Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Deluge

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    555
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    1

Deluge tarafından postalanan herşey

  1. Bazı Filozofların Ahlak Anlayışları Henry Bergson: • Ona göre doğru bilginin ölçütü sezgidir. • İnsan neyin iyi neyin kötü olacağını ancak sezgi ile kavrayabilir. • İnsan, içinden gelen sezgiye uyarak hareket ederse (yoksula yardım edip etmeme gibi) iyi olanı, ahlaki olanı yapmış olur. Henry Bergson'un Ahlak (Etik) ve Din Anlayışı: Etik konusunda Bergson'un gelenekçi felsefeden ayrı bir yol tuttuğu görülür. Ona göre ahlakın iki türü vardır. Biri içedönük (kapalı) ahlak, öteki dışadönük (açık) ahlaktır. "Leş deux Sources de la Morale et de la Religion" adlı yapıtında işlediği ahlak sorununu dinle birlikte ele almıştır. Kapalı ahlak'ın kaynağı içgüdüye dayalı eylemlerin toplumla olan ilişkileridir. Bu eylemler, toplum yaşamının sürekli baskısı altında, kendiliğinden biçimlenerek birer töre niteliği kazanmıştır. Kişi bunlara bir içgüdü eyleminde olduğu gibi uyarak davranır. Bireyin "ben"i ile bu tür ahlak ilkeleri arasında uyuşmazlık çıktığında gerginlik artar, kişi topluma karşı direnir. Bu ahlak türü baskı altına alıcıdır. Açık ahlak ise üstün insanlara özgü olan ve tarihte benzen az bulunan kişilerde ortaya çıkan bireysel ahlaktır. Bu ahlakın kaynağı baskı değil esindir, yaratıcı, ilerletici bir nitelik taşır. Onun açık oluşu bütün yaşamı kuşatması yüzündendir. Özgürlük duygusunun gelişmesinde etkili olan açık ahlakın belli bir nesnesi yoktur. Bergson ahlak sorununu incelediği yapıtında dine de geniş yer vermiş, onunla ilgili görüşlerini ayrıntılı olarak sergilemiştir. Ona göre dinin de ahlak gibi iki türü, iki ayrı kaynağı vardır. Din "durağan din", "devingen din" olmak üzere ikiye ayrılır. Durağan din, kişinin varlığını ilgilendiren, doğanın geliştirdiği bir korunma aracıdır. Kişiyi içinde yaşadığı topluma bağlayan, bireyle toplum arasında uyum ve birlik sağlayan bu tür dindir. Bu dinin başka bir kaynağı da ahlakın bir söylence niteliği kazandırdığı kişisel işlevlerdir. Devingen dinin kaynağı gizemciliktir. Bu nedenle yaşam atılımıyla yakın ilgisi vardır. Bergson çağdaş felsefeye getirdiği yeni sorunlarla, bu sorunlara aradığı çözümlerle ilgi çekmiş, özellikle felsefeye ruhbilim açısından bakanlar üzerinde etkili olmuştur. John Stuart Mill • İyi ve kötünün ölçütü faydadır. • İyinin ölçütü olan mutluluk, yalnızca eylemde bulunanın değil, ilgili herkesin mutluluğudur. • Mill, çok sayıda insana en yüksek mutluluğu verebilmek ilkesini benimser. • Böylece evrensel ahlak yasasının varlığını kabul eden Mill, bunu mutluluk gibi öznel bir ilkeye dayandırmış olmaktadır. Jeremy Bentham: • Yaşamda değerli olan şeyin haz olduğu görüşündedir. • Ona göre en yüce haz, olabildiğince çok sayıda insana en yüksek düzeyde fayda sağlayan hazdır. • Bu anlayışa göre insan yalnızca kendi hazzını ya da mutluluğunu değil, birlikte yaşadığı diğer insanların da yararını ve mutluluğunu düşünmelidir. • O halde tek başına insan için değil, herkes için faydalı olan, yasa olarak kabul edilmelidir. Sokrates • İnsanın eylemlerini belirleyen bir takım temel normlar ve değerler vardır. • Bu değerlerin kaynağı insanda değildir. • İnsanın nasıl eylemde bulunacağına, bu değerler ışığında akıl karar vermelidir. Platon • Bir eylemin iyi ya da kötü olmasını, "İyi ideası"na uygun olup olmamasına bağlıyor. • İnsanın en yüksek amacı, İyi ideası'na ulaşmaktır. Aristoteles • Aristoteles'e göre insan, mutluluğa ulaşmak için aşırı uçlardan kaçınmalı, orta yolu seçmelidir. • Gözü kara ile korkaklık arasında orta yol olan cesareti, müsriflik ile cimrilik arasında orta yol olan cömertliği seçmelidir. Spinoza • Spinoza'ya göre evren, “Makro Kozmos” ve “Mikro Kozmos” olarak ikiye ayrılmıştır. • Başlangıçta bir olan bu iki evren, insanın duygu ve tutkularının esiri olası yüzünden ayrışmıştır. • Neyin iyi, neyin kötü olduğu Makro Kozmosun doğasında belli ve gizlidir. • İnsan duygu ve tutkularının esiri olmaktan kurtularak “Makro Kozmos”un doğasına geri dönüp bu ilkelere sahip olmalıdır. Immanuel Kant: • Kant'a göre ise ahlâki eylemin amacı mutluluk değil "ödev" olmalıdır. • Ödev, iyiyi istemedir. Bunun gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi önemli değildir. • Ona göre bir eylem, "ödev" duygusundan dolayı gerçekleştirilmişse, ahlakidir. • Kant'a göre bir eylemin gerisindeki ilke, eylemin kendisinden ve sonucundan daha önemlidir. • "Öyle davran ki, eylemine ölçü aldığın ilke, tüm insanlar için genel bir yasa haline gelebilsin" ilkesi onun evrensel ahlak anlayışını ortaya koymaktadır. • İnsanlar, ahlak yasalarını tüm insanlar için geçerli olabilecek şekilde koydukları için evrensel ve mutlaktır. Immanuel Kant ve Ahlak Felsefesi: Kant, evrensel bir ödev ahlakının varlığını savunmaktadır. Kant bu düşüncesiyle, insanların kurallara her şartta uymalarını öngörür. Örneğin, trafik polisinin olduğu bir yerde, kırmızı ışık yanınca duran araba sürücüsü, trafik polisi olmadığı zaman da hatta gecenin ortasında, etrafta hiç kimse yokken bile ödev ahlakının gereği olarak kırmızı ışıkta durabilmelidir. Kant'a göre ahlakın kaynağı asla tecrübe olamaz. Ona göre insanlarda bir iyilik iradesi vardır. Bu irade de davranışları menfaat gözetmeksizin ortaya koymanın ta kendisidir. İnsanlar bu iradeyi tecrübeden değil, numenden kazanmaktadırlar. Kant, ödev ahlakının dışında bir de toplumsal ahlaktan bahseder. Bunun en basit örneklerinden birisi de savaş esnasında insan öldürmektir. Savaş ortamında insan öldürmek, toplumsal bir ahlak anlayışının desteğindedir.
  2. Ahlaka Dair Felsefi Yaklaşımlar Haz Ahlakı Haz ahlakı anlayışına göre, ahlaki eylemin değeri, eylemin sonucunda oluşan hazdan gelmektedir. Hazcılar, haz duygusunun farklı derecelerde ve kişiye bağlı olmasından dolayı, evrensel ahlak yasasını reddederler. Bu ahlak yaklaşımının tipik temsilcileri, Aristippos ve Epiküros'dur. • Aristippos için haz sağlayan şey iyidir, acı veren şey de kötüdür. • Epiküros'a göre de haz, tüm insanların amaçladığı ve yönelmek durumunda olduğu hedeftir. Fayda Ahlakı Fayda ahlakı anlayışına göre, bireye fayda sağlayan şeyler iyi, fayda sağlamayan şeyler ise kötüdür. Bu anlayış ahlaki eylemin sonucuna değer vermekte, ahlaki eylemin değerini onun vereceği sonuca bağlamaktadır. Faydayı ve başarıyı iyinin ölçütü sayan bu anlayışa göre de evrensel ahlak yasası yoktur. Bu bakımdan, faydacılar ile hazcılar düşünsel olarak benzemektedirler. Bencillik Ahlakı Bencillik, kişinin kendi benine ve çıkarlarına düşkünlük göstermesidir. Ahlaksal anlamda bencillik, kişinin tüm eylemlerinin ben sevgisiyle belirlendiğini, ahlaklı olmanın da kendini koruma güdüsünün dışa vurulmasından başka bir şey olmadığını ileri süren görüştür. Bu nedenle benciller de faydacılar ve hazcılar gibi evrensel ahlak yasasının varlığını kabul etmezler. Bu anlayışın önde gelen temsilcisi Hobbes'tur. Hobbes'a göre insanı yönlendiren ve harekete geçiren iki önemli güdü vardır: "ben sevgisi" ve "kendini koruma." Hobbes, yaşamdaki en önemli ve değerli şey olarak kişinin kendi başarısı ve mutluluğunu görür. Anarşizm Anarşistlere göre, hukuk kuralları gibi ahlak kuralları da insanın özgürlüğünü kısıtlayan kurallardır. Bu kurallar olmadan, insan kendini daha iyi ortaya koyabilir ve daha iyi bir yaşam sürebilir. Anarşizmin felsefesine göre, önemli olan tek şey bireylerin hak ve özgürlükleridir. Bu felsefi yaklaşımın tipik temsilcileri, Proudhon ve Stirner'dir. Proudhon: • İnsanların doğal durumlarının yapma kurumlarla zorlanmaması gerektiğini savunur. • Baskıcı kurumların kaldırılmasının insanı mutlu edeceğini söyler. Stirner: • Bireyin kendisi dışında hiçbir şeye ve hiç kimseye karşı sorumluluk altında olmadığını savunur. • "İyinin de kötünün de benim için hiç bir anlamı yoktur." der. Ona göre insan eylemlerini haklı çıkaran şey, yalnızca kendi beninin gücüdür. Nihilizm Nihilizm; var olan görüşlere, değerlere ve düzene karşı hiçbir ilke tanımayan felsefi yaklaşımdır. Bu akımın tipik temsilcisi, Nietzsche'dir. Nietzsche, köle ahlakı olarak nitelediği geleneksel ahlak anlayışına karşı çıkarak, ahlak dışı bir öğreti kurmaya çalışmıştır. Ona göre yaşamın temel nedeni güçlü olma isteğidir. Mutluluk hazda değil, güçlü olmadadır. Üst insan, gücü sayesinde geleneksel değerleri yenerek kendi değerlerini oluşturabilen insandır. Öz Ahlakı Sartre'ın temsilciliğini yaptığı bu anlayışa göre, evrende kendi varlığını yaratan tek varlık insandır. İnsan, değerlerini kendisi yaratır ve yolunu kendisi seçer. Sartre'a göre genel bir ahlak ve dünyada insana yol gösterecek bir işaret yoktur. İnsan özgürlüğe mahkûmdur. Herkes kendi özünü kendi belirlemek zorundadır. İnsan karar verirken tek başınadır ve tüm sorumluluklar kendisinin omuzlarındadır.
