Zıplanacak içerik

marti_name

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

marti_name tarafından postalanan herşey

  1. marti_name şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Fotoğraf ve Fotoğraf Sanatı
  2. bir kivilcim duser once buyur yavas yavas bir bakarsin volkan olmus yanmissin arkadas dolduramaz boslugunu ne ana ne kardas bu en guzel bu en sicak duygudur arkadas ortak olmak her sevince her derde kedere ve yurumek bir omur boyu beraberce elele olmasin hic o ta icten gulen gozlerde yas bir gun gelip ayrilsak bile seninle arkadas -evet arkadaş.. kim olduğumu ne olduğumu.. nerden gelip nereye gittiğimi sen öğrettin bana.. elimden tutup karanlıktan aydınlığa sen çıkardın.. bana yürümeyi öğrettin.. elele ve daima ileriye.. birgün.. birgün birbirimizden ayrı düşsek bile biliyorum hiçbir zaman ayrı değil yollarımız.. ve aynı yolda yürüdükçe gün gelir yine ellerimiz dostça birleşir.. ayrılsak bile kopamayız.. ortak olmak her sevince her derde kedere ve yürümek ömür boyu beraberce elele olmayacak o taa içten gülen gözlerde yaş birgün gelip ayrılsak bile seninle arkadaş
  3. SAKLAMBAÇ Hayatı elinde sıkıca tutan, sıka sıka avuçlarını kanatan biriydi. Her iki tarfı ağaçlarla kaplı yolları arkadaş edindi. Yürüdüğü zamanlar arada bir arka cebine uzanırdı eli. Çekip çıkarırıdı cüzdanını, kimliklerini, henüz kapısı çalınmamış adreslerin yazılı olduğu kağıtlarını, telefon numaralarını, fotoğraflarını, az ama öz parasını karıştırırdı. Sıkıldığında, cüzdanını yine arka cebine koyar, yavaşlayan adımlarını hızlandırırdı. Çılgın bir çizgi film kahramanının resmi vardı cüzdanında; onu eline her alışında çocuklaşırdı. Hayatı hiç ama hiç kendine bırakmadı. Tokatladı, tekmeledi, iki üç şekerli çay sohbetlerinin dibi de eritti. Kendini anlatmasını, anlattırmasını sohbet aralarına adını karıştırmayı öğrendi. Karşısındakinin yüzünü sahte tebessümleriyle çizdi; yabancı yüzlerde sevecen anlar, anılar bıraktı, sevindi... Hayatı mavi tuğlalarla ördüğü duvarla çevirdi, duvarın üstüne bulutlar ve martı resimleri çizdi. Bulutlarla oyun hamuruyla oynayan çocuklar gibi oynadı, martılara ekmek attı gerçek tebessümler edindi. Hayatı satıraralarında, tamamlanmamış cümlelerinde, yarım kalmış öykülerinde gizledi. Parçlı bulutlu düşledi, üç noktalı düşler edindi. Küçük harflerle yüksek sesle düşündü. Ön kapısından girdi, arka kapısından çıktı hayatın. Zamanın dışında kaldı, siyah beyaz oldu her şeyi. Hayatı içini sıktı. Sigara içmeleri, gökyüzünü seyretmeleri cebindeki bozuk paraları denize fırlatıp, etrafa deniz sıçratmaları, yorulana dek gezmeleri oldu. Kaldırım çizgilerine kırıldı. Kaldırımsız ve çamurlu caddeleri sevdi. Yalnızlığını çamura buladı, yağmuru sevdi. Yıldırımları kül rengi bulutları içine çekti, ağladı.Yorulana dek ağladı, yorgunluğuna sarılıp uyudu. Bir gece, elinde içtiği üç şekerli çayı, dudağıda sigarası balkona çıktı. Gökyüzündeki bulutlara takıldı gözleri ve bir bulutun ardından Ay fısıldadı: - SAKLAMBAÇ OYNAR MISIN BENİMLE? - OLUR dedi ve gözlerini kapadı. Yüzünü bulutlardan birine yasladı ve ardından kendini boşluğa bırakıp saymaya başladı; - BİİİR, - İ,,, Tuncer CEM
