. Gülüşün iz bırakıyordu can evimde. Yüreğimi yaralıyordu kirpiklerin. Yüreğimden sen sızıyordun kan yerine. Seni gördüğüm her anı kutsal biliyordum. Güzelliğini görüyordum bütün güllerin renginde. Sonra bir şiir oluyordun, sevda üstüne aşk üstüne. Ben, aşkın özsuyunu içiyordum, Elâ gözlerinden. Sen yine öyle güzel, öyle alımlı, öyle kayıtsız duruyordun... Her saniye, her salise yüreğimde sen vuruyordun... Bir gül gibi seviyordum seni, Zemheride sensizlikten üşüyordum. Ben mevsimleri şaşırdım senin yüzünden. Beş mevsim cemre diye yüreğime sen düşüyordun...
-
Erkek Serçe (Minik Bir Öykü)
İKİ yıl önceydi. Bulutsuz gökyüzünde, maviyi gülümseyerek sunan güneşin, İstanbulluları sokağa döktüğü sıcak bir yaz günüydü. Bir arkadaşımla Üsküdar da buluşacaktık. Buluşma gerçekleşti ve selam-kelam faslından sonra arkadaşım, birine uğraması gerektiğini söyledi. Kısa bir görüşme olacağını, hemen döneceğini belirtti. Beklemem için uygun bir yer aradı gözlerim. Kapalı bir mekandansa , rengarenk insanların doldurduğu, Boğazı keyifle izleyeceğim sahildeki parkta beklemeye karar verdim. Yerimi işaret ettikten sonra, arkadaşımı uğurladım. PARK’A gelerek, oturacak yer aramaya başladım. Güzel günün tadını çıkarmak isteyenler, yorgunluklarını gidermek için tüm bankları işgal etmişlerdi. Ben de, yeşil alanın çevresini belirleyen taşlardan birine oturmaya karar verdim. Bir ağacın gölgesine sığınmam yetiyordu. Şansım varmış ki, fazla dolanmadım. Koca bir ağacın gölgesinin düştüğü uygun bir yer buldum. Oturduğum yerin on metrelik yarı çapı içersinde oturan kimseler de yoktu. (Bu detaya dikkat etmem, yılların alışkanlığından kaynaklanıyordu: böylesi yerlerde, yalnızken daha rahat olmak.) Kot giydiğim için, oturacağım yere üfleme gereği de duymadım. Bilirsiniz; sanki oturduğumuz yere üflediğimizde, yer temizlenecek de, pantolonumuz kirlenmeyecek.. bu gereksiz teferruatı uygulamayı ihmal etmeyiz. RAHAT olduğuma emin olduktan sonra, ilk sigaramı yakıp, dumanını Boğaza doğru savurarak, beklemeye başladım. Onca kalabalığa rağmen, kursaklarını doldurmak için parkta yiyecek arayan kuşları izlemek daha çok ilgimi çekti. Önce yusufçuklar geldi. Onları izledim. Bakıra çalan tüylerini.. siyah incilerin dizildiği gerdanlarını.. gülümser gibi bakışlarını... Sonra serçeler doluştu! Birkaçı birden üstelik. Dişili erkekli. (çocukken az ilgilenmedim(!) onlarla. Az girmedim yuvalarına! Az öldürmedim havalı tüfeklerle! Ta ki, kabusum olup, korkuyla uykudan sıçrattıkları âna kadar. O kabusu bir mesaj olarak algıladım ve