  3. AHLAK FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI İYİ:İnsanın yapması gereken davranışlardır.Ahlakça değerli olandır. KÖTÜ:İnsanın yapmaması gereken davranışlardır. ÖZGÜRLÜK:İrade ile “iyi” ve “kötü” davranışlardan birisini seçme gücüdür. ERDEM (FAZİLET):İyi olana yönelmedir. SORUMLULUK:İnsanın kendi eylemlerinin ya da yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesidir. VİCDAN:Tutum ve eylemlerimizin ahlakça değerli olup olmadığını yargılama bilincidir.Bir çeşit iç mahkemedir. AHLAK YASASI:uyulması ahlak açısından gereken,genel-geçer kurallardır. AHLAKİ KARAR:Ahlak kurallarına özgürce uymaktır. AHLAKİ EYLEM:Ahlaka uygun davranışı gerçekleştirmedir.Ahlaka uygun eylem davranış olarak dışa yansır.Eylemin dışa yansımayan yönü ise tutumdur. ÖRNEK:Derse geç gelen öğrencinin öğretmene gerekçeyi belirtirken doğruyu söylemesi “İYİ”,yalan söylemesi “KÖTÜ”,bu davranışlardan birini seçmesi “ÖZGÜRLÜK”,Doğru söylemeyi seçmesi “ERDEM” dir. AHLAK FELSEFESİNİN TEMEL SORULARI 1-Ahlaki eylemin amacı var mıdır?Varsa nedir? 2-Toplumca belirlenen,insana zorla kabul ettirilen eylem biçimleri gerçekten “iyi” midir? 3-İnsan ahlaki eylemde bulunurken özgür müdür? 4-İnsanın doğası ahlaklı olmasına elverişlimidir? 5-Tüm insanların ortaklaşa benimseyebilecekleri evrensel ahlak yasaları var mıdır?
  4. Ahlak Felsefesi Nedir? Ahlak, Arapçadan Türkçeye geçen ve Türkçede; bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları anlamına gelen bir kavramdır. Genel anlamda ahlak ise toplum içinde oluşan geleneklerin, değerlerin ve kuralların oluşturduğu; herhangi bir bireyin, herhangi bir grubun ya da bütün toplumun doğru veya yanlış, iyi veya kötü davranışlarını belirleyen, yönlendiren ve şekillendiren sistemsel yapıya verilen addır. Ahlak, tek bir yapıya bağlı kalmak zorunda değildir. Bu bağlamda; iş ve aile ortamında, siyaset arenasında ve hatta yaşamın bütün alanlarında ahlaktan söz edilebilir. İşte ahlak felsefesi, ahlaktan söz edilebilecek bütün alanlarda, ahlakı açıklamaya ve değerlendirmeye çalışan felsefi soruşturma dalıdır. Ahlak felsefesi, insan yaşantısındaki değerler, kurallar, yargılar ve temel düşüncelerle ilgilenir. Yani ahlak felsefesi en genel anlamıyla, insan yaşantısının ahlaki boyutunu ele alır ve değerlendirir; insan davranışlarını ve bu davranışların doğru mu, yanlış mı; iyi mi, kötü mü olduğu sorularına cevaplar arar. Ahlak Felsefesinin konusu insanın hareketleri,yapıp etmeleridir.İnsanın yalnızca iradeli hareketleri ahlak felsefesinin konusudur. Ahlak Felsefesinin Konusu 1. Ahlak felsefesi, insan eylemlerini ve bu eylemlerin dayandığı ilkeleri konu alan felsefi disiplindir. 2. Ahlak felsefesi; ahlak alanında hakim olan ilkeleri, "iyi"nin ve "kötü"nün ne olduğunu, ahlaklılığın ne anlama geldiğini sorgular. 3. Ahlak felsefesi, ahlak hayatı üzerinde sistemli bir biçimde düşünme ve soruşturmadır. 4. Her bilgi dalının kendine özgü kavramları ve özel terimleri vardır. Ahlak felsefesinin de "iyi", "kötü", "özgürlük", "erdem", "sorumluluk", "vicdan", "ahlak yasası", "ahlaki karar", "ahlaki eylem" gibi kendine özgü kavramları vardır.
  5. Ontoloji; Varlıkla ilgili sorunların tartışıldığı metafizik alanıdır. Ontolojinin soruları şunlardır: 1-Varlık var mıdır? 2-Varlığın ana maddesi nedir? 3-Evren nasıl oluşmuştur? 4-Evrenin bir amacı var mıdır? 5-Varlıkta özgürlük var mıdır? 6-Ruh nedir? 7-Ruh ölümsüz müdür? 8-Ölüm nedir? Tabiat(doğa) filozofları varlığın ana maddesi (arkhe) nedir? Sorusuyla ilgilenmişlerdir. Örneğin Thales; varlık arkesinin su olduğunu söyleyerek ontolojiyle ilgilenen ilk filozof olmuştur. Aristoteles varlığın ilk nedenlerini araştırarak metafiziğin ilkelerini belirlemiştir. Aristoteles, evreni bir bütün olarak kavramaya çalışmış ve bu çabasından da felsefenin bir disiplini olan Metafizik-Ontoloji doğmuştur. Ancak Ontolojiyi bir felsefe disiplinine dönüştüren Cristian Wolf’tur.Wolf ontolojiyi;- tanrının,ruhun ve dünyanın varlığını kanıtlamak isteyen bir alan olarak- belirler. Wolf’un ontoloji anlayışı deneysel bilimlere dayanan Ampirizm ve Materyalizm tarafından eleştirilmiştir. Kant’ a göre metafizik; bilginin temellerini araştırmalı ve bilginin deneyden gelmeyen öğelerini saptamalıdır. Fichte.Schelling,Hegel gibi düşünürler Kant’ın gözden düşürdüğü metafiziği tinsel(ruhsal) varlık anlayışı ile yeniden günceleştirmiştir. Günümüzde metafizik fenomenoloji, yeni ontoloji ve varoluşçuluk (existansiyalizm) felsefeleri ile varlığını sürdürmektedir. Fenomenoloji;Edmund Husserl ile varlıkların arka planlarında bulunan ve kendi kendilerine varolan özleri dile getirerek; Yeni ontoloji;Nicolai Hartmann ile varlık kategorileri oluşturup ontolojiyi deneysel temellerle,bilimsel sonuçlarla bağdaştırmaya çalışarak Existansiyalizm; Heidegger ve Sartre ile varlığın temeline doğa bilimlerini koyanlara karşı çıkarak varlığı Benin yaptığını söyleyerek ontolojiyle ilgilenmiştir.
  6. Varlık Felsefesi (Ontoloji) Nedir? Varlık Felsefesinin konusu varlıktır. Varlık; var olan her şeydir. Felsefi anlamda var olan şey, ağaç ve ateş gibi canlı veya cansız bir madde de olabilir, düşünme ve sezme gibi ruhsal bir şey de... Aynı şekilde varlık, inanç gibi manevi bir şey de olabilir. Kısacası felsefe için varlık; fiziksel, zihinsel veya ruhsal olarak kabul görebilir. İşte bu varlık alanlarının barındırdığı varlıkların en temel ve kendilerine özgü yanlarını soruşturan inceleme ve düşünme biçimine, varlık felsefesi veya ontoloji denilmektedir. Yani varlık felsefesi veya ontoloji; en genel anlamda var olan şeyleri, varlıkların temellerini ve varlıklar arasındaki esas bağları sorgulayan felsefe dalıdır. İsminden de anlaşılacağı üzere varlık felsefesinin konusu, varlıktır. Varlık felsefesi bu bağlamda; varlık var mıdır, varlık varsa bu nasıl oluş biçimi nasıldır, varlık yalnızca fiziksel olarak mı vardır, maddi varlığın dışında tinsel varlıklar da var mıdır ve varlığın nitelikleri nelerdir gibi sorulara cevap aramaktadır? Felsefe bu sorgulamalarla, varlığı ve var olanla ilişkili olayları, bir bütün olarak açıklamaya çalışır. Bu çalışmanın ulaşmak istediği sonuç, tüm varlık dünyasını yöneten ilkeleri bulmak ve açıklamaktır. Varlık Felsefesi açısından var olanlar iki biçimde ele alınır. Gerçekte var olanlar: Gerçek varlık, gerçekliğini nesnelerden, olaylardan, kişilerden alan; belli bir zaman ve mekanda var olandır. Gerçekte var olanlar duyu organları ile algılanır. Örneğin:masa,sıra,kitap v.b. İdea’da (zihinde,düşünsel) var olanlar: İnsanların zihinlerinde oluşturdukları kavramlardır. Zihinde var olanları insanlar bir takım olay ve ilişkilerden soyutlayarak elde ederler, bu nedenle duyu organları ile kavranamazlar. Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Ergün - Felsefeye Giriş - Varlık Felsefesi
  7. Bilim ve Felsefe açısından Varlık: Bilim ve Felsefe’nin varlığa bakış açıları şu noktalardan farklılaşır: Bilime göre; Varlık tartışmasız vardır. Bilim varlığın var olduğunu ön kabul olarak benimser. Var kabul ettiği varlıkla ilgili neden-sonuç ilişkileri kurar. Felsefe ise; Varlığın var olup olmadığını da tartışır. Nedenlerin nedenlerini de araştırır. Bilimler konularına göre; Varlığı parçalara ayırarak , kendilerine özgü yöntemlerle inceler. Felsefe ise; Varlığı bütün halinde görür ve bütün halinde incelemeye çalışır. Bunun içinse gerekirse tüm bilimlerin sonuçlarını kullanarak genel kuramsal açıklamalar yapar. Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Ergün - Felsefeye Giriş - Varlık Felsefesi
  8. Deluge

    Varlık Var mıdır?