  4. Kumsaldaki ayak izlerinde hece hece, çizgi çizgi keder okunurdu. Martılar kayalıklara inip kalkardı. Dalgalar insanoğlunun gözyaşlarına tanıktı asırlar boyu. ...Ve ansızın biraz hüzzam sevdaların kederiyle, biraz hasretle suyun üstünde küçük beyaz taşlar sektirirdi sahildeki kemancı. Dolaşırdı kıyıda. Deniz kabukları toplar, bu kabukları özenle sakladığı küçük çakıl taşlarının bulunduğu çantaya koyardı. Taşlarını tek tek alır eline, usulca okşar ve yine o matemli kemanına sarılırdı. Her akşam aynı saatlerde gelirdi kemancı sahildeki parka... Ve her akşam bir önceki güne inat çok daha kasvetli olurdu gözlerindeki keder. Kemancı her akşam yorgun sırtında o taşları taşır. Kemancı her akşam sessizce anılara gülümser... Ve kimse bilmez kemancının kederini. Kimse görmemiştir, duymamıştır bugüne dek tek kelime söylediğini... İşte, sevgili okuyucum, hikayemiz bu kemancıyla başladı. Sahildeki parkta onunla dost olabilen tek insan beş-altı yaşlarındaki küçücük bir kız çocuğuydu. Bir gün kemancı, küçük kızı sahilde ağlarken buldu. Yufka yüreği dayanamadı, ilk kez biriyle konuştu. Fakat ne yapsa kızın gözyaşlarını bir türlü durduramadı... her akşamki gibi taşları sektirmeye başladı suyun üstünde. Derken küçük kız kemancıya yaklaştı ve böylece taşlar, kemancı ve küçük kız her akşam buluştular o parkta. Küçük kızın en çok merak ettiği şey yaşlı adamın sırtındaki çantada taşıdığı taşlardı elbette. Adamcağız o taşları ne diye kendine yük ederdi ki... Pul ya da peçete koleksiyonu yapmak dururken, kemancı neden taşları toplardı? Kemancı Amca, dedi küçük kız. - 'Sen bu taşları neden böyle çok seviyo'sun?' - 'Ben küçükken, dedi adam, senin yaşlarındayken okula taşlı bir patikadan geçerek giderdim. Her sabah o yoldan geçer ve okul çıkışlarında o yola dökerdim çocukluğumun gözyaşlarını. Benim ağlayışlarımı kimseler bilmezdi o patikadan başka. Pek fazla arkadaşım olmadığı için taşlarla oynardım. Hüzünlerimi, sevinçlerimi taşlara anlatırdım.Taşlar sözümü hiç bölmeden dinlerdi beni, taşlar sırrımı saklardı. İşte o günlerde başladı taşlara ilgim. Yoldan geçerken farklı renklerde ve şekillerde taşlara rastladım. Kim bilir daha kaç kişinin öyküsünü dinlediler benim oyun arkadaşlarım... Nice insan geldi geçti o patikadan... Taşlar hep oradaydılar ve hep sessizce tarihe tanıklık ettiler. Bir kemancı kemanını dost bilir, hiç ayırmaz yanından. Benim ilk dostum taşlar, ikincisi kemandır. Taşlarımı da kemanım gibi daima yanımda taşırım. Bilir misin, hiçbir taş bir diğerine benzemez küçüğüm. Her taşın kendi yüzü, kendi görünümü vardır. Her taş aslında kendi başına sır dolu bir yalnızlıktır. Ben farklı taşlar buldukça onlardan bu sırları dinlerim. Toprağın üstünde durup da gözyüzünü seyre dalarken işittiklerini anlatırlar bana... Ve ben taşları işte bu yüzden severim.' - 'Fakat, dedi küçük kız, taşlar nasıl oluyor da konuşuyorlar seninle. Ben taşların konuştuğunu hiç duymadım.' - 'Dinlemesini bilirsen, küçüğüm, tabiattaki her şey sana bir şeyler anlatır. Dinlemesini bilirsen ancak....' ............ Bana sahildeki kemancıdan o taşlar ve taşların öyküleri kaldı. Taşları sevdikçe ben, o dingin sessizlikte dinlemeyi öğrendim ve o gizemli taşlar gibi dostlarımın sırlarını saklamayı.. O sırları kendimle birlikte mezara götürmeyi... Elime aldığım taşa baktıkça, ilkokul yıllarındaki arkadaşlıklarımı, benim için bu taşlar gibi benzersiz olan dostlarımı anımsadım hep. Suyun üstünde taşlar sektirirken kemancının bana, yani tek dostu olan o küçük kıza anlattığı masalları dinledim yeniden ve yeniden. Nerede bir taş görsem taşın öyküsünü öğrendim, yüzünün ayrıntılarını ezberledim ve o yeni taşları da eski bir dost bildim. Kemancıdan geriye işte bu kaldı. Kemancı ölmedi, o taşlar gibi hep hoş bir anıyla yaşadı. Koleksiyonu benden sonra başka çocuklara emanet edilmek üzere bende kaldı. Taşlar benim için cinayetlerin gizli ipuçları, mutlulukların gizli yansımalarıydı. Hayatın kimselerce bilinmez sırları, tarihin tanıklarıydı... Sıradanlığın içindeki başkalıktı...Ve kemancının hatırasıydı. Taşlar benim için başka çocuklara verilecek en güzel armağandı. Ya sizin için? Sahi siz hiçbir taşı dinlediniz mi? Hiç, bir taş gibi dostlarınızın sırlarını sonsuza dek saklamayı başarabildiniz mi? Siz taşları sevdiniz mi? Ebru Erdinç
  5. Hep, yorumlar üzerine yapıcı çalışmalar. Tekrar üzerine tekrar. Yok olmaya yüz tutmuş bir çiçeği, dik dursun diye boynunu iple bağlamak. İşte bunların hepsi, unutulmuş, alışkın sevgiler. Oysa çoktan ölmüş, beni gömün diye haykıran bedenlerin sevgileri. Yaşamak için hiç bir çocuksu yüzü kalmamış, tüketilmiş sevgiler bahsettiğim. İki kişiden çıkıp, birçok kişiye yansımış, yansımaması gereken kayıp sevgiler. Uzun zamanlar ve düşüncelerden sonra yaratılmış, içinden gelen seni seviyorumları yok eden, unutulmuş sevgiler... Etrafınıza bakın, ne görüyorsunuz? Yorgun insanlar, daraltıcı sokaklar, gülmeyi bilmeyen çocuklar, anlamsız bir is, stres ve gerilim. Kim yaptı bunları diye düşünmeyin. Hepsi bizim unutulmuş sevgimizde gizli, yok olmuş sevgimizde. Neden artık sevgililer eskisi gibi değil, neden yorgunluğun tadı dinlenmekte değil, neden sevgi bizim içimizde değil. Bazen bakıyorum etrafıma, o yorgun, sebepsiz kin besleyen suratlara. Soruyorum içimden ; siz sevdiklerinizle, dostlarınızlada mı böylesiniz diye. Yalancı ruhlar olmuşuz istemeden, sevgimize bir türlü sahip çıkmayı becerememişiz. İki kuruş sevgi için, kendimizden çıkmamıza, apayrı insanlar olmamıza hayretle bakıyorum. Arkadaşlık, aile, doğru, yanlış adına yaptığımız her şeyde, karşımızdakinin sevgimizi elimizden alma çabasına şaşırıyorum. Bu düşünceler, sadece etrafıma baktığımda, dar sokakların bana söylediği basık cümleler oluyor. Sonra, sert bir omuz yürürken bana çarpıyor ve dünyaya geri geliyorum. Etrafıma bakmadan, boynumu eğip yürüyorum. Bir pardon, özür dilerim bekliyorum belki de o sert omuzlardan. Sonra ne oluyor. Hiçbir şey. Sadece motorlu araçların çıkarttığı seslerin arasından, bir iki kuş sesi duyuyor kulaklarım. Veya duymaya çalışıyor... Ben, aşkı, aileyi, dostluğu, arkadaşlığı doğuran hep sevgidir diye biliyordum. İnsanlar o kadar aç mı ki, başkalarının sevgisine ortak oluyor veya onu yok etmeye çalışıyor. Bunun farkında olmadıklarına inanmıyorum, inanamıyorum. Yorgun sokaklardan çıkmadan, dar bir bara giriyorum. İnsanlar bilmedikleri bir müziğin ritmine kendilerini kaptırmış ve elinde içkileri, boş boş etrafa bakıyorlar. Eminim ki evlerinde olmadıkları