Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

ırgat

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    10
  • Katılım

  • Son Ziyaret

ırgat tarafından postalanan herşey

  1. ırgat

    Damada var Doğan'a yok!

    Bir çifte standart örneği daha. İktidar olanaklarını çıkarları için kullanma üzerine bir örnek daha.
  2. BİRDEN ÇOK SENDİKA ÜYELİĞİ NE GETİRECEK? Bakın çalışma hayatının usta yazarlarından Ali Tezel ne diyor: Türkiye'deki uygulamalara baktığımızda ise işçilerin bir sendikaya üye olduklarında işten atıldıklarını görüyoruz. Değil birden fazla sendikaya üyelik... İşte birkaç haber: Bu dört olay bu yıl içinde gerçekleşenlerden. Hala devam eden eylemler de var. Şimdi hal böyle iken işçiler birden fazla sendikaya üye olabilecekler demenin inandırıcılığı nerededir? Sendikalaşma anayasal bir haktır. Bu hakkı kullandırtmayan patronlara/uygulamalara karşı Akp iktidarı ne yapmıştır? Hiç. Şimdi söylenen "bu ülkeyi sermayenin hegemonyasına terk etmeyeceğiz" lafının sadece laf olduğu bir gerçektir.
  3. Akpnin 8 yıllık icraatları ülkeyi sermayenin hegemonyasına terk etme üzerinedir. Yani söylenenin tam tersi yapılmıştır.
  4. Başbakan geçen günlerde Tüsiad'la atışırken "Bu ülkeyi sermayenin hegemonyasına terk etmeyeceğiz." dedi. Müsiad ve Tuskon sermaye değil mi? diye bir soru sormayacağım. Onlar anayasa paketini destekliyorlar. Aslında Tüsiad'ın da karşı çıktığı yok. Zira bu anayasa paketi tam da sermayenin isteklerine cevap veriyor. Sadece 125. maddeye bakalım : Peki emekçiler için ne var anayasa değişikliğinde?
  5. ırgat

