-
İçerik Sayısı
2.806 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
81
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
tülvent tarafından postalanan herşey
-
Mutluluğun Sakıncaları’nda doyumsuz bir tüketim toplumuyla karşı karşıyayız.. Aynı zamanda göz alabildiğine uzanan beton yığınlarının, asfaltların ve reklam panolarının arasına serpiştirilmiş, mantar gibi bitiveren muazzam ve şaşaalı alışveriş merkezlerinin, geniş arabalarla süslü kocaman evlerin diyarındayız. İnsanların gitgide daha da miskinleşip televizyon karşısında pineklediği bir dünya burası.. Peki, bolluk içinde yüzen bu insanlar neden mutlu değiller? Muazzam zenginliğimiz neden bizi tatmin etmek yerine daha da büyük beklentilere yol açıyor? Ebeveynlerimizin kuşağıyla karşılaştırıldığında bile aşırı müsrif gözüken bir yaşam tarzını neden istiyoruz? Gezegenimize verdiği zarar ortadayken, neden “hakkımız” olarak gördüğümüz şeyleri talep etmeyi sürdürüyoruz? Estetikten etiğe, siyasetten tasarıma kadar birçok konuya yakınlığı nedeniyle “Rönesans kadını” olarak tanımlanan ödüllü eleştirmen Elizabeth Farrelly, dünya üzerinde bıraktığımız devasa ayak izlerimizi inceleyerek sayısız hasara yol açan alışkanlıklarımızdan niçin kopamadığımızı, neden küçük ölçekli, insani boyutlarda mekânlar yaratamadığımızı ve doğaya saldırmaktan vazgeçemediğimizi sorguluyor. “Arjantinli şair Jorge Luis Borges şöyle diyor: ‘İnsan yaşadığı yeri yıllar boyunca şehirlerin, krallıkların, dağların, körfezlerin, gemilerin, adaların, balıkların, odaların, aletlerin, yıldızların, atların ve insanların resimleriyle doldurur. Ve ölümünden kısa bir süre önce fark eder ki, sabırla oluşturduğu bu labirentin çizgileri aslında kendi yüzünü resmetmektedir.’ Bu semiz kalelerin, rahatlık kozasına sarınmış bu imparatorlukların içinde hızla köreliyoruz. Yeterince uyarılmadığımız için, bir kafesin içindeki şempanzeler gibi davranmaya başlıyoruz. Mızmız, bezgin ve depresif bir hal alıyoruz. Alışveriş yapıyor, satın alıyor, yiyoruz. Ya da ikame benliklerimizi –yani arabalarımızı, çocuklarımızı ve evlerimizi– besleyip büyütüyoruz. Tüm bunlar, gezegenimizin yakın gelecekte bile altından kalkamayacağı ölçüde, ekolojik ayak izimizi genişletiyor. Çocuklarımızın geleceğini tüketiyoruz. Geleceği yağlarla ve koruyucu maddelerle yeniden yapılandırılmış bir şekilde, önceden ısıtılmış ve suçluluk duygusuyla işlenmiş bir tabakta sunuyoruz onlara.”
-
-
-
-
@@Radya Seninle Dikili' de çay içtiğimiz o güzel yer gibi!