sonrasında hiç dokunmadım serçelere...) BİRİ vardı ki, içlerinde.. bir erkek.. hani boynunda siyah benek olandan. Tüm serçeliğinin verdiği yetenekle, öyle güzel ötüyordu ki, hiç gitmesin, burda kalıp ötsün istedim. Ötüşüne bir de duruş katmıştı ki, kanatlar o küçük gövdeden hafif ayrık, kanat uçları kuyruğun altından yere sürtüyor ve kuyruk hafif dikik. Küçük tepeleri kendi yaratmış gibi... sekerken bile değişmiyor duruşu... havasından geçilmiyor anlayacağınız... AMA tüm bunların sebebi var: bir dişi!.. vurulmuş, damdan düşer gibi aşık olmuş anlaşılan. Nasıl da havalara girip, en güzel ötüşleriyle etrafında fır dönüyor! Kafasına koymuş besbelli; tavlayacak! Tüm silahlarını bilemiş: ötüşse, ötüş; cakaysa, caka. Elindeki tüm kozlarını dökmüş. Dişi bir serçe, bir erkek serçeden başka ne ister? FAKAT bu dişi, biraz dişli(!) anlaşılan. Erkeğin kendini parelemesi umurunda bile değil! Hiiiç, tınlamıyor bile. O, yiyecek bulmayla meşgul. Dönüp etrafında feryat-figan olan ‘pervaneye’ baktığı bile yok. DİŞİNİN bu meşguliyetini fırsat bilen erkek, arasıra hududu aşıp, yakın markaja geçiyor; sokulabildiği kadar yakınına sokuluyor dişinin. Dişi, oralı olmuyor gibi görünüyor ama, erkek biraz fazla sokulduğunda, hemen birkaç sekişle saldırıya geçiyor. Tam gagalayacakken, erkek ani bir manevrayla, gerisin geri kaçıyor. Kaçarken, toz da kondurmuyor erkekliğine; ne duruşundan, ne de ötüşünden taviz vermiyor. ZATEN, dişinin ciddi bir kovalaması yok. Bir, iki gaga gösterip, tekrar yiyecek aramaya dalıyor. Belli ki hoşuna gitmiş, beğenilmek. O da, onun nazı! ERKEK de, bu sinyali almış gibi. Ya da, kendinden emin. Pes edecek gibi değil. Dedim ya, görebildiğim kadarıyla, tavlamaya kararlı. Dişi, yiyecek telaşına düşünce, erkek yine yanaşıyor. Yine aynı duruş, yine en güzel ötüşler, yine hudut işgali ve yine dişi gösteriyor gagasını. Bu sahne birkaç defa tekrarlanıyor. Erkek cesaretini toplayıp, tekrar yanaşıyor ama dişi, “ı-ıhh” diyor. Yani, “ı-ıhh” demiyor tabii de, o anlamda gaga gösteriyor. FAZLA uzaklara gitmediklerinden, aynı parkta dolandıklarından, uzun süre izledim onları. Grup halinde dolanıyorlar ve hepsi yiyecek bulma telaşındayken, aşık erkek yemeden içmeden kesilmiş, parkı ötüşe boğuyor. Tek derdi, dişiyi tavlamak. AZMİN elinden hiçbirşey kurtulmaz. Görebildiğim kadarıyla, gagalardan yılmayan, mücadeleyi devam ettiren erkek, -bu girişime ne zaman başlamıştı bilmiyorum- bir süre sonra, hududu çiğnediği halde, tepki görmedi. Ve yiyecek bulmaya zaman ayırıyordu. Demek ki, zafere ulaşmıştı!
