Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

rodi_47

Φ Yeni Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2
  • Katılım

  • Son Ziyaret

rodi_47 tarafından postalanan herşey

  1. Kürdistan Tarihi Kürdistan, Ortadoğu’da 550.000 kilometrekare yüzölçümüne sahip, 1639 tarihli Kasr-ı Şirin, 1923 Lozan Antlaşması’yla dört parçaya bölünmüş bir ülkedir. Eski istatistiklere dayanılarak yapılan tahminlere göre Kuzey Kürdistan’da (Türkiye parçasında) 20 milyon; Doğu Kürdistan’da (İran parçasında) 10 milyon; Güney Kürdistan’da (Irak parçasında) 5 milyon; Güney-Batı Kürdistan’da (Suriye parçasında) 1,5-2 milyon kadar olmak üzere toplam 35 milyonun üstünde bir Kürt nüfusu vardır. Bu rakamlarda, zorunlu olarak egemen devletlerin nüfus sayımları esas alındığı için gerçek nufusun bu rakamlardan daha yüksek olduğuna inanılmaktadır. Zira Kürtler için bağımsız bir nufus sayımı yapmanın koşulları yoktur. Kürtler, Yunan ve diğer Batılı tarihçilerin anlatımlarına göre Medlerin varisleridirler. Coğrafik olarak Yukarı Mezopotamya diye anılan Med ülkesi, kuzeyde Ağrı Dağı ile Urmiye Gölü’nün batı yakasından başlayarak Zağros dağları doğrultusunda aşağı Mezopotamya’nın sınırlarına kadar giden bölgenin Dicle ve Fırat nehirlerinin kapsadığı alan olarak tarif edilmektedir. Uygarlığın merkezi sayılan Mezopotamya’da Sümer, Babil uygarlıklarının oluşmasında katkısı bulunan halkların varislerinden biri de Kürtlerdir. Kürtlerin ataları olan Medlerin siyasi olarak en belirgin biçimde tarih sahnesinde görülmeleri yaklaşık olarak 3000 yıl önceye yani M.Ö. 1000 yıllarına rastlar. Asur İmparatorluğu’nun egemenliği altında yaşamak zorunda kalan Mezopotamya halklarından biri olan Medler, M.Ö. 700 yıllarından itibaren bu köleci imparatorluğa karşı mücadeleye önderlik etmeye başlar ve diğer halkların da desteklerini alıp köleci Asur İmparatorluğunu yıkmayı başarıp M:Ö. 612 yılında Med İmparatorluğu’nu kurarlar. Büyük İskender’in istilasına kadarki dönemde Perslerle ortak egemenlik içinde yaşayan Medler bu dönemden sonra sırasıyla , önce Makedon egemenliği, M.S. 30 ile 476 yılları arasında ise Doğu Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altında dağınık, yarı fedaratif aşiretler biçiminde varlıklarını sürdürdüler. Orta Çağ’da ve özellikle İslam dininin Ortadoğu’ya egemen olmasıyla birlikte Kürtler sırasıyla İran Safevi, Emevi, Abbasilerin egemenliğine girdiler. Ancak tüm bu dönemlerde Kürtler, fiiliyatta bazen bağımsız bazen de otonom bir şekilde, bir yapılanma içerisindeydiler. Otonomi mi olacak, bağımsız bir ilişki mi olacak bunu, İşgalcilerle beyliklerin güç dengeleri belirledi. Birçok devlet ilan ettiler. Uzun süre varlıklarını sürdürmüş olan, 10. ve 11. yüzyıllarda kurulmuş olan Mervani ve Şeddadi devletlerini buna örnek olarak gösterebiliriz. Selçuklular ile Osmanlıların egemen oldukları dönemde Kürt egemenleri, Bey, Mir gibi ünvanlarla anılmışlardı. Selçuklu sultanları ile Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman gibi Osmanlı padişahları Kürt beyleriyle çeşitli anlaşmalar imzalayıp onların coğrafik hudutlarını ve içişleriyle ilgili egemenlik haklarını tanımışlardı. Buna karşılık Kürt beylikleri de savaşlarda, Osmanlı padişahlarının emri altında ve ganimette de ortak bir şekilde savaşmayı kabul etmişlerdi. Bu durum 19. yüzyılın ilk yarısına kadar sürdü, Kürt beyleri kendi bölgelerinde iktidar sahibiydiler, Kendi içlerinde kamu düzeni için gerekli yasalarını koyup uygulayabildiler. İdari, hukuki ve ekonomik işlerini İstanbul’dan bağımsız olarak yürütmeye özen gösterdiler. Kürt beyleri veraset yoluyla ve geleneksel yöntemleriyle başa gelme kuralından taviz vermediler. Birçok yerde vergiler, bu beyler adına toplandı, kadılar bu beyler tarafından atandı. Ancak buna rağmen dışişlerinde Osmanlı İmparatorluğu’na bağlıydılar ve bu çerçevede ilişkilerini sürdürüyorlardı. 19. yüzyılın başlarında Osmanlı hükümdarları, İmparatorluğun dağılma sürecine girmesi ve pek çok ulusun bağımsızlığını kazanmasının yarattığı korkuyla eski sistemi terkedip merkezileşme politikasını izlemeye başladılar. Kürt beyliklerinin otoritelerini ortadan kaldırıp Kürdistan’a merkezi vali, kadı tayin etmek, kendi adlarına vergi almak istediler. Kürtler bunun anlamını iyi biliyorlardı. Hemen itiraz ettiler. Ancak Osmanlı sultanları, tek egemen olmak, iktidarı başkalarıyla paylaşmak istememeleri, Osmanlı topraklarının büyük bir kısmında olduğu gibi Kürdistan’da da tepkiyle karşılandı. Kürtler bu duruma isyan ettiler. Tüm dünya çapında gelişen ulusçuluğun etkisiyle 19. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlılık yerine Türklük ön plana çıkarılmıştı. Kürtler de bu dönemde ulusal bir uyanış içerisindeydiler. Ancak Kürdistan’da görülen pek çok dinsel ve mezhepsel çelişki, Kürt toplumunun feodal yapısı, Osmanlı idaresinin pek çok sinsi politikasıyla birleşince, ulusal uyanış ve merkezi idareye yönelik rahatsızlıklar sebebiyle çıkan isyanlar, aynı takvime denk gelemedi. Mir Abdurrahman Baban, Bedirxan Bey, Yezdinşer, Şeyh Ubeydullah Nehri ve başka bir çok bölgesel önder komutasındaki Kürtlerin başkaldırıları, ciddi başarılar kazanmalarına rağmen, kitlesel ve coğrafik olarak yeterince geniş bir alana yayılamadıklarından bir dönem sonra kanlı bir şekilde bastırıldılar. 