    CEMAAT VE OLAYLAR

    Başbakan katıldığı her mitingde "Her kutlu doğum sancılı olur, inşallah bunu yaşayacağız." diyor. www.dailymotion.com/video/xa280f_fethullah-gulenin-gercek-yuzu-gizli_lifestyle adresindeki videonun en başında bu sözün kaynağını görebilirsiniz. Ve cemaatin stratejileri falan...
  6. Yukarıdaki sohbet 05.12.2001 tarihli. tr.fgulen.com/content/view/3178/157/ adresinden alıntıdır. Aşağıdaki alıntı ise malum 02.08.2010 tarihlidir.
  7. 12 Eylül öncesi sizi çok sıkıntılı görüyorduk. Acaba sebebi ne idi? Tarih hemen hemen 12 Eylül ihtilalinden iki sene kadar önceydi. İşte ta o zamanlarda, bende, büyük hadiselerden önce başlayan sıkıntılar başlamıştı. Antalya'ya giderken geçirdiğim sıkıntı da, bunlardan birisiydi. Antalya'ya giderken geçirdiğim sıkıntı da, bunlardan birisiydi. Yolculuğa çıkmıştık ki, kalbim sıkıştırdı. Biraz moladan sonra tekrar denedik yine aynı şey, İzmir tarafına dönünce kendimi iyi hissediyor, tekrar geriye dönünce de fenalaşıyordum. 'Demek ki, oraya gitmem istenmiyor' dedim ve İzmir'e döndüm. Sonra öğrenildi ki, yolda arabaları aramışlar. Arkadaşlara sıkıntı vermişler. Bülent Ecevit Bey'in aynı gün Antalya'da mitingi varmış. Yani bizim orda olmamız provokasyonlara açık bir durumdu... Zannediyorum yüzüm, gözüm, kaşım her tarafım atıyor ve gözlerimde tikler oluyordu ve hele şiddetli baş ağrıları tahammül edilir gibi değildi. Bilhassa yemeklerden sonra tuhaflaşıyor, bunalıyor, boğuluyor gibi bir hale giriyordum. Tabii bunlar bendeki sıkıntının sadece dışa yansıyan kısımlarıydı. Bir de iç alemim vardı -ki, tam patlamaya hazır mağmalar gibiydi! Evet dayanılmaz ölçüde şiddetli bir sıkıntı içinde bulunuyordum. Arkadaşlar ise sadece dışarıya lav çıkınca muttali oluyorlardı. Ben yemez-içmez ve yer yer sinirlenirsem, onlar, o zaman farkına varıyorlardı. Hiç uyumadığım günler pek çoktu. Bazen kalkıp dolaşıyor ve Rabbime tazarru ve niyazda bulunuyordum. Ve bu arada ciddi bir musibet varmış da, buna karşı alakasız kalıp uyuyanlara çok canım sıkılıyordu. 'Niye bu kadar dertsiz ve gamsız bu adamlar', diyordum kendi kendime. Sıkılıyordum ama ne olacağını katiyen kestiremiyordum.. kestiremezdim de; zira, olacağı sadece Allah bilir. Osman Kara Hocaefendi felç olmuştu. Bu da bana çok dokunmuştu. Osman Kara Hocaefendi kadim bir arkadaşımdı. Ben ta askerden önce Edirne'de bulunurken o ve Salih Özcan bey, Tekirdağ'da yedek subay olarak askerlik yapıyorlardı. Bir gün beraberce gelip beni ziyaret etmişlerdi. Kendisiyle o gün tanışmış, dost olmuş ve bir daha da irtibatımızı hiç kesmemiştik. Ben İzmir'e geldiğimde o da İzmir'deydi. Karşıyaka'da vaizlik yapıyordu. Daha sonra da Karşıyaka'ya müftü olmuştu. Çok iyi bir dostluğumuz vardı. O evlenmişti. Bazen evine gidip-gelirdim. O da bana sık sık uğrardı. Hele İzmir'deki ilk günlerimde çok yardımını görmüştüm. Adeta bir mihmandar gibi önüme düşmüş, her gideceğim yere beni o götürmüştü... O'nun birden bire felç olması beni iyice sarstı. Böyle hadiseler insanda şok tesiri yapar ve şuuraltına yerleşir. Nitekim daha sonra bir kardiyolog kalbimden dolayı beni muayene ederken; 'Yakınlarınızdan birisi yakında felç oldu mu?' dedi. Doktorun psikanaliz yanı da iyiymiş. Ben de 'oldu' demiştim. 