seREnaDE tarafından postalanan herşey
-
AB ve karşıtlığı...
AB ;emperyalizmin en sadık hizmetkarıdır.... danimarka ya bakın; AB gerçeği paris i hatırlayın; AB gerçeği rakamlar yada istatistikler ne kadar etkili olabilir ki görünen köy kılavuz ister mi
-
Tayyip Erdogan Mal Varlıgını Neden Acıklamıyor
baykal demişken o ayrıca bir muamma zaten.... Baykal'ın Tayyip Erdoğan'ın servet beyanı hakkındaki beyanatı onun muhalefet etmedeki kararlılığını gösteriyor. "Kahve ağzını" Erdoğan'a bırakmamakla övünen, bayram namazı ile gönüllerde taht kuran Baykal, "Helal kazanç helal olsun, helal olmayan kazanç da haram ve zıkkım olsun" değerlendirmesiyle karşıladı Erdoğan'ın servet beyanını. !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
-
Ermeni sorunu
yani arkadaşım nerden bulursunuz böyle yazıları bilmiyorum,pes doğrusu...kanım dondu bunu yazan kişinin tarih bilgisinde bir sorun var kesin...mezopotamya tarihinin ilk ve tek sistemli soykırımı elam uygarlığı üzerinde uygulanmıştır... etnik köken,din,dil yada dünya görüşü ne olursa olsun tarihe objektif bakmak bilimsel bilginin gereğidir. yazacak sayfalarca şey var,ama ben size önceki sayfalara yeniden göz atmayı öneriyorum. ermeni sorunu günümüzde tarihi bir sorun olmaktan çıkmış,stratejik bir savaş haline gelmiştir...bunu bilerek düşünelim ve emperyalizmin oyununa gelmeyelim lütfen
-
Tayyip Erdogan Mal Varlıgını Neden Acıklamıyor
Şanlıurfa Milletvekili Zülfikar İzol, Tayyip Erdoğan'ın mal varlığı hakkında şu yorumu yaptı: "Başbakan'ın mal varlığını normal buluyorum. Normal bir vatandaş nereden bakarsanız 1 milyon YTL çıkarabilir." 1 MİLYON YTL Sİ OLAN VAR MI ARAMIZDA
-
VENEZÜELA'DA ORTAK EYLEM******* NAZİLERDEN DANİMARKA'YA DESTEK!
Avrupa ve Asya'yı kasıp kavuran karikatür krizi Amerika kıtasına da sıçradı. Venezüella'da Hıristiyanların da katıldığı gösterilerde yüzlerce kişi Danimarka elçiliğine yürüdü. karikatürlerin başlattığı kriz bu kez ABD karsıtlığıyla bilinen Hugo Chavez'in ülkesi Venezüella'ya da ulaştı. Venezüella'nın başkenti Caracas'ta yaklaşık 200 kişinin katıldığı protesto eyleminde göstericiler, Danimarka Büyükelçiliği'ne doğru yürüdüler. Arapça sloganların atıldığı gösteride, ABD ve Danimarka bayrakları yakıldı. Camiden kent merkezindeki elçiliğe doğru yaklaşık 3 kilometre yürüyen göstericiler arasında Hıristiyanların da olması dikkati çekti. Elias Antonio adlı genç bir gösterici, "Ben Hıristiyanım, arkadaşlarıma destek veriyorum. Hıristiyan, Müslüman ne olursanız olun saygı gösterilmeli" dedi. *************************************************** Karikatür krizi ve ardından yaşanan "medeniyetler çatışması" kaygılarını alevlendiriyor. Karikatür krizi ardından özellikle Ortadoğu’da tercih edilmeyen Danimarka ürünlerine Naziler sahip çıktı. İnternet üzerinde örgütlenen Naziler, "bütün beyazları" Danimarka ürünleri almaya çağırdı. Neo Nazi internet sitelerinin forum sayfalarından çağrıda bulunan Maltalı bir Nazi, "Danimarka ürünlerini alarak Danimarka pazarını destekleyelim. Pis kokan Araplar ve Müslümanlar Danimarka mallarını protesto ediyor Biz de beyaz yoldaşlarımıza desteğimizi sunmalıyız. Haydi İslam’a Avrupa’nın hala beyaz olduğunu gösterelim" dedi. Maltalı Nazi’nin açtığı başlığa dünya genelindeki pek çok "beyaz kardeş"ten destek geldi. Danimarka ürünlerinin listesini yapan Neo Naziler, bu malların alınmasına öncelik verilmesini istedi. ************************************************* fazla söze gerek yok,herşey yeterince net sanırım...
-
İYİ BAKAN ŞENER!
Özelleştirmede "rekor" iddiası Şener, 2003 yılında Özelleştirmeden Sorumlu Devlet Bakanı iken "20 yılda yapılan özelleştirmenin yarısını bu yıl gerçekleştirme" yani 4 milyar dolarlık satış hedefi açıklamıştı. "Temiz" bakan sadece iddialılığı ile değil kardeşini Erdemir yönetimine, yakın arkadaşlarını Özelleştirme İdaresi'nin çeşitli noktalarına ataması ile de dikkat çekmişti. Ayrıca ÖİB'den sorumlu olduğu dönemde bir maliye doçenti olarak Unakıtan'dan daha incelikli yöntemlere kafası basan Şener'in direktifiyle Türk Telekom'un satış değerini azaltıcı bir numara çekilmiş, Türk Telekom'un, Hazine'ye borçlandırılarak hisse değerinin düşürülmesi hedeflenmişti. O satar da bu satmaz mı? 2005 yılı sadece ÖİB tarafından gerçekleştirilen satışlarda değil, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) bünyesindeki varlıkların, Telsim'den Uzanların tshirtlerine, satışı açısından da iddialı bir yıl oldu. Uzanlara ait televizyon ve radyolar, çimento fabrikaları, Telsim'in yanı sıra TMSF alacaklarının bir bölümü de satıldı. TMSF, Şener'e bağlı. Yani bu satışların "patronu" Şener'di. ÖİB tarafından yapılan satışlara nazaran daha az sorgulanan, daha meşru görülen satışlar bunlar. Oysa, zaten bir bölümü geçmiş yıllardaki özelleştirmelerde haraç mezat satılmış, batık bankalar üzerinden yeniden kamunun eline geçmiş bu kuruluşların satışının özelleştirme uygulamalarından herhangi bir farkı bulunmuyor.
-
Hz. Muhammed'e çirkin saldırı!
bahsi gecen ve karikatür olduğu iddia edline şeyleri gördüm, görmesem daha iyiydi ya,gerçeği de anlamış oldum böylece...(SİTENİN LİNKİNİ VERMEK İSTEMİYORUM,BAKMAYA DEĞER ŞEYLER DEĞİL ÇÜNKÜ) ve baktığım internet sitesindeki forum bölümü zaten provakasyonun ne denli işe yaradığını gösteriyor.uyarılara ve sağduyu çağrılarına rağmen iki taraf arasında da ciddi küfürleşmeler,sagısızca ithamlar var. karikatür mizahtır bunu herkes bilir,ama bunlar mizahın çok ötesinde,resmen dini bir inanç ve bu inancı benimseyen insanlarla inatlaşma boyutundadır. Ortada açık bir provokasyon vardır. Emperyalist işgal ve İsrail'in terörist politikaları nedeniyle Müslüman toplumların yoğun olarak yaşadığı Ortadoğu'da büyük bir gerginlik varken, söz konusu karikatürler üzerinden haftalardır bir inatlaşmaya girilmesi aymazlıkla açıklanamaz. bu bir stretejidir ve ortadoğuda etkinlik kaybeden emperyalistlerin politika geliştirmede tıkandığının göstergesidir.Bunun yanı sıra, emperyalistlerin İran ve Suriye'ye karşı daha saldırgan politikalara kamuoyu desteği yaratmak için gerilimi tırmandırmak istedikleri düşünülebilir.yani olası bir saldırıyı kendi vatandaşlarına meşru ve haklı gösterme gayreti... cıa in yıllardır büyük bir itina ile ünlü!!! stratejistlerine yazdırdığı eserlerin uygulanma safhasına geçilmiş görünüyor....