    Varlık Var mıdır? Varlık felsefesiyle ilgilenen her filozofun cevaplandırması gereken ilk sorulardan biri, varlığın gerçekten var olup olmadığıdır. Eğer varlık varsa, bu var olma durumunun kaynağı nedir? Eğer böyle bir kaynak varsa, bu kaynak bizim tarafımızdan bilinebilir mi? İnsan, varlığın hangi durumlarını bilebilir? İşte bütün bu sorular ve sorgulamalar, varlık felsefesi ile ilgilenen filozofların, üzerinde düşündükleri meselelerdir. Varlık ve yokluk konusunda birçok ünlü filozofun çeşitli görüşleri mevcuttur: Descartes, "düşünüyorum, o halde varım" ifadesiyle, bir bakıma varlık felsefesine verdiği önemi de vurgulamıştır. Descartes bu sözünde, zihninde bazı şeylerin mevcut olduğundan ve kendisinin de bu şeyleri düşündüğünden emin olduğunu vurgulamaktadır. Yani Descartes bu sözünde, öznenin varlığını kabul etmiştir. Aynı şekilde Berkeley de "var olmak, algılamaktır" ifadesiyle, varlık felsefesinin içine girmiştir. Berkeley'e göre zihnin dışındaki, yani kendimizin dışımızdaki gerçekliği ve farklı zihinleri, yalnızca algılarımız yoluyla bilebiliriz. Böyle bakıldığında, Berkeley'in bir tekbenci olduğu düşünülebilir; fakat Berkeley kendisini kesinlikle tekbenci olarak kabul etmemektedir. Çünkü felsefede tekbenci; sadece bireysel algılarının varlığını kabul eden ve kendi bilincinin dışındaki gerçeklikleri kabul etmeyen kişidir. Berkeley, tekbencilikten kaçmak için tek bir zihinden değil, her birisi kendi tasarımına sahip olan birçok zihinden bahseder. Yani bir zihin algılamayı bıraktığı anda, diğer zihinler algılamaya devam edecektir ve böylelikle varlık sürekli olarak gerçeklenmiş olacaktır. Hatta bütün bu zihinlerin üstünde de tanrının zihni vardır. Yani bütün zihinlerin algılamayı kesmesi halinde, tanrının mutlak algısı, varlığın var olmasını sağlamaya yetecektir. Antik Yunan düşünürlerinden Thales, "hiçten hiçbir şey meydana gelmez" ifadesi ile meydana gelmemiş ve yok olmayacak bir varlığı, her şeyin ilk nedeni saymıştır. Bu madde kendiliğinden canlıdır ve kendiliğinden değişebilir. Anaximandros'un sınırsız ilk maddesi olan "aperion" da yokluğu kabul etmez. Herakleitos için yokluk, varlığın yeni bir şekle dönüşmesi olarak açıklanır. Herakleitos'ta, evrenin ana maddesi olan ateş, bütün varlıkları değişikliğe uğratır. Bu değişiklik bazen bir varlık içindeki gelişme şeklinde, bazen de başka bir varlığa dönüşme şeklinde ortaya çıkar. Başka varlığa dönüşme durumu yok olma; yeni bir oluşumla meydana gelme durumu da yokluktan var olmadır. Elealı düşünür Parmenides, "yalnız var olan vardır ve ancak bu düşünülebilir; var olmayan yoktur ve düşünülemez de" diyerek ana fikrini ortaya koymuştur. Parmenides, çokluğu ve durmadan değişmeyi bir duyu aldanması olarak nitelendirmiştir. Empedokles de bütün varlıkların temeline toprak, su, ateş ve hava unsurlarını koyup varlıkların bu maddelerin değişik şekilde bileşimlerinden meydana geldiğini ve yok olmanın olmadığını ileri sürmüştür. Demokritos'a göre, var olan yok olmaz; ama varlık dünyasının dışında bir var olmayan uzay boşluğu bulunur. Platon'a göre tam yokluk yoktur, göreceli bir yokluk vardır. Bir şeyin başka bir şey olması ve bulunmayışı yokluk olarak nitelendirilir. Aristoteles de yokluğun düşünülemeyeceğini savunarak genellikle oluş ve gelişme üzerinde durmuştur. Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Ergün - Felsefeye Giriş - Varlık Felsefesi
  9. Varlık Varsa Tam Olarak Nedir? Varlığın Ne olduğu Problemi: Varlığın dış görünüşünde madde, içinde enerji, dinamizm ve güç vardır. Madde sınırlı, varlıklar sınırsız denecek kadar çoktur. Varlık dünyası çok yönlü, çok kademeli ve çok anlamlıdır. Gerçekliğin kozmolojik, fiziksel, biyolojik, psikolojik, sosyolojik vesaire yönleri vardır. Kozmolojik dünyanın mekân (uzay), zaman ve nedensellik kategorileri vardır. İnsan, bu kategoriler içinde varlık evreninin düzenini anlamaya çalışır. Zaman, mekân ve nedensellik olmadan varlık dünyasını açıklamak çok zordur. Ama modern bilim bile zamanın ve uzayın sınırlarını bulmaktan çok uzaktır. Şu anda en büyük ölçü birimi olan ışık yılı ile bile, bu boyutlara ulaşmak imkânsız gözüküyor. Augustinus, zaman ve mekânın da evrenle birlikte yaratıldığına inanıyor. Kant, zaman ve mekanı insanın varlık dünyasına bakış kalıpları olarak değerlendiriyor. J. Böhme, "bunlar tanrının duyu organlarıdır" diyor. Schopenhauer, üç boyutlu zaman (geçmiş, şimdi, gelecek) ve gene üç boyutlu mekanın (yükseklik, genişlik, uzunluk) insan zihni tarafından kontrol altına alınmaya çalışıldığını anlatmıştır. Nedensellik de insan zihninin sebep bulma ve sonuç çıkarma özelliğinden doğmaktadır. Ama atom altı dünyada bir nedensellik bağından çok, ilişki belirsizliği görülmektedir. Gerçekliğe fizik açısından baktığımızda, maddi varlıkların ve olguların temelindeki yasaların ve sayısal dengelerin önemli olduğu ortaya çıkar. Fizik, durmadan maddeyi parçalamakta, atom altı dünyaya inmekte ve orada da fotonlar dünyasına ulaşmaktadır. Varlıkların özünde hem madde hem de enerji ortaya çıkmaktadır. Bütün her şeyin temelinde ölçüsüz, ağırlıksız ışık vardır. Buradan protonlar, elektronlar, kütleler çıkıyor. Cansız varlıkları bir bütün olarak koruyan, canlı varlıkları büyütüp yaşatan enerjidir. Çinlilerin Yin ve Yang'ı da canlıları yaşatan enerji kutuplarıdır. Gözlerimizle atomu ve atom altı dünyayı göremediğimiz gibi, evrendeki pek çok büyük-lükleri de göremeyiz. Gerçeğin biyolojik görünümüne baktığınızda, karşınıza hemen hayatın niçin ve nasıl başladığı problemi çıkıyor. Bu konularda "niçin" sorusu, hem hayatın başı hem de sonu olarak cevaplandırılamaz durumdadır. Canlı hayatın nasıl başladığı konusunda ise, teoriler ve spekülasyonlar vardır. Hayatın suda başladığı, canlı varlıklar arasında biyolojik özelliklerin DNA kodları vasıtasıyla aktarıldığı biliniyor. Ancak canlı türlerinin ortaya çıkışı noktasında, biyolojik bir evrim ile türlerin değişmezliğini savunan görüşler, düşünce tarihi boyunca sürdürdükleri tartışılmalarını hâlâ devam ettiriyorlar. Herakleitos, Demokritos ve Aristoteles'ten beri, biyolojik hayatta bir evrim olduğu ileri sürülüyordu. 19. yüzyılda C. Darwin, canlıların bir kökten evrimleşerek geliştiklerini ileri sürdü. Haeckel, her canlı türünün uzun bin yıllar içindeki gelişiminin (filogenez), o canlının embriyonal gelişim devresinde (ontogenez) gizlendiğini iddia etti. J. Monad da, mutasyon vasıtasıyla olan evrimin tesadüfen meydana geldiğini savundu. Bunlara karşı ise, canlı ve cansız varlıkların bir tanrı tarafından planlı ve programlı olarak yaratıldıkları şeklinde dinî temelli felsefî açıklamalar hep canlı kaldı. Varlık dünyasını gerek felsefî gerekse bilimsel açıdan incelerken, karşımıza çıkan en önemli kavramlardan biri de oluştur (genesis). Antik Yunandaki doğa filozoflarına göre varlığın ana maddesi (su, hava, ateş ve toprak gibi) tek ve canlı idi. Tüm oluş bu ana varlık tarafından meydana getiriliyordu. Empedokles'te dört ana unsur (toprak, su, hava ve ateş) sevgi ile birleşip nefret ile ayrılıyor ve böylece oluş meydana geliyordu. Anaxagoras'a göre, evrende ne kadar varlık varsa o kadar da ana madde vardı, ilk hareketi "nous" sağlamakta; sonraki hareketler çarpma ve basınç ile mekanik tarzda olmaktaydı. Demokritos'a göre varlıkların özün-de maddenin en küçük parçası olan atomlar vardı. Atomların hareketleri sonucu mekanik ve zorunlu bir oluş meydana geliyordu. Platon ideler dünyasını oluşun ve değişmenin olmadığı, bu varlık dünyasını da oluş ve bozuluşun olduğu bir dünya olarak anlatır. Oluş dünyasını yaratan Demiourgos adlı iyilik idesidir. Aristoteles'e göre da oluş, madde içindeki gizli gücün harekete geçip o maddeyi geliştirmesidir. Özün kendini gerçekleştirmesi dört nedenle olur; maddî, formel, hareket ettiren ve ereksel nedenler. Varlığın oluşu, belli bir amaca yöneliktir (teleolojik). Plotinos'a göre her şeyin temeli ruhtur ve varlıkların oluşu da ruha bağlıdır. "Nous" düşünür, ruh da bu düşüncelere göre maddeye şekil verir. Eğer ruh olmasaydı canlılık, hareket ve biçim olmazdı. Augustinus'a göre, Tanrı evreni özgür olarak yaratmış ve zaman içine atmıştır. Her şey zamanın akışı içinde tanrının belirlediği şekilde değişir. Descartes da cisimlere ilk hareketi tanrının verdiğini kabul eder. Ama daha sonraki her şey mekanik olur. Tanrı doğayı ve doğa kanunlarını yaratmıştır, ama işleyişine karışmaz. Doğa kanunları kendi kendine işler ve herş eye hâkimdir. Oluş konusunda Malebranche, Descartes'e karşıdır. Ona göre cisimler kendi kendilerine hareket edemez ve birbirlerini etkileyemezler. Dünyada olan her şey tanrı tarafından gerçekleştirilir. Spinoza da tanrının, kendi eseri olan evrenin içinde olduğunu söyler. Oluş, tanrısal özün kendisini gerçekleştirmesidir. Doğa olaylarının hepsi, tanrının kendisidir. Tanrı Leibniz'de de evrenin düzenini ayarlamış olan güçtür. Bu düzen bir kere baştan saat gibi ayarlanmıştır ve tanrı ikide bir işe karışmaz. Tanrı evreni belli bir amaca göre yaratmıştır (teleoloji). Ancak bu amaç gerçekleşirken tam bir mekanizma ege-mendir. Kant da tanrının yaratma sırasında hem evrene hem de insana kendi aklından pay verdiği, dolayısıyla tanrının evreni mucizelerle değil, rasyonel yasalarla yönettiğini savunuyordu. Doğadaki oluş, daha önceden tanrı tarafından kurulmuştur; doğa, tanrıyı göstermektedir. İlk bakışta Platon'un iki parçalı evren anlayışını kabul eden Hegel, idenin kendi dünyasında potansiyel bir imkân olduğunu, ancak kendisini doğada gerçekleştirdiğini savunur. Var olan her şeyin arkasında bir ide vardır. Ancak ide madde içine girdiğinde kendine yabancılaşır, parçalara bölünür ve sürekli değişir. Doğa, akıl ve ruhun özgürlükten yoksun ve bilinçsiz bir şekilde gerçekleşmesidir. Marx ve Engels de oluşun merkezine dinamik maddeyi koydular. Evrende gerçek varlık maddedir ve o da hareket vasıtasıyla zorunlu gelişim yasasına uyar. Felsefe tarihinde Porphyrios, Thomas ve Hartmann'ın varlık katmanları veya aşamaları meşhurdur. Bunlarda, cansız varlıklardan canlılara ve insana (akıllı varlıklara) doğru giden katmanlar sıralanıyor ve bunların oluşu birbirine bağlanıyor. Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Ergün - Felsefeye Giriş - Varlık Felsefesi