-
Satır aralarındaki sızıntıdan kendimi ele veriyorum Halbuki ben sana seni gösteren bir aynaydım Dökülseydi sırlarım Sende göremeyecektin Ben ki kendimi yine sırlardım Sen kendine yine aynalar bakmasaydın Buldun mu yüzüne en uygun olanını Ve ağrılarını saklayabildin mi sırsız aynaların sırrına Kulaklarıma sağır sesler peydahladım Beni susarken bölme Az daha doğduğumuz öyküde ayaküstü ölüverecektik Anamızdan emdiğimiz acılar burnumuzdan gelecekti az daha Dipsizliğin de bibi tutarmış sandık sanma oyunlarımızda Meğer suskunluğumun dibi karaymış,ben kuyu sanmışım Beni susarken bölme Yine o ağrıyla uyandım. İnsanın içi ağrır mı hiç? Ağrıyor işte… Dibe yuvarlanıyorum, Ağır geliyorum kendime…kendime birikiyorum kendimi yabancılaştırarak kendime. Tanıyamıyorum çoğu zaman beni. en sevdiğim çiçek adlarını unutuyorum bazen. Bazen de yürüdüğüm yolu. Geliyor muydum yoksa gidiyor muydum bilmiyorum!? Aramadığın yerlerde olmayı seçiyorum nedense. Karşılaşma İhtimalimizin olmadığı… Olamayacağı… İlk ışıktan sağa dönüyorum hep. Senden değil, seninle karşılaşmaktan korkuyorum. Şekil değiştirmişiz biz. Ben gidenden, sen gelirken değişen ne varsa bilmediğim; karşılaştığımızda bir şamar gibi karşılaşmalardan. Korkmak değil bu. Korkudan korkmak benimkisi… Ve anladım ki ayrılığa değil, ayrı kalmaya yeniliyor İnsan… Çelişkisiz yaşadın son. O yüzden anlayamazsın beni. İçinde hiç “kal”ı olan bir “git’tin olmadı mesela… Bildiğim tek adres, adressizliğimdir benim. Sen hiç bu kadar cesaretli olmadın unutma. Ben yola çıktığımda, geriye dönerken nelere İhtiyacım olacağını hesaplamam. İşte bu yüzden bu ağrı… İçim ağrıyor bak. İnsanın İçi ağrır mı hiç? ağrıyor İşte… hiç bir çocuğun hem ağlayıp hem de ekmek yemesi gibi bir şey bu ayrılık sonraları. Katmerleşen bir acıyı katık etmek boğazında takılıp duran her şeye… Biliyorum “yarın yeni bir gün doğacak” hikâyeleri, İnananını kanatır en çok. O yüzdendir sadaka vaatlere tenezzül etmeyişim. Ucuz umutlar lütfetme adamlığıma… Sen bir tek savaşarak yenilmesini bilirimi Ve ki İmam böylesi bir yenilgiden. Utandırma adamlığımı bu ağrılı geçmişin ağaran …. yüzünün hangi oylumuna tutulsam uçsuz uçurumlara düşüyorum ağlayınca şişen göz kapaklarında hangi tankerleri yüzdürdün bu akşam sığınağımıza kaçan birkaç damla yağmur gözyaşına mı karıştı yoksa fala değilm bu sessizlik ikimize beni susarken bölme satır aralarımdaki sızıntıdan kendimi ele veriyorum hâlbuki ben sana seni gösteren bir aynaydım dökülseydi sırlarım sende göremeyecektin ben ki kendimi yine sırlardım sen kendine yeni aynalar bakmasaydın buldun mu yüzüne en uygun olanını ve ağrılarını saklayabildin mı sırsız aynaların sırrına kulaklarıma sağır sesler peydahladım beni susarken bölme az daha doğduğumuz öyküde ayaküstü ölüverecektik anamızdan emdiğimiz acılar burnumuzdan gelecekti az daha dipsizliğin de dibi tutarmış sandık sanma omuzlarımızda meğer suskunluğumun dibi karaymış ben kuyu sanmışım beni susarken bölme merhemine biraz ağrı sor biraz toros yol ortasında adresim yutuluyor bırakma ellerimi dur’u durdurmayın duramıyorum durak sandığımda köprüleri oysa her şeyi birleştiren köprüler yine ayırdı bizi saçlarına sakladığın rüzgârı biraz savunan açılmayacaktı bu kıyı şeridinden zulamdaki sardunya suskuları beni susarken bölme ….
-
Yazıklar Olsun! Binlerce!!!