-
Beyaz Güvercin
İnci o gün , annesi ve annesinin bir arkadaşıyla yürüyüşe çıkmıştı. Kalabalık bir caddede yürüyorlardı. Birden İnci nedensiz bir kasılmayla irkildi. Gözlerini havaya dikti. Havada üç başlı, bembeyaz bir güvercin duruyordu. Öylece, kanatlarını kıpırdatmaksızın, bir heykel gibi, gözlerini İnci’ye dikmiş duruyordu. Mavi gözlerini. Güvercin, İnci’nin ona baktığını fark edince hafifçe alçaldı. Şimdi İnci’nin hizasındaydı. Şans eseri, annesiyle onun arkadaşı bir dükkanın vitrinine bakmak için durmuşlardı. İkisi de güvercini görmüşe benzemiyordu. Aslına bakılırsa, o caddede, güvercini gören tek insan kendisiydi. Güvercin, İnci’ye yaklaştı ve gagasındaki bir paketi İnci’ye verdi. İnci hemen paketi cebine attı. Havaya baktığında, orada bir güvercin olduğunu gösteren hiçbir iz yoktu. Eve geldiklerinde, İnci hemen odasına gitti. Paketi açtı. İçinden bir madalyon çıktı. Yuvarlak bir madalyondu. Üstüne gümüş tellerle bir kartal işlenmişti. Madalyon, altın bir zincire asılmıştı. İnci, madalyonu açtı. İçinden bir kağıt çıktı. Kağıtta: “üç dilek dile.” Yazıyordu. İnci şaşırmıştı. Bu, kesinlikle bir şaka olamazdı. Hiçbir güvercinin üç başı olamazdı ki! Hem bu güvercinin altı gözü de maviydi. Acaba, O bunu hak etmek için ne yapmıştı? Ne dileseydi acaba? Adeta kafası durmuştu. O, memnundu hayatından. Elindekilerle mutlu olmasını öğrenmişti. Kararını vermişti. Hiçbir şey dilemeyecekti. Ama, madalyonu her zaman boynunda taşıyacaktı. Üzerindeki kartalı çok beyenmişti çünkü.
-
martı_name
etmem miiiiiiiiiiiiii 4 seneden beri bana katlanıyosun birce ablam benim yaaa
-
Bush'un belalısı Chavez: VAR OLAN EN BÜYÜK TEHDİT ABD İMPARATORLUĞU
sıksın hemde daha az bile yapıyor
-
Makyajın Gücü
buşta bi işe yaramamış
-
kesmece bunlar!
insan yemeye kıyamaz bunları hele ben kıyamazsan kimse kıyamaz
-
BİRİ BANA ANLATSIN
Beyazıt Öztürk’ün Kadir Çöpdemir ile birlikte sunduğu sohbet programı “Biri Bana Anlatsın” bu akşam dokuzuncu bölümüyle ekrana gelecek. Beyaz bu hafta “Şöhretin Bedeli Ağır mıdır?” diye soruyor... Programın canlı yayın konukları sanatçı Gülben Ergen, Seyyal Taner, Milliyet Gazetesi’nden Ali Eyüboğlu, Prof. Dr. Bengi Semerci ve bir dönem Türk sinemasında ‘Yumurcak’ karakteriyle izlediğimiz İlker İnanoğlu... Şöhretin bir bedeli var mıdır?...” “Yoksa bu bedel, şöhretin büyüsüne kendisini kaptıranlar için midir?...” Gerçekten de bir gün herkes 15 dakikalığına şöhret olacak mı? Şöhret bir hastalık mıdır, maalesef en ufak bir tedavisi bile olmayan? Yoksa şöhreti korumak, sahip olmaktan daha mı zordur?... Kimileri bir varmış bir yokmuş şeklinde şöhrete şöyle bir dokunabilmişken, kimileri kalıcı oldu; kimileri daha doğuştan şöhret olurken, kimileri ne yaptıysa istediği gibi şöhret olamadı; kimileri ise şöhret olmayı hiç istemedi! Tek tek şöhret olarak vakit kaybedeceğimize hep birlikte toptan şöhret olalım diyenler.Bedeli ağır bile olsa şöhret olmayı göze almak lazım diyenler, “Posterlerim duvarlara asılmalı, gören benden imza almalı” diyenler, ve “Bir zamanlar ne kadar ünlüydüm, niye şimdi kapım hiç çalınmıyor?.” diye soranlar, şöhret konusunu; artısıyla eksisiyle alıyor, enine boyuna üçgen masaya yatırıyorlar... Biri Bana Anlatsın’da bu hafta; “Şöhret hastalığının tedavisi Amerika’da olduğu için sık sık Amerika’ya gidiyorum!” diyenler, “Beni kaç kişi tanırsa, mutluluğum o kadar çok artıyor” diyenler, “Ben şöhretten kaçtıkça o beni kovalıyor!” diyenler hem tartışıp, hem soruları cevaplayıp hem de gülüp eğlenecekler!... Bu ciddiyetli eğlenceyi kaçırmayın!...