kadar, rahatsızdırlar şu an. Bir iki tanıdık görüyorum, yanlarına gidiyorum. Bir dost edasıyla karşılanıp, ilgi görüyorum bir anda. Çok değil, beş dakika geçmeden, yan sandalyede duran o çantadan farkım kalmıyor, unutulan oluyorum. Bir süre sonra, o bir çift sert omuzu aynı masada görüyorum. Gülüyor, eğleniyor, etrafındaki güzel kızlara bakıyor. Hatta bir ara benimle bile, bir arkadaş, bir dost edasıyla konuşmaya çalışıyor. Anlam veremiyorum olanlara. Sokaktaki adamla, aynı kişinin bu olacağına inanamıyorum. Bir insan bu kadar mı farklı olabilir diye düşünmekten de kendimi alıkoyamıyorum. Ama gözlerimi açıp ta her şeyi gördükten sonra, çoğumuzun, bırakın sevgimizi, kendimize bile sahip çıkamadığını anlıyorum. Yenilmiş ve yorgun bir şekilde, barı terk ediyorum... Eve dönerken, kaç tane ben var diye düşünüyorum. Onlarca mı, yüzlerce mi. Hayır diyorum kendi kendime, belki herkes gibi ben de isyan ediyorum. Kaç tane beni yaşıyorum, kaç tanesini unuttum acaba, kaç tanesi öldü. Yoksa hep bir miydim. Bir anda, sanki tüm sevgi çiçekleri, bir telefonla içimde beliriveriyor. Değer verdiğim bir insan benimle mutlu oluyor, ben de onunla. Sonra anlıyorum ki, asıl tutunulması gereken, o unuttuğumuz sevgiler. Aslında hep içimizde olan, mızıkçı bir çocuk gibi bizimle saklambaç oynayan sevgiler. Yok olduğunda bizi binlerce yalancı parçaya bölen, bulunduğunda ise bizi bir yapan unutulmuş sevgiler. Anlıyorum ki artık unutulanları, hatırlamanın, yaşamanın, içinde bir olarak hissetmenin vakti geldi de geçiyor. Farkındalık... Mahzenlere kapatılmış, birbirine hasret vücutları, ayırmayı bir görev gibi benimseyen zindan görevlileri ; diğer insanlar. Size soruyorum, neden? Neden bizimlesiniz, neden bizden kopamıyorsunuz. Oysa ki biz, sizden çok ama çok uzağız. Bunu göremiyor musunuz? Bu kadar zor mu bunu hissetmek. Geçin aynanın karşısına, kendinizi tanıyın, kendinizle uğraşın, bizimle değil. Bırakın bizi. Farkında değilsinizdir belki, öldürüyorsunuz bizi, bizim mahzun ve ışıldamaya çalışan sevgimizi. O unutulmuş değil, yok olmaya yüz tutmuş da değil. Sadece size verecek gücü, kendisinde hissedemiyor, kendisini paylaşmak, yok etmek istemiyor sizinle. Artık siz de bırakın başkalarının sevgisini, kendi sevginizi, aşkınızı yaşayın içinizde. Etkileyin kendinizi sevginizle, bir olun her insanla, her varlıkla, her değerle. Artık, sahip çıkma vaktidir ; unutulmuş kendimize ve o unutulmuş sevgimize... Nazmi ÜNAR
  6. Burası gecelerin sıcak gündüzleri nemli geçen bir diyar. Karanlık pek kısadır. Şeker pancarı, mısır, ve çilek ve biber kendine özgü bir şekilde yetiştirilir, kendine özgü hayvanlarla, atlarla, ineklerle. Suyu bol yeşili gürdür. Mahsul her yaz iki sene yetecek kadardır. İnsanlar bu yüzden farklı uğraşlar edinmişlerdir kendilerine. Şehirde hayat bambaşka. Yabancılar neredeyse yerliler kadar kalabalık. Ben de onlardan biriyim. Hem onlardanım, hem de değilim. Giriverdim mi içlerine yerlilerden bir farkım yok gibi. Ama onları gözlemleyebilen ya da onların dışlarında ama içlerine çok yakın olan ben. Kendim bile bazen hangi taraftan olduğumu kestiremiyorum. Buna rağmen gözlem gücümden pek bir şey kaybetmiş değilim. Tarafsız ve tanıma arzusuyla baktığım