-
Tayyip Erdogan Mal Varlıgını Neden Acıklamıyor
BEN TAYYİP ERDOĞAN'IN MAL VARLIĞINI DEĞİL,O MAL VARLIĞININ NASIL OLDUĞUNU,HANGİ YOLLARLA EDİNİLDİĞİNİ MERAK EDİYORUM DAHA ÇOK... ORTAYA BİŞEY ATILDI GÜNLERDİR MEDYA PEŞİNDEN KOŞUYOR...BAŞKBAKANIN,AKEPE MİLLETVEKİLLERİNİN, ERKAN MUMCUNUN BİLMEMKİMİN MALVARLIĞINI KONUŞUR OLDUK...FABRİKALARDAKİ ÇOCUK İŞÇİLERİ,ÖĞRETMEN MAAŞI İLE GEÇİNEN AİLELERİ,ÜLKEMİZİN DOĞUSUNDA SÜRÜP GİDEN YOĞUN KIŞ KOŞULLARININ HAYATI NASIL YAŞANMAZ HALE GETİRDİĞİNİVE DAHA ONLARCA SORUNUMUZU NE ÇABUK UNUTTUK BOŞUNA DEMEMİŞLER,"ZENGİNİN MALI ZÜĞÜRDÜN ÇENESİNİ YORAR" DİYE SEÇİM ÖNCESİ DOKUNULMAZLIKLAR KALKACAK DİYEN BAŞBAKAN,BIRAKIN KALDIRMAYI SINIRLAMA YOLUNDA BİLE CİDDİ BİR ADIM ATMAZKEN,SİZCE MAL VARLIĞINI AÇIKLAMAK İŞİNE GELİRMİ...İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ DÜZENİ UNUTMAYALIM,HERŞEYİN ONDA DOKUZU YALAN
-
Yoksulluğa AKP çözümü:
sevgili arman, vicdan insani bir kavramdır, yazıyı yazan eleştirmenin siyasi görüşü bir yana, bu olayda gördüğü artniyet önemlidir. burda eleştirilen çözüm yöntemidir... keşke iyi niyetli olduklarına inanabilsem...
-
60 Saniye!
eleştirilere katılıyorum...şahsen bir faydasını görmedim...
- Çağrışım
- Çağrışım
- Çağrışım
-
TELEVİZYONLARDA BİLGİSİZLİK YARIŞLARI... "Halkını eğitememiş, daha doğrusu halkını eğitmekten korkmuş bir devlet"
HER ZAMANKİ GİBİ ÖNEMLİ BİR KONUYU FORUMA TAŞIMIŞSINIZ... TEŞEKKÜRLER,
-
Yoksulluğa AKP çözümü:
GAP İdaresi Başkanlığı ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) işbirliğiyle sokakta çalışan çocukları eğitim hayatında desteklemeyi amaçlayan "Velim olur musun?" kampanyasında ilk veli, Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener oldu. Kampanyada, İsviçre Büyükelçiliği'nin finansman ve Ekspres Kargonun ulaşım desteğiyle pilot iller Batman, Gaziantep ve Şanlıurfa'daki 1750 çocuğa kıyafet ve kırtasiye yardımı yapılacak Türkiye ekonomisi büyüyor. Ancak kapitalizm akla aykırı olduğu için, ülke ekonomisi büyürken, ülke halkı yoksullaşabiliyor! Hem ekonomi büyüyor, hem yoksulluk artıyor ise, zenginler daha da zengin oluyor demektir. Bu durumda insanlık vicdanını yitiriyor demektir. Ancak bu düzen öylesine mantıksızdır ki, vicdan kaybı hayırseverlikle örtülür. Eşitsizliğin kaynağıyla uğraşmaları mümkün olmayan zenginler sınıfının içinden birileri bazı yoksullara el uzatır. İnternetten beğenilen çocuklar kaza geçirmedi. Ailelerinin bu çocukları okutamamaları, besleyememeleri bir gecede, bir felaketle ortaya çıkmadı. Bu çocuklar, hiç kuşkunuz olmasın, çalışıyorlar. Yasalara aykırı olarak… Başbakan yardımcısının da seçtiği çocuk ayakkabı boyacılığı yapıyormuş. Aralarında sanayide çalışanlar, hatta yerin yedi kat dibine madenlere indirilenler var. Aşağı yukarı boğaz tokluğuna kullanılan çocuk emeği ya emrinde çalıştıkları patronların kârını doğrudan yükseltiyor, ya da ailelerin ihtiyaç duyduğu gelir düzeyini aşağı çekerek aynı katkıyı dolaylı yoldan yapmış oluyor. Bir zenginler sınıfı giderek daha zengin hale geliyorsa ve bunun adı ekonominin büyümesi oluyorsa, bu sonuç o çocukların okuyamaması sayesinde elde edilmiştir. Bu çocuklar sömürüldükleri için, yoksul ve muhtaçlar. Sanmayın ki haberde söz edilen proje çocuklar için! Türkiye'de 6-14 yaş grubundaki 4 milyon çocuktan 600 bini çalışıyor. Yukarıda verilen sayı 1750… Bu proje çocuklar için değil, onları sömürenlerin vicdanı için! Parababaları sınıfının bazı üyeleri yerin yedi kat dibinde veya sokakta veya sanayi sitesinde yasadışı olarak çalıştırdıkları çocuklara sadaka vererek bir sömürü daha gerçekleştiriyorlar. Yoksul çocuklarımızın sırtından vicdan temizliği yapıyorlar. Üstelik sıcak evlerinden, bilgisayar başından, üstlerine çamur sıçratmadan… Acaba sadakalarını vergiden de düşüyorlar mı! Ne dersiniz; vicdanları mı temizleyelim sömürüyü mü kaldıralım? Çocuklarımız hangisini hak ediyor? NOT. ALINTIDIR
-
Çağrışım
benim de olmadı... KARDEŞ diyelim
-
MİNEU nice mutlu yıllara
mutlu yıllar her günün bir öncekinden güzel olsun...
-
NASIL MİLLİYETÇİ OLUNUR... ("Vatan haini solculara! gösterdikleri kahramanlığı v
bu konuda TANİA nın söylediklerine katılmamak mümkün değil.... ABD’ye, IMF’ye, DTÖ’ye, Dünya Bankası’na boyun mu eğiyorsun, çare hazır. Gelsin bayrak, gelsin Atatürk, gelsin İstiklal Marşı. Vatandaşların damarlarına sürekli olarak kof bir milliyetçilik pompala, durumu idare et Bir dirhem milliyetçilik bin ayıp örter misali. emperyalizm alternatifi milliyeçilik olamaz...