  10. Varlık Felsefesinde Materyalizm Materyalizm; varlık dünyasının, insan zihninden bağımsız olarak varolan bir madde dünyası olduğunu savunan felsefi yaklaşımın adıdır. Thales, Herakleitos, Demokritos gibi Antik Yunan düşünürleri maddeci idiler. Ama madde ile bilgi arasındaki ilişkileri ilk inceleyen Aristoteles oldu. Ona göre madde, ancak şekil ile varlığa gelebiliyordu ve bunu da sağlayan, onun içindeki öz idi. Ortaçağ İslam ve Hristiyan felsefelerinde madde, Tanrı'nın yarattığı bir şey; ama bizim varlık dünyasının en büyük dayanağı idi. Madde, akıl ve ruh ile birleşerek çeşitli şekiller alıyor ve böylece biliniyordu. Maddecilik, bütün gerçeğin maddede ve maddenin hareketinde, birbirlerini etkilemesinde olduğunu savunur. Bütün canlı ve cansız dünyası madde ile açıklanabilir niteliktedir. Burada maddeciliğin esas desteği mekanik işleyiştir. Demokritos, Epikuros, Ortaçağda yaşayan Gassendi, insan psikolojisine kadar her şeyi mekanist materyalizm ile açıklamaya çalışmışlardır. Hobbes, Lamettrie, Holbach gibi 18. yüzyıl düşünürleri varlık evrenindeki maddi ve manevi her şeyi (ruhu bile) madde ve onun hareketleri ile açıklamışlardır. La Mettrie, ustası Descartes'tan fazla olarak, maddenin hem uzayda yer kapladığını hem de hareket edebilme ve duyumlama yetenekleri olduğunu savunur. Dolayısıyla bütün hayvanlar da duyar ve düşünür. Burada, ruhun da maddenin bir parçası olduğu, organik hayatın da mekanik nitelikte çalıştığı anlatılıyor. 19. yüzyıl Almanya'sında L. Feuerbach, L. Büchner gibi materyalistler insanı, içinde yaşadığı maddî şartların bir ürünü olarak görmüşlerdir. Darwin, E. Haeckel gibi biyolojik materyalistler de canlı hayattaki tüm gelişmeleri maddeci olarak açıklayan teoriler geliştirmişlerdir. Marx ve Engels gibi diyalektik materyalistlere göre de gerçek varlık dünyası ide değil, maddedir. İnsanların sosyal, siyasal ve düşünsel yapıları ve düzenler de madde dünyasının eseridir, insanın ruhu ve zihni de, madde dünyası tarafından şekillendirilir. Varlık dünyasının ve gerçeklik düzeninin anlaşılmasında kademe kademe döküm ve açıklamalar yapma metodu olan diyalektik, Herakleitos'tan beri, evrendeki oluşu kavramaya çalışan bir metodolojidir. Herakleitos'ta evren ateşten gelir, Logos'un kurduğu düzene göre oluş meydana gelir ve geri ateşe döner. Bu, hiç durmayan bir harekettir. Herakleitos, gerçekliğin zıtların birliğinden meydana geldiğini, her şeyin zıtların çatışmasından doğduğunu anlatır. Platon'da da "idea"ların belli bir düzenle varlık dünyasına yansıyıp, -maddenin bozulmasıyla- tekrar idealar alemine döndüğü anlatılıyor. Hegel'de tinin (Geist) varlık dünyasını oluşturması tez-antitez-sentez yöntemiyle olur. Her gerçekliğin içinde tez-antitez ve sentez vardır. Değişimin kanunu budur. Marxist felsefede de madde mekanik olarak değil diyalektik olarak hareket eder. Varlık dünyasının tez-antitez-sentez şeklinde gelişmesi, tarihte ve toplum düzeninde de geçerlidir. Madde, varlığı oluşturabilmek için diyalektik olarak hareket eder. Hareket için düşünceye gerek yoktur; maddedeki niceliksel değişmeler niteliğe de etki eder. Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Ergün - Felsefeye Giriş - Varlık Felsefesi
  11. Varlık Felsefesinde İdealizm Her türlü varoluşun insanın düşüncesinde var olduğu görüşünü savunan felsefi akımdır. İdea, Platon felsefesinde, her türlü maddî varlığın ve kavramın idealar dünyasında ve insan zihnindeki orijinal şekli idi. Bu kavram, daha sonraki filozoflarda da düşünce, düşüncenin bir tipi, doğuştan ruhumuzda veya zihnimizde var olan doğru kavramlar olarak kullanıldı. Platon, gerçek dünya olarak idealar dünyasını alıyordu, Varlık dünyasındaki her şey, idealar dünyasından pay alarak maddi gerçekliğe ulaşıyor; ama madde bozulup yok olduğu halde idealar yaşamaya devam ediyordu. İdea fikri, Tanrı'nın bu dünyadaki varlıkları ve oluşu yaratıp yönettiği fikirleri olarak Ortaçağ filozoflarında da yaşadı. Descartes, Locke ve Hume'da ideler, varlık dünyasının insan bilincindeki doğru tasarımları idi. İnsanların sübjektif olarak oluşturdukları tasarılara dayanan bu idealizm, ideleri tanrısal kaynaktan ayırıp insan psikolojisine bağlıyordu. Ancak "idealizm" kavramı ilk kez 18. yüzyıl ortalarında Berkeley'in felsefesini adlandırmak için kullanıldı. Berkeley, "hiç bir zaman tasarımlarımızdan başkasını bilmediğimize göre, niçin, onların herhangi bir şeyi temsil ettiklerini varsayıyoruz" diyordu. Herhangi bir şeyin varlığı, onun algılanmasından ve zihinde bir tasarım olmasından ibarettir. Bir nesnenin bilinçten bağımsız olarak varolduğunu söylemek, boş şey söylemektir. Varlık dünyası sadece düşünüp tasarlayabildiklerimizdir. Doğa veya evren dediğimiz şey de Tanrı'nın algısının bütününden ibarettir. 17. yüzyıl filozoflarından Leibniz, evrenin esas ilkesi olarak "kuvvet" kavramını kabul etmiş; evrenin, "monad" adını verdiği bu enerji birimlerinden ibaret olduğunu savunmuştur. Sınırsız değişme yeteneğine sahip olan bu monadlar onu idealist bir atomculuğa götürmüştür. İdealizmin en aşırı şekli Berkeley'de gözükse bile, idealizmi sürekli bir felsefe okulu haline getirenler 18. yüzyılda Kant ile başlayan Alman idealist filozoflardır. Kant'a göre, gerçi insan zihninden ve düşüncesinden bağımsız bir gerçek nesne dünyası vardır. Ama biz onu tam gerçek şekliyle bilemeyiz. Biz, sadece algıladığımız şeyi biliriz. Gerçek dünyanın da özünü (numen) algılayamayız, sadece görünüşleri (fenomen) algılarız. Algılarken de duyu organlarımız, anlama ve değerlendirme kategorilerimiz hem algılarımızı hem de bilgimizi düzenler. Bilgide, dış dünya kadar insanın iç dünyası da etkili olur. Kant, gerçek dünyanın var olduğunu kabul ediyor ama bizim onu tanımamız ve bilmemiz konusunda oldukça idealist davranıyordu. Fichte'ye göre, ister biçim ister içerik olsun bütün bilgilerimiz ruhumuzdan, benliğimizden çıkar. Bütün varlık dünyası "ben"in faaliyetinin ürünüdür. Fichte böylece Berkeley'in sübjektif idealizmine geri gitmiştir. Fichte'nin idealizmini "öznel" bulan Schelling, öznenin oluşumunu nesneye, doğaya bağladı. Varlık dünyasının sadece zihinsel ve ruhsal çaba ve kavramlarla tanınabileceği doğru idi. Ama doğa ve zihin birdirler, doğadaki reel bilgilerle insan zihnindeki ideal bilgiler birbiri ile uyumlu idi (bu nedenle Schelling idealizmine "realist idealizm" denir). Schelling çizgisinde giden Hegel, düşünce ile varlığın aynı şey olduğunu söyler. Gerçeğe sadece düşünce ile varmak mümkündür. Varlık dünyası da düşünme de aynı aklın bir başka şekillenmeleri olduğu için; düşünce, dışarıdan bir desteğe veya onaya gerek duymadan, kendi kendisini besleyerek gerçeğe ulaşır. Duyumlar bizi gerçeğe götürmekten ziyade, gerçeğin çokluğu ve bölünmüşlüğü ile oyalanırlar. Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Ergün - Felsefeye Giriş - Varlık Felsefesi
  12. Varlık Felsefesinde Realizm Felsefe tarihinin en karmaşık akımı olan realizm, genellikle bilincimiz dışında bir gerçeklik olduğunu ve doğal olarak da varlığı kabul eder. Bu varlık, genellikle madde ve doğa olarak anlaşılır. Ancak evrenin asıl gerçeğinin madde dünyası değil, idealar dünyası olduğunu söyleyen Platon da realisttir. Hatta orta çağda, bireysel varlıkların ve olayların değil, türlerin ve genel hükümlerin gerçek olduğunu savunan "kavram realizmi" ortaya çıkmıştır. Platonculuğun bir yorumu olan bu akıma göre üçgen, baba, ağaç, insan gibi genel kavramlar gerçektir. Adcıların (nominalistler) dediği gibi şu üçgen, Ali Baba, kayısı ağacı, bu insan gerçek değildir. Adcı olmayanlar da tek tek varlıkları gerçek kabul edip, onlara verilen genel kavramları gerçek olarak kabul etmiyorlardı. Daha sonraki felsefi gelişmeler içinde, gerçeklik anlayışı değişti. Ama gene de Descartes'ta, düşünce ürünü genel fikirler gerçek olarak kabul ediliyordu. Kant, düşünen zihin dışında bir maddi gerçekliğin olduğunu kabul ediyordu. Ancak bizim için gerçek dünya, bir takım fenomenlerden ibaret idi. Fichte'de de gerçek ile düşünce arasındaki gidip gelmeler, onu hem realist hem de idealist yapıyordu. 20. yüzyılda yeni realistler (Morgan, Whitehead, Munn, Russel, Alexander, Broad, Price, Ayer v.s.) genellikle mantık ve matematik yardımıyla bilimsel metot ve kavramları incelediler. Onlara göre en yüksek değer bilimdir. Burada, idealizm ve maddeciliğin kısır döngülerine düşmeden dil ile gerçeklik bağlantısını doğru olarak kurmak istediler. Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Ergün - Felsefeye Giriş - Varlık Felsefesi
  13. Deluge

    Felsefe Nedir?