20. yüzyıla gelindiğinde İttihat ve Terakki Partisi iktidarı ele aldı ve Türkçülüğe doğru son hızla gidildi. 1. Dünya Savaşı fırsat bilinerek Ermenilerin sonu getirildi. Artık Osmanlının egemenliğindeki topraklarda aykırı sesler istenmiyordu. Hükümet, bir Kürt hareketinin örgütlenebileceği kuşkusu içinde idi. İttihat ve Terakki iktidarı vakit kaybetmeden bir Göç Kanunu çıkardı. Kürtler kitleler halinde batıya sürüldü. Savaştaki ölümler bu göçlerle birleşince Kürtler yüzbinlerce insan kaybettiler ve derin bir açlık ve sefaletle karşı karşıya kaldılar. I. Dünya Savaşı, ardından imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirdi. Mütareke ile birlikte Kürt illeri de işgale uğradı. Savaş, aynı zamanda Kürtlerin örgütlenmelerini de hızlandırmıştı. ABD Başkanı Wilson’un dünyaya duyurduğu 14 prensip, Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan tüm halkları olduğu gibi Kürtleri de ilgilendiriyordu. Ezilen milletlere ve milli azınlıklara bir takım hakların verilmesinin öngörüldüğü bu ilkeler, Kürt toplumunu da yakından ilgilendiriyordu. Kürtler, birçok ilinde hızla bir araya gelip örgütlenmeye başladılar. Etkin Kürt aristokrat ailelerinin desteğinde ve bürokrat-asker kökenli Kürt şahsiyetlerinin önderliğinde Kürdistan’ı hedefleyen pek çok örgüt kuruldu. Ancak bunların geniş kapsamlı bir Kürdistan kurtuluş proğramları yoktu. İstanbul’daki İngiliz, Amerikan ve Fransız yetkilileri de Kürdistan sorunu ile ilgili olarak bu örgütlerle ilişki içerisindeydiler ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı. Kürt örgütçüleri şu anda olduğu gibi o dönemde de Batılı devletlerin temsilcilerine bir Kürt sorununun bulunduğunu ve çözülmesi gerektiğini anlatabilmek için çaba harcıyorlardı. O yıllarda da Kürtler Batılı devletlere dertlerini anlatabilmenin sıkıntılarını yaşamışlardı. Ancak Kürtlerin ve Kürt siyasetçilerinin bu çabaları çelişkilerin sadece diplomasiyle çözülmediği, çoğu zaman güçle çözüldüğü bu dünyada, doğal olarak bir sonuca ulaşamadı. Amerika ve batılı devletler, sorunu çözebilecek yaklaşımı gösteremediler. Güç dengeleri savaş sonrasının politikasında belirleyici oldu. Birliklerini ve örgütlenmelerini yeterince sağlayamadıkları için güçlüler arasına giremeyen Kürtler bu sürecin sonunda, İkiye parçalanmış ülkeleri birleşip kurulamadığı gibi dörde bölündüğünden en zararlı halkların listesindeki yerlerini aldılar. Sorun, geleceğe katlanarak ertelenmişti. Kürtlerin önemli bir kısmı da ortak ülke ve gelecek vaddeden M. Kemal’in önderliğinde Türklerle birlikte mücadele ettiler. Kürtlerin önemli bir kısmıyla Türkler, işgallere karşı ortak bir eylemin içinde oldular. M. Kemal, bu süreçte Kürt gücünün farkındadır ve bunu hayati görür. Ortak isteğin örgütlenmesi için Kürt kavramı tamamen reddedilmedi. M.Kemal, hareketten ayrık duran Kürt kesimlerinin dıştalanması için „İngiliz himayesinde bir Kürdistan oluşturmak“ iddiasını kullandı. Erzurum ve Sivas kongreleri, 1920’de oluşturulan Büyük Millet Meclisi’ne Kürt unsurlar da katıldı. İşgallere karşı Müdafa-ı Hukuk içinde birlikte yer alındı. Kürtler Kemal’in, „Kürtler ve Türkler ayrılmaz iki kardeştir ve bu yurt iki unsurun ortak yurdudur“ politik söyleminden etkilendiler. Kürtler ortak yurdun savunulmasına güçleri ile, milisleriyle, silahlarıyla birlikte katılmışlardır. M. Kemal’in doğudan başlamasında Kürdün bu silahlı ve örgütsel gücü aktif ve moral bir etken olmuştur. M. Kemal’in ilk önce gittiği yer Kürdistan’dır. Kürtler, Türkiye ve Kürdistan’ın işgalden kurtulması ve Kürt haklarının kabul edileceği kendilerine ait bir geleceğin verileceği söyleminden etkilenerek M. Kemal’in davetine katılmışlardır. „Kan, tarih ve din iştirakiyle yek vücut edilen Kürt“ ifadesi sık sık kullanıldı. Milli mücadele günlerinde „Kürtlerin ulusal, toplumsal ve sosyal varlıklarının kabul edileceği, geliştirilmesinin destekleneceği“ne dair konuşmalar her gün duyuluyordu, metinlere geçiriliyor, imzalanıyordu. M.Kemal TBMM’deki birçok konuşmasında Kürt varlığından ve bir ortak yurt kavramından söz etti. Önemli konuşmalarından birinde şöyle demişti: „Meclisi alimizi (Yüce Meclisimizi) teşkil eden zevat (şahıslar) yalnız Türk değildir, yalnız herkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır (İslam unsurları ve samimi bir topluluktur). Bu mecmuayı teşkil eden bir unsur-ü İslam, bizim kardeşimiz ve ortak çıkarlarımız olan vatandaşlarımızdır... Yek diğerine (biri diğerine) karşı hürmet- i mukabele (karşılıklı saygıyla) riayetkardırlar (uyumludurlar) ve diğerinin her türlü hukukuna etnik, toplumsal, coğrafi hukukuna daima hürmetkar olduğunu tekrar ettik ve teyit ettik (onayladık).“ M. kemal 1923’ten sonra bu söylediklerini unutmakla kalmamış, savaş öncesindeki sözlerini hatırlatanları da idam etmiş, o bölgeyi de yakıp yıkmıştır. 