-
-
-
Doğumum bile bir kökünden kopma idi. On yaşıma kadar, çevremi, özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım... Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım... Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Dünyayı kavradığını sandım... Kırk yaşındayım. Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum... Kendimi öldürmeye çalışıyorum... Özlemlerim kalmadı. Bıraktım. Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım... Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı. Efsane sahibiyle yüzleşiyor. TADIMLIK Berlin, 19 Ocak 1982 Büyükanne. Aklaşmış saçlarını toplamış, yüzü ince. Sıska bacakları. Hep mutfakta, midesine bir bıçak dayamış olarak yakaladığım büyükanne, hareketsiz. Ne kendi kıpırdıyor, ne de bıçağı kıpırdatıyor. Ñ Ne yapıyorsun burada? diye soruyor çocuk. Ñ Kendimi öldürmeye çalışıyorum. Anıların tüm görüntülerini vermeyeceğim. Sonsuz gerideler. Bu görüntülerin renkleri soldu. Ama kaybolmadılar. Benim sönüp gitmemi bekliyorlar. Bu kadar hain bu görüntüler. Sen sonsuz yaya kaldırımlarından gitmiş, sonsuz gecelerce sevişmiş, sonsuz zamanlar sindirmiş olabilirsin içine. Böylesine hain bu görüntüler, yok olmuyorlar. Seni söndürüyorlar yavaş yavaş. Yeşil yayla rengi bugün gri yeşile dönüştü. Çok uzakta hafif dağ tepeleriyle çevrili. Kız kardeşim olması gereken bir kızın elini tutuyorum. Doğa ölmüş. Çocuklar ölmüş. Onlarla birlikte her şey. Küçük kentin göl kıyısında son bulduğu yerde büyük otlar bitiyor. Otların arasında dolaşıyor ve büyükanneyi arıyoruz. İnce bacakları olan. Kentten çok uzaklaştık. Herhangi bir çukurda kafasını görüyoruz. Gözlüklerini takmış. Uçları rüzgarda uçuşan başörtüsü var. Onu bu büyük otlar arasındaki çukurda nasıl tanıdığımızı bilemiyorum. Yaz rüzgarı esiyor. Ñ Burada ne yapıyorsun büyükanne, biz seni arıyoruz. Ñ Bu dağların ardında yitip gitmek istiyorum. Yitip gitmek.... ÑDağların ardında yitip gitmek ne demek büyükanne? Bulduk mu onu Eve getirdik mi? (...) Çocuk ben beşikte yatıyor. Bir beşik çocuğundan daha büyüğüm oysa. Ama beş yaşında da değilim. Beni beşiğe koyan büyüklere kızıyorum. Yoksa iki yaşında mıyım? Konuşabiliyor muyum? Neden bağırmıyorum? Neden beşikte fenalaşmayı, kusmayı bekliyorum? Beni kaldırmaları için neden bağırmıyorum? Yoksa konuşamıyor muyum? Konuşma yaşına henüz gelmedim mi? Peki, beşik çocuğunu, beni saran can sıkıcı atmosferi nasıl kavrayabiliyorum? Şimdi konuşabiliyor muyum? Kırk yaşında konuşabiliyor muyum? (...) Otobüs dağ yamaçlarının virajlarında ilerliyor. Ağaçlar gri. Gri ağaçların gerisindeki göl gri. Gri su durgun duruyor. Sıcaklık da gri. Gölden beyaz, bembeyaz bir ceset çıkartılıyor. Bir gencin ceseti. Bu bir yazın başlangıcı. Ve ben sonraları çocuk olarak elma ağaçlarının üzerinde olacağım...
-
-
-
-
-
-
-
-
DİL BİLGİSİ - NOKTALAMA İŞARETLERİ
tülvent şunu cevapladı bir başlık içinde Türkçe Dilbilgisi Forumu
-
-
-
-
Cumhuriyet'in sembol kenti İzmir' de gece yapılan havai fişek gösterileri de bu onur gecesine renk kattı.
-
Gündoğdu Meydanı'nda da birlik ve bütünlük mitingi düzenlendi. Yaklaşık 10 bin kişinin toplandığı Gündoğdu Meydanı'nda, siyasi partilerin il başkanları da birer konuşma yaptı. Cumhuriyet Meydanı'ndaki kutlamalara, geçen yıllara göre daha fazla ilgi gösteren İzmirliler, ellerindeki Türk bayraklarını sallayıp, asker ve öğrencilerin katıldığı geçit töreni sırasında coşku yaşadı.
-
Bayraklı Belediyesi'nin düzenlediği 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında ise, 1923 efe aynı anda zeybek oynadı.