    Felsefe Nedir? Aristoteles'in ünlü yapıtı "Metafizik", "bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler" cümlesiyle başlar. Yine Aristoteles'e göre, insanların duyularını kullanmaktan; örneğin görmekten, işitmekten duydukları zevk bunun en net kanıtıdır. Gerçekten de insanı insan yapan en önemli özelliklerden biri onun kendisini çevreleyen dünyayı, içinde yaşadığı toplumu, geçmişini ve bütün yanları ile bizzat kendisini tanımak ve bilmek istemesidir. Şimdi bilgi, bilen varlıkla (felsefe dilinde özne veya süje ile) bilinmesi istenen veya bilinen varlık (felsefe dilinde nesne veya obje) arasındaki bir ilişkidir. Bu ilişkide bilinenin mi, yoksa bilenin mi ağır bastığı; bilginin imkânı veya imkânsızlığı, kaynağı, alanı, kapsamı, sınırları vb. türünden sorular felsefenin bilgi teorisi veya epistemoloji diye adlandırılan dalının özel konusunu oluşturur. (Bu konu, site içerisindeki diğer yazılarda geniş kapsamlı olarak ele alınmıştır.) Felsefe de esas olarak bir tür bilgidir; ama özel bir tür bilgidir. Felsefenin ne tür bir bilgi olduğunu, felsefi bilginin özelliklerinin neler olduğunu anlamak için diğer belli başlı bilgi türlerinden söz etmek gerekir. Bu konuda ele alınacak bilgi türleri ise gündelik bilgi ve bilimsel bilgidir.
  14. Deluge

    Felsefenin Gereği;

    Felsefenin Gereği: Felsefe öğrenmenin bilimler gibi insan yaşamına doğrudan katkısı olmayabilir ancak dolaylı olarak insan yaşamını etkiler. Felsefi bilgi pratik yaşamda kullanıldığı oranda önem kazanır. Felsefi bilgi: 1- İnsanın dünyaya bakış açısını değiştirir olaylara eleştirici ve sorgulayıcı yaklaşmamızı sağlar. 2- Hoşgörü kazandırır ve insanı olgunlaştırır. 3- İnsanın anlama ve gerçeği görme ihtiyacını karşılar. İnsanın çevresinde olup bitenleri körü körüne kabullenmeyip her şeye eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşmasını ve böylece kendi akıl ve düşünce gücüyle olayları anlamasını sağlar. 4- Kişiye kendi görüşlerinden başka görüşlerin de olabileceğini, başkalarının da doğru düşünebileceğini gösterir başkalarının görüşlerine saygı duymayı onlara karşı hoşgörülü olmayı kazandırır. Düşünceyi ifade etme özgürlüğünün önemini kavratır. 5- Evreni ve insanı düşünce temelinde sorgularken, bilimlere ışık tutar bilimlerin gelişmesine yol gösterir. Bilimlerin gelişmesinin dinamiğini oluşturur. 6- Bilgi toplumu haline gelmemizde, bilginin üretilmesinde katkıda bulunur. 7- Toplumsal yaşam içerisinde başka insanlarla iletişim kurma, onları anlama ve sorunlarını paylaşmada yardımcı olur Kısaca Felsefe; Evrende düşünen, anlamaya çalışan, sorgulayan, eleştiren, yorumlayan bir varlık olmamızın ayrıcalıklı onurunu hissettirir. Kişide merak ve kuşku uyandırarak araştırma yapmasını sağlar. Felsefe sayesinde toplumlar bilgi toplumu düzeyine ulaşır. Felsefe sayesinde evreninde olup bitenlerin farkında olur. Geçmişten Geleceğe Felsefenin Fonksiyonu: Felsefe eski yunanda doğa filozoflarıyla başlamıştır. Eski yunan felsefesinin ilk dönemi evreni anlamaya yönelmiş bir felsefedir.Thales, Anaximandros, Anaximenes, Herakleitos, Parmenides, Pisagor, Demokritos gibi ilk filozoflar varlığı merak etmişler evrenin nasıl ve nerden oluştuğu sorularına cevap aramışlardır. Hepsinin evrenin ilk öğesi (dünyanın özü, ana maddesi) nedir diye sorduklarını görürüz. Evrenin ilk maddesi; Thales’e göre; "su" Anaximenes’e göre "Hava" Herakleitos’a göre "Ateş" Demokritos’a göre "Atom" dur.İlk filozofların ilmek istedikleri evrenin nasıl oluştuğu yapısı ve şeklidir. Felsefenin doğayı araştırmak yerine insanı incelemesi gerektiğini savunan ilk filozoflar sofistlerdir. 'varlık', (dünyanın özü, ana maddesi) ve 'ilk örnek'in ne olduğunu ele aldıklarında, sorunun çözümsüzlüğünü gören ilk çağ filozofları sofistlerle (bilgicilerle) birlikte insana yönelmişler, insan ve sorunları üzerine tartışmışlar açıklamalar getirmişlerdir. ‘Sokrates’, ‘Platon’ ve ‘Aristoteles’ kendilerinden önceki görüşleri toparlayarak daha bütüncül felsefi sistemler kurmuşlardır. Antik yunanın hemen ardından Helenistik felsefe dönemi başlamıştır İskender’in doğu seferinde doğu ve batı felsefesinin tanışması sağlanmıştır. Bu nedenle Helenistik felsefe doğu felsefesinin kısmi etkilerini taşır. Helenistik Felsefe döneminde yaşamın amacını, insanın mutlu olmasının yollarını araştıran 'Epikürosçuluk', 'Stoacılık', 'Septisizm' gibi akımlar doğmuştur. Roma İmparatorluğunun kurulmasıyla doğu ve batı felsefelerinin senteze doğru gittiğini görürüz. Roma felsefesinde; 'doğu mistisizmi' ile 'platon idealizmini' uzlaştıran 'Plotinos' yeni "Plâtonculuk" akımını kurmuştur. Ortaçağa gelindiğinde batıda Hıristiyanlığın yaygınlaşmasıyla felsefe ve akıl, dinin hizmetine girmiş Platonla Hıristiyanlığın uzlaştırıldığı 'skolâstik felsefe', döneme damgasını vurmuş; din merkezli teokratik ve dogmatik nitelikli skolâstik felsefe, batıda bilimde ve felsefede duraklamaya hatta gerilemeye yol açmıştır. Ortaçağda; Ticaret amacıyla batıya seferler yapan müslümanların, İlkçağ Yunan dönemine ait eserlerle tanışmaları, İslamiyet’in ilime, akla ve öğrenmeye verdiği önem neticesinde onları alıp getirmeleri; Ayrıca orada kilisenin baskısından kaçanların ticaret kervanlarıyla doğuya gelmeleri sonucu oluşan kültürel alışveriş neticesinde, İslam dünyası bilim ve felsefede altın dönemini yaşamıştır. İslam dünyası Felsefede, 'Farabi' ve 'İbn-i Rüşd'; Bilimde, 'İbn-i Sina', 'Harezmî', 'Biruni' gibi ünlü düşünürlerini yetiştirmiştir. Batı; islam dünyasındaki felsefi ve bilimsel gelişmelerin etkisiyle kendi geçmişini hatırlayınca Rönesans ve Reform hareketlerini yaşamış ve uzun mücadeleler sonucu yeniden felsefe ve bilime yönelmiştir. Bu dönemde 'Kopernik', 'Kepler', 'Galilei', 'Newton’un buluşları kilisenin otoritesini sarsmış, bilim yeniden güncelleşmiştir. 20 Y.Y. a gelindiğinde felsefenin salt soyut bir uğraş olmaktan çıkması gerektiği görüşü önem kazanmış ve insanı toplum ve çevresi ile bağlantılı bir varlık olarak ele alan diyalektik materyalizm, pozitivizm (olguculuk), pragmatizm (yararcılık), fenomenoloji (görüngü bilimi) ve egzistansiyalizm (varoluşçuluk) gibi akımlar doğmuştur. Özellikle pozitivizmin, bilimi felsefenin temeline koyan yaklaşımının etkisiyle bilim felsefesi güncelleşmiş, modern mantık çalışmaları dil çözümlemeleri yeni pozitivizmle birlikte felsefede yeni bir uğraşı alanı olmuştur. Kaynak: Prof. Dr. Ahmet Arslan - Felsefeye Giriş Kitabı
  15. Felsefi Düşüncenin Özellikleri En genel anlamı içinde, soru sormanın sonucu olan ve insanla, insan yaşamıyla ilgili problemlere karşı ilginin gelişmesiyle başlayan düşünce türü. Buna göre, felsefe zor ve çözülemeyen yaşam problemleriyle karşılaşmaktan, bu problemlerle uğraşmaktan korkmayan bir yaklaşım, düşünsel bir tavır olmak durumundadır. Felsefe insan yaşamının anlamıyla, varlık, bilgi ve değerle ilgili sorulara bir yanıt getirmeye, bu konularda ortaya çıkan problemleri çözümlemeye çalışırken, işe sıfırdan başlamayıp, belli bir bilgi birikimine sahip olunduğunu varsayarak çözüm getirmeye çalışır. Çünkü insanların yaşamlarında neyin önemli olduğunu değerlendirebilmeleri için, hayatla ilgili bazı deneyimlere sahip olmaları gerekir. Demek ki, felsefe insan yaşamının anlamıyla ilgili sorulara yanıt verirken, başka bilgi türleri tarafından sağlanan bilgilerden yararlanarak, genel, bütüncül ve kuşatıcı yanıtlar getirmeye çalışır. Bununla birlikte, felsefeyi felsefe yapan şey, insan yaşamının anlamıyla ilgili sorulara yanıt vermekten çok, sorular sormak, problem görebilmektir. Zira, insan için önemli olan, yalnızca felsefe okumak ve felsefeyi bilmek değildir, felsefe yapmaktır, felsefi davranabilmektir. Felsefe yapmak ise, felsefi hissetmeyi ve felsefi düşünmeyi gerektirir. Felsefe yapmak varlığı ve bilgiyi bir bütün, insan yaşamıyla ilgili olay ve problemleri çok boyutlu olarak görmek ve her yönüyle kavramaya çalışmak anlamına gelir. Felsefi düşünce, araştırmaya ve eleştirel bir tavra dayanan bir düşüncedir. Yani, felsefi düşünce, kendisine veri olarak aldığı her tür