zaman onların şehirli bile olsalar nice güzel yanlarını görebiliyorum. Kendi içinde hiçbir anlama gelmeyen şu uğultu mesela, insanların hiçbiri buna kulak kesilmiyor. Ben ise bu sesleri bir müzik gibi dinleyerek ve reklam panolarını seyrederek gidiyorum nereye olursa. Yağmur yağarsa şemsiyemi bağlıyorum evde bir yerlere ve öylece giriyorum sokaklara, dışarıya, seyrediyorum ve bu da bana güven veriyor, sağa sola hızlı-hızlı giden kadınlar renkli şemsiyelerin altlarında zaten boyalı yüzleri güneş vurdukça kırmızı, sarı, turuncu, yeşil, mor oluyor. Ama bunu sadece ben fark ediyorum. Özellikle yağmur yağarken, sadece bu ana mahsus duygular kaplıyor her defasında içimi. Sanki, diyorum yalnızım bu koskoca şehirde. Islak kaldırımlarda öyle bir yürüyüşüm var ki... Beni çok uzaktan bile ayırt edebilirler. Niçin bir an bile durmuyor bunca insan bir kişi bir saniye olsun duraksamıyor? Bu uğultu sesi sanki yerin dibinden geliyor gibi ve yağmur damlaları iri ama sert değil gibi. Her gördüğüm insanı durdurup birkaç kelime dahi olsa konuşmak istiyorum. Ya da birinin biryerlerde beklemesi gerekse de onunla laflasam, ya da biri tramvayda yaşlılardan birine yer vermese de ihtiyarlar dertleşirlerken ben de muhabbete katılıp gitsem, hatta hiç olmazsa birisi saati sorsa da konuşsam şu akıcı,işçi ve gürültülü kalabalıkla. Her karşıdan gelenin yüzüne doğru bakıyorum, o ise ya yere ya tam ileri ya da biraz havaya doğru bakıyor. Hani diyorum içimden, gözünün ucuyla bana doğru baksa da gözümle muhabbete dalsa o kısacık anda. Bugün çok dolaştım, hep yürüdüm, yağmur da hiç dinmedi. Bu böyle olmayacak. Bugün tanımadığım hiçkimseyle konuşmadım. Hatta dondurmacı kızın gülümsemesini saymazsan kimseyle muhatap olmadım. Metrodaki kapılar kapanırken “lütfen dikkatli olun” ikazının muhatabı bile olmadım. Yağmurdan bir damla bile kaçırmadım. 2. Gözümden bir damla yaş bile akmadan bu olanları izleyemezdim. Koca bir yalan için bütün ömrümü göz göre-göre geçiremezdim. Burada hiçkimse akşam mesaisinden evine geç gelen bir babayı yemek hazır beklemiyordu. Erken kalkan çocuklar hiçbir bayram telaşı taşıyıp yeni ayakkabılarını giymiyordu. Evet, kimse banka soymuyordu ama hiç kimse de cahil ya da hız meraklısı da değildi, asker kaçağı bile yok burada. Belki de bunlar sorun değildi, hepsi benim birer uydurmamdı. Ama yine de geldiğimden beri sokakta bir kavga bile görmemek benim doğduğum topraklardan çok uzakta olduğumu bilmeme yeterdi. Yeter ki insanlar yüzüme gülmeye görsünler, bu benim, onların samimi olduklarına inanmama yetiyordu. Peki o zaman neden bütün otobüsler tam zamanında geliyor? Bunu hiç bilemezdim. Belki bu da bir göz yanılmasıydı. Hiçkimse karısına aklında küçük bir şüphe olmadan “sen benimsin” diyemiyordu. Bunu şehrin her yerinde rahatça görmek mümkündü… Ama şu da pek mümkündü ki, hiç kimse, onlar bile kendileri hakkında benim onları düşündüğüm kadar düşünmüyordu. Yağmur altında gezmeyi belki de bu yüzden severdim. Ne kadar yakışıklı olursanız olun, dondurmacı kız sizi beğensin, size gülücükler atsın isterse bu ondan hiçbir zaman ödünç dondurma alabileceğinizi göstermezdi ve göstermeyecekti. Bu bazen bana normal gibi gelirdi. O zaman hep şöyle düşünmüşümdür; ya