-
Dikkat Sahan Cıkabilir
bende defalarca izlememe rağmen dişi yakarışın ilk bölümüne çok gülüyorum...şu pırasa esprisi ve tır çiğnedi tır tır..... olanı
-
DARWİNİZM VE KOMÜNİZM
Komünizm sosyal organizasyon üzerine bir kuramsal sistem ve üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir politik harekettir. Politik bir hareket olarak komünizm sınıfsız bir toplum yaratma amacındadır. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx ve Friedrich Engels ’in kaleme aldığı Komünist Manifesto ile birlikte anılır. Buna göre özel mülkiyete dayalı kapitalist kar-tabanlı sistemin yerine üretimin ortak olarak üstlenildiği komünist toplum geçecektir. Bu süreç devrimci bir şekilde burjuvanın yıkılmasıyla başlatılacak (bkz: Marksizm) ve ardından komünizmin hazırlayıcısı sosyalizm (bkz: Leninizm) aşamasına geçilecektir. Komünizm tam anlamıyla henüz hiç uygulanmamış ve kuramsal düzlemde kalmıştır: Marksist kuramda komünizm devletin sonudur ya da devlet-sosyalizminin sonucudur. Kelime artık Marksist düşünürlerin siyasi, iktisadi ve sosyal kuramlarına için ya da Komünist Parti koşullarındaki hayata atıfta bulunmak için kullanılmaktadır. 19. yüzyılın sonlarında, Marksist kuramlar kıta Avrupa’sı boyunca sosyalist partileri hareketlendirdi. Bu partilerin siyasetleri daha sonra kapitalizmi yıkmaktan ziyade onları ıslah etmek yönünde gelişti. Bunların istisnası Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi oldu. Bu partinin yaygın olarak Bolşevikler olarak bilinen ve Vladimir Lenin tarafından yönetilen bir kolu, 1917’deki Rus Devrimiyle (bkz: Ekim Devrimi) Geçici Hükümet ’in devrilmesinin ardından ülkenin kontrolünü ele geçirmeyi başardı. 1918 yılında partinin ismi Komünist Parti olarak değişti. Ekim Devriminin Rusya’da başarıya ulaşmasının ardından diğer ülkelerde pek çok sosyalist parti, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin etkisi altında kalarak komünist partisi haline geldi (bkz: Komünist Enternasyonal). İkinci Dünya Savaşı ’nın ardından, Doğu Avrupa’da kendini komünist olarak tanımlayan rejimler iktidarı ele geçirdi. 1949 yılında Çin’deki Komünistler Mao Zedung önderliğinde iktidara geldiler ve Çin Halk Cumhuriyeti ’ni kurdular. Diğer üçüncü dünya ülkeleri boyunca Kuba, Kuzey Kore, Vietnam, Laos, Angola ve Mozambik Komünist yönetim biçimini benimsediler. 1980’lerin başında dünya nüfusunun neredeyse üçte biri Komünist devletlerde yaşıyordu Erken Komünizm Komünizm fikri Batı düşüncesinde Marx ve Engels’ten çok önce oluşmuştur. Antik Yunan’da zaten komünizm mülkiyet gelmeden önce toplumun tam uyum içinde yaşadığı, insanlığın “altın çağına” dair bir mitolojiyle ilişkilendirilirdi. Kimileri Platon’un Devlet adlı eserinin ve diğer antik kuramcıların bir çeşit komünal yaşam içinde komünizmi savunduğunu belirtir. Pek çok erken Hıristiyan mezhebi (ve Elçilerin İşleri bölümünde de belirtildiği üzere özellikle erken dönem Kilise), Kolomb öncesi Amerika’daki yerli kabileler komünizmi komünal yaşam ve ortak mülkiyet biçiminde uygulamışlardır. 16. yüzyılda İngiliz yazar Thomas More Ütopya adlı incelemesinde, ortak mülkiyet üzerine kurulu bir toplumu tasvirlemiştir. 17. yüzyılda komünist düşünce İngiltere’de tekrar tartışma konusu oldu. Eduard Bernstein 1895’te yazdığı Cromwell ve Komünizm adlı eserinde İngiliz İç Savaşı içindeki grupların, özellikle de Kazıcıların (Diggers) açıkça komünist, tarıma dayalı düşünceleri desteklediğini ve Cromwell’in bu gruplara yaklaşımının olsa olsa değişken, sıklıkla da düşmanca olduğunu iddia eder. Özel mülkiyet fikrinin eleştirisi 18. yüzyıl boyunca süren Aydınlanma döneminde de, Jean Jacques Rousseau gibi düşünülerle devam etti. Robert Owen gibi “ütopyacı sosyalist” yazarlar da bazen komünist sayılırlar. Karl Marx insanlığın klasik toplum, feodalizm ve şimdi içinde bulunduğu kapitalizm dönemine yükselmesinde ilkel komünizmi ilk ve asıl çıkış noktası olarak görür. Ardından sosyal evrimdeki sonraki adımın komünizme geri dönüş olacağını gösterir ancak bu insanlığın zaten deneyimlediği ilkel komünizmden çok daha yüksek bir seviyede olacaktır. Komünizm çağdaş formunda 19. yüzyılın işçi hareketiyle birlikte Avrupa’da yükseldi. Bu sırada Sanayi Devrimi ilerliyordu. Sosyalist eleştirmenler kapitalist iktisadın uygunsuz koşullarda şehirdeki fabrikalarda çalışan işçiler olan proletaryayı ve zengin ile yoksul arasında giderek açılan bir uçurumu ortaya çıkardığını gördüler. Marksizm Diğer sosyalistler gibi Marx ve Engels de kapitalizme ve işçinin sömürülmesine son verme yolları aradılar. Fakat erken dönem sosyalistler genellikle uzun süreli bir sosyal reformu önermekte iken, Marx ve Engels devrimin sosyalizme giden tek yol olduğunu gösterdiler. Marksizm’de, sınıflı toplumdaki insanın temel özelliği yabancılaşmadır ve komünizm insanlığın özgürlüğünün tam olarak gerçekleştirilmesi demektir. Marx burada Hegel ’i izleyerek özgürlüğü yalnızca kısıtlamaların yokluğu olarak değil, ahlaki bir özü olan hareket olarak alır. Komünizm yalnızca insanlar ne yapmak istiyorlarsa onu yapmalarını sağlamaz ama aynı zamanda onları öyle koşullar ve diğer insanlarla öyle ilişkiler içine koyar ki, artık sömürme ihtiyacı hissetmezler. Ancak Hegel’e göre bu dünya asla ulaşılamayacak olan idealar dünyası tarafından yönetilirken, Marx’a göre komünizm maddeler dünyasından, özellikle de üretim araçlarının gelişiminden ortaya çıkar. Marksizm sınıf çatışma ve devrimci mücadele sürecinin proletarya için zaferle sonuçlanacağını ve özel mülkiyetin zamanla ortadan kalkarak üretim araçlarının topluma ait kılınacak bir komünist toplumun kurulacağını ileri sürer. Marx komünist yaşam hakkında az şey yazmış ve yalnızca komünist toplumu oluşturan en temel belirtileri vermiştir. Açıktır ki, bu insanın altından kalkabileceği tasarıların çok az sınırlandığı bir bolluğu gerektirir. Komünist hareket tarafından benimsenmiş bir sloganda komünizm “Herkesten yeteneğine göre alınan, herkese gereksinimine göre verilen” bir dünya olarak açıklanır. Alman İdeolojisi (1845) Marx’ın komünist geleceği detaylıca açıkladığı az sayıdaki yazılarından biridir: Oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır. Marx’ın ileri görüşlülüğü kanunlarla yönetilen bir toplumun komünizme doğru nasıl hareket ettiğini bilimsel bir kuramla ortaya koyması ve komünizmi getirmek için neden devrimci bir hareketin gerektiğini politik bir kuramla açıklamasındadır. 