malzemeyi aklın eleştirici süzgecinden geçirir. Her şeyi olduğu gibi kabul eden, merak etmeyen ve kendisine sunulanla yetinen bir insan için felsefe söz konusu olamaz. Felsefi düşünce, şeylerin niçin oldukları gibi olduklarını merak eden, hayatı bütün boyutlarıyla görmeyi, yaşamın bütün boyutlarını göz önünde bulundurmayı bilen, açık ve sorgulayan bir zihnin ürünüdür. Felsefi düşünce, akıl temelli soruşturma ve refleksif bir düşünme yönteminin sonucu olan bir düşüncedir. Felsefede söz konusu olan düşünce, kendi üzerine dönmüş olan ve kendisini konu alan bir düşüncedir. Buna göre, felsefeci, doğrudan doğruya doğa, tarih, toplum üzerinde eleştirici bir bakış açısıyla düşünebileceği gibi, çeşitli bilimler tarafından sağlanan malzeme üzerine de düşünebilir. Yine, o bir problemi yalnızca bir bakış açısından, bir bakımdan ele alan diğer disiplinlerin, bilgi türlerinin tersine, bir problemi bütün yönleriyle ele almayı içerir. Felsefi düşünce, ayrıca çözümleyici ve kurucu bir düşüncedir. Yani, felsefi düşüncenin analiz ve sentez gibi işlevleri söz konusudur. Analiz söz konusu olduğunda, filozof, kendisinin de içinde bulunduğu ve bir parçasını teşkil eniği dünyayı anlamak ve kavramak için kendisine sunulan her türlü bilgi, deney, algı ve sezgi sonuçlarından oluşan düşünceyi analiz eder, açıklığa kavuşturur. Fakat filozof, bununla yetinmez, yani dünyayı parçalanmış bir halde bırakmaz; analize koşut olan başka bir düşünme tarzı ile, üzerinde düşünülmüş, çözümlenmiş, aydınlığa kavuşturulmuş malzemeden hareketle dünyayı yeniden inşa eder, bir birlik ve bütünlüğe kavuşturur. Nihayet, felsefi düşünce evrenseldir, çünkü insan yaşantısına giren her şey felsefeye konu oluşturabilir. En basit bir algı öğesinden (örneğin, dokunduğum masanın sertliği) en karmaşık bir düşünme sistemine (örneğin, Einstein'ın genel rölativite teorisi) kadar her şey felsefeye inceleme konusu olabilir. Öte yandan, felsefede söz konusu olan insan yaşantısı, şu ya da bu insanın değil, genel olarak insanın yaşantısıdır. Kaynak: Prof. Dr. Ahmet Arslan - Felsefeye Giriş Kitabı
  16. Deluge

    Felsefe Nedir?

    Felsefe Nedir? Felsefe; Yunanca "seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum" anlamına gelen phileo ve "bilgi, bilgelik" anlamına gelen sophia sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplin. Buna göre, felsefe Yunanlılar için, "bilgelik sevgisi" ya da "hikmet arayışı" anlamına gelmiştir. Başlangıçtaki bu özgün anlama göre, her türden bilimsel araştırmacıya filozof adı verilmiştir. Başlangıçtaki söz konusu anlamına rağmen, felsefenin bir tanımını vermek oldukça zordur. Bunun en önemli nedeni, hemen bütün felsefe tanımlarının tartışmalı olmasıdır. Bu ise büyük ölçüde felsefe denen faaliyet ya da disiplini anlamının, veya felsefe anlayışlarının tarihin akışı içinde çağdan çağa, hatta filozoftan filozofa kökten bir biçimde değişmesidir. Örneğin, Platon ve Platoncular için felsefe, empirik gerçekliği değil de, idealar alemini, soyut kendilikler dünyasını betimleyen ve bütün doğruları nihai ilkelerden çıkarsamak suretiyle temellendiren a priori bir disiplindir. Oysa Aristoteles'te felsefe, gerçekliğin daha genel yönlerini betimlediği için, bilimlerin bir devamı olmak durumundadır. Felsefe bilimlerin ya kraliçesi, ya da onların önündeki engelleri ortadan kaldırdığı için, ağır işçisidir. Ortaçağda dini inançları temellendirmek için, teolojinin hizmetkarı olma görevini üstlenen, başta ilahi gerçeklik ve onun dünya ile olan ilişkisi olmak üzere, yine gerçekliği betimleyen felsefe, empiristlerin, ama özellikle de J. S. Mill ve W. O. Quine gibi radikal empiristlerin gözünde de, diğer bütün disiplinler gibi, gerçekliği betimleyen bir etkinlik olmak durumundadır. Felsefenin anlamı ve göreviyle ilgili bu mutabakatı bozan filozof, ünlü Kopernik devrimiyle Kant olmuştur. Zira ona göre, felsefenin nesnelerden ziyade, nesneleri bilme tarzımızla meşgul olması gerekir. Başka bir deyişle, Kant, bilimin gerçekliği betimlediği yerde, felsefenin şu ya da bu türden nesnelerle, Platon 'un varoluşunu öne sürdüğü cinsten kendiliklerle uğraşmadığını savunmuştur. Felsefe, bunun yerine dış dünyadaki nesneleri deneyimleyebilmemizin veya bilebilmemizin zorunlu önkoşullarını araştırır.Bir de bunları bir şekilde tamamlayan, bilimin kendine özgü bir teknolojik, kültürel mana kazandığı 19. yüzyılın felsefe konsepsiyonlarından, bilime, bilimlere dayanan bilimsel felsefeyle dünyayı ve insanın dünyadaki yerine ilişkin genel bir görüş, bir dünya görüşü olarak felsefe anlayışından söz edildiğinde, herhalde felsefenin özü itibariyle rasyonel bir eleştirel düşünce, dünyanın genel doğasıyla (metafizik ya da varlık teorisi), dünya ile ilgili inançların mahiyeti ve haklılandırılması (epistemoloji) ve dünyamızdaki eylem tarzımız üzerine sorgulayıcı ve de refleksif bir düşünce etkinliği olduğu söylenebilir. Buna göre, felsefenin konusu 'nihai ve en yüksek şeyler', genel olarak varlık, bir bütün olarak evrenin kendisini ya da insanın eylemlerini, yaşamını ve yazgısını en temelli bir biçimde etkileyen şeylerdir. Varlığı bir yönüyle ya da belli bir bakımdan ele alan bilimlerden farklı olarak, felsefe, varlığı bir bütün olarak ele aldığı, varlığı varlık olmak bakımından incelediği, olanı betimleyen bilimlerden farklı olarak olması gerekene yöneldiği için, konularına uygun düşen yöntem ya da yöntemleri kullanır. Buna göre, felsefenin konuları arasında yer alan şeyler, duyuların ya da duyusal kavrayışın çok ötesinde kaldığı için, felsefe duyuları kullanmaktan özenle kaçınır. Felsefe saf düşünceye, refleksiyona dayanır ve a priori bir araştırmadır. Buna göre, felsefe bir kavram analizinden oluşur ya da kavramsal analiz temeli üzerinde yükselir. Öte yandan, felsefe ulaştığı sonuçları kanıtlamak için, belirli ve kesin birtakım işlem ya da yöntemler kullanmaz. Felsefe bilimle kıyaslandığında, bilimin dünyada yer alan şeyleri betimlerken, felsefenin onları sınıfladığını söylemek gerekir. Bilim bilgi verirken, felsefe bilginin ne olduğunu, neyi ve nasıl bilebileceğimizi araştırır. Öyleyse, felsefe varolan şeylerle ilgili olarak akla dayalı bir açıklama sağlar; bilimlerin ayrı ayrı ele aldığı olgu sınıflarının tümünü birden açıklayacak en genel ilkelere ulaşmaya çalışır. Bu anlamda felsefe, varlığın ilk ilkelerinin bilimidir. Özel bilimlerden kazanılan tüm bilgilerin eleştirisini ve sistematizasyonunu gerçekleştiren en genel bilim, bilimlerin bilimidir. Ve nihayet, felsefe insanın yaşamını, değerlerini ve amaçlarını sorgulayan, bu alanda insan yaşamının ve eylemlerinin kendilerine dayanacağı genel ilkelerin bilgisidir. Felsefe bir faaliyet, bir düşünce faaliyetidir. İnsanın soru sorabilme yeteneğine dayanır ve bu bağlamda, o belirli türden sorular hakkında belirli bir türden düşünme faaliyetidir. Felsefeyi tüm diğer disiplinlerden ayıran en önemli özelliği, felsefenin bu türden sorular üzerinde düşünürken, mantıksal argüman ya da akıl yürütmeye dayanmasıdır. Buna göre, filozoflar, bu mantıksal akıl yürütmeleri ya kendileri yaratırlar ya da başkalarının akıl yürütmelerini eleştirirler. Filozoflar, aynı zamanda bu akıl yürütmelerin temelinde bulunan kavramları analiz eder ve açıklığa kavuştururlar. Filozoflar, insan yaşamını ilgilendiren her şey hakkında akıl yürütebilir, her şeyi felsefi bir problem konusu yapabilirler. Filozoflar, örneğin bizim apaçık ve doğru olduklarına inandığımız inançlarımızı sorguya çekerler. Yaşamın anlamını meydana getirdiğini söylediğimiz temel sorular üzerinde dururlar. Dinle, Tanrı'nın varoluşuyla, doğru ve yanlışla, dış dünyanın varoluşuyla, bilginin kaynağı ve sınırlarıyla, bilimle, sanatla ve daha birçok konuyla ilgili sorular üzerinde akıl yürütüp, bu sorulara genel geçer ve nesnel yanıtlar getirmeye çalışırlar. Kaynak: Prof. Dr. Ahmet Arslan - Felsefeye Giriş Kitabı