o iyi bir satıcı ya da o büyük yalan; içi irinle dolu koca bir yara gibi duran o yalan, bana da bulaştı. Yağmur yağarkenki ağlayışlarımı her zaman özlemişimdir, bunu artık yapmadığım için değil her defasında değişik bir haz aldığım için özlüyorum. Çünkü yağmur yağarken insanlar sizin ağladığınızı fark etmez, eğer sesli ağlıyorsanız, bu da sorun değil. Milyonlarca yağmur tanesi gibi sizin göz yaşlarınız da birer tanedirler ve ağlamanız bu damlaların yerde parçalanış sesleriyle duyulmaz. Sizi yaşlı bir devrimci merdivenlerden inerken yüzünüzü net bir açıyla görmedikçe hiçbir kimse bunu inanın fark edemez. Acaba, ben de hiçkimseye kim olduğumu söylemeyecek miyim? İçinde bulunduğum günler böyle geçmek zorunda mı? Ben hâlâ birinin beyaz atlı prensi olabilirim. Aklı sıra bana gücünü gösterecek olan bu amansız rüzgar bile engelleyemez bu ağlayışımı(diz üstü çöküşlerimi, yatarken birşeyler mırıldanışlarımı). Ben aşkları severim, aşık olmayı da. Siz hiç aşık olunmuş birisinin olunmamışla arasındaki farkları görebildiniz mi? Ben uzaktan bile seçebiliyorum. Gözleri bir başka parlar, kalbi bir başka çarpar artık. Eskisi gibi kurnaz olamaz belki ama verdiği kararlarda hep sabittir. İleri görüşlüdür aşık. İstediğini seçmemiş olabilir, ama seçtiğini doyasıya isteyeceği gün gibi açıktır. Benim de aşklarım oldu. Ben de gözü karaydım birzamanlar. Gurbette aşk! Uluslararası bir antlaşma gibi. Sahil boyu uzanan ağaçlara kafa tutmak gibi, uzakta olduğunu zannettiğin şeylerin çok yakınında olması gibi. Sıcak havalarda bile nefesinin buhar olabilmesi gibi bir şeydir. Blues dinlerken savaş yapmak gibidir aşk. Bir çobanı bile şair yapandır. Aşık eğer ayrı düşmüş bir aşık ise soru sorulmaz/sorulamaz ona. Nedenini niçinini kendi de bilmemelidir. Unutmam, bir eylül sonuydu ve ben onu uzun zamandır görememişken artık iyice kendini hissettiren bir susuzlukla kalmıştım. Her şey eskisi gibi zannederken yanılma payım hiç hesapta yok gibiydi. Vatandan yeni dönmüştüm. Bir hasreti bastırmanın rahatlığını üzerimde hissedemezdim, çünkü, ben hasret duymaya alışmış olmalıydım. Gurbetteyken vatanı, vatandayken aşkımı... Bir yandan dertlendiğimde “yar ille de yar” diğerinden sıkıldığımda “vatan ille de vatan” klasikleşmişti. Kim bilebilirdi ben yokken her şeyin değişeceğini ve yarin benden sıkıldığını? Aklım başımda olsaydı artık her şeyin bittiğini fark edebilirdim, ama öyle olmadı. Kendimi bir insanlık abidesi gibi hissetmek çok ama çok boştu. Vazgeçmenin bu kadar zor olduğu başka bir zaman, başka bir durum hatırlamıyorum. Artık uzun yıllar sonra, o zamanlar söyleyemediğim içimde biryerlerde yapışıp kalan ve bana bunca acıyı çektirdiği halde bir türlü söyleyemediğim her şeyi söyleyebilirim. Artık her şeyin bittiğinin farkındayım çünkü. Çünkü her şeyin bir gün bitebileceğini daha yeni-yeni anlar gibi oluyorum. Harun BALKAN
  7. marti_name şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Fotoğraf ve Fotoğraf Sanatı
  8. marti_name şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Fotoğraf ve Fotoğraf Sanatı
  9. marti_name şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Fotoğraf ve Fotoğraf Sanatı
  10. marti_name şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Fotoğraf ve Fotoğraf Sanatı