1925’le birlikte uygulanan devlet şiddeti bir Kürt kıyımı halini almış, her türlü Kürt muhalefeti kanla ezilmiştir. Bir „mezar sessizliği“nin yaratılması, idam sehpalarının kurulması, şehirlerin, köylerin topa tutulması, yakılıp yıkılması, binlerce Kürt köylüsünün batı illerine sürülmesi, Kürdistan’a batı illerinden nüfus aktarılarak Kürt köylerinin Türkleştirilmesi sürecine başlanması, Asimilasyon, Takrir-i Sükun Kanununun çıkarılması ve İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması, Umumi Müfettişlikler, değişen M.Kemal’in yeni uygulamaları oldu. Devlet yanlısı aşiretler ve devlet karşıtı aşiretler ayrımına gidilerek Kürdistan’da belirgin bir bölünme, düşmanlık yaratıldı. Ayaklanmaya katılmamış olsa da binlerce Kürt, ileride baş kaldırabilir denilerek sürgüne tabi gönderildi.. Kürtler, M.Kemal’in yaptıklarını şimdi olduğu gibi o zaman da kabul etmediler. Sözlerine bağlı kalmasını isteyip isyan ettiler ve hiç durmadan isyan ateşlerini harmanladılar. Kürtler bu dönemde; Palu-Genç-Hani, Ağrı, Dersim’de tepkilerini gösterdiler ve ayaklandılar. Ancak ancak bilinen sebeplerden en başta derin bölünmüşlük ortamının etkilerinden, Türk devleti karşısında fazla başarılı olunamadı. Devlet, 1938’deki Dersim İsyanının son aşamasına kadar Kürdistan’a 16 (Dersim ile birlikte 17) tedip, tenkil ve temizleme harekatı düzenledi. İsyanları kanlı bir şekilde bastırdı. Tüm herşeyi bitirdiğini düşündü. Kürdü Kürdistan’ı unutturmak istedi, Kürtleri tarihten sildirmek, Kürtler adına hiçbir şey bırakmamak istedi. Herşeyi yasakladı.bu meseleyi Ağrı’nın eteklerine gömdüğüne kendisini inandırdı. Artık Türk devleti rahatça diğer politikalarını uygulamaya geçebilirdi. Büyük katliamlar sonrasında zorunlu göç ve sürgün yasası çıkarılarak Kürtlerin iç dinamikleri tamamen parçalandı. Kürdistan tarihinde ender rastlanan bir baskı mekanizması kurularak Kürtler adeta sindirildi. Ekonomik yaşam koşulları daha kötüleşti. Sosyal yapı darmadağın edildi. Kürt ileri gelenleri Kürdistan’dan uzaklaştırıldı. Türk kapitalizminin gelişmesinin askeri ve siyasal koşulları yaratıldı. Kürt dilini, ulusal özelliklerini ve bir bütün olarak Kürt kişiliğini yok etmeye yönelik politikalar çok şiddetli bir şekilde devreye sokuldu. Özel eğitilmiş ve tek amacı Kürt çocuklarının ruhunu öldürüp onları Türkleştirmek olan kemalist ideoloji ile donatılmış öğretmenler Kürdistan’a gönderilmeye başlandı. Kemalist rejim, Dersim başta olmak üzere Kürdistan’ın önemli merkezlerinde, illerinde ve kasabalarında Kürtleri türkleştirmek için Kürdistan’da asimilasyon yuvalarını açmaya yatılı bölge okullarını bölge çapında yaygınlaştırmaya girişti. Jandarma zoruyla köylerden toplanan Kürt çocukları bu hiçleştirme yuvalarında eğitim adı altında köklerinden koparıldılar. Saçları sıfıra vurulmuş, tutsaklar gibi tek tip elbiseler giydirilmiş Kürt çocukları için en tehlikeli şey Kürtçe konuşmak, Kürt olduklarını hatırlamaktı. Toplumdaki hiçleşmeyi garanti altına alabilmek için Kürtçe konuşmaya karşılık para cezaları kesildi. Kent ve köy pazarlarında Kürtçe bilen Kemalist hafiyeler dolaşmaya başladı. Türkleştirmenin en iyi vasıtaları olan özel eğitilmiş öğretmenler bu hafiyelerin baş yardımcılarıydılar. Kürt şehir, kasaba ve köylerinin, ve Kürdistan corafyasına ait isimler değiştirildi. Tüm bunlar yapılırken de yüzlerce köy, şehir, kasaba yakıldı, yüzbinlerce insan öldürüldü, sürüldü. Bu korkunç politikalar Kürdistan’ı öyle bir hale getirmişti ki, 1970’lere kadar Kürtlük adına, 49’lar olayını saymazsak, hiç bir şey duyulmadı. Kendilerince bu meselenin halledilmesi için ne gerekirse fazlasıyla yapılmıştı. Herşey halledilmişti veya öyle zannediliyordu. 1. Dünya Savaşının ertesinde İngilizlerin egemenliğine, Güney Kürdistan Kürtleri şeyh Mahmut Berzenci hareketiyle karşı çıktılarsa da başarıya ulaşamadılar. İngilizlerin yardımıyla gelişen kapitalizm Araplarla sınırlı kaldı. Güney Kürdistan, geri feodal yapısı içinde kalmaya devam etti. Suriye Kürdistan’ında benzeri ekonomik durumlar yaşandı. Büyük bir sarsıntı geçiren İran şahı İngilizlerin yardımı ile Simko’nun isyanını fazla büyümeden bastırdı. Şahlık rejimi daha sonraki dönemlerde Sovyetlerin desteği ile l930’larda merkezi bir devletin konumunu güçlendirdi ve Kürdistan üzerindeki hakimiyetini sağlamlaştırdı. İkinci Dünya Savaşı sonucunda, faşist güçlerin yenilmesi, sosyalizm ve demokrasi güçlerinin zaferle çıkması, dünyada ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesi için elverişli koşullar yarattı. Afrika, Asya ve Ortadoğu’da ulusal kurtuluş hareketleri başladı. Bir çok halk özgürlüğüne kavuştu. Klasik sömürgeci sistem tasfiye edici darbeler aldı. Klasik sömürgeciliğin yerini yeni sömürgecilik, İngiltere’nin yerini de ABD aldı. Kürdistan’ın tüm parçaları da bu yeni dönemden etkilendiler. İngilizler Irak, Fransızlar Suriye’den çekilerek her iki parçada da yönetimi araplara devrettiler. Suriye Kürdistanı’nda sınırlı kapitalist gelişme ulusal bilinçlenmeye yol açtı. Ulusal düşünceler Kürdistan’ın bu parçasında alabildiğince gelişti. Irak Kürdistanı’nda önce KDP ve daha sonra YNK kuruldu. Bu örgütlerin önderliğinde Kürtler Irak Baas rejimine karşı inişli, çıkışlı bir mücadeleye giriştiler. Ancak bu parçadaki mücadelenin egemen güçlerle olan işbirlikçi karekteri yüzünden pek çok ciddi yanlışlıklara, ihanetlere girmekten kurtulamadılar. Daha sonraki dönemlerde de geniş bir Batı desteğine kavuşmaları ve ellerine pek çok fırsat geçmesine rağmen iktidarı kalıcı olarak ellerine geiçremediler ve bu coğrafyadaki Kürtler Pek çok defa uluslararası oyunlara kurban edildiler. 