'Sizde kalp yok' dedi. Oysa ki, kalpten dolayı gelmiş ve onun için randevu almıştık. -Allah rahmet etsin- randevuyu Eymen Topbaş Bey almıştı. Evet, işte yola çıkacağım güne kadar bunlar olmuştu. Ve biz Ayrancılar'ı geçmiştik ki, kalbim sıkıştırdı. Zaten bunalıyordum. Biraz yürüyelim dedim. Galiba müsaade etmediler. Daha önce birisinden duymuştum, sırtüstü yatıp ayakları yüksekçe bir yere koymanın kalbe faydası olduğunu. Bu mülahaza ile bir parka gidip oradaki banklardan birine uzandım ve ayağımı denilen şekilde bir bankın üzerine koydum. Yanımda Köse Mahmud ve Pekmezci beyler vardı. Biz bir-iki araba beraberdik. Diğer arkadaşlar şehirlerarası otobüslerle gitmişlerdi. Ve o gidiş işte böyle hadiseli olmuştu. Biraz daha yola devam ettim. Baktım yine sıkışıyorum, 'Artık gelemeyeceğim' dedim. Aydın'da bir eve gidip geceyi orda geçirdik. Sabah namazına kadar istirahat ettim. Sabah namazını kıldıktan sonra geriye dönmeye karar verdik. Adeta İzmir tarafına dönünce kendimi iyi hissediyor, tekrar geriye dönünce de fenalaşıyordum. Teşe'üm doğru değil ama, ben şahsen öyle yorumladım; ne bileyim ufkumuz kapalı. 'Demek ki, oraya gitmem istenmiyor.' dedim ve İzmir'e döndüm. Sonra öğrenildi ki, yolda arabaları aramışlar. Muharrem ve Nur Sungur için biraz sıkıntı vermişler. Bülent Ecevit Bey'in orada o gün mitingi varmış. Giden herkesi aramışlar. Tabii bizim orada bulunmamız, yanlış yorumlanabilir, hatta provoke edilebilir ve işi ağırlaştırabilirdi. Hayırlısı öyleşmiş; biz o gün Antalya'ya gidememiştik. 12 Eylül ihtilalinin kısa bir değerlendirmesini yapabilir misiniz? Bence 12 Eylül'ün diğer ihtilallerden pek farklı bir yönü yoktu: Yine gençler silahlı ve sokakta.. yine dillerde Marks ve Lenin.. yine kin ve nefret.. yine yıkıcı siyaset ve meclis polemiği.. yine müdahaleye çağrı ve yine 'hele bir yıkalım sonra oturur ne yapacağımızı düşünürüz' gibi geri kalmış ülkelerin psikolojisiyle hareket etme hastalığı sarmıştı bir baştan bir başa toplumu. Kimsenin kimseyi kabullenmediği, bir kesimin diğeri ile beraber yaşamaya tahammül edemediği ve en küçük farklılıkların kavga vesilesi yapıldığı böyle bir ortamda, müdahele için her şey tamamdı. Ve yine sun'i sağ-sol hikayesi hürriyet ve demokrasinin katliyle sonuçlanacaktı. Ayrıca, o günlerde şımartılan illegal sol, gelişmiş, güçlenmiş, eski soldan çok farklıydı. Hatta iktidara geleceğine inanıyordu. Bu itibarla da, o güne kadar hiç yapmadıkları şeylerle sokağa dökülmeye başlamışlardı. Nice defa şahit olmuşumdur; bu ülkede Marks'ın, Lenin'in resmi olduğu halde nümayişler yapılmıştır.. ve hele bir iki yerde gördüğüm manzara karşısında -samimi söylüyorum- ben, acaba kabus mu görüyorum dediğim olmuştur. Bir keresinde, Lüleburgaz'dan geçerken, insanın tüylerini diken diken eden acaip bağırış, çağırışları görüp duyduğumda dona kalmıştım. Bu nasıl iştir böyle!.. Türkiye'de hükümet ve devlet yok mu? Ne oldu askere? Polisler nerede? Marks'ın bayrağı altında miting yapılıyor ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardı. O günlerde çok söylenen sözlerdendir. 'Komünizme selam dur, Türk askerini arkadan vur.' Ancak, Allah bu haince düşüncelerin hiçbirine fırsat vermedi. O rahmetle tecelli edip sebepler yarattı ve milleti kurtardı. Milleti bertaraf etmek isteyenler büyük ölçüde suçüstü yakalandılar ve te'sirsiz hale getirildiler. Evet bu defa dengeli olunmağa çalışıldı. Komünistler saf dışı edilirken, Rusya da bir başka dünyada bunlara arka çıkmadı. Hatta solcu Batılılar da sahip çıkmadılar. Gerçi işkence var diye geldiler, onları himaye etmeye çalıştılar ama, hem sağ hem sol herkesin tokatlandığını gördüler hem de belli kararlılıkla karşılaştı ve istediklerini tam alamadılar. Bu arada bazı İslamî çalışmaları Cenab-ı Hakk onlara olduğu gibi gösterdi. Onlar da, bir kısım endişelerinin vehim olduğunu anladılar.. aynı zamanda cepheyi genişletmek istemediler. Zira hangi İslamî oluşumla uğraşsalar, kendileri için yeni