-
Bush'un belalısı Chavez: VAR OLAN EN BÜYÜK TEHDİT ABD İMPARATORLUĞU
Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, Moskova'da Putin ile bir araya geldi. "RUSYA'NIN SİLAH SATMASI, BİZİ ABLUKADAN KURTARDI'' Chavez'in yarın da İran'a gidip Ahmedinejad'la görüşecek olması ABD'yi daha da kızdıracak. (27 Temmuz 2006 Perşembe) Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, Rusya'nın, ülkesine silah satarak onları ablukadan kurtardığını söyledi. Temaslarda bulunmak için önceki gün Rusya'ya gelen Chavez, bugün Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile bir araya geldi. Chavez, görüşmenin başında yaptığı açıklamada, Rusya'dan satın almak istedikleri SU-30 tipi savaş uçaklarının kendileri için önemli olduğunu belirterek, kendilerinde bulunan Amerikan yapımı F-16'ların eski olduğunu ve yedek parça alamadıklarını söyledi. Putin'e kendilerini ABD ablukasından kurtardığı için teşekkür eden Chavez, ''Neredeyse tamamen silahsızlanmış durumdaydık. Yakın bir zamanda Venezüella'ya silah ambargosu ilan eden ABD, Rusya ile silah satışı görüşmemize sert şekilde karşı çıktı, ancak Rusya bu eleştirilere sırtını döndü'' dedi. Putin de yaptığı açıklamada, Venezüella'nın BM Güvenlik Konseyi üyeliği adaylığını memnuniyetle karşıladıklarını belirterek, ''Rusya, Venezüella'nın BM Güvenlik Konseyi'nde daimi olmayan üyelik başvurusu niyetini memnuniyetle karşılıyor'' diye konuştu. -''VAR OLAN EN BÜYÜK TEHDİT ABD İMPARATORLUĞU''- Rus İnterfaks ajansı, Chavez'in bu sabah Güney Amerika'nın bağımsızlığı için savaşan Simon Bolivar'a ithaf edilen bir büstün açılışında yaptığı konuşmada da, ''200 yıl sonra, ABD bütün dünyayı şu anda Irak'ta, Ortadoğu'da, Doğu ve Latin Amerika'da olduğu gibi yoksullukla doldurmaya göre şekillenmiş. Bugün dünyada var olan en büyük tehdit ABD imparatorluğudur'' dediğini duyurdu. Chavez'in Rusya ziyareti sırasında bir milyar dolardan fazla bir maliyeti olacak Su-30 tipi savaş uçağı ve helikopter alım anlaşması imzalaması bekleniyor. Rusya Savunma Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sergey İvanov geçen hafta yaptığı açıklamada, iki ülke arasında imzalanacak anlaşmanın bir milyar dolardan fazla olacağını belirterek, ABD'nin bu konudaki eleştirilerinin anlaşmayı etkilemeyeceği mesajını vermişti. Venezüella Rusya ile daha önce 100 bin Kalaşnikov marka silah satışı konusunda anlaşmaya varmıştı.