  11. marti_name şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Fotoğraf ve Fotoğraf Sanatı
  12. istediğim her resmi bunun gibi yapabiliyor muyum ? kara kalem olmayacağını tahmin edebiliyorum zaten
  13. Kuraklık o yıl, New Jersey’in yemyeşil çayırlarını kahverengine çevirmiş ve tüm New Jerseylilerin gurur kaynağı yüzyıllık dev ağaçların yapraklarının zamanından önce dökülmesine neden olmuştu. Kuraklığın kırk üçüncü gününde, küçük bir kentin yoksullar mahallesinden geçen Tom Greenfield adlı genç bir tarım uzmanı, tozlu yolda bir kova suyu sürüklercesine taşıyan yaşlı bir kadına rastladı.Otomobilinin camını indirdi ve yaşlı kadına seslendi:Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilir miyim, bayan? Yaşlı kadın teşekkür etti ve bir kilometre kadar geride kalan evini işaret etti:Zaten şu kadar kısa bir yoldan geliyorum dedi ve yüz metre ötedeki dev bir meşe ağacını göstererek Zahmet etmenize gerek yok... dedi. İki üç adımlık yolum kaldı.Greenfield, kadının bir kova suyu ne yapacağını merak etti. Onu arkasından izledi. Yaşlı kadının, zorlukla taşıdığı kovayı bahçenin uzak bir köşesindeki büyük meşe ağacına kadar sürükleyip, sonra da kovadaki suyla meşe ağacını suladığını görünce, hem hayran kaldı, hem de şaşırdı. Yanına yaklaştı ve sordu: Bu ağacı sulamak için mi o bir kova suyu bir kilometre öteden taşıdınız? Güçlükle kaldırdığınıza göre kova galiba çok ağırdı. Yaşlı kadın, genç adama gülümseyerek baktı.Tam 81 yaşımdayım. Bu ağaç ise, yaşamdaki tek dostum. Küçük bir kızken arkadaş olmuştum onunla. Şimdi hiçbiri yaşamayan tüm arkadaşlarımla bu ağacın çevresinde, bilseniz ne oyunlar oynadık, onun gölgesinde nasıl dinlendik... Bu ağaç kurursa ne yaparım, ben?Genç tarım uzmanı, yüzyıllık dev meşe ağacına uzun uzun ve dikkatlice baktı. Deneyimli gözü, ağacın giderek kurumakta olduğunu görmekte gecikmedi.Yaşlı kadın, meşe ağacıyla arkadaşlığını anlatmayı sürdürdü:Annem beni dövdüğü ya da azarladığı zaman bu ağaca tırmanırdım, onun kollarına sığınırdım dedi. Nişanlım, parmağıma nişan yüzüğünü bu ağacın altında taktı. Benim için böylesi anılarla dolu olan bu ağaç için, bir kilometre öteden bir kova su taşımamı gerçekten çok mu görüyorsunuz? Yaşlı kadın ertesi gün elinde su kovasıyla yine meşe ağacına giderken, ağacın çevresinde beş altı işçinin çalışmakta olduğunu gördü. Kovayı yere bıraktı ve işçilere doğru koşarak Bırakın ağacımı diye bağırdı. Dokunmayın benim ağacıma... İşçilerin başındaki adam kasketini çıkardı ve yaşlı kadını saygıyla selamladı: Ağacınıza kötü bir şey yapmak için değil, onu kurtarmak için geldik, hanımefendi dedi. Ağacınızın köklerinin çevresinde kanallar açtık ve onları tankerimizin deposundaki suyla doldurarak, ağacınızı bol bol suladık.Yaşlı kadının gözleri, su tankerinin üzerinde yazılı olan “Greenfield Fidanlığı adına takıldı.Fakat ben sizi çağırmadım ki? dedi.Kim gönderdi sizi buraya?Adam, saygılı tavrıyla yanıt verdi:“Bizi buraya gönderen kişi, adını söylemedi, efendim dedi.Yaşlı kadın, yeterli suya kavuşan arkadaşı meşe ağacının altında durdu ve işçilerin tek tek ellerini sıktıktan sonra bindikleri kamyonun arkasından yaşlı gözlerle baktı.