19. yüzyılın son yarısında sosyalizm ve komünizm terimleri genellikle birbirlerinin yerine kullanılmaya başlandılar. Ancak Marx ve Engels sosyalizmi toplumun üretim araçlarını ortak olarak kullandığı ama bazı sınıf farklılıklarının hala baki olduğu bir geçiş aşamasını tanımlamak için kullandılar. Komünizm terimini de tüm sınıf farklarının ortadan kalktığı, insanların uyum içinde yaşadığı ve devlete artık ihtiyaç duyulmadığı nihai bir aşama için kullandılar. Özellikle daha sonra Lenin tarafından geliştirilen bakış açıları, 20. yüzyılın Komünist partilerinin harekete geçirici niteliklerinin temelinin oluşturulmasını sağladı. Sonraki yazarlar Marx’ın bakış açısını biraz değiştirerek, komünizm tam olarak yerleşmeden önce uzun bir sosyalizm sürecinin gerektiğini inanmış ve böyle toplumların geliştirilmesinde devlete merkezi bir rol tanımışlardır. Marx’ın Mihail Bakunin gibi çağdaşları benzer fikirleri desteklediler ama sınıfsız topluma nasıl ulaşılacağı konunda fikir ayrılığına düştüler. Günümüzde işçi hareketinde Marksistler (komünistler) ve anarşistler arasında bir ayrım vardır. Anarşistler tüm devlet biçimlerine karşıdır ve onu ortadan kaldırmak isterler. Anarşist komünistler sınıfsız topluma derhal geçilmesini ister. Komintern Marksizm–Leninizm Modern dünyada geniş ölçekli bir sosyalizm kurma fikri üzerine ilk çaba Rusya’da 1917 Ekim Devrimi’nde gerçekleşti. Bolşevikler ve Lenin’in önderliğinde yapılan devrim, Marksistlerin kendi arasında da komünizm üzerine önemli pratik ve kuramsal tartışmalar başlattı. Marx’ın kuramı devrimlerin yerleşik ve büyük bir işçi sınıfının oluştuğu ileri kapitalist ülkelerde olacağını farz ediyordu. Bununla birlikte muazzam büyüklükteki cahil köylüleriyle ve küçük sanayisiyle Avrupa’nın en fakir ülkesiydi. Bu şartlar altında onların ideolojik vazifelerine göre öncelikle bir işçi sınıfının yaratılması gerekiyordu. Bu nedenle sosyalist Menşevikler, kapitalizm oluşmadan evvel sosyalist devrim isteyen Lenin’in komünist Bolşeviklerine karşı çıkıyorlardı. Bolşevikler iktidara geldiklerinde Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’yla olan ilgisinin kesilmesini isteyen halkın ve toprak reformuna isteyen köylülerin desteğini elde eden pragmatik ve siyasi olarak başarılı “barış, ekmek ve toprak” sloganlarının ötesinde bir programdan yoksun kaldılar. Komünizm ve sosyalizm terimlerinin kullanımları 1917 yılında Bolşevikler isimlerini Komünist Parti olarak değiştirdiklerinde ve sosyalist ilkelere bağlı tek parti rejimi kurduklarında değişti. Devrimci Bolşevikler ılımlı sosyalist hareketlerle olan bağlarını kopardılar ve İkinci Enternasyonal ’den çekilerek 1919 yılında Üçüncü Enternasyonal ’i ya da Komintern ‘i kurdular. Bundan böyle Komünizm terimi Komintern şemsiyesi altında toplanan partilerin ideolojilerini belirtmek için kullanılır oldu. Programları sosyalist iktisadın geliştirilmesini olduğu kadar, proletarya diktatörlüğünün kurulmasını sağlayacak olan dünya işçilerinin devrim için birleşmesi çağrısında bulunuyordu. Sonunda devletin yavaş yavaş yok edilmesiyle uyumlu bir sınıfsız toplum oluşturacak programları tuttu. Sovyet Komünistleri 1920’lerin başında, eski Rus İmparatorluğu ’ndan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ’ni ya da Sovyetler Birliği’ni kurdular. Lenin’in demokratik merkeziyetçiliğini izleyerek, Komünist partiler hiyerarşik bir yapıyla örgütlendiler. Tabanda yalnızca partinin yüksek üyeleri tarafından onaylanmış ve parti disiplinine tamamen uyan seçkin kadrolardan oluşan etkin hücre üyeleriyle örgütleniyorlardı. 1918 ile 1920 arasında, Rusya İç Savaşı’nın ortasında yeni rejime tüm üretim araçlarını devletleştirdi. Ayaklanmalar ve köylülerin rahatsızlığı başlayınca, Lenin Yeni Ekonomi Politik ’i (YEP/NEP) açıkladı. Bununla birlikte Joseph Stalin’in liderlik için kişisel mücadelesi YEP’in sonunu hazırladı ve Stalin kendi otoritesini programı iptal etmek için kullandı. Sovyetler Birliği ve Komünist Partiler tarafından yönetilen diğer ülkeler sosyalist iktisadi esaslar üzerine kurulu Komünist devletler olarak tanımlanırlar. Bu kullanım, onların sosyalist programı üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmak ve iktisat üzerinde devlet kontrolünü kurmak için benimsediklerini belirtir; bununla birlikte, kendilerini tam anlamıyla komünist olarak tanımlamazlar çünkü ortak mülkiyet henüz yoktur. Stalinizm Sosyalizmin Stalinist versiyonu, bazı önemli değişikliklerle birlikte Sovyetler Birliğini ve dünya çapındaki Komünist Partileri şekillendirdi. Bu görüş büyük bir sanayileşme ve kamulaştırma programıyla komünizmi kurma ihtimali üzerinde duruyordu. Sanayinin hızlı gelişimi ve hepsinin ötesinde Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nı kazanması, bu bakış açısına dünya çapında bir destek sağladı ve hatta Stalin’in ölümünü izleyen on yılda, parti otuz yıl içinde komünizmin kurulmasını vadeden bir program benimsedi. Bununla birlikte Stalin’in önderliğindeki Sovyet modelin iskeletiyle komünizme ulaşma düşüncesindeki bazı gedikleri kanıtlar gösterdi. Stalin Sovyetler Birliği’nde hayatın yönünü kontrol eden baskıcı bir devlet kurdu. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nin yeni lideri Nikita Kruşçev bu baskının büyüklüğünü kabul etti. Daha sonra bu büyüme azaldı, devlet memurları arasında Sovyet sisteminde gediklere yol açan rantçılık ve bozulma arttı. Komintern’in faaliyetine rağmen, Sovyet Komünist Partisi Stalinist bir kuram olan “tek ülkede sosyalizm”i benimsedi. Sınıf mücadelesinin sosyalizmde daha zorlaşacağını söyleyen Stalinist görüşe göre eğer gerekliyse tek ülkede sosyalizmi kurmak mümkündü. Marksist enternasyonalizmden bu kopuş, “sürekli devrim” kuramını ortaya atarak dünya devriminin gerekliliğini vurgulayan Leon Troçki tarafından eleştirildi. Troçkizm Troçki ve destekçileri “Sol Muhalefet”i oluşturdular ve platformları Troçkizm olarak anıldı. Fakat Stalin Sovyet rejiminin tam kontrolünü ele geçirmeyi başardı ve onların Stalin’i iktidardan indirme girişimleri 1929 yılında Troçki’nin sürgün edilmesiyle sonuçlandı. Troçki’nin sürgün edilmesinin ardından, dünya komünizmi iki farklı fraksiyona ayrıldı: Stalinizm ve Troçkizm. Troçki daha sonra 1938’de Komintern’e bir meydan okuma olan Dördüncü Enternasyonal ’i kurdu. Bugün Troçkizm’i izleyen bazılarına göre, bu ideoloji Sovyet Bloğundaki Komünist çevrelerde Stalin’in ölümünden sonra bile kabul görmemiş ve Troçki’nin komünizm konusundaki açıklamaları devleti yıkacak koşulları hazırlayacak siyasi bir devrime önderlik etmede başarılı olmamıştır. Bununla birlikte Troçkist fikirler sosyal değişim deneyimleri yaşayan ülkelerde (örneğin Venezuela’nın başbakanı Hugo Chavez’le ilişkisi olan Alan Woods ’un Marksist Enternasyonal Komitesi gibi) zaman zaman yankı bulmaktadır. Büyük Britanya, Fransa, İspanya ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerde birçok parti politik arenadadır. Kapitalizmin destekçisi olan partilere katkıda bulunan Troçkist grupların, böyle davranılmasını uygun bulmayan diğer Troçkistler tarafından oportünizmle suçlandığını unutmamak gerekir. Maoculuk 1953’te Stalin’in ölümünün ardından, Sovyetler Birliği’nin yeni önderi Nikita Kruşçev Stalin’in suçlarını ve yaptığı kişisel propagandayı ifşa etti. Lenin’in prensiplerine geri dönüş çağrısı yaptı ve böylece Komünist yöntemlerdeki bazı değişiklikleri haber vermiş oldu. Bununla birlikte, Kruşçev’in ıslahatları özellikle 1960’lar ve 70’lerde daha görünür hale gelen Çin ve Sovyetler Birliği arasındaki ideolojik farkları arttırdı. Uluslararası komünist hareketteki Çin-Sovyet bölünmesi açık bir düşmanlığa dönüşürken, Maoist Çin kendisini gelişmemiş dünyanın iki süpergüç olan ABD ve Sovyetler Birliği karşısındaki önderi olarak gösterdi ve Maoculuk dünyada Marksizmin yeni bir dalı olarak kabul edildi