  17. Varlık Felsefesinde Monizm ve Düalizm Varlığın ne olduğunu açıklarken, bazı filozoflarda tekçi ve ikici açıklamalara da rastlanmaktadır. Tekçi görüşler aynı zamanda panteist görüşlerdir. Mesela Spinoza'ya göre bir tek töz (substantia) vardır; o bölünemez, sınırlanamaz, yok olamaz. O töz Tanrı'dır, ama aynı zamanda doğadır. Ruhlar da tek tek cisimler de Tanrı'nın kendisinden başka bir şey değildir. Tanrı varlık dünyasındaki her şeyin içindedir Tanrı bize, ruh ve madde dünyası olarak içice görünür. Bu tür tekçi görüşlerin yanı sıra ikici görüşler de vardır. Mesela Platon'un idealar alemi ve maddi varlık alemi, daha sonra Plotinos ve St. Augustinus ile orta çağa aktarıldı ve yaygın bir kabul gördü. 17. yüzyılda yaşayan Descartes'te ikiciliğin en iyi işlenmiş şeklini görürüz. Ona göre evrende varlık dünyasını kuran iki öğe (töz) vardır: cisim ve ruh. Cismin özellikleri yer kaplama ve hareket, ruhun özelliği de düşünme (bilinç)'tir. Bu birbirinden ayrı iki dünya, Tanrı tarafından birbirlerine karıştırılmıştır. Evrende boş mekan yoktur; dolayısıyla evrendeki hareketler bitişik bir şekilde yandakine atlar. Evren büyük bir makineye benzer ve mekanik kanunlarla açıklanabilir. Descartes, dışımızda bulunan şeylerin gerçekliğinden şüphe etmememiz gerekir, diyordu. Ancak dış dünyanın varlığı hakkındaki düşüncemizin ve evrendeki her türlü hareketin kaynağı da Tanrı idi. Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Ergün - Felsefeye Giriş - Varlık Felsefesi
  18. Auguste Comte (1798 - 1857) ; Olguculuğun ve sosyolojinin kurucusu sayılır. Comte Fransız devriminden sonra oluşan toplumsal karmaşayı yeni bir toplumsal düzenleme ve reformla ortadan kaldırmayı denemiş bir Fransız düşünürdür. Comte toplumu bilim yoluyla yeni baştan düzenlemeyi amaçlamıştır. Ona göre toplumun kurtuluşunu sağlayacak tek şey pozitivizmdir. O’nun pozitivizminin en önemli özelliği “doğanın mutlak ve yüce bir amacı olduğu” düşüncesini reddetmesidir. Ayrıca O varlıkların insan tarafından gözlenemeyen özlerini bulma çabasından vazgeçer. Sadece olguları araştırmak ve varlıklar arasındaki sabit ilişkileri gözlemek gerektiğini savunur. Bilimin tek amacı olgular arasındaki değişmez ilişkileri ya da doğal yasaları bulmaktır. Bu ise ancak gözlem ve deneylerle sağlanır. İşte toplumu yeniden düzenlenmesinde kullanılacak bilgi de gözlem ve deneye( olgulara) dayanan pozitif bilgidir. Pozitif bilgi tarihsel evrimin sonucu olan bir bilgidir. Pozitif bilgi evresine gelmeden önce toplumlar tarih içinde iki evreden daha geçerek pozitif evreye gelmişlerdir. Comte, tarihi toplumsal evre anlayışını Üç hal kanunu ile açıklar; 1-Teolojik evre; fenomenlerin Tanrısal ya da manevi nedenlerle açıklandığı evre 2-Metafizik evre; olayların oluşunun soyut kuvvetlerle açıklandığı dönem toplumsal olayların özgürlük, eşitlik gibi soyut kavramlarla açıklanması, 3-Pozitif evre; Bu evrede insan sadece gözlemlenebilir olana yönelir. Yalnızca olaylar arasındaki yasalar ya da değişmez bağlantılar incelenir. O’na göre bu evre insan düşüncesinin ve gelişiminin en yüksek basamağıdır. Başlığa Geri Dön
  19. Pozitivizm (Olguculuk); (Bilgilerimiz olgulara dayanır) İnsan için bilgide önemli olanın yalnızca olguları araştırmak olduğunu savunan akımdır. Bu akıma göre insan; olgular arasında var olan değişmez ilişkileri ya da doğal yasaları bulmalıdır. Bu anlayışın kurucusu ve temsilcisi Auguste Comte’dur. Olgularla desteklenen ya da olgularla ilgili verilere dayanan bilginin tek sağlam bilgi türü olduğu görüşüdür. Genel çizgileriyle pozitivizm, deney konusu edilebilecek olgularla ilgili, yani en geniş anlamıyla bilimsel bilginin sağlam bilgi olduğunu vurgular. Bunun dışında, olguların çoğu mantık ve matematik gibi bilgi türlerinin varlığını kabul eder, ama bunların içeriksiz olduğunu ileri sürerler. Pozitivistlerin, en temel özelliği ise geleneksel felsefe görüşlerini, olumsuz bir anlam yüküyle “metafizik” olarak niteleyerek karşı çıkmasıdır. Comte, alan bu yana “metafizik” nitelemesi insanlığın geride bıraktığı bir aşamayla ilgili, gerçekliğini yitirmiş, yerini pozitif bilimlere bırakmış bir bilgi türünü çağrıştırır. Comte’a göre insanlık tarihinin üç aşamalı zihinsel gelişiminde her aşama bir öncekine göre daha ileri ve gelişmiştir. İnsanlık başlangıçta açıklamaların doğaötesi göçlere göre yapıldığı dinsel bir aşamadır. İzleyen metafizik aşamada açıklamalar gene olgulardan uzak bazı kavramlara dayandırılır. Üçüncü aşamada ise, insanlar doğru bilginin gerektirdiği gibi, açıklamak istedikleri olguları gene bu olgulardan elde ettikleri verilere dayandırmayı öğrenirler; işte bu sonuncusu pozitif aşamadır. Comte bu süreci bir insanın çocukluktan yetişkinliği geçiş aşamalarına benzetir. Comte’a göre bilim olgulara dayanmalıdır. İnsan kafasının soyutlanmalarından doğmuş olan metafizik, deney ve bundan ötürü de bilgi alanımızın dışındadır, nesnelerin kendilikleri de bilinemez. Başlığa Geri Dön
  20. Henri Bergson (1859-1941): O’na göre gerçeklik hayattır, süredir. Bunu sadece sezgi kavrayabilir. Bergson'a göre yaşam, sürekli değişim gösteren bir süreçtir. Zaman da yaşamla birlikte değişim gösterir. Yaşamın bu değişimi yaratıcı bir atılımdır. Yaratıcı atılım (Hayat hamlesi), bütün canlı varlıklardaki iç kuvvettir. Bu kuvvet, yaratıcılık özelliğiyle sürekli yeni türler ve yeni cinsler meydana getirir. Yaratıcı atılım, her canlıya sıçramalı hayat veren tanrısal güçtür. Tanrı, bitip tükenmeyen bir hayattır, sonsuz eylem ve özgürlüktür. Zekâ, sürekli yaşam değişimini kavrayamaz. Zekâ, duruk ve eylemsiz maddeyi kavrayıp bilebilir. Sezgi, kavradığı madde bilgisinden ve pozitif bilimlerin sağladığı bilgiden farklı bir bilgidir. İnsan böyle bir bilgiye, varlığın iç gelişimini, iç dinamiğini sağlayarak ulaşabilir. Her şey değişip geliştiği için gelecek geçmişin aynı olamaz. Bu nedenle var olmak olgunlaşmaktır. Gerçeklikteki bu yaratıcı evrimi yalnızca sezgi anlayabilir. Bergson bu nedenle materyalizm ve rasyonalizme karşı çıkar. Bergson’a göre bilmenin birbirinden ayrı iki yolu vardır: 1-Bilimlerde geçerli olan analitik; Mekân kavramını temel alan bilme tarzıdır. Gerçekliğin statik olduğu düşünülür. Bilimler varlığı parçalara ayırarak(analiz) bölüm bölüm inceledikleri için varlığın özüne nüfuz edemez. 2-Varlığın özüne nüfuz eden sezgi; Zamanı süreyi temel alan bilme türüdür. Gerçekliğin bizzat kendisini bilme imkânı verir. Sezgi dile getirilemez ancak yaşanır. Bir nota başka bir nota içinde kaybolurken biz musikinin akışına kendimizi bırakırız. Böylece süre, zaman, gelişme dinamik olarak statik olan mekânın üstüne çıkmıştır. Bergson’a göre; insanda zekâ ve içgüdü olmak üzere iki yeti vardır. Zekâ evreni tanımamız için değil ona egemen olmamız için yaratılmıştır. Bu nedenle sadece madde âleminde geçerlidir. Hareketli olanı durdurarak bölümlere ayırıp inceler. Pozitif bilimler zekanın ürünüdür. Oysa hareketli olan gerçeği tanımak için başka bir yetiye yani içgüdüye ihtiyaç vardır. İşte sezgi bu zeka ve içgüdünün bileşkesidir. Başlığa Geri Dön
  21. Gâzali (1058-1111):Gazali bilim ve felsefeye kuşku ile bakmış, bunların tutarsızlıklarla dolu olduğunu savunmuştur. O’na göre insan bilgi yolunda duyulardan da akıldan da yararlanabilir fakat bu yetiler insana gerçek varlığın bilgisini veremez. Zira, gerçek ve kesin bilgi, sezgi yolu ile elde edilir. Bu bilgi türü insanın gönlüne yüce ve manevi bir algı olarak iner. Gâzali’ye göre insanda iki göz ya da iki akıl vardır. Birincisi fiziki göz ya da akıldır. İnsan bununla maddi dünyaya yönelir ve bir takım bilgilere ulaşır. Bu göz bilim ve felsefeyi kuran akıl gözüdür (akıldır) insan için yeterli değildir. İkincisi ise kalp gözüdür. Kalp gözü manevi olduğu için insan kalbin manevi sezgisiyle gerçekleri bütün açıklığıyla kavrar. Var olan her şey sezgi yoluyla aracısız ve bütün açıklığıyla aynadaki gibi görünür. İnsanın kalp gözünü gereği gibi kullanabilmesi için onu temizlemesi yani arzularının baskısından kurtulması gerekir. Kalp gözü açılan kimse bilim ve felsefe yoluyla kavrayamadıklarını da açık seçik kavrar. Başlığa Geri Dön