düşmanlıkları körüklemiş olacak; belki de tel'îne ve bedduaya maruz kalacaklardı. Belki de bazıları böyle düşünüyordu. Kendileri açısından isabetli de olabilir. Zaten radikal sol, bunlara her yerde faşist paşalar, faşist generaller diyordu. Bir de inanan insanların camilerde ve şurada burada aleyhlerine dönmesine sebebiyet vermesi kâr-ı akıl değildi. Ne var ki, inanan kesime emniyet edip güvenmedikleri de bir gerçekti. Bu arada şunu da vurgulamakta yarar var: Bu son hareketin mimarları bazı müspet icraatta da bulundular. Toplumu, dirilmesi için bir kere daha silkelediler. Sovyet imparatorluğu yıkılma sath-ı mâiline girdiği bir dönemde maceracı gençlerin Türkiye'yi Sovyetler'in peyki haline getirme oyununu bozdu ve ülkemizin içinden çıkılmaz bir bataklığa sürüklenmesini bilerek veya bilmeyerek önlediler.. bazı kıymetli vatan evlatlarına millete hizmet etme yollarını açtılar.. imam-hatiplerin açılmasına göz yumdu ve mekteplere ahlak, din dersi koymak suretiyle bir tarihi yanılgıyı düzelttiler..
  8. 22 Nisan 2008'de ayaktakımı diyerek küçümsediği insanlardan şimdi "Evet" oyu bekleyen başbakana ve "banayasasına" "HAYIR". 12 Eylül ANAYASAK'ını bir daha onaylamayacağız.
  9. Türkiye’ye dair yaptığımız analizlerde, uzunca bir süredir, ülkenin radikal bir dönüşüm süreci içersinde bulunduğunu ve bu dönüşümün izlerinin devletin yeniden yapılanmasından, burjuvazinin bileşimindeki değişikliğe kadar geniş bir alanda takip edilebileceğini söylüyoruz. Kabul etmek durumundayız: Artık yeni bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Henüz dört başı mamur bir veçheye kavuşmamış; ama eskisini de büyük ölçüde geride bırakmış, yeni bir Türkiye. İstanbul Sanayi Odası’nın geçtiğimiz günlerde açıkladığı Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu” listesi yeni Türkiye’yi anlamamız açısından bize önemli ipuçları veriyor, o yüzden listeye biraz daha yakından bakmamız gerekiyor. Listeye baktığımızda dikkatimizi çeken ilk olgu, 500 büyük kuruluş sıralamasının ilk onunda sadece tek bir kamu kuruluşunun, Elektrik Üretim AŞ’nin bulunması. 500 şirketlik listede ise sadece 10 kamu kuruluşu kendisine yer bulabilmiş. Özellikle 1980’lerden bugüne, Türkiye kapitalizminin yaşadığı krizleri devletin büyüklüğüne, ekonomiye müdahalesine ve kamu iktisadi teşekküllerinin varlığına bağlayıp, tek çare olarak özelleştirmeyi savunan liberaller bu listeye bakıp büyük mutluluk duyabilirler, ne de olsa artık büyüklüğü ile ekonomiyi etkileyebilecek herhangi bir kamusal varlık kalmamış ve hepsi sermayeye devredilmiş durumda. Ancak aynı isimler Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu sürekli düşük yoğunluklu kriz halini açıklamak için yeni argümanlar bulmak zorundalar. Ne de olsa artık yeni bir büyük kriz yaşandığında “satın” diyebilecekleri kamu iktisadi teşebbüsleri ve “küçültün” diyebilecekleri bir devlet yok. Listeye baktığımızda gördüğümüz başka bir olgu, geleneksel Türkiye burjuvazisinin gücünü korumaya devam ediyor oluşu. Listenin ilk on sırasında yer alan şirketlerden beşi, yani birinci sıradaki Tüpraş, dördüncü sıradaki Arçelik, beşinci sıradaki Tofaş, altıncı sıradaki Ford ve sekizinci sıradaki Aygaz, Koç Holding’e ait durumda. Listenin en başındaki kuruluşun, yani Tüpraş’ın ise AKP döneminde özelleştirilen bir kamu kuruluşu olduğunu unutmamak gerekiyor. Liste, geleneksel büyük burjuvazinin gücünü koruyor olduğunu göstermekle birlikte, İslami/muhafazakâr sermayenin artık küçük ya da orta büyüklükte bir nitelik taşımaktan sıyrılıp, tekelci bir nitelik kazanmaya başladığına açık bir şekilde işaret ediyor. Listede