-
Fasizm
FAŞİZMİN FELSEFİ TEMELLERİ Faşizm temelde, 18. ve 19. yüzyılların, Amerikan ve Fransız devrimlerinin, bireyin özgürlüğü, insanların ve ırkların eşitliği olarak özetlenebilecek olan ve giderek sosyalist ideallerde, halk hareketleri, işçi sınıfı savaşımı ve sosyalist gelişim ve devrimlerde yansıyan “Ruhu”na üretmiş olan felsefe yöneliş ve akımlarını reddetmektedir. Faşizm, bireyler biraraya gelerek bir “toplum” oluşturduklarında, bu topluluğun kendisini oluşturan bireylerin sayısal toplamından daha büyük ve değişik bir nitelik kazandığı gerçeğine dayanarak, “toplumun” soyut bir mutlak varlık olduğu düşüncesinden gelişmektedir. Soydan geçen bir kral yerine, toplumun istemi sonucu, bir tür göstermelik “demokrasi” ile gücü elinde tutan önderin varlığı söz konusudur. Faşizmin iddiası, eski kent devletlerinin, en başta da eski Sparta’nın ruhunu canlandırmaktır. Böyle bir idarede bireyler, çoğunluğun lider olarak seçtiği kişinin ardından itaat ve disiplinle yürüyeceklerdir. Sorgusuz itaat ve etkin savaşçılıktan oluşan bu yaklaşım aynı zamanda hıristiyanlığın “Barış” mesajına da karşıdır. Başlangıçta bir programı olmayan faşizmin tek yöntemi, iktidara şiddet ve zorla ulaşmak, onu aynı yolla elde tutmaktı. Egemen olan eğilim, savaş, dövüş, acımasızlık ve askeri disiplini yüceltiyor, her türlü ahlak değerini zayıflık olarak nitelendiriyordu. Böylece faşizm, birey hak ve özgürlüklerini yok sayarak, yetki ve sınıf eşitsizliğini savunan ve “totaliter” sıfatını kazanan bir ideolojiye dönüşmüştür. Totaliter ve otoriter ideolojiler Roma Katolik Kilisesi ve Grek Ortodoks Kilisesi’nin doktrinleridir. Faşizmin bu inançların yaygın olduğu halklar arasında yayılmış olmasında bu inançların düşünmeden itaat alışkanlığını yerleştirmiş olması etken olabilir. İktidar kavramı tüm siyasal sistemlerde temel amaç olmuştur. Floransalı Niccolo Machiavelli (1469-1527) saf iktidarı amaç edinmiş ilk ve tek yazardır. Yöneticinin sahip olması gereken erdeme, hristiyanlık öncesi eski çağların insanlarının sahip olduğunu düşünüyordu. Yaşadığı dönemin olumsuzlukları nedeniyle tüm umudunu iktidarı acımasızca ama dürüstçe uygulayacak birine bağlamıştı. Ona göre iktidar devleti meşru kılardı ve iktidar sahibi, halkı yönlendirebilen ve orduyu kendi amaçları doğrultusunda yönetebilen kişi, gerçek “raison d’etat” idi. 16. yüzyıl Fransa’sında Jean Bodin etkili yönetim için egemen ama sınırsız olmayan bir devletin önemini vurguluyordu. 17. yüzyıl İngiltere’sinde ise Thomas Hobbes, egemen iktidarın Tanrı’ya karşı sorumlu olması gerektiğini ileri sürüyordu. Bodin ve Hobbes için devlet, merkesdeki otoriteyi dinsel ve sivil tartışmaların üzerine çıkarabilecek akılcı bir düzen olmalıydı. Fakat devlet şu halde bile hala saygın bir varlık değildi. Devlet bu niteliği ancak Fransız Devrimi sonrası, Johann Gottlieb Fichte ve Georg W. Friedrich Hegel’in katkılarıyla kazanabilmiştir. Fichte, otoriter ve ekonomik olarak kendine yeten ütopik “Kapalı Devlet”i önermişti. Hegel için ise devlet, mutlak iktidar sahibi, ödün vermeksizin kendi çıkarları doğrultusunda ilerleyecek bir yapıydı. 19. yüzyılın sonlarına doğru liberalizm ve bireyciliğe karşı Fransa’da ortaya çıkan hareketin önderi Charles Maurras’dı. Kiliseye olan hayranlığının nedeni hiyerarşik düzen ve disiplin olan Maurras’a göre siyasal yaşamın ölçütü Fransa olmalıydı ve Fransa için harekete geçilmeliydi. 20. yüzyılın başlarında etkin olan Friedrich Nietzsche, faşizmin öncüsü sayılmaz. Bilakis kendisi Alman Milliyetçiliğini ve devlet otoritesini reddediyordu. Bireyciydi, sorgusuz itaatçiler ve takipçilerle savaş halindeydi. Büyük kişiliklere ve onların özel hakları olduğuna inanıyordu. Oswald Spengler de Nietzsche gibi Batı Uygarlığı’nın çöktüğü görüşüne katılıyor, hristiyanlık ve demokrasiyi onun gibi yeriyor, aristokratik bir seçkinler kadrosu gereksinimini onun gibi belirtiyordu. Bunların yanısıra Fransız sosyalist Georges Sorel, kamu hukuk hocası Ludwig Gumplowicz ve Vilfredo Pareto vb kişilerin de devlet ve iktidar kavramları hakkında faşizmin temeline etki edecek görüşleri mevcuttur. Özellikle İtalya, Almanya ve Japonya’da belirgin olan sıkıntının kaynağı, savaş öncesi büyük sömürgelere sahip ve endüstrileşme yolundaki ülkelerin, Avrupa’da hammadde pazarını da ellerinde tutmak için sergiledikleri politikalardı. Aralarında Rusya, Polonya, Avusturya-Macaristan’nın da bulunduğu bu ülkeler, savaşa statülerini eşitleyebilmek ve büyük topraklar kazanmak gibi umutlarla girmişlerdi fakat sonuç umdukları gibi olmadı. Almanya’nın feodal tarım sektörü ile yarı feodal siyasal yapısı alınan yenilgide etkin rol oynamıştı. Savaş sonrası güçlü bir duygusal milliyetçiliğin ortaya çıktığı Almanya’da, Bolşevik korkusu da geleneksel yapının korunması için bir destekti. Savaşın galipleri arasındaki İtalya’da beklenen kazanımların olmaması ve her alandaki temelsizliklerin ortaya çıkışı ile liberal yapılanmaya olan güvensizliği arttırmıştı. Huzursuzluktan rahatsız olan toprak sahipleri, üst sınıflar ve kilise, reformlar düşünmek yerine, alt sınıfları, savaştan dönenleri ve işsizleri Bolşevik tehlikesine karşı sürükleyebilecek bir lider arıyorlardı. Bu nedenle faşizm, İtalya’nın çağdaş ve ileri bir düzeye gelmesini engelleyecek şekilde ortaya atıldı. Japonya’da ortaya çıkan faşist hareketin temelinde de, Çin üzerine bir himaye kurabilme hayali yatıyordu. Böylece her üç ülkede de faşizmin ortaya çıkışı için gerekli olan duygusal zemin oluşmuş oluyordu. Faşizme yol açan diğer bir etken, kitlelerin cehaletidir. Birinci Dünya Savaşı'yla birlikte eğitimde de büyük bir gerileme yaşanmış, pek çok eğitimli genç insan savaş alanlarında ölmüştür. Bu, toplumun genel kültür düzeyini düşürmüştür. İşte genelde faşizme destek verenler, onun adına mücadele edenler ve onun saldırgan politikalarına alet olanlar bu cahil insanlardır. Çünkü faşizmin temel fikri dayanakları olan yani ırkçılık, romantik milliyetçilik, şovenizm, hayalperestlik vs. ancak cahil insanlar tarafından geniş çapta kabul görebilecek basit söylemlere dayanır. Kendilerini her yönden çıkmazda gören bu kitleler, basit bir çözüm olarak faşist liderlere sarılmışlardır. Birinci Dünya Savaşı sonrası galip devletlerin uyguladıkları yanlış politikalar olmasa belki de Almanya’da ki iktidar daha farklı boyutlarda olurdu. Zaten Almanya’da faşizm, Alman Birliği’nin kuruluşunda, Prusya Devleti’nde önemli rol oynamış ve Alman orta sınıfları, aydınları ve askeri aristokrasi birbirleriyle sıkı bağlar kurmuştu. Bu bağlar endüstri toplumunun gereklerini karşılamasa da bazı sosyal çözümler getirebiliyordu. İtalya, İspanya, Portekiz, Romanya, Yunanistan gibi ülkelerde varolan tarıma dayalı ekonomiler ile geri endüstri üretimi, endüstri teknolojisine çok uzaktı ve bu durum da faşizm için uygun ortam yaratıyordu. Bu ülkelerden en iyi durumda olan İtalya’da bile gelir düzeyi ve yaşam standardı oldukça düşüktü. Faşizm bu bağlamda ekonomik bakımdan geri olan ülkelerde ekonominin modernizasyonu için bireycilik karşıtlığı ve otoriterciliğin kullanılması çabası olarak da görülebilirdi.