-
Suudi Kralı, 17 uçakla geliyor
Türkiye tarihinde ilk kez bir Suudi Kralı ağırlayacak. Kral Abdullah'la birlikte gelecek heyet için Ankara'da 3 büyük otelde 300 odalık rezervasyon yaptırıldı.. (28 Temmuz 2006 Cuma) Suudi Kralı Bin Abdülaziz, 8-9 Ağustos'ta Türkiye'yi ziyaret ediyor. 17 uçakla gelen krala işadamları da eşlik edecek. Türkiye, tarihinde ilk kez bir Suudi Arabistan Kralı'nı ağırlamaya hazırlanıyor. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in konuğu olarak 8-9 Ağustos günlerinde Türkiye'yi ziyaret edecek olan Kral Abdullah bin Abdülaziz el-Suud, gezilerine genellikle heyetine katılanları taşıyan 17 uçakla çıkıyor. Dev Suudi heyetini ağırlayabilmek için Dışişleri Bakanlığı alarma geçti. Ankara'da Hilton, Sheraton ve Swissotel'de toplam 300 oda rezervasyonu yapıldı. Gelecek konukların sayısı bilinmediğinden 3 otel de kral dairesi ve süitlerini rezerve durumda bekletiyor. Otel yetkilileri, heyetle ilgili olarak "Kral, veliaht prens, bakanlar ve işadamlarından oluşan o kadar büyük bir grup. Biz de ne yapacağımızı bilmiyoruz. Rezervasyonlar henüz kesinleşmedi, heyete ne kadar oda ayrılacağını, ne tür hizmetler istendiğini hâlâ görüşüyoruz. Dışişleri Bakanlığı sürekli olarak yazışmaları yürütüyor" açıklamasını yaptı. Çankaya Köşkü'nde de devlet başkanlarının ağırlandığı Camlı Köşk hazırlanırken, Dışişleri Bakanlığı, "ağır konuklar" için makam aracı bulabilmek için yoğun çaba harcıyor. Heyetin 600-700 kişiden az olmaması bekleniyor. 1974'te İstanbul'daki uluslararası bir konferansa katılan Suudi Kralı'nın dışında Türkiye'ye resmi ziyarette bulunan hiçbir Suudi Kralı olmamış. Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz el-Suud, geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden ağabeyi Kral Fahd'ın cenaze törenine en üst düzeyde katılan ve her türlü yakınlığı gösteren Türkiye'nin bu tavrına jest olarak ziyaret kararı aldı. Kral Fahd'ın cenaze törenine Türkiye'yi temsilen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül katılmış, Başbakan Tayyip Erdoğan da daha sonra Kral Abdullah'a "taziye" ve "hayırlı olsun" dileklerinde bulunmak üzere Cidde'ye gitmişti. Cumhurbaşkanı Sezer de bir başsağlığı telgrafı göndererek, "Kral Fahd'ın vefatıyla Suudi Arabistan'ın ülkesine büyük hizmetler sunmuş bir devlet adamını yitirdiğini" ifade etmişti. TURİZMİ CANLANDIRACAK Türkiye, Suudi Kralı Abdullah'ın gezisine büyük önem veriyor. Kral'ın beraberinde bakanlar ve işadamlarıyla gelmesi, Türkiye'ye yapılacak yeni yatırımların işareti olarak algılanıyor ve iki günlük de olsa kalabalık heyetin gelişiyle, "turistik alışveriş" açısından canlılık getireceği belirtiliyor. Ankara'da iki gün geçirecek olan Suudi Kral'ın, temaslarının ardından İstanbul'a da gidebileceği belirtiliyor. Kral'ın İstanbul'da "Sevda Tepesi" olarak bilinen bir arazisi bulunuyor. Suudi işadamları Türkiye'de özellikle enerji dağıtım ihaleleri ve GAP bölgesi ile ilgileniyor. Kral Abdullah'ın Cumhurbaşkanı Sezer arasındaki görüşmede ve diğer temaslarında, Ortadoğu'da yaşanan son gelişmelerin ele alınması da bekleniyor. SABAH
-