2.Dünya savaşında en büyük fırsatı Doğu Kürdistan denilen İran Kürdistanı yakaladı. Şahın Hitler yanlısı olması sebebi ve bazı başka şartların elverişli olması sebebiyle Kızıl Ordu, Kürtleri destekleyerek Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin kurulmasına yardım etti. Kendi iç örgütlenmesini sağlamaya vakit bile bulamadan bu cumhuriyet, Sovyetler Birliği’nin, İran’la anlaşıp, desteğini çekmesiyle kanlı bir biçimde bastırıldı. İran rejimine karşı Kürtlerin muhalefeti 1950’lerden itibaren de kısmen başarısız olsa da sürdü. Dünyadaki ve bu arada Kürdistan’daki bu değişimlerin etkileri Türkiye’ye de yansıdı. Türkiye NATO’ya girerek yeni dünyada yerini aldı. Kapitalizmi pek çok kuralıyla benimsemek, durumunda kaldı. Türk burjuvazisi devletin desteğini arkasına aldı; Türkiye pazarının tamamına açılmayı hedefledi. Bir süre sonra bu siyasetin etkileri Kürdistan’da da hissedilmeye başlandı. Kürdistan’ın rolü ucuz hammadde ihtiyacını karşılamadan öte olacaktı. Kürdistan’a kapitalizmin girişiyle Kürdistan’daki ucuz işgücü değerlendirilecek, Kürdistan pazarı Türk mallarına açılacaktı. Bu politikaların hayata geçmesiyle Kürdistan’daki ekonomik ve sosyal yapı hızlı bir değişime uğradı. Kürdistan’da modern sınıfların nüveleri belirmeye başladı.Bu da ulusal kurtuluş için elverişli koşullar oluşması anlamına geliyordu. Egemen sınıfları Türk burjuvazisiyle bütünleşme yoluna girerken, ezilen sınıflar muhalefet etmeye başladı. Ciddi muhalefet, Sosyalizm ve dünyadaki ulusal kurtuluş mücadelelerinden de etkilenen aydın gençlikten geldi. Kürt gençliği, Kürdistan’ın sosyo ve ekonomik tahlilerini yaparak l970’li yıllarda ulusal kurtuluş için Türk sömürgeciliğine karşı mücadeleye etmenin yollarını aramaya başladı. Yılların mücadeleleri incelendi, Kürt toplumu incelendi, Türk hakim sınıflarının karekteri incelendi ve kurtuluş ve özgürleşme yolunda teorinin pratiğe, pratiğin de teoriye dönüştüğü uzun bir yolun adı olan PKK kuruldu. Bu birkaç sayfada özetlenen Kürdistan tarihi bize Kürtlerin genel tarihlerinin çok önemli benzerlikler taşıdığını gösteriyor. Bu tarihin son 3000 yılı belki şöyle özetlenebilir; Asya, Avrupa ve Afrika’daki yayılmacı güçlerin yayılma alanları için basamak teşkil eden bir coğrafyada bulunması, ipek ve baharat yollarının üzerinde bulunması, yeraltı madenleri bakımından zengin olması, Ortadoğu gibi bir çok dine ve uygarlığa beşiklik eden bir bölgede olması gibi etkenler; Kurdistan’ın kaderini belirleyen etkenlerin başlıcaları olmuştur. Bu konum, Kürdistan’ın, saldırılara açık ve belirli güçlerin tahakküm isteklerine muhatap olmasını ve uzun süreli işgallerle karşı karşıya kalmasını sağladı. Kürt toplumunun birçok gücün egemenliğinde uzun sürelerle yaşamak zorunda kalması, toplumun kendini toparlayabilecek, tekrar aynı amaçlar konusunda motive olmasına, örgütlenmesine yetecek ‘’rahat bir dönem’’ geçirmemesine yol açtı; bu da Kürtlerin iç dinamiklerinin parçalanması, farklı siyasi ve dini ideolojilerin etkisinde kalmaları ve çoğu zaman da birbirleriyle savaşmaları gibi bir sonucu doğurdu. Bu da, ‘’bölünme, başkasına dayanma,birbiriyle savaşma ve daha da küçük parçalara yeniden bölünme’’ den oluşan uzun dönemli bir kısır döngünün meydana gelmesini beraberinde getirdi. Ancak bunca bu işgal ve istilalara bunca baskı, zulüm ve katliamlara karşın Kürtler direnerek varlıklarını sürdürdüler. Bunca olumsuz gelişmeye rağmen Kürtler asla başeğmediler. Özgürlüklerinden vazgeçmediler. Hep isyan etmtiler, asla teslim olmadılar. Ovalarda savaş kaybettiklerinde dağa çıkıp düşmanlarına ordan bir daha cevap vermidiler. Bin yılların yürüyüşüne kimse son noktayı koyamadı. Dillerini kültürlerini koruyup geliştirdiler, sayısız esere buluşa imza atıp, insanlığa hediye ettiler. Dünyanın barbar güçlerine karşı kimliklerini korudular. Son sözü her zaman Kürtler söyledi. Söylemeye devam ediyorlar, tüm eşitsiz koşullara rağmen ve tarihlerinde hep olduğu gibi hiç dinlenmeden, özgürlüğe olan tutkularından hiç bir şey kaybetmeden. Hem de makus talihlerini tersine çevirerek, parçalardan birliğe doğru giderek. Kürtler bitirildi zannedildi ama bir daha meydana çıktılar. ve Dersim’de, Ağrı’da Zilan’da yokedildiler ama bu sefer Fis Köyünde PKK’yle ortaya çıktılar. 1978, 27 Kasımında kurulan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ’nin öncü kadroları, Kürdistan’da örgütlenmenin ve ulusal-toplumsal anlamda ilerlemenin bütün yasal yollarının tıkandığına, sömürgeciliğe karşı silahlı mücadele dışında bir yolla sonuç alınamayacağına ve Kürt halkının sömürgecilik koşullarında parçalanıp yok edilmeye çalışılan kişiliğinin ancak kararlı bir direnişle yeniden kendi ifadesini bulacağına inandılar. Bu nedenle ideolojik hazırlıktan sonra politik bir karar verilerek partileştiler. Kürdistan’da ortaya çıkan ulusal-demokratik bir hareket olarak denebilir ki, trajedilerle dolu Kürt tarihinin gerçek bir sentezini oluşturdular. PKK’nin yapısıyla diğer örgütlerin yapısı arasındaki önemli farkı mücadelele biçimleriyle de ortaya koydular. Yaşam hakkının ve ulusal kimliğin bile reddedildiği bir ülkede legal yöntemlerle mücadele vermenin mümkün olmadığına inanan PKK, Kürt toplumunu yeniden diriltme, ayağa kaldırma ve yeniden inşa etme başarısını Öcalan’ın yaşamında da görülen inanılmaz bir mücadele azmi ve müthiş bir pratikle ortaya koyabildi.