-
DARWİNİZM VE KOMÜNİZM
başlığı açtığımda ideolojik-felsefe temelli bir yazı okuyacağımı ummuştum… ancak gördüm ki objektif olmaktan çok uzak bir girişle başlamış yazı… burada iyimidir-kötümüdür tartışması değildir sözkonusu olan kavramın ne ifade ettiğidir… bilgi verilir,sonra isteyen benimser istemeyen karşı çıkar… ama burada komunizmin ne olduğu anlatılmamış ki… George politzer’in felsefenin başlangıç ilkeleri adlı eserini tavsiye ediyorum herkese,propaganda amaçlı değil,öğrenme amaçlı…
-
Satılan ÜLKEMİN ve HALKIMIN geleceğidir
TÜPRAŞ 2 GÜN ÖNCE AKŞAM SAATLERİNDE SESSİZ SEDASIZ KOÇ-SHELL ORTAKLIĞINA DEVREDİLDİ.TÜPRAŞ İŞÇİLERİ TÜM RAFİNERİLERDE SABAH VARDİYASINDAN BU YANA İŞYERLERİNİ TERKETMİYOR. Farkında mısınız? SEKA'nın kapatılmasından sonra bu ülkede kağıt üretilemiyor. Farkında mısınız? TELEKOM'un satışı sonrası tüm iletişimimiz uluslararası tekellerin denetimine geçti. Farkında mısınız? Ülkemizin limanları satılıyor ve aynı şekilde emperyalistlerin kontrolüne geçiyor. ÜLKEMİN GELECEĞİ SATILIYOR DEVREDİLEN BU ÜLKENİN EGEMENLİĞİ... DEVREDİLEN BİZİM GELECEĞİMİZ...
-
adınızın baş harfine göre aşk yorumu....
ALLAHIM NE KADAR KÖTÜ VE HATTA SAPIK BİR İNSANMIŞIM BEN YA KENDİMİ ESEFLE KINIYORUM
-
Hipertansiyon (Yüksek tansiyon) nedir?
Kan dolaşımı için gereken basıncın normalden fazla olmasına YÜKSEK TANSİYON denir. Yüksek tansiyon için kullanılan tıbbi terim ise HİPERTANSİYON’dur. Evimizde kullandığımız suyun musluktan akması için gereken basıncın yüksek olmasının su borularında patlama ve aşınmalara yol açması gibi yüksek tansiyon da insanlarda çeşitli sorunlara yol açar. Kan basıncı ölçülürken iki kan basıncı değerine bakılır: Büyük tansiyon (sistolik kan basıncı) ve Küçük tansiyon (diyastolik kan basıncı). Kalbin kasılması sırasında ölçülen kan basıncı büyük tansiyon, kalbin gevşemesi esnasında ölçülen kan basıncı ise küçük tansiyondur. Büyük tansiyon veya küçük tansiyonun normalden fazla olması HİPERTANSİYON’dur. Genellikle büyük ve küçük tansiyon birlikte yüksektir. Hipertansiyon tanısı için büyük ve küçük tansiyondan birisinin normalden yüksek olması yeterlidir. Hipertansiyonun önemi Hipertansiyon çok sık karşılaşılan bir hastalıktır. Erişkinlerin (18 yaşından büyüklerin) en yaygın uzun süreli hastalığıdır. Hipertansiyonun yaygın olmasının yanısıra kalıcı sakatlıklara ve ölümlere yol açması önemini artırmaktadır. Bu özellikleri nedeni ile hipertansiyon aynı zamanda sosyal ve ekonomik bir sorundur. Hastaların azımsanmayacak bir kısmının kan basıncı yüksekliğinin farkında olmaması bu hastalığın önemini daha da artırmaktadır. Hipertansiyon böbrek, kalp, damar hastalıklarına, felçlere ve görme kaybına yol açabilir. Tedavi edilmezse hipertansiyon yaşam süresini 10-20 yıl kısaltabilir. Tuz tüketiminin fazla olduğu toplumlarda kan basıncı yüksekliği daha sıktır. Dünya nüfusunun yaklaşık 750 milyonu hipertansif olup A.B.D' de bu sayı 50 milyon kadardır. Ülkemizde 60 yaşın üzerindeki insanların yaklaşık yarısı hipertansiyon hastasıdır. Toplan hipertansif hasta sayısı ise ülkemizde 6-7 milyon civarındadır. Türkiye'de 6-7 milyon hipertansiyonu olan hasta vardır. Hipertansiyonun belirtileri Hastaların önemli bir kısmında hipertansiyon sinsi bir seyir izler yani hiçbir belirti yoktur. Bu hastalarda hipertansiyon tanısı sadece kan basıncı ölçümü ile mümkündür. Bu nedenle hipertansif olmasa bile tüm hastalar yılda en az 1-2 kez kan basıncını ölçtürmelidir. Hipertansiyon ‘sessiz katil’ olarak da isimlendirilebilir. Hipertansiyonun başlıca belirtileri baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, halsizlik, yorgunluk, burun kanaması, kulaklarda çınlama, yürüme ve merdiven çıkmada zorlanma, bazen çok sık idrara çıkma, gece uykudan uyanıp idrar yapma ve bacaklarda şişliktir. Kan basıncının çok yükseldiği durumlarda çift görme, dilde peltekleşme, yüzde veya vücutta karıncalanma olabilir. Bu belirtilerin hiçbirisi hipertansiyona özgü değildir, başka hastalıklarda da izlenebilir. Hipertansiyon vücuda zarar vermişse bu zarara ilişkin belirtiler ortaya çıkabilir. Örneğin gözü etkilemişse görme kaybı, kalp damarlarını etkilemişse göğüs ağrısı izlenebilir. Kalp yetmezliği gelişmişse hasta sırt üstü yatamaz, 2-3 yastık kullanmak zorunda kalabilir. Bu belirtilerin ortaya çıkması için genellikle uzun bir süre geçmesi ve hastanın yeterli tedavi olmaması gereklidir. Gerekli tedavi yapılmazsa, bu belirtilerin ortaya çıkması daha hızlı olabilir. Hipertansiyonun tanımı Hipertansiyon, kan basıncının normalden yüksek olmasıdır. Genel olarak sistolik kan basıncının (büyük tansiyon) 140 mm Hg (14 cm Hg) ve diyastolik kan basıncının (küçük tansiyon) 90 mm Hg’dan (9 cm Hg) yüksek olması hipertansiyon olarak kabul edilir. Hipertansiyonun vücuda yaptığı zararlar İnsan vücudunda tüm organ ve dokuları besleyen damarlar bulunur. Evimizde mutfağımızda musluğumuza suyu taşıyan su borularındaki gibi bir basınç tüm damarlarda mevcuttur. Su borularında basınç artışının tıkanma ve patlamalara yol açması gibi, hipertansiyon da damarlarda patlamalara ve tıkanmalara yol açar. Tüm organ ve dokular damarlarla beslendiği için hipertansiyon tüm vücudu etkileyebilir. Hipertansiyondan en çok etkilenen organlar kalp, beyin, böbrekler, atardamarlar ve gözlerdir. Hipertansiyon bu organları etkileyerek kalıcı sakatlıklara ve ölümlere yol açabilir. Hipertansiyonun vücuda yaptığı başlıca zararlar aşağıda özetlenmiştir. 1.Kalp yetmezliği, kalp büyümesi, kalbi besleyen damarlarda daralma , kalbi besleyen damarlarda tıkanmaya bağlı gangren (kalp krizi), kalp atışlarında düzensizlik. 2.Beyin damarlarında kanama, daralma, tıkanma ve yırtılma, felç, konuşma bozukluğu. 3.Böbrek yetmezliği, böbrek işlevlerinde bozulma. Kanda üre gibi zararlı maddeler birikir. 