TÜRK Komutan İsrail’e meydan okudu: Emirleri sadece Türkiye’den alırız
TÜRK Komutan İsrail’e meydan okudu: Emirleri sadece Türkiye’den alırız Beyrut’taki bin 200 Türk için yola çıkan savaş gemimizin de İsrail botları tarafından taciz edildiği ortaya çıktı. Komutanın ‘Biz savaş gemisiyiz, emirleri sadece Türkiye’den alırız’ sözleri İsrail’e geri adım attırdı TÜRK vatandaşlarını kurtarmak için gittiği Lübnan açıklarında İsrail botlarının tacizine uğrayan Akçakoca Feribotu’nun başmühendisi çarpıcı iddialarda bulundu. 7 saat açıkta bekletilerek İsrail savaş gemileri tarafından nasıl taciz edildiklerini anlatan Kocaeli Belediyesi Deniz Ulaşım Müdürü Semih Soylu, bu tacizlere 1200 Türk’ü kurtaran Türk savaş gemisi komutanının verdiği cevabı büyük gururla anlatıyor: KÜSTAH UYARI ‘AKÇAKOCA Feribotu ile 24 Temmuz’da sivilleri kurtarmak için Beyrut’a gittik. Beyrut’a girmek istiyorsanız 55 mil önce İsrail’in kontrol noktasına uğramak zorundasınız. Dönüşte de aynı uygulama geçerli. Dönüşte bizim önümüzde Deniz Kuvvetleri’nin İskenderun adlı savaş gemisi vardı. 1200 Türk’ü taşıyan gemi rotasını ayarladı. İsrail kontrol noktasındaki kişi İngilizce ‘Kontrol noktasına gelmeden dönüş yapmayın’ dedi. ÇOK GURURLANDIK ‘TELSİZ konuşmalarını dinleyebiliyorduk. Türk savaş gemisinin komutanının bu anonsa cevabı hepimizi gururlandırdı. O da İngilizce olarak aynen şunları söyledi: ‘Burası uluslararası sulardır. Uluslararası kurallar geçerlidir. Biz savaş gemisiyiz. Emirleri ancak Türkiye Cumhuriyeti’nden alırız.’ BU olaydan sonra ‘İskenderun’ gemisi rotasını bozmadan devam etti. Komutan müthiş bir cevap vermişti. Bizim gemide ise 12 mürettebat bulunuyordu. Pür dikkat konuşmayı dinliyorduk. Çok duygulandık. Konuşma sonrası karanlıkta yaklaşan İsrail savaş gemisi projektjörünü bize yöneltti. ‘Anonslara cevap verin’ dedi. Türk savaş gemisinin sözlerinden sonra sinirlenen İsrail hücum botları bu kez taciz atışlarına başladı.’ TACİZLER BAŞLADI ‘45 dakika boyunca çok detaylı bir şekilde sorular sordular. Pasaport numaramızdan, kimlik numaramıza kadar herşeyi sordular. Hatta gemimize Hizbullah ve Hamas’tan birilerinin binip binmediğini de sordular. Tacizler 23.30’da başladı 06.15’te biz hala açık denizdeydik. Bu arada Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın temasları sonrası İsrailli komutan ikaz edildi.’ DAVRANIŞI DEĞİŞTİ ‘TÜRKİYE’NİN yaptığı ikazların ardından İsrailli komutanın gece 02:35 itibariyle tavırları değişti. Ancak yine de sabaha kadar bırakmadılar. Gemi personeli olarak olaydan sonra hep beraber oturduk ve bizi kimsenin yıldıramayacağını ve ülkemizi dışarıda temsil ederek ne kadar farklı olduğumuzu anlattık.’
-
kuşadasında uygun pansiyonn
şansını davutlar tarafında dene...merkeze uzak araban varsa sorun olmaz ama denizin en güzelini orda bulursun...milli parkın tadını çıkar derim...davutlar ve güzelçamlı kuşadasının merkezi insanı hemen sıkıyor.çok param var diyorsan bişi olmaz gerçi aynı günlüğü 50 YTLden ev bile kiralayabilirsin aslında.tanıdığınız varsa ayarlayabilir...
-
Carmen ve İrlandalı kızın sohbeti
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.