  2. Taşlar ve Düşler Kenti DİYARBAKIR Diyarbakır “Taşlar” la “Düşler”in Toplamıdır “Bir zamanlar Karacadağ'ın Tepesi'nde, dağ büyüklüğünde bir ejderha yaşarmış. Ejderhanın ağzından çıkan alevler kasıp kavururmuş ortalığı. Günün birinde bir zincir şakırtısı duyulmuş. Zincir dağın içine inerek ejderhayı boynundan yakalamış ve göklere çekmiş. Halk böylece kurtulmuş bu ateş saçan ejderhadan... Derler ki; Karacadağ'ın taşları işte o ejderhanın ağzından çıkan alevler nedeniyle yanmış, kararmıştır...” Diyarbakır “taşlar”ın kentidir, Diyarbakır “düşler”in kentidir... Diyarbakır “taşlar”ın “düşler”le buluştuğu yerdir. Yüzbinlerce yıl önce Karacadağ gibi volkanik dağların kraterlerinden püsküren lavların, yüzbinlerce yıl sonraya armağanıdır Diyarbakır... Diyarbakır “taşlar”ın başında “bazalt” gelir...Yerkürenin derinliklerinden günyüzüne püsküren lavlar “bazalt”laşırken yüzeyde ya da derinde oluşuna ve çabuk ya da soğumasına bağlı olarak gözenekli veya gözeneksiz olurlar. Diyarbakır'da bazaltın gözeneksiz olanına “erkek taş” gözeneklisine ise “dişi taş” denilir. Gözenekli dişi taşın işlenmesi o denli kolaysa, gözeneksiz erkek taşın işlenmesi de o denli zordur. Gel gör ki, bu iki taş da Diyarbakır mimarisine can verir, ruh katar... “Erkek taş” azdır; yapıların özellikle söve , lento, sütun, başlık, havuz, pencere, kapı gibi yük binen bölümlerinde kullanılır. Kemerler onunla direnir... Yazıtlar onunla dile gelir... Ustaların hüneri taşın sertliğini unutturur. Ne denli zor işlenirse de, estetiğinin kalıcılığını onu Diyarbakır yapılarının bir vazgeçilmezi yapmıştır... “Dişi taş” “erkek taş”ın yandaşıdır. “Erkek taşı”ın yanı başındadır her daim. Birbirlerini tamamlarlar; tıpkı yaşamda erkeğin kadını, kadının erkeği tamamlaması gibi... Taşı sıradan olmaktan çıkaran ise, ustanın “düş”ü ve elindeki murcu, madırgası ve tarağıdır. Taşın böğrüne her bir iniş-kalkış ustanın düşüne biraz daha yaklaşmasıdır... Taşların düşlerle buluştuğu yerdir Diyarbakır...Taşlarla düşlerin toplamıdır.... Taşların ve düşlerin kenti olan Diyarbakır, gizemli duruşunun arkasında tarihin büyük adımlarını saklar. Bu sadece Anadolu tarihinin değil, insanlık tarihinin büyük adımlarıdır. Kesintisiz, sürekli ve görkemli... DİCLE :BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ Düşünmeyi becerebildiğinden bu yana insanoğlunun en büyük sorusu ortak bir merakımızı ifade eder. “Önce ne vardı?” Değişik kültürler bu soruya benzer yanıtlar vermeye çalıştılar. Efsaneler ve inançlar, bu meraka yönelik çeşitli çözümler ürettiler. Eğer bir başlangıç aranıyorsa ve bilgi ile henüz keşfedilmemiş ise Anadolu kültürlerinin bugünde yaşayan yalın anlatımı girer devreye. Böylesi bir durumda Anadolu insanı “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlarlar söze. Bu söz, hem gerçeğin hem de düşlerin yolunu açar bize... Yaratılış efsaneler birbirine benzer. Yunan kaynaklı batı anlatımları, “önce kaos vardı” diye söze başlar ve ilk varlık olarak toprağı öne çıkartır. Doğulu anlatımlar ise, “önce su vardı” diye söze girer ve toprağı suların içinden yaratır... Başlangıç sıralamaları ne olursa olsun, su, toprak ve hava varoluşun ilk üç temel maddesidir. İnsanoğlu bu önceliklerini, ilk tanrılarını anlatırken de kullanır. Diyarbakır'ı anlamak/anlatmak için de söze “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlamak yanlış olmaz. Ama “Diyarbakır'dan önce ne vardı?” diye sorgulayacak olursak, cümleyi tamamlamak gerekecektir. : “Bir varmış bir yokmuş... Dicle diye bir nehir varmış; azgın, deli ve bereketli.” Dicle, 1900 km uzunluğunda bir su yolculuğunu ifade eder. Maden suyu adıyla Elazığ'ın Maden ilçesi yakınlarından doğar ve çeşitli su kollarının katılımı ile büyüyerek Basra Körfezinde kardeşi Fırat ile iyice yakınlaşarak denize akar. Dicle'nin 523 km'si Türkiye toprakları içinde kalır. Dicle tek başına akıp giden değil, kardeşi de olan ve onunla birlikte anılan bir nehir! Onun milyonlarca yıllık öyküsü hep Fırat'la birlikte anılmıştır. Dicle ile Fırat'ın bu uzun yolculuğu sadece sıradan bir su yolculuğu değildir. Bu iki kardeşin birlikteliği, kutsal kitaplarda başlayan bir yol arkadaşlığı, insan oğluna uygarlık kapılarını açan bir “kültür yolu”dur. İnsanoğlu ilk bereketi, ilk hasadı, ilk kentleri, ilk tapınakları ve ilk yazıyı bu iki nehir arasında var etti. Bu iki nehir arasına, her kültür kendi özel diliyle ama saygıyla yaklaştı. Uygarlıkların bu olağanüstü başlangıç noktasına, ortaklaşa Mezopotamya (İki nehir arası) adını verdik. Zaman içinde de Mezopotamya kavramı, bir bölge olmanın ötesine geçti ve uygarlığın başlangıcı ile eş anlamlı hale geldi. Dicle Mezopotamya'dır; Dicle Uygarlıktır. Geçtiği, gezdiği bütün