4.Gözü besleyen damarlarda daralma ve kanamalara bağlı görmede azalma ve körlük. 5.Bütün damarlarda genişleme, bu genişlemelerin yırtılması, kalınlaşma, daralma, yağ tabakası oluşması ve tıkanma. Hipertansiyonun vücuda yaptığı bu zararlar hastaların moralini bozmamalıdır. Hipertansiyon tedavi edilebilir bir hastalıktır, doğru ve yeterli tedavi ile bu zararlar önlenebilir veya minimuma indirilebilir. Hipertansiyon zamanında teşhis edilip, uygun şekilde tedavi edilirse yukarıda sayılan hastalıklar ve bunlara bağlı ölümler önlenebilir. Hipertansiyonun nedenleri Hipertansiyonun nedeni % 90-95 hastada bilinmemektedir (primer hipertansiyon, esansiyel hipertansiyon), yani hipertansiyon bilinen bir hastalığa bağlı değildir. Yüzde 5-10 hastada ise hipertansiyon başka bir hastalığa bağlıdır (sekonder hipertansiyon). Hipertansiyona yol açan hastalıkların önemli kısmı böbrek kaynaklıdır. Hormonal hastalıklar ise önemli diğer bir grubu oluşturmaktadır. Bu hastalıkların önemli bir kısmının tedavi edilebilir nitelikte olması, hastalıkların tedavisi ile de hipertansiyonun kalıcı tedavisinin mümkün olması her hastanın sekonder hipertansiyon açısından değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Sekonder hipertansiyon nedenleri aşağıda belirtilmiştir. 1. Böbrek hastalıkları 2. Böbrek atardamarında daralma 3. Hormonal nedenler 4. Sinirsel nedenler 5. Diğer nedenler Hipertansiyon gelişiminde tuzun ve böbreklerin önemi Hipertansiyon gelişiminde tuzun (sodyum klorür, NaCl) çok büyük önemi vardır. Bazı insanlarda böbreğin tuz atma kapasitesi sınırlı olabilir ve gereğinden fazla tuz alınması hipertansiyonun ortaya çıkmasına veya hipertansiyonun tedavisinde başarısızlığa yol açabilir. Gerek hayvan deneyleri gerekse insanlar üzerinde yapılan çalışmalar hipertansiyon gelişiminde tuzun rolünü ispatlamıştır. Bu çalışmalardan bazılarının sonuçları aşağıdadır. 1.Toplumların çoğunda tuz tüketimi ile ortalama kan basıncı ve hipertansiyon sıklığı arasında yakın bir ilişki vardır yani fazla tuz tüketen toplumlarda hipertansiyon sıklığı artmıştır 2.Çok az tuz tüketen toplumlarda ortalama kan basıncı daha düşüktür ve hipertansiyona daha az rastlanır 3.Genetik yatkınlığı olan hayvanlara tuz verilirse kısa sürede hipertansiyon gelişmektedir 4.Kısa süre fazla tuz verilen kan basıncı normal insanlarda kan basıncı yükselir 5.Çoğu insanda tuz kısıtlaması (günde 5-6 gram) kan basıncını düşürmektedir 6.Fazla tuz alımı hipertansiyona yol açan birçok mekanizmayı uyarır. Çevremizde tuz adı altında çok madde vardır. Hipertansiyon için önemli olan tuz sodyum klorür, yani sofra tuzudur. Böbreklerin hipertansiyon gelişimindeki rolü çok önemlidir. Hipertansiyonu olan bir hastada % 5 olasılıkla bir böbrek hastalığı vardır. Bu nedenle tüm hipertansif hastalar böbrek hastalıkları yönünden incelenmelidir. Bu amaçla basit bir idrar incelemesi bile çoğu zaman yeterlidir. Hipertansiyonu olan bir hastada böbrek hastalığının saptanması, böbrek hastalığının erken tanısına ve tedavisine de olanak sağlar. Zaten böbrek hastalığına bağlı bir hipertansiyon söz konusu ise böbrek hastalığı tedavi edilmeden hipertansiyonun kontrol altına alınması çok zordur. Bazı durumlarda hipertansiyon da böbrek hastalığına yol açabilir; hipertansiyon mu önce, böbrek hastalığı mı önce bunu ayırmak zor olabilir. Bu durum aynen tavuk mu önce yumurta mı önce ayırımı gibi karmaşık bir hal alabilir. Kardiyovasküler risk faktörleri Kalp ve damar hastalıklarına yakalanma riskini artıran faktörlere kardiyovasküler risk faktörleri ismi verilir. Hipertansif hastalarda kardiyovasküler risk faktörlerinin değerlendirilmesi ve mümkünse değiştirilmesi tedavinin temel noktalarından birisidir. Hipertansif hastalarda hipertansiyon dışındaki kardiyovasküler risk faktörlerine de sık rastlanır ve bu kardiyovasküler risk faktörlerinin düzeltilmesi ile kardiyovasküler kalıcı hasar ve ölüm riski kesin olarak azaltılır. Günümüzde hipertansiyon tanım ve sınıflandırmasında da kardiyovasküler risk faktörlerinin önemi giderek artmaktadır. Aşağıda kardiyovasküler risk faktörleri özetlenmiştir. Hipertansiyon tedavisi Hipertansiyon tedavisinin başarılı olması için sağlıklı bir hasta-hekim ilişkisi kurulmalıdır. Tedavinin başarıya ulaşması için hastalığın kabullenilmesi gerekir. Hipertansif hastalar hipertansiyonlarının farkında oldukları için sevinmelidirler. Tedavinin başarılı olmasında eğitimin önemi büyüktür. Hipertansiyon tedavisinde temel amaç kalıcı hasar ve ölüm riskini azaltmak ve hastanın kendini daha iyi hissetmesini sağlamaktır. Öncelikle yapılması gereken mevcut olan diğer kardiyovasküler risk faktörlerini düzeltmektir. Hastada yüksek tansiyona bağlı organ yetmezliği varsa tedavi edilmelidir. Hipertansiyonun nedeni bilinen bir hastalık ise o hastalık tedavi edilmelidir. Hipertansiyonun nedeni saptanamaz ise yani hastada primer hipertansiyon varsa hastaların yaşam düzeni değiştirilmeli ve ilaç kullanılmalıdır. Yaşam düzeninin değiştirilmesi (ilaç dışı tedaviler, ilaçsız tedavi) kesinlikle ihmal edilmemelidir. Yaşam düzeninin değiştirilmesine uyulmazsa ilaç kullanılsa bile tedavi başarısız olur. Hipertansiyon tedavisinde başarısızlık çok sık karşılaşılan bir durumdur. Tedavide başarısızlık oranının yüksek olmasının nedeni hipertansiyonun hiçbir belirtisinin olmaması (sessiz katil) ve hastalığın hastalar tarafından ciddiye alınmamasıdır. Hipertansiyon tedavisinin başarıya ulaşmasında hastanın sorumluluğu hekimden daha fazladır. Sorumluluklarını yerine getirmeyen hastanın doktor doktor dolaşmasının kendisine yararı yoktur, ancak özel laboratuvar ve doktorlara ekonomik yararı olabilir. İlaçsız tedavi İlaçsız tedavi yani yaşam düzeninin değiştirilmesi kan basıncı yüksekliğini kontrol etmenin yanısıra