  14. Adamın hastalığına çare bulamayan doktorlardan biri, kendisine Evliya denilen bir ihtiyarın adresini vermiş. Söylenenlere göre en ağır hastalar o zatın duasıyla iyileşebiliyormuş. İhtiyar adam verilen adresi çaresizlik içinde cebine atıp doktorun yanından ayrıldığında , sokağın köşesinde simit satan 6-7 yaşlarındaki bir çocuğa rastladı. Çocuk son derece masum gözlerle kendisine bakıyor ve onu tanıyormuş gibi gülümsüyordu. Adam o yaştaki çocukların tamamen günahsız olduğunu düşünerek yoluna devam ederken, aniden duruverdi. Simitçinin üzerindeki eski t-shrt ün üzerinde bir E harfi yazılıydı. Ve bu E mutlaka evilyanın E si olmalıydı. Aradığı evliyaya bu kadar çabuk ulaşmanın heyecanıyla yanına gidip bir simit aldıktan sonra ; -Doktorlar benim hasta olduğumu söylediler , dedi. İyileşmem için bana dua eder misin ? Çocuk bu teklif karşısında şaşırmışa benziyordu. Kafasını olur der gibi sallarken ; - Bende sık sık hastalanıyorum , diye karşılık verdi. Ama dedem , Allah'a inananların ölünce yıldızlara uçtuklarını ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor. Bu yüzden korkmuyorum hastalıklardan. Adam içinin bir anda ferahladığını hissetti. Onun soğuktan moraran yanaklarına bir öpücük kondururken; - Deden çok doğru söylemiş , dedi. Ama ben yine de yardım istiyorum senden. Çocuk duasının kıymetini anlamış gibiydi. Karşı kaldırımdan geçmekte olan baloncuyu göstererek ; - Size dua edeceğim diye cevap verdi. Ama eğer iyileşirseniz , bana 10 tane balon alacaksınız , tamam mı? Bu sefer adam başını salladı. Fakat çocuk bu kadar büyük bir hazineyi istemekle haksızlık yaptığına hükmetmişti. Mahcubiyetten kızaran yanaklarını elleriyle örtmeye çalışırken ; - Uçan balon almanıza gerek yok , diye devam etti. Normalinden 10 tane istemiştim. ) Adam elini uzatarak çocukla tokalaştı. Anlaşma nihayet yapılmış , ayrıntılara geçilmişti. Buna göre hastalıktan kurtulması halinde 6 ay sonraki Ramazan Bayramında çocukla buluşacak ve her hangi bir sebeple gelemediği takdirde , önceden hazırlanan balonların ona ulaşmasını veya postalanmasını sağlayacaktı. Adam küçük çocuğun adını ve adresini bir kağıda yazdıktan sonra , başını okşayarak onunla vedalaştı. Aradan soğuk bir kış geçip Ramazan a ulaşıldığında, adamın hastalığından eser bile kalmamıştı. Hayata tekrar dönmenin sevinciyle en güzel balonlardan bir paket hazırladı ve bayramın ilk gününü iple çekerek randevu yerine gitti. küçüklerin cıvıl cıvıl kaynaştığı bayram yerindeki diğer simitçiler, çocuğu tanımıyordu. Adam onu biraz ilerdeki bakkala sorduğunda , dükkan sahibi ; - Ciğerleri hastaydı yavrucağın , dedi. Geçen hafta aniden ölüverdi. Adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü. Ve koşar adımlarla orayı terk ederken, önüne çıkan ilk baloncuya bir tomar para uzatıp; - Şu an uçan balonlardan 10 tane istiyorum , dedi. Çabuk ol , gecikmeden ulaşmalı yerine. Adam satıcının aceleyle uzattığı balonların iplerini birbirine düğümledikten sonra ,onları besmeleyle gökyüzüne bıraktı. Bayram yerindeki herkes gibi baloncu da şaşkındı. Sonunda dayanamayıp ; - Ne yaptığınızı anlayamadım dedi. Neden bıraktınız onları öyle ? Adam , nazlı nazlı yükselmekte olan balonları buğulu gözlerle takip ederken ; - Onları bekleyen küçücük bir dostum var, diye mırıldandı. Hem de evliya gibi bir dost. Balonları adresine postaladım sadece...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.