coğrafyalara sadece bereketi değil, uygarlığı da taşır. Sadece Mezopotamya'yı Anadolu'ya, Anadolu'yu Mezopotamya'ya bağlamakla kalmaz; Doğu'u Batı'ya Batı'yı da Doğuya bağlar. Dicle, aynı zamanda bir düşler imparatorluğudur. Geçtiği coğrafyaların toprağı gibi edebiyatına, sanatına, folkluruna, , efsanelerine de bereket taşıyan bir düş ve düşünce suyudur. Dicle'nin bereket yaratan suları kadar, azgın ve yırtıcı akışı da derin izler bırakmıştır. Yunan mitolojisine göre, Asyalı Nympha kaplana dönüşmüş olan Dionysos'tan çıkarken bir ırmağın kenarına gelir. Ancak ırmağı geçebilmek için Dionysos'un kollarına sığınmak zorunda kalır ve ondan gebe kalır. Doğan çocuğa, sonradan Med soyuna adını verecek olan Medos adı verilir. Dionysos ve Nympha'nın birlikte geçtiği ırmağa ise Tigris (Kaplan) adı verilir. Bu mitos, Dicle Irmağı'nın Batı dillerindeki adını yaratır. Anadolu insanı düşler dünyasına bir başka Dicle söylencesini daha katar. O'nun bereket ile dehşet arasındaki varlığına “adalet” duygusunu ekler. Yöre halkının inanışına göre, Dicle'nin kaynağından Basra Körfezine ulaşan yol haritası Danyal Peygamber tarafından çizilmiştir. Allah, Danyal Peygambere bu görevi verdiğinde onu şöyle uyarır: “Elinde asa ile suyun çıktığı mağaranın ağzından başlayarak bir çizgi çiz, su arkandan gelecek. Ancak yetimlerin, dul kadınların, fakirlerin vakıfların malına ve mülküne yetiştiğin zaman güzergahını değiştir ki, su bunlara zarar vermesin.” Dicle'nin akış güzergahındaki ziksakları, mendereslerin, yer değiştirmelerin yöre halkınca yorumu böyledir. Dicle dehşetli bir sudur ama aynı anda adildir de... Bereketin ve uygarlığın kalıcılığı adil olmasından geçer... Bu deli ve hırçın su, Diyarbakır önünde bereketini ve adaletini kanıtlamak istercesine geniş bir deltaya yayılır. Sanki Diyarbakır etrafında oyalanmak istercesine yavaşlar. Diyarbakır'da üzerine yerleşmiş olduğu lav sahanlığından onun bereketini ve adaletini taşıyışını seyretmeye doyamaz. Dicle ile Diyarbakır birbirine yakışan iki aşık gibidir. İkisi de birbirini besleyen, güzelleştiren iki aşık... Bu yüzden Diyarbakır hep bir “Dicle Başkenti” olarak anılır. Taşlarla yaratılmış, taşlarla var edilmiş bir kültür başkentine, Diyarbakıra, gerçeklerden ve düşlerden örülmüş bir deli su , Dicle eşlik eder. Bu aşk, aynı anda, binlerce yıllık bir vefadır. MEZOPOTAMYA'NIN KİLİDİ: DİYARBAKIR Dicle ve Fırat adlı bu iki kardeş nehir, milyonlarca yıl geçtikleri dağlardan ve ovalardan kopardıkları tonlarca bereketli toprağı Basra Körfezi'ni yığar. İlk uygarlıklar bu bereket birikiminin etrafında ve bu iki nehrin arasında kalan Mezopotamya'da oluşmaya başlar. Kendisine başlangıç izleri arayan insanoğlu, Mezopotamya denilen toprak üzerinde gerçekleştirdiği inanılmaz değişimi bugün artık biliyor. Arkeoloji dünyası Mezopotamya'yı, diğer bir değişle, başlangıç izlerini genişletiyor. Yeni bilimsel vurgular ve veriler, daha kuzeydeki başka “başlangıç noktaları”na işaret ediyor. Günümüzde beş bin yıl öncesine ait Sümer ve Akad metinlerinde “Subartu” adlı bir bölgeden söz edilir. Subartu, Dicle ile Fırat arasındaki bölgenin adıdır ve tıpkı Mezopotamya gibi “Irmaklar arası” anlamına gelir. Buraya yerleşmiş halka da “Subaru” denilir. Yukarı Dicle boylarının ilk medeni halkı Subaru'lardan sayılan Hurrilerdir. Dicle'nin doğduğu topraklar bereket sunmadan, çevresindeki insanlara uygarlığın zemini kurmadan , nimetlerini onlarla paylaşmadan aşağılara akıp gitmesi de adil değil. Nitekim bilim ve kültür çevreleri Mezopotamya bereketinin yayıldığı bu toprakları “Bereketli Hilal” olarak nitelendiriyorlar. Güneydoğu Anadolu Bölgesi “Berekteli Hilal”ın karnı ve iki ucu arasında kalan büyük ve geniş bir coğrafyadır. Bu toprakların önemli bir kent olarak Diyarbakır, bir anlamda Mezopotamya'nın kuzeyde yer alan kilididir. ÇAYÖNÜ: Diyarbakır çevresinde yapılan araştırmalar, bölgedeki uygarlık izlerinin Orta Paleolitik Döneme kadar uzandığını gösteriyor. Diyarbakır'ın Ergani ilçesi yakınlarındaki Çayönü Tepesi'nde insanlığın aradığı başlangıç izlerinden birini sunuyor. Bu nedenle de arkeoloji dünyasının ortak noktalarından birini oluşturuyor. İstanbul Üniversitesi'nden Prof.Dr. Halet Çambel ile Chicago Üniversitesi'nden Prof.Robert J.Braidwwod'un başlattığı kazılar arkeoloji dünyasında heyecan verici sonuçlar ortaya çıkarttı. Çayönü kazıları, Yakın-Doğu'nun en büyük Neolotik topluluklarından birini ortaya çıkardı. Her türlü bilimsel tespitlerden geçmiş bulgulara göre, Çayönü bizi, 9.500 yıl önceki yaşamla tanıştırıyor. Avcılık ve toplayıcılık dönemini geride bırakmaya çalışan insanoğlunun üretici ve yerleşik döneme geçişini belgeliyor. Çeşitli evreler halinde ortaya çıkan bulgulardan öğrendiğimize göre, Çayönü sakinleri “bitki yetiştirmeyi ve hayvan beslemeyi” biliyor, belli bir plan anlayışına ve yapı tekniğine göre gerçekleştirilmiş evlerde oturuyorlardı. Ele geçen aletler arasında, obsidyen ve kemik aletler, renkli taşlar ve bakırın işlenmesinden elde edilen iğne gibi çeşitli objeler vardır. Çayönü sakinlerinin buğdayın ilkel türünü yetiştirdiklerini; koyun, keçi, domuz ve köpeği evcilleştirdiklerini; obsidyenden yontma taş aletler yaptıklarını, aşındırma yöntemi ile bazalttan çeşitli öğütücü ve ezici aletler geliştirdiklerini biliyoruz. M.