MÜSİAD üyesi otuz bir kuruluş yer alıyor. MÜSİAD’ın kurulduğu yıl, yani 1990’da bu sayının sadece sekiz olduğunu düşündüğümüzde yükselişin boyutu daha rahat anlaşılıyor. Benzer bir şekilde, 2005 yılında kurulan ve cemaatin şirketlerini bir araya getiren konfederasyon kuruluşu TUSKON’un aradan geçen 4 yılda muazzam bir büyüme gösterdiğini ve tam 45 üyesinin 500 büyük firma listesine girdiğini gözlemleyebiliyoruz. Demek ki, liberalizmle muhafazakârlığın yükselişiyle kendisini gösteren yeni rejim inşası, sadece toplumun muhafazakârlaştırılması ve devlet aygıtının yeniden yapılandırılması anlamına gelmiyor; Türkiye’de sermayenin bileşimi de değişiyor. Artık bir yandan küresel ekonomi ile uyum içerisinde çalışmayı amaçlayan ve bunun yolunun da liberalleşmekten geçtiğini bilen ama aynı zamanda muhafazakâr bir Türkiye burjuvazisi var. Çalıştırdığı işçiye asgari ücretten fazlasını çok gören, sigortasız işçi çalıştıran ve sendika düşmanı ama aynı zamanda işçisiyle aynı camide namaz kılabilen, ödediği asgari ücretin günahını verdiği zekâtla ödeyeceğini düşünen, ramazan geldiğinde birkaç yüz kişiye erzak yardımı yapmakla vicdanını rahatlatan bir burjuvazi bu. Yeni Türkiye’nin yeni sermaye sınıfı! Liste bize krizin Türkiye burjuvazisini teğet geçtiğini de açık bir şekilde gösteriyor. 500 şirketin 412 tanesi 2009 yılını karla kapatmış durumda. Dikkat edilmesi gereken nokta ise, aynı yıl, listenin ezici çoğunluğunu oluşturan özel sermaye kuruluşlarında çalışan işçi sayısının 2008 yılına kıyasla yüzde 6,7 oranında azalmış olması. Bu ise iki anlama geliyor: ilkin, sermayenin kar ettiği dönemlerde dahi işçi çıkarabiliyor oluşu, ikincisi ise sermayenin daha az işçi çalıştırmasına rağmen karlılığını arttırmış olması. Bu ise artı-değer, yani sömürü oranının artmış olması anlamına geliyor. Demek ki muhafazakârlaşmaya sömürününün artışı eşlik ediyor. Demek ki daha az maliyet ve daha çok kar için, daha çok işçinin gününü fabrikayla cami arasında geçirmesi, daha çok işçinin şükretmesi ve daha çok işçinin umudunu öteki dünyaya bağlaması gerekiyor. Çünkü İslamize olmamış, muhafazakârlaşmamış bir toplumda kölelik ücreti ile işçi çalıştırmak ve sömürüyü bu derece artırmak mümkün olamıyor. Muhafazakâr burjuvazinin yükselişini yeni bir hegemonya projesi ile birlikte okumak gerekiyor. Eğer kapitalist bütün toplumlarda, sermaye sınıfı, egemen sınıf olma niteliğini, toplumun geri kalanını kendisine bağlayabilecek ve ideolojik hegemonyasını tesis edebilecek projelerle mümkün kılabiliyor ve kendisini ancak bu şekilde yeniden üretebiliyorsa, yeni Türkiye’nin yeni burjuvazisi de benzer bir şeyi yapıyor. Marx’a atıfla söyleyebiliyoruz ki, “her çağda egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleri olarak şekilleniyor.” Vesayet rejimine karşı millet iktidarı, statüko karşıtlığı, demokrasi söylemi, sivil toplumculuk, girişim özgürlüğü, atanmışlara karşı seçilmişler, yerelleşme, devletin küçültülmesi, özelleştirme vs… Tüm bunlar, liberal ve muhafazakâr yeni Türkiye’nin ve onun burjuvazisinin ideolojik hegemonyasını kurarken en çok başvurduğu ve üstelik topluma kabul ettirmede başarılı da olduğu kavramlar. Emeğin iktidarı adına sermaye iktidarının karşısına çıkanların, kendi hegemonya projeleri için gerekli araçları hızla yaratmaları ve sermayenin kavramlarının karşısına kendi kavramlarını ve kendi değerlerini koyup, bunları geniş kitlelere mal etmeleri gerekiyor. Çünkü sınıf mücadelesi en çok bu düzlemde elle tutulur, gözle görülür bir niteliğe kavuşuyor. FATİH YAŞLI
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.