  22. Entüisyonizm (Sezgicilik); (Doğru bilgiye sezgilerimizle ulaşırız.) Sezgi, bir bütünü bir bakışta doğrudan kavrama, sezip keşfetmedir. Entüistyonist filozoflara göre, rasyonel bilgi nesnenin gerçek özünü veremez. Sezgiye önem veren düşünürler, rasyonel bilginin uygulama ve eylem için önem taşıdığını kabul eder. Fakat akla dayanan bilgi, onlara göre sezgisel bilginin tamlığından ve kesinliğinden yoksundur. Bu anlayış ortaçağda büyük İslam Filozofu Gazalinin felsefesinde görülür. Ayrıca 19. y.y da Hegel rasyonalizmine tepki olarak Henri Bergson’un felsefesinde ortaya çıkmıştır. Entüisyonizm , tümü idealist yapıda olarak, dört bilgi alanında gerçekleştirilmiştir: felsefe, ruhbilim, törebilim ve matematik. 1) felsefesel entüisyonizm: Fransız idealisti Henri Bergson’un öğretisi olarak Bergsonculuk adıyla da anılır. Bergson’a göre gerçeği saltık ya da saltığı gerçek olarak kavramaya sezgi denir. Gerçeği doğrudan doğruya kavratacak sezgiden başka hiçbir yol yoktur. Çünkü gerçek, özdeksel doğa değil, ruhsal doğa, eş deyişle ruhsal yaşam ve tek sözle yaşamdır. Yaşam evrenin kurtuluşuyla başlamıştır ve özdeğin tüm engellerine karşın yolunu açarak, onun durgunluğunu alt edip kimi yerde onu kımıldatarak akıp gitmektedir. Bu kesintisiz, bölümsüz ve sürekli akışa Bergson süre demektedir. İşte bu sürenin bilgisini kavramak için bu süreyle birlikte yaşamak, onun içinde olmak ve onunla birlikte akmak gerekir ki bunu ne us ne de bilim gerçekleştirebilir. Çünkü us ve bilim sinematografik olarak çalışırlar. Bergson’a göre ussal ve bilimsel bilgi sinematografiktir. Bir film, ard arda dizilmiş durgun ve bölümsel resimlerden oluşur. Us ve bilim, filmin akışını durdurarak bu resimleri tek tek incelerler ve birtakım bilgiler saptarlar. Ne var ki akışın bizzat kendisini, eş deyişle yaşamı hiçbir zaman kavrayamazlar. Demek ki us ve bilim, sadece durgun ve bölünebilir olan özdek üstünde bilgi edinebilirler. Bergson’a göre zaman, uzay gibi özdeksel değildir. Uzay özdekseldir, çünkü özdeksiz uzay ve uzaysız özdek (eş deyişle yer kaplamayan özdek) yoktur. Oysa zamanı bölen, parçalayan, onu aylara ve yıllara ayıran us ve bilimdir. Us ve bilim, zamanı uzaya bağlamakla ( örneğin ay ayın, yıl dünyanın uzayda yer değiştirmesidir.) onu özdekleştirmektedir. Demek ki us ve bilim, hiçbir şeyi özdekleştirmeden inceleyemiyor. Yaşamsal akışın eş deyişle sürenin kavranmasıysa özdekleştirilmeden gerçekleştirilmelidir, çünkü “gerçek süre, daima zaman adı verilmiş olan şeydir”. Bunu kavrayabilecek olansa sadece sezgidir. Bergson’a göre sezgi , kendi bilincine varmış içgüdüdür. Şöyle der: “ içgüdüyü söyletebilseydik, yaşamın bütün sırlarını çözerdik”. Bilinç içgüdüde içkindir ve ruhsaldır. Bundan ötürü de ruhsal yaşam akışını sadece o kavrayabilir. 2) Ruhbilimsel entüisyonizm: William Hamilton ve İskoçyalılar tarafından geliştirilmiştir. Hamilton’a göre bilinç, dış dünyayı, olduğu gibi ve araçsız olarak ( eş deyişle sezgiyle) kavrar ve us deneyüstü hakikatleri bize sezgi yoluyla tanıtır. Hamilton’un sezgi deyiminden anladığı bir çeşit dinsel vahiydir. 3) Törebilimsel Entüisyonizm: George Moore, David Ross, Charlie Broad, Alfred Ewing vb. düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Bunlara göre iyilik, ödev vb. gibi törebilimsel kavramlar apaçık, araçsız elde edilen ve ancak sezgiyle bilinebilen kavramlardır. Ne toplumsal ne de doğasal yaşamdan çıkarsanamazlar. Törebilimsel sezgiciliğin amacı, burjuva ahlâkının değişmezliğini savunmaktır. 4) Matematiksel Entüisyonizm: Brower, Weyl, Heyting vb. gibi düşünürlerce geliştirilmiştir. Bunlara matematik, mantık, tanıtlama, mantıksal kesinlikle değil, doğrunun sezgisel olarak kavranmasıyla gerçekleştirilir. Sezgi, bunların dilinde, düşüncelerdeki ayrılıkları saptama yeteneğidir. Düşünmek demek sezmek demektir. Mantık kurallarının uygulanabilir olup olmadıkları da sezgiyle saptanır. Başlığa Geri Dön
  23. Değerli Arkadaşlar; Bir süredir, "Gazete Haberleri Paylaşımı" dizini altında açılan başlıklarda, "Bu Bölüme Özel" paylaşım kurallarına bazı arkadaşların gerekli özeni göstermediklerini gözlemliyoruz... Sanırım ya önemli görmedikleri yada forum kurallarıyla ilgili eksik bilgileri nedeniyle gerçekleşiyor bütün bunlar... Paylaşıma uygun bulduğumuz haberleri Forum kurallarına göre; "Alıntı" bilgisiyle birlikte, kaynağını varsa yazarını ve yayın tarihini belirtmek zorunda olduğumuzu unutmayalım lütfen... Bunu yapmamız gerekliliğinin öncelikli iki nedeni var... 1- Okuduğumuz haberin kaynağını bilmek isteriz ki; Gerekirse kaynağından araştırma yapabilelim... 2- Haber başlığının, hangi gazete de ne zaman yayınlandığını, yazarını bilmek isteriz ki; Neyi nerden okuduğumuzu daha iyi kavrayalım... Bunun dışında bu haber kaynaklarını buraya taşımamızın ortak bilincini göz ardı etmemek gerekiyor.. Neden bu başlıkları buraya taşıyoruz... 1- Önemli gördüğümüz haber ve bilgileri diğer forumdaşlarımızla paylaşarak onların da haberdar olmalarını istiyoruz... 2- Önemsediğimiz ve katıldığımız görüş ve düşünceleri paylaşıma açarak, okunup, kavranıp, benimsenmesini istiyoruz 3- Ben bu görüşleri paylaşıyorum, sizlerde görüşlerinizi belirtin ve tartışalım düşüncesini taşıyoruz... Sonuç olarak; Bizler kaynağını, yazarını ve yayın tarihini bildiğimiz bir paylaşımı daha iyi kavrarız. Bu bilgiler ışığında gerekli araştırmaları yapar, varsa eksik taraflarımızı tamamlar, Karşılıklı sağlıklı ve düzeyli bir tartışma ortamının ön koşullarını yerine getirmiş oluruz... Eğer bu dizin altında amaç karşılıklı bilgi ve haber paylaşımıysa amacımız; Tüm forumdaşlarımızın öncelikle karşılıklı olarak birbirini önemseyen bir saygı duyarak, Kendimizi ve düşüncelerimizi iyi ifade edebilmek için bu ön kurallara uygun davranmayı önemsememiz gerekiyor... Amacımız karşılıklı bilgi paylaşımıyla kişisel ve genel doğrularımızı geliştirmekse eğer... Yapmamız gereken; Kişiliklerimizi ve düşüncelerimizi dayatmak yerine, Kaynaklarımızı ve görüşlerimizi açıklayıp, tartışma etiğine uygun davranmalı, Asgari müştereklerde uzlaşma mantığını öne çıkarmalıyız... Yararlı, düzeyli paylaşımlarda birbirimizi anlayarak ortak değerlerimize ulaşmak ve çoğaltmak dileklerimizle..
  24. Hoş geldin sevgili "Su"... Yararlı ve aktif paylaşımlarınla foruma renk katman dilekleriyle...
  25. İmmanuel Kant (1724-1804):Kant felsefede rasyonalizm ve empirizm akımlarının bir sentezini yapmıştır.O’na göre bilgide,duyuların dış dünyayla ilgili deneylerin sağladığı içeriğe aklın sağladığı biçime ve forma gereksinim duyarız. Zihnin bilgideki temel ayırıcı faaliyetini deneyimden gelen ham ve işlenmemiş malzemeyi bir sentezden geçirmek ve bu malzemeyi birleştirip ona bir birlik kazandırmak olarak tanımlar. Kant’a göre bilgi deneyle başlar ama deneyle sona ermez, sadece deneyden oluşmaz. Deney bilginin ham maddesini sağlar. Ancak böyle olması,bilginin deneyden çıktığı anlamına gelmez. Çünkü bilgi için deneyle elde edilen hammaddenin bir biçime bir düzene sokulması gerekir. Bu biçimlendirme işi zihinde bulunan bir takım zihin formları(kalıpları) sayesinde olur. Bu formlar ise deneyen gelmez apriori (ön bilgi) dir. Kant; İnsan zihninde üç ayrı parça bulunduğunu söyler. a-Duyarlık; Dış dünyadan duyular aracılığıyla gelen izlenimleri alır. b-İmgelem; İzlenimleri birbirlerine bağlar. c-Anlayış; Duyarlıktan gelen duyusal malzemeyi, aklın (deneyden kazanılmamış ve deneyden bağımsız olan) Önsel kavram ve kategorileri içine yerleştirir. Böylece insan bilgi sürecinde aktif olarak duyular yoluyla gelen izlenimleri sınıflar,kalıplara yerleştirir ve yorumlar. Kant’a göre insan bilgisi sınırlıdır. İnsan zihni,nesneleri ve olayları gerçekte oldukları şekliyle bilemez. Nesneler zihnin imkanlarına,yapısına ve formlarına göre bilinebilir. Dolayısıyla bu durumda nesneleri gerçekte oldukları şekliyle değil de bize göründükleri şekliyle bilebiliriz. Bilgide aklın katkısı kadar, dış dünyadan gelen duyusal öğe de önem taşır. Bu duyusal öğe olmadığında akıl algılamadığı (Tanrı,ruh gibi) konularda çelişkiye ve yanlışa düşebilir. Başlığa Geri Dön
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.