hipertansiyonunun önlenmesinde de yararlıdır. Hipertansif hastalara önerilen ilaç dışındaki tedavilerin çoğu sağlıklı yaşam için normal bireylerde de geçerlidir. Hastalar ilaçsız tedaviyi kesinlikle ihmal etmemelidir. Şişmanlık, şeker hastalığı veya yağ metabolizması bozukluğu olan hastalarda yaşam düzeninin değiştirilmesinin önemi daha da artar. Yaşam düzeninin değiştirilmesi hipertansiyonu tek başına kontrol edebileceği gibi ilaç gereken durumlarda ilaç dozunun azaltılmasına da olanak sağlar. Yaşam düzeninin değiştirilmesindeki temel noktalar aşağıda özetlenmiştir: 1.Tuz alınımının kısıtlanması 2.Hastanın ideal kiloya getirilmesi 3.Fiziksel aktivitenin artırılması 4.Sigaranın terkedilmesi 5.Aşırı alkolün önlenmesi 6.Diyetle doymuş yağ ve kolesterol alımının sınırlandırılması 7.Diğer tedaviler İlaçla tedavi Yüksek tansiyon tedavisinde kullanılan ilaçların bazı özellikleri ortaktır. Tüm tansiyon düşürücü ilaçlar aynı derecede etkilidir. Genel olarak tansiyon ilaçları hem büyük hem küçük tansiyonu ortalama % 4-8 düşürür. Birçok hastada A ilacı B ilacından daha etkilidir, güçlüdür. Daha etkili ve güçlü olduğu için A ilacını daha sonra kullanmak istiyorum şeklindeki düşünce kesinlikle yanlıştır, böyle bir genelleme yapılamaz. Ancak hastalar bazı ilaçlara daha duyarlı olabilirler. Örneğin Ayşe Hanım’ın yüksek tansiyonu için verilen A ilacı etkisiz olunca B ilacına geçildi, B ilacı ile yüksek tansiyon kontrol altına alındı. Ancak Mehmet Bey’de ise tam tersi yaşandı yani verilen B ilacı etkisiz olunca A ilacına geçildi, A ilacı ile yüksek tansiyon kontrol altına alındı. Bir hastada hangi ilacın daha etkili olacağını önceden anlamak çoğu zaman mümkün değildir. İlaç seçiminde hastada mevcut olan diğer risk faktörleri ve hastalıklar değerlendirilmelidir. Tedaviye genellikle tek ilaçla başlanır. İlaçların çoğunun etkisi 1-2 saatte başlar, 4-6 saate maksimum değere ulaşır ve 12-24 saatte sona erer. Bir ilacın etkinliğinin tam olarak ortaya çıkması için genellikle 2-3 hafta geçmesi gerekir (sabırsız olmayın). Genel olarak bu ilaçların antihipertansif etkinlikleri birbirine benzer ve hastaların yaklaşık % 5-10’u verilen her ilacı yan etkisi nedeni ile bırakmak zorunda kalır. Tedaviye ikinci bir ilaç eklenmesi söz konusu ise uygun kombinasyon seçilmelidir. Tedaviye tek ilaçla başlanmış ise tedavi değiştirilmeden (ciddi yan etki yok ise) önce 4-6 hafta beklenmelidir (sabırlı olmaya devam). Tedavi değişikliği doz artırımı veya ikinci ilaç eklenmesi şeklinde olabilir. Tansiyon ilaçlarının kan basıncını düşürücü etkileri ve güçleri birbirine benzer. İlaçların etki mekanizması, yan etkisi, doz miktarı, günlük doz sayısı gibi özellikleri ise birbirinden farklıdır. İlaçlara bağlı değişik yan etkiler (öksürük, bacaklarda şişme...) ortaya çıkabilir ancak bunları hemen ilaca bağlamak doğru değildir. İlaçlar hakkında ilaç kutusunun içinde bulunan prospektüslerden de bilgi edinilebilir ancak prospektüsler bazen anlaşılması güç olmakta ve hastanın kafasında karışıklığa yol açmaktadırlar. İlaçların prospektüsünü mutlaka okuyunuz, ilaçlarınızın olası yan etkilerini öğreniniz, anlamadığınız bölümleri doktor veya eczacıya sorunuz. İlaç seçimi kesinlikle bir doktor tarafından yapılmalıdır. Tedavide hedefler Antihipertansif tedavi ile kan basıncı düşürüldükçe kardiyovasküler risk doğru orantılı olarak azalmaktadır. Kan basıncı kesinlikle 140/90 mm Hg’nın altına düşürülmeli ve bu düzeyde tutulmalıdır. Kan basıncı 140/85 mm Hg’ya indirilebilir ancak daha fazla düşürülmesinin yararı belirsizdir. Kan basıncı 180/110 mm Hg olan bir hastanın kan basıncının 160/90 mm Hg’ya indirilmesi kalıcı hasar ve ölüm riskini azaltır ancak yeterli değildir. Pratikte yetersiz kan basıncı tedavisi çok karşılaşılan bir sorundur. Ne yazık ki yetersiz kan basıncı kontrolü gerek hekim gerek hasta tarafından çoğu kez sorun kabul edilmemektedir. Hastanın sorumluluklarını yerine getirmesi ve sağlıklı bir hasta-hekim ilişkisi kurulmasına karşın ender olarak kan basıncı istenilen düzeylere indirilemez, ancak kan basıncında 5-10 mm Hg’lık bir düşme sağlanması bile hasta için kazançtır. Beyaz Önlük Hipertansiyonu Hastaların bir kısmında sadece hastane koşullarında kan basıncının yükseldiği uzun yıllardan beri bilinmektedir. Bu durum Beyaz önlük hipertansiyonu kavramının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Beyaz Önlük Hipertansiyonu, hekim veya hekim dışı sağlık personelinin bulunduğu ortamda kan basıncının yükselmesi, buna karşın ev koşullarında yapılan kan basıncı ölçümlerinin normal olması şeklinde tanımlanabilir. Beyaz önlük etkisi nedeni ile hastane, sağlık ocağı veya muayenehanede ilk ve tek ölçümle kan basıncının yüksek saptandığı durumlarda hipertansiyon tanısı koymaktan kaçınılmalıdır. Nedeni bilinmemektedir. Günümüzdeki bilgilerle Beyaz önlük hipertansiyonunun tedavisine gerek yoktur. Hastalara öneriler 1.Hastalar kendi kan basınçlarını ölçmeyi öğrenmeli ve olanakları varsa bir tansiyon aleti ve steteskop almalıdırlar. 2.Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu, Bağ-Kur gibi sağlık sigorta güvencesi olanlar eğer hastalıklarını belirtir bir heyet raporu alırlarsa ilaçlarına hiçbir ücret ödemezler. Bu konuda doktorları yardımcı olacaktır. 3.Hastalar ölçtükleri kan basıncı değerlerini kaydetmeyi alışkanlık haline getirmelidir. Kan basıncı değerlerinin kaydedildiği form doktora giderken evde, iş yerinde... unutulmamalıdır. 4.Bir seyahate giderken sağlık karnenizi, heyet raporlarınızı, ilaçlarınızı yanınıza almayı unutmayınız. 5.Muayeneye gideceğiniz gün ilacınızı mutlaka içiniz. 6.Doktora giderken şahsınıza ait tüm tıbbi dökümanları (filmler, tahlil sonuçları, hastane dosyası, kullandığınız ilaçların kutusu...) mutlaka yanınıza alınız.