Ö. 7250-6750 tarihleri arasında yerleştirilen ilk köy kuruluşları ortaya çıkartılan yapı tipleri de çeşitlilik gösteriyor. Yuvarlak planı kulübe yapılar, ızgara planlı yapılar, kanallı yapılar ve hücre planlı yapılar. Bu yapılarda; taş temeller, oda, mutfak, depo, kiler, atölye, meydan ve mezarlık gibi giderek özelleşen mekanların oluştuğu da görülüyor. Bilim çevrelerinin tespitlerine göre, Çayönü yalnız Anadolu değil bütün Güneybatı Asya ve Eski Dünya'da günümüzden 9 bin yıl önce ortaya çıkan “İlk karma besin ekonomisini gerçekleştirilen insan topluluklarının yaşadığı yer olarak kabul edilir. Geliştirdikleri özgün mimari kadar, kullandıkları aletler, hem bir ekonomik hayattan hemde bir kültürel çevreden söz edilmesine kaynak olmaktadır. HASUNİ MAĞARALARI: Prof.Dr. İ.Kılıç Kökten tarafından yapılan bilimsel bir araştırmada Diyarbakır çevresinde 1161”i yapay; 2418”i doğal olmak üzere 3579 mağara ve kaya sığınağı tespit edilmiştir. Benzer şekilde yine bölgede, sakladıkları bilgileri insanlıkla paylaşmayı bekleyen yüzlerce höyük bulunmaktadır. Silvan ile Hasankeyf arasında yer alan Hasuni Mağaraları'nın Mezolotik dönemde yerleşme yeri olarak kullanıldığı tespit edilmiştir. Anadolu'nun en eski mağara yerleşimlerinden biri olan Hasuni, antik dönemde özellikle de Hıristiyanlığın ilk yapıldığı dönemde ve Ortaçağda'da önemli bir yerleşim alanı olmuştur. Bugün hala yollar, merdivenler, sarnıçlar, su yolları, kaya kiliselire ve dokuma atölyeleri gibi sosyo-kültürel amaçlı yapı birimlerinin kalıntılarını görmek mümkündur. Hasuni mağaraları özel tarih ve doğa birikimleri nedeniyle yasal koruma altına alınmıştır. BIRKLEYN MAĞARALARI: Antik dönemde Dicle'nin doğu kolu olarak bilenen Bırkleyn (Dibni) Suyu'ndan Anadolu ile Kuzey Mezopotamya arasında en kolay geçiş sağlayan yollardan biri geçer. Bırkleyn Suyu bu antik yol ile kesişmeden önce yerin altına iner ve doğal bir tünelden geçtikten sonra yeniden yeryüzüne çıkar. Bu özel oluşuma Bırkleyn Mağaraları ya da Dicle Tüneli adı verilir. Antik dünyada, Bırkleyn Suyu'nun kaybolduğu bu yere “dünyanın bittiği yer” gözüyle bakılmıştır. Plinius, bu geçidi “ölülerin yer altı dünyasına giriş yerlerinden biri” olarak yorumlar. Belki de bu inanış nedeniyle Asur kralları I.Tiklatpileser ve III. Salmanassar bu özel yere kabartmalar ve yazıtlar bırakarak “ölümsüz” olmayı denediler. Birbirine paralel uzanan iki kayalığın içinde üç mağara vardır. Güneydeki kayalığın altında ve içinde Bırkleyn Suyu'nun açıktan aktığı 1 numaralı mağarada, Asur kralları I.Tiglatpileser'e ait (M.Ö 1114-1076) kabartma ile çivi yazılı kitabe; III. Salmanassar'a ait (M.Ö. 859-828)kabartma ile iki adet çivi yazılı kitabe bulunur. 2 numaralı mağaranın girişinde ise, antik çağa ait yapı kalıntıları ve yine III.Salmansar'a ait kabartma ile iki adet çivi yazılı kabartma yer alır. Diğerlerinden daha büyük olan üç numaralı mağara ise, bir doğa harikasıdır. Onbinlerce yılda oluşan sarkıt ve dikitleri ile bu mağara, yöre halkı tarafından astım tedavisinde kullanılmaktadır. Yine bu mağarada Kuzey Mezopotamya'ya özgü, Hassuna-Samarra seramikleri bulunmuştur. TARİHİ TAŞLARLA ÖRMEK: Dicle'den, Çayönü'nden, Bırkley ve Hasuni Mağaraları'ndan dolanıp Diyarbakır'a geldiğimizde, bu koca kenti koruyan surlarla karşılarız. Aslında surların mı kenti, kent mi surları koruduğu pek kesin bir ifadeyle söylenemez. Her ikisinin birlikte, tarih denilen zamanı resimleyerek, pitoresk bir tablo oluşturduğunu söylemek belki dana gerçekçi olacaktır. Modern dünyada Diyarbakır'ı paylaşmayı gelen şehrin konuğu, her şeyden önce değişik çağların özelliklede ortaçağın düşünü paylaşmaya hazır olmalıdır Gerçi emirlerin, sultanların, atlı yada yaya cengaverlerin sesini duyurmak artık mümkün değil. Bu düş dünyası kendini, güncel olanla tarih olan arasında paylaşmış gibidir. Ama nereye bakarsanız bakın, taşın inanılmaz bir biçimde belirleyici olduğu görülecektir. Diyarbakır'da olmak demek “Taşlar ve Düşler” arasında olmak demektir... Her kent gibi Diyarbakır'da kendini anlatmak için bir başlangıç noktası oluşturmuştur:İÇKALE. Bugünkü bilgilerimizle İçkale, Diyarbakır kent merkezine yerleşen ilk nokta. Kaynaklar bu noktaya şehri ilk kuranların Hurriler olduğunu gösteriyor. İki ırmağın arasında yaşayan kavimlerden biri olan Hurriler... Kentin kuruluş tarihi hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, başlangıç olarak M.Ö. 3.binler tahmin ediliyor. M.Ö.3.binlerde Mezopotamya tarih sahnesinde ana aktör Asurlulardır. Ancak Mezopotamya'nın bereketine egemen olmak isteyen çeşitli kavimler de bu tarihin ayrılmaz parçaları olmuşlar. Bunlar arasında Hurri -Mitaniller , Urartular, Persler, Büyük İskender , Selökidler, Partlar ve Büyük Tigran egemenlikleri yer alır. Kentin bilinen ilk adı Asur kaynaklarında “Amidi” olarak geçer. Daha sonraki Roma ve Bizans dönemlerinde “Amid” , O'mid, Emid ve Amide “; Araplar ve Türklerin bölegeye gelmesinden sonra da “Kara Amid” olarak adlandırılan kent, Arap egemenliği döneminde yöreye yerleşen Bekr kabilesinin adından türeterek “Diyar-ı Bekr” olarak da anılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bu adı, 10 Aralık 1937 tarihinde, 7789 sayılı yasa ile “Diyarbakır” olarak kesinleştirir. Hem bereketli Kuzey Mezopotamya bölgesinde yer alması, hemde çok işlek ve ticaret yolları üzerinde bulunması, çağlar boyunca Diyarbakır'ın önemini artırır. Diyarbakır, Güney Mezopotamya, Suriye, anadolu, içleri ve İran yönünde oluşan canlı ticaret yollarının kavşak noktasında yer alır. Aynı anda önemli bir askeri savunma ve denetleme merkezi olur. Ticaret için konaklama ve stoklama gibi önemli işlevlerde üstlenir. Mezopotamya, üretim ve ticaret birikimleri nedeniyle eski dünyanın merkezidir. Ancak bu topraklar aynı anda, Avrasya kavimlerinin de üzerinde sürekli hareket halinde oldukları bir coğrafyadır. Bu nedenle egemenlikler sıkça el değiştirir, irili ufaklı krallıklar ve devletler ortaya çıkar. Bir bakıma üretim ve ticaret kadar, savaşlarda bu coğrafyanın gündelik hayatının ayrılmaz bir parçasını oluştur. Pek çok Mezopotamya kentinin tarihi gibi Diyarbakır'ın kent tarihi de bu genel akışla örtüşür. Bu anlamda Diyarbakır per çok kültüre ve kavime, gönüllü yada gönülsüz kapılarını açmış, ekmeğini ve suyunu onlarla paylaşmıştır. Bugünkü kenti çevreleyen surların yapımına Milattan önce 3 binli yıllarda başlamış olsa da, ağırlıklı olarak Romalılar döneminde inşa edilmiştir. M.Ö 69'da kenti ele geçiren Romalılar, her yönden süren saldırılar karşısında Diyarbakır'ı bir “askeri garnizon” olarak yeniden düzenler. Costantinos 349 tarihinden başlayarak Amida'nın etrafını yeniden surlarla çevirir. Surlar, Nisibis (Nusaybin) halkının Diyarbakır'a iltica etmesinden sonra 367-375 tarihleri arasında genişleterek bugünkü konumuna getirilir. Roma ve Bizans dönemlerinde bütün Yakın Doğu coğrafyası iki büyük değişimle sarsılır. Önce Hıristiyan dini, ardından da İslam dini bölgenin bütün dengelerini değiştirir. Savaşlar, kuşatmalar ve Fetihler ekonomik olarak dinsel bir karekterde taşımaya başlar. Diyarbakır surları o günlere de tanıklık eder, yeni fatihleri ile uzlaşmaya ya da onları direnmeye çalışır. Diyarbakır surları bu anlamda “tarihin taşlarla yazıldığı bir kent” i simgeler. Diyarbakır'la buluşan her toplumun, Diyarbakır'da yaşayan her inancın bu surlarda izlerini görmek mümkün. Bu tarihi resmi geçit, Diyarbakır'ı bir zaman çizelgesine çeviriyor. Yaparak yada yıkarak bu kente egemen olan her toplum, bugün kendine ait kültürel izlerle alınıyor. Bu resmi geçidin içinde; Araplar, Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Büveyhoğulları, Mervaniler, Nisanoğulları, Büyük Selçuklular, Artuklular, Eyyübiler, İlhanlılar, Akkoyunlular, Safaviler ve Osmanlılar yer alır. Bu nedenle de denirki; “Dünyada hiçbir kent, Diyarbakır gibi ilk bakışta bütün çağların göründüğü bir resim sunamaz” Diyarbakır, tarihini taşlarla örmüş bir kenttir. Taşın ölümsüzlüğüne sığınan, uzun ve görkemli bir tarihin kentidir. Üstelik her şey ortada. Belki de “dünyanın en büyük açık hava tarih müzesi” karşımızda duran. Üstelik bu tarih, bir uygarlığın bitip diğerinin başladığı değil, birinin içinde diğerinin yaşadığı, karma ve ortaklaşa bir tarihtir. Farklı düzeylerde de olsa, her toplumun, her kültürün bir öncekiyle yarışarak yarattığı bir “müze kent” Diyarbakır. Diyarbakırla birlikte tarih sahnesine çıkmış batısındaki Efes, Fasilis, Truva ile güneyindeki Ninova ve Babil şehirleri bugün yaşamayan şehirler...Diyarbakır ise içindeki insanları ve eski kadim yapılarıyla yaşayan bir şehir. Diyarbakır'ı gerçek kılan sırda burada. Diyarbakır'ın taşlarında...Taşlarla yaratılmış bir kentin, insanı birbiri sıra tetikleyen düşler dünyasında. Diyarbakır'ın yaşamı